Allah’ın ilminde olup kudretin taalluk etmesiyle vücuda gelenlere mümkün’ül vücud, ilm-i İlahîde olup kudretin taalluk etmemesiyle vücuda gelmeyenlere ise mümteni’ül vücud mu denilir?

Mümkin’ül vücud, Mümteni’ül vücud

Sual: Allah’ın ilminde olup kudretin taalluk etmesiyle vücuda gelenlere mümkün’ül vücud, ilm-i İlahîde olup kudretin taalluk etmemesiyle vücuda gelmeyenlere ise mümteni’ül vücud mu denilir?

Yâni ilmi ilahide OLUP EBEDİYEN vücuda gelmesi mümkün olmayan yâni mümtenî olan sayısız şeyler var diyebilir miyiz? Veyahut bu kavramlar hangi manalarda kullanılabilir?

El-cevab: Sualiniz sayesinde bu meseleye çalışmak şevki hasıl oldu ve ilgili manaları anlamak gayreti geldi. Sualin cevabına geçmeden önce bazı ıstılahların üzerinde durmak gerekir ki bunlar şunlardır:

1- Fena-i mutlak, adem-i sırf, adem-i mutlak, adem-i zahiri, adem-i harici
2- Mümkin ya da mümkün, imkan, mümkün’ül vücud
3- Mümteni, imtina, mümteni’ül vücud
4- Vacib, vacib’ül vücud

Her ilmî eserde olduğu gibi Risale-i Nur’da da bazen kelimelerin lügat manaları bazen de ıstılahi manaları kullanılmaktadır. Dolayısıyla hangi mananın kullanıldığı ilgili paragrafın mana bütünlüğünden çıkarılmalıdır. Buna dikkat edilmezse farklı sonuçlar çıkması muhtemeldir.

Vacib: Lügat manası zorunlu, lüzumlu, mecburi olan demektir. Istılahi manası ise varlığı zorunlu olan demektir. Tabiri diğerle yokluğu imkansız olan demektir.

Mümkün: Varlığı ve yokluğu birbirine eşit olan demektir. Istılahi manası ise varlığı ve yokluğu zorunlu ya da imkansız olmayan demektir. “.. mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki muvazenesi”

Mümteni: Lügat manası imkansız ve muhal olan demektir. Istılahi manası ise yokluğu zatının ya da özünün gereği olandır. Veya varlığı mümkün olmayandır. Dört sayısının tekliği, şerik-i Bari’ mümteniye misal olarak verilebilir.

Varlıklar ise üç kısımda sınıflandırılırlar:

1- Vacib’ül vücud: Varlığı zorunlu olan vücud mertebesi. “şu kâinatın Sâni’-i Zülcelali, Vâcibü’l-vücud’dur. Yani onun vücudu zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir.”

2- Mümkün’ül vücud: Varlığı mümkün olan, kadim olmayan yani başlangıcı ve sonu olan varlık mertebesi. “İşte Vâcibü’l vücud’un hem vâcib hem zatî olan kudretine karşı, mevcudatın hem hâdis hem ârızî vücudları ve mümkinatın hem kararsız hem kuvvetsiz sübutları..” “Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususi kemali, istidatlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.”

3- Mümteni’ül vücud: Varlığı mümteni ya da imkansız olan, hiçbir şekilde varlığı mümkün olmayan demektir. “Hem şerikler “müstağniyetün anhâ” ve “mümteniatün bizzat” yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi vücudları muhal oldukları halde onları dava etmek, sırf tahakkümîdir.” “Maahâzâ şerik haddizatında mümtenidir. Bir ferdinin vücudu mümkün değildir.. Maahâzâ şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zatî yoktur.”

Gelgelelim aynı manalara gelen; fena-i mutlak, adem-i sırf ve adem-i mutlak ise mutlak yokluk anlamına gelmekte yani varlık sahasına gelmiş olan bir şeyin sonsuz olarak yok olması vücud-u hariciden gitmesi gibi vücud-u ilmi dairelerinden de çıkması tamamen idam olmasıdır. Bu ise muhal ve mümtenidir. Halbuki vücud-u hariciden çıkan bir şey vücud-u ilmi dairesinde kalır. Bir şeyi yoktan icad etmek, idam ya da yok etmek ise sadece Vacib’ül vücuda hastır.

Felsefeciler; “Onun için bilmecburiye icadı inkâr ediyorlar “Yoktan var olmaz.” diyorlar ve idamı da muhal görüyorlar “Var yok olmaz.” hükmediyorlar.”

“Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyarîden başka ellerinde olmayan firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi, hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz.” deyip bu bâtıl ve hata düsturu, Kadîr-i Mutlak’a teşmil etmek istiyorlar.”

“Çünkü o sebebin muhit bir ilmi, müstevli bir kudreti olmadığından o adem ise yalnız zâhirî ve haricî bir adem olmaz, belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz.”

Adem-i harici ya da adem-i zahiri ise varlık sahasında olan bir şeyin sureten ya da zahiren zevalinden sonra manevî vücudları olan daire-i ilmi ilahi içerisine girmesidir. Fakat burada bahsedilen icad ve ademler ise mümkinat mabeyninde olan hadiselerdir. Mümteni olanlar bahis dışıdır. Ki onlar zaten varlığı muhal imkansız olan şeylerdir.

“Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Hattâ bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik “a’yân-ı sabite” tabir etmişler.”

“Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seriü’z-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masûn kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküp ve inhilal vardır.” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünkü âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkip vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam vardır.”

“Her şeyin nihayet derecede hem sanatlı hem suhuletli vücudu gösteriyor ki muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir. Yoksa yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtina dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.”

“Aynen öyle de ilm-i kelâmın tabirince “İmkân, müsaviü’t-tarafeyn” dir. Yani vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademleri, bir sebep bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Bu imkân ve müsavatta az çok, büyük küçük birdirler. İşte mahlukat mümkündürler ve imkân dairesinde vücud ve ademleri müsavi olmasından, Vâcibü’l-vücud’un hadsiz kudret-i ezeliyesi bir tek mümküne vücud vermesi kolaylığında bütün mümkinatın vücudu, ademin muvazenesini bozar, her şeye lâyık bir vücudu giydirir. Ve vazifesi bitmiş ise zâhirî vücud libasını çıkarıyor, sureta ademe, belki daire-i ilimdeki manevî vücuda gönderir.”

Elhasıl, sualinizde bahsi geçen mümkün’ül vücud kavramı sadece müsaviü’t-tarafeyn olan mümkinat için geçerlidir. Yine hudus ve imkân bahsinde hususen imkân mevzusunda anlatılan hadsiz imkanlar içerisinden sadece bir vücudun seçilmesi yani tahsis edilmesi ilm-i ilahi dairesindeki mümkün vücudlar için geçerlidir. Kudret ve irade sadece bu ilmî vücudlara taalluk ederek harice çıkarır. Amma mümteni’ül vücud ise zaten muhal ve imkansız olduğu için kudret ve iradenin taalluku söz konusu değildir.

“Mütekellimîn demişler ki: “İmkân, mütesaviyü’t-tarafeyndir.” Yani adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır. Çünkü mümkinat, birbirini icad edip teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcibü’l-vücud vardır ki bunları icad ediyor.”

İnşâallah bir nebze izah edebilmişizdir. Kusurlar ve hatalar bendendir. Tashih ve tadile muhtaç yerleri düzeltirsiniz. Vesselam.

Kardeşiniz Sedad

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir