Sözlerin birbiriyle olan münasebeti

SÖZLERDEKİ MÜNASEBETLER

Birinci Söz Bismillahtaki “b” harfi daire-i ubudiyeti, “Allahın ismiyle” tabiri daire-i rububiyeti ifade ediyor. Bismillah denirse; yani; insan acz ve fakrını anlayıp Rububiyete karşı muvafık ubudiyetle mukabele ederse; selamet bulur. Bismillah selameti netice veriyor. Bu makamda daire-i Rububiyet ve Ubudiyetten maada bir şey kalmadığı için Birinci Söz bütün risalelerle alâkadardır diyebiliriz.

Bismillahta iki mana var; Cenab-ı Hakkı tanımak ve onun namına hareket etmek. Yani Rububiyyet ile ubudiyyet dairesini ifade ediyor. Allah ismi bir âlem olup Cenab-ı Hakk’ın tüm isimlerini kapsıyor; Bütün esmayı tanımak, bilmek, delillerini görmek ve iktizalarına göre hareket etmek gerektiğini ders veriyor.

Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı Risale-i Nur’un birinci kısmı olan Birinci Sözden buraya kadar hakaik-i imaniye tahkik ve tahlil edildiğinden akıl mutmain olmuştur. Risale-i Nur’un ikinci kısmının başı olan Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamındaki besmeleye dair olan bu sırlarla kalb artık hakikatleri hissedip zevk etmeye başlar.

Birinci Sözle bu ikinci makamı birlikte düşündüğümüzde iki risalenin bize verdiği ders; İnsan kendisinin acz ve fakrına ve ihtiyaçlarının hadsizliğine bakıp kâinat sahrasının Malik-i Ebedisi ve Hâkim-i Ezelisinin ismini alarak, Peygamber’e (ASM) salavat getirip sünneti seniyyesine uyması gerektiğidir.

İkinci Söz Birinci Sözde Cenab-ı Hakkı tanımak ve onun namına hareket etmek gerektiği anlatılıyor. Yani insan acz ve fakrını anlayıp Rububiyete karşı muvafık ubudiyetle mukabele ederse; selamet bulur. Bismillah selameti netice veriyor. İkinci Sözde ise selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imanda olduğunun isbatı yapılıyor. İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu bir temsilî hikâyecik ile anlatıyor.

Üçüncü Söz İkinci Sözde imanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğu izah edilmişti. Üçüncü Sözde ise imandaki saadete insanı götüren ibadete olan ihtiyacımız gösterilmiştir. Zira insan hakiki saadeti muhtaç olduğu nihayetsiz şeylerin eline verilmesi ve maruz olduğu nihayetsiz musibetlerden korunması ile elde eder. Sermaye ve iktidarının dairesi, fiili dua ile Allah’tan isteyebildiği kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimettir.

Dördüncü Söz Üçüncü Sözde ibadetin manasındaki saadet gösterilmişti. Dördüncü Sözde ise ibadetin fihristesi olan namazın, ne kadar kıymetdar ve mühim olduğunu, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanıldığını, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğu anlatılıyor.

Beşinci Söz Dördüncü Sözde namaz vazifesinin ne kadar kıymetdar ve mühim olduğunu, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanıldığını, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğu anlatıldı. Beşinci Sözde ise Namaz kılmak ve büyük günahları işlememenin ne derece hakikî bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriye olduğu anlatılıyor.

Altıncı Söz Beşinci Sözde namaz kılmanın ve büyük günahları işlememenin ne derece hakikî bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriye olduğu anlatıldı. Altıncı Sözde ise hakikî bir vazife olan ibadetin en kemal noktası neticeleri ile birlikte gösteriliyor.

Yedinci Söz Altıncı Sözde hakikî bir vazife olan ibadetin en kemal noktası neticeleri ile birlikte gösterildi. Yedinci Sözde ise fıtratın tatmin olması; fıtratın kemali, insanın saadeti beyan ediliyor.

Sekizinci Söz Altıncı Sözde ibadetin en kemal noktası gösterildi. Yedinci Sözde ise fıtratın tatmin olması; fıtratın kemali, insanın saadeti beyan edildi. Bu da ancak Sekizinci Sözdeki dinin hakikatıyla mümkün olabilir. Sekizinci Sözde de eşyanın, kâinatın, hadiselerin ancak dinin hakikatları ile nurlanabileceği izah ediliyor. Dokuzuncu Sözde ise; dinin hakikatlarını anlayan bir insanın kıldığı namazın keyfiyeti gösteriliyor. Zira namaz dinin direğidir, kıvamıdır. Diğer bir ifade ile Sekizinci Sözde dinin hakikatını Dokuzuncu Sözde ise dinin hakikatlarını anlayan bir insanın Cenab-ı Hakka karşı mukabele tarzı namaz ile gösteriliyor.

Dokuzuncu Söz Sekizinci Sözde de eşyanın, kâinatın, hadiselerin ancak dinin hakikatları ile nurlanabileceği izah edildi. Dokuzuncu Sözde ise; dinin hakikatlarını anlayan bir insanın kıldığı namazın keyfiyeti gösteriliyor. Zira namaz dinin direğidir, kıvamıdır. Diğer bir ifade ile Sekizinci Sözde dinin hakikatını Dokuzuncu Sözde ise dinin hakikatlarını anlayan bir insanın Cenab-ı Hakka karşı mukabele tarzı namaz ile gösteriliyor. Dokuzuncu Sözde ikinci sabah ile sabah-ı haşri ihtar etmesinden şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyette olduğunu isbat için Onuncu Sözde haşir risalesi yazılmıştır.

Onuncu Söz: Dokuzuncu Sözde altı vakit beyan edildikten sonra yedinci vakit için sabah-ı haşri ihtar eder denilmiş. Dokuzuncu Sözde ihtar edilen haşir mes’elesi Onuncu Sözde isbat edilmiştir. Hem namazın çekirdekleri hükmünde olan Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber gibi kudsî kelimeler dahi haşri ihtar edip ister. Bize der: “Manam âhiretsiz olmaz. Şualar 235)

Onbirinci Söz: Onuncu Söz’ün Onbirinci Sözle münasebeti: Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde ve her bir hakikatında Cenab-ı Hakk’ın varlığı isbatlandı. Onbirinci Sözde de Cenab-ı Hakk’ın kudsi maksadları anlatılacak. Bu maksadlar, Hikmet-i âlemin tılsımı ve hilkat-i insanın muamması ve hakikat-ı salâtın rumuzunu gösteriyor.

Onikinci Söz: Onbirinci Sözde Cenab-ı Hakk’ın kudsi maksadları anlatıldı. Onikinci Sözün Birinci Esasında da Cenab-ı Hakk’ın kudsi hikmeti ders verilmiştir. İkinci ve Üçüncü Esasta Hikmet-i Kudsiyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği terbiye-i ahlâkıye gösterilmiştir. Dördüncü Esasta ise Kur’an’ın hikmet-i kudsiyesinin sair kelamlara nisbeten sebeb-i rüchaniyeti gösterilmiştir. Rüchaniyetin sebebini ikinci ve üçüncü esasla birlikte düşündüğümüzde sair kelamların şahsi ve içtimai hayata Kur’an kadar faide verememsidir. Diğer bir sebebde Kur’anın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiği için hakikatları azami derecede göstermesidir. Kudsiyeti ve azameti kayıtsız olarak hakikatları ihata etmesi cihetinden geliyor.

Onüçüncü Söz: Onikinci Sözde Kur’an-ı Hakîmle dinsiz felsefenin karşılaştırılması yapılmıştı. Kur’an-ı Hakîm Cenab-ı Hakk’ın kudsi hikmetini gösterdiği halde felsefi nazarın görememesinin sebebleri üzerinde durulmuştu. Onüçüncü Sözde ise Kur’an-ı Hakîmle dindar felsefenin karşılaştırması yapılıyor.

1. Kur’an adet ve ülfet perdesini yırtıyor; dindar felsefe ise sadece nadir fertleri nazara verir.

2. Kur’anın âyetleri (sureleri) arasında münasebet vardır. Şiirde ise kafiye vardır. Sadece önceki ve sonraki cümle ile münasebettardır.

3. Kur’an yüksek ve parlak hakikatları ders veriyor. Şiir ise küçük ve sönük hakikatları süslendirerek beğendirmek herşeye olduğundan fazla kıymet vermek ister.

Onüçüncü Sözün İkinci Makamı Haşiyesindeki mahpuslara dört mektub ile beraber toplam da altı mes’eledir.

A. Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.

Onüçüncü Söz’ün Birinci Makamı ile İkinci Makamının münasebeti:

1. Kur’an adet ve ülfet nazarını kaldırarak kabrin hakikatını gösteriyor. Kabir de bu zamanda ülfet olmuş; herkes ölecek diye bir adet, ülfet var. Hâlbuki herkes ölecek fakat herkes aynı şekilde kabre girmeyecek manasını ders vererek gaflet perdesini yırtıyor.

2. Kur’anın herbir ayetinin diğer ayetlerle münasebeti olduğu gibi kabir ve ahiret meselelerinin de erkân-ı imaniye ve esasat-ı İslamiye ile münasebeti vardır.

3. Kur’an yüksek ve parlak hakikatlarını ders vermesi misüllü kabirde âlemi bekanın kapısı olması cihetiyle her insanın başına gelecek en ehemmiyetli dehşetli en yüksek ve parlak bir hakikattır.

B. Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler. Üç tehlikenin izahıdır.

1. Kur’an adet ve ülfet nazarını kaldırarak hayatın hakikatını gösteriyor. Hayata, bu zamanda ülfetle bakıldığından; Dünya hayatındaki maddi lezzetler nazara çarpıyor. Hâlbuki Kur’an imanlı bir hayatın hem maddî hem manevî lezzetlere vesile olacağı manasını ders vererek gaflet perdesini yırtıyor.

2. Kur’anın herbir ayetinin diğer ayetlerle münasebeti olduğu gibi bu dünya hayatının ahiret hayatı ile olan münasebetleri vardır.

3. Kur’an yüksek ve parlak hakikatlarını ders vermesi misüllü dünya hayatınında imanla ebedi bir hayatı netice veriyor olması en yüksek ve parlak bir hakikattır.

Gençlik ve hevesatı bunlara kıyas ediniz.

C. Risale-i Nur Mizanlarından Onüçüncü Söz’ün İkinci Makamının Haşiyesidir. Mahpuslara dört teselli mektubudur.

a- Ondördüncü Şua Sayfa 479: Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Teselliye muhtaç olan mahpuslar şunlardır:

Birinci sırada gençlik darbesini yiyen mahpuslar

İkinci sırada zulmen mahkûm olan mahpuslar

Üçüncü sırada fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlarına müştak olan mahpuslardır.

b- Ondördüncü Şua Sayfa 478: Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârane, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yârdım edenlere mektub; “Üç Nokta”dır.

Birinci Nokta: Ehl-i iman için hapis musibeti farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmek şartıyla hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir.

İkinci Nokta: Musibete karşı sabır kuvvetini hazır zamana tahşid etmek gerektiğini.

Üçüncü Nokta: Farz namazını kılmak, sadakat, şefkat, sevinç ile ve minnet ettirmemek şartıyla; Hasta, ihtiyar, garip, fakir mahpuslara hizmet etmenin sadaka hükmüne geçtiğini izah ediyor.

c- Ondördüncü Şua Sayfa 487: Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat-ı Kur’aniye; Hakikat ve maslahat sulhtur. Affetmektir. Onun içindir ki; “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor.

d- Ondördüncü Şua Sayfa 490:  Aziz Yeni Kardeşlerim Ve Eski Mahpuslar!

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki; buraya girmemizin inayet-i İlahiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatlarıyla tam bir teselli size vermektir.

D. Onüçüncü Söz’ün İkinci Makamının Zeyli

Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mes’ele-i Mühimme

Nev’-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacaklar. Ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’a sarılacaklar.

Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Elbette bundan sonra insanlar fevc fevc Risale-i Nur’a dâhil olacaklardır. İnşâallah

E. Meyve Risalesi’nden Altıncı Mes’ele

[İman-i billah rüknünün binler küllî bürhanlarından birtek bürhana kısaca bir işarettir.]

Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

E. Hüve Nüktesinin Onüçüncü Sözle münasebeti;

1- Hava sayfasında bulunan Parlak tevhid sahifesini adiyat perdesini yırtarak göstermesi,

2- En küçük mevcudat olan hava zerreleri en büyük mevcudat olan yıldızlarla beraber birbirine münasebettar olarak tesbih vazifelerini yerine getirmeleri

3- Zerrelerin vazifeleri parlak sönük bir hakikat olmayıp mu’cizeliğini kör gözlere de göstermesidir.

Ondördüncü Söz: Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. Sair hakikatlardan nümune olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.

Ondördüncü Sözün Onüçüncü Sözle arasındaki münasebet;

1- Ondördüncü Sözde ki beş mes’ele ile adiyat perdesini yırtarak göstermesi,

2- Ondördüncü Sözde ki mes’elelerin birbirine münasebettar olması

3- Ondördüncü Sözde beş mes’ele parlak sönük bir hakikat olmayıp mu’cizeliğini kör gözlere de göstermesidir.)

Birincisi Meselâ: (Eyyam-ı Kur’aniye) “Altı günde gökleri ve yerleri yarattık” demek olan; (Mearic Suresi) hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, saat misalini hatıra getirerek Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyor.

İkinci Misal: (Kader) Bütün eşya vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır. Hakikat-ı ulviyesini fehme takrib için çekirdek, ağaç ve meyve misali veriliyor. Yaş kuru her şey Kur’anda var.

Üçüncü Misal: (Meleklerin tasviri) Hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, Kur’an-ı Azim-üş şanın beyan ettiği, intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, Barla ağzının bir kelimesi olan Çınar ağacı misal olarak veriliyor.

Dördüncü Misal: (Budiyet ve Akrabiyet) Güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, “Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur” olan Zât-ı Zülcelalin

1- Herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğunu,

2- Hem o derece külfetsiz, mualecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve sühuletiyle icad eder gibi anlaşıldığını;

3- Hem hiçbir şey, cüz’î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığını ve kibriyası ihata ettiğini şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman etmek üzere fehme takrib için güneş misali veriliyor.

Beşinci Misal: (Tehdidat-ı Kur’aniye) Ezel ve Ebed Sultanı Zât-ı Zülcelalin benî-âdeme karşı şedid şikayat-ı Kur’aniyesi ve azîm tehdidatı ve müdhiş vaîdleri ne hikmete binaendir demek olan derin ve yüksek hakikata kanaat getirmek için iki temsil veriliyor.

Birinci temsil bağın kurumasına sebebiyet veren kapağın açılmaması..

İkinci temsil geminin batmasına sebebiyet veren dümenci..

Ondördüncü Sözün Hâtimesi Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.

Ondördüncü Sözün Beşinci misalinde Kur’anın tehdidatı gösterildi. Hatimesinde ise Kur’anın tehdidatından kulağını tıkayan insanları gafletten kurtaran zelzele gibi dünyanın ve insanın zeval ve fenasını gösteren ibretli bir ders veriliyor.

Deve kuşu temsili ile ölümü hatırlatıyor.

Karye temsili ile kabrin öbür tarafını hatırlatıyor.

Zaman değişmiş deme çünki ölüm değişmiyor.

Ben de herkes gibiyim deme çünki herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.

Kendini başıboş zannetme zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin.

Zelzele gibi hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehennem’e döker. Ehl-i şükre “Haydi, Cennet’e buyurun” der.

Ondördüncü Sözün Zeyli Ondördüncü Sözün Hatimesinde zelzele gibi hadisatın arkasında dünyanın ve insanın zeval ve fenasını gösteren ibretli bir ders verildiği gibi Zelzele hakkında akla gelen veya gelebilecek suallere cevap veriliyor.

Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor. Zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz’î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi.

Birinci Sual: Zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Ramazan-ı Şerifin teravih vaktine hürmetsizlik edilmesi zelzelenin devamını netice verdi.

İkinci Sual: Niçin gavurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare Müslümanlara iniyor?

Ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.

Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına

1- fiilen (bizzat) veya

2- iltizamen (tarafgirlik göstermek, fikren savunmak veya hoş görmek) veya

3- iltihaken (lakayıd kalıp ilişmemek) taraftar olmasıyla manen iştirak eder,

musibet-i âmmeye sebebiyet verir.

Dördüncü Sual: Zelzele musibetinde masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir?

Musibetten çekinilmemesi masumların ve hatasızların o musibet içinde yanmasını sebebiyet verdi. Musibetten çekinmemek yedinci sualde de geçtiği gibi o gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmaları sebebiyle olur.

Beşinci Sual: Umuma gelen zelzele musibetine Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm olan Allahın cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?

“Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur.”

Altıncı Sual: Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor.

Altıncı sualdeki tüfek misalini Onbirinci Şuaın Altıncı Mes’elesi ile birlikte düşünürsek; Cenab-ı Hakk maddi manevi rızıkları küre-i arz iaşe ambarında istif ettiği gibi ehl-i dalaletin küfründen neş’et eden ve küre-i arzı hiddete getiren zelzele gibi hadisatın maddi sebeplerinide zeminin içinde istif etmiştir. Saatli bomba veya fitil gibi..

Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve

Bu memlekete mahsus olması; zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle ehl-i imanı namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor.

Neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?

O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmaları sebebiyle olur.

 

Onbeşinci Söz: Ondördüncü Sözde Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edildiği gibi Onbeşinci Sözde de kozmoğrafyanın ruhsuz mes’eleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve âyetin azametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mekteblilere, âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdivenle uzatılıyor.

Diğer bir münasebet ise; Ondördüncü Sözde insanın cüz’î ihtiyarı ile yaptığı tercihler Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine de perde çektiğinden çok önemli olduğunu izah ettiği gibi Onbeşinci Sözde de semavattaki mevcudatla insanların tercihlerinin ne münasebeti var olduğunu ders veriyor.

Diğer bir münasebet de; Ondördüncü Sözde üçüncü misal de herşeyin tesbih ettiğini izah ettiği gibi Onbeşinci Sözde de Semavatın dahi boş olmadığı ve oraya münasib sakinlerin orada tesbih ettiğini izah ediyor.

Melaikenin isbatı ve Melaike ile şeytanların mübarezeleri hakkında Recm-i Şeyatin ayetinin izahatıdır. Yedi basamaktır.

Birinci Basamak: (Hakikat ve Hikmetin) Hakikat ve Hikmetin iktizasıyla melaike ve ruhaniyatın vücudunu isbat ediyor.

İkinci Basamak: (Sema ve zemin arasındaki münasebet) Semadan Arza inmek olduğu gibi; Sekene-i Arz için semaya çıkmak için bir yol vardır.

Üçüncü Basamak: (Kur’an-ı Hakîm, semavata nisbeten, arzı, bütün semavata denk tutuyor.)

Hem semanın sukut ve sükûneti, arzın sür’atli tahavvülü ve devamlı tegayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-i tahavvülat olsun. Semavat; varidatsız bir göl ise, Arz daim akar bir çeşme denilse ikisinin yekûnu muvazeneye gelebilir.

Hem arzın sekenelerinin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fitrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olarak yaratılmıştır.

Dördüncü Basamak: (Mübaraze Kanununun Tamimi) Rububiyyet-i amme unvanıyla Hakîm ve müdebbir isimleriyle bir mübareze meydanı açıyor.

Beşinci Basamak: (Mübareze-i maneviyenin  ve tasarrufat-ı gaybiyenin âlem-i şehadette alâmetleri)

Semavatta mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen bazı halat yıldızlara verilmiştir. Ta ki mübareze-i maneviyenin  ve tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunsun.

Altıncı Basamak: (Kur’anın ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecrindeki tahşidatın sebepleri)

Ayat-ı Kur’aniyenin ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecrdeki tahşidatı haşmetin izharı ve düşmanın şenaatinin teshiri gibi sebeplerden ileri geliyor.

Hem bazen kemal-i intizamı ve nihayet adli ve gayet hilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zaîf bir şeye karşı tahşid eder.

Yedinci Basamak: (Recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç manası)

Recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç manası var;

Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir.

İkincisi: Semavatta ki muti’ sekeneler, Arzlı şerirlerin ihtilatından hoşlanmaz.

Üçüncüsü: Şeytanların, semayı telvis etmemeleri için, ebvab-ı semadan onları red ve tarddır.

Onbeşinci Söz’ün Zeyli: Onbeşinci Sözde kozmoğrafyanın ruhsuz mes’eleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen mekteblilerle mübareze edildi. Bu zeylinde ise enfüsi âlemdeki şeytanın vesvese ve şüphelerine karşı mübareze yolunu göstermiştir.

(Şeytanla Münazara Bahsi Yirmialtıncı Mektubun Birinci Mebhası)

Kur’anın Kelamullah ve Hazret-i Muhammed’in (ASM) Allah’ın Resulü olduğunu mukni delillerle isbat eden, münazara tarzında yazılmış beliğ bir risaledir.

Şeytanın Hileleri;

1- “Sen, Kur’anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak… Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?”

Kur’ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır.

2- “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farzet, bak.”

İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenab-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. Ortada bakmak kabil değildir.

3- “Kur’an beşer kelâmına benziyor, onların muhaveresi tarzındadır. Demek, beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?”

Kur’an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemale rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat’îdir.

4- “Kur’anın mesaili gibi çok zâtlar o çeşit mes’eleleri din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer, din namına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?” sorusuna cevab olarak dört delil gösterilmiştir.

Evvelâ, Birinci delil dindar insanların tasdikidir. Dindar bir adam, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz.

Ve sâniyen, İkincisi bir beşerin, Allah’ın sıfatlarını, mahiyetini ve mertebesini taklid edememesi Kur’anın Kelâmullah olduğuna delildir. Birbirine yakın zâtlar, bir cinsten olanlar ve Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Beşeriyet âleminde bile birbirine yakın olmayanlar birbirini taklid edmezken bir insan Vacib-ül Vücudu nasıl taklid edebilir.

Sâlisen: Üçüncü delil; risaletin bütün delilleri Kur’anın Allah kelamı olduğunu tasdik ediyor. Risaletin birinci delili olan Kur’an âsârıyla, tesiratıyla ve netaiciyle Risalet-i Ahmediyeyi tasdik ederek Kur’anın Allah kelamı olduğunu gösteriyor. Risaletin ikinci delili olan Zat-ı Ahmediyenin ahvalinden, akvalinden, harekâtından neş’et eden islamiyet Kur’anın Allah kelamı olduğunu gösteriyor.

Râbian: Dördüncü delil; Ümmet-i Muhammediye (A.S.M.) ordusunun mukaddes kumandanı olan Kur’anın bütün mu’cizeleri, Kur’anın beşer kelamı olamayacağını isbat ediyor. Kur’an meziyetlerine üç noktada bakıyoruz.

Birinci Nokta: kuvvetli kanunları

İkinci Nokta: esaslı düsturları

Üçüncü Nokta: nafiz emirleri

Cismani bir Kur’an olan Peygamber (ASM) vechinden bakılırsa; böyle bir Peygamber (ASM) kendi kelamını Allah kelamı diyerek takdim etmez.

a. Sahtekâr olmadığına harekât, ef’al ve akvali delildir.

b. Allahtan korktuğuna bütün tarihçe-i hayatı şahittir.

c. Allahı bildiğine de bütün tarihçe-i hayatı şahittir.

d. Haysiyetli olduğuna kumandanlık ettiği nev’-i beşer ordusu ve cihan şahittir.

e. İnsaniyetin âdi derecesinde olmadığına şöhretşiar şuunatı şahittir.

5- Şeytanlar insanları nasıl kandırıyor. Sorusuna dört misal;

Evvelâ, Tanımamaktan dolayı manen uzaktan bakıyor.

Ve sâniyen, tebaî, sathî bir nazarla baktırarak gayet muhal bir şey, mümkün gösteriyor.

Sâlisen: âdem-i kabul etmekle veya kabul-u âdem etmekle veya Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren sekiz sebeple kandırıyor.

Râbian: Kur’an-ı Hakîm’in ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hakkaniyetini gösteren delilleri yok göstermek istemiş. Yani mümkünü muhal göstererek hakikatın zıddını kabul ettirmekle kandırıyor.. Bu yüzden makam münasebetiyle hakkaniyetinin delillerini göstermek iktiza etmiştir. Hakkaniyetinin delilleri ise iki kısımda izah edilmiştir. Evvela Kur’an-ı Hakîm’in sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hakkaniyetinin delilleri gösterilmiştir.

Onbeşinci Söz’ün Zeyline Ek olarak Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı:

“Kur’anın en mühim fesahatını, siz onun selasetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Hâlbuki şu âyette nereden nereye atlıyor? Bu acib atlamaklar içinde hangi selaset kalır? Kur’anın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak mes’eleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selaset ve fesahat nerede kalır?”

Fesahat belagatın bir şubesidir. Akıcı ve açık konuşmak demektir. Ayrıca Yirmibeşinci sözde fesahatı şöyle açıklıyor. “Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir.” Ve “Kur’anda huruf-u hecaiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selaset ve fesahat-i lafziyesi vardır.” Bunun misallerinden beşine işaret edilmiştir.

1- Tufan hâdise-i azîmesini netaiciyle öyle îcazkârane ve mu’cizane beyan ediyor

2- Kavm-i Semud’un acib ve mühim hâdisatını ve netaicini ve sû’-i akibetlerini

3- Hazret-i Yunus’un kıssasında mühim esasları zikreder

4- Yusuf A.S. hapiste iken rüyasını tabir ettiği arkadaşının onun yanına gönderilmesi ve Yusuf A.S. Sıddıkinlerden olduğunu izah ediyor.

5- Kâfirlerin pek müdhiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılabatında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisata birer birer parmak basıyor.

Onaltıncı Söz: Kendinden önce ki sözlerde geçen hakikatların anlaşılması Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine mutevakkıftır. Bu sebeble akla gelen Kudsî mahiyeti nasıldır sualine Onaltıncı Sözde cevab veriliyor.

Onuncu Sözle münasebeti kudret-i İlahiyeye nisbeten bütün insanların halkolunması ve haşredilmesi, birtek insanın halkı ve haşri gibi âsan olduğunu anlamak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Onbirinci Sözle münasebeti kâinatı bir saray gibi yaratan ve kâinatın küçültülmüş bir nümunesini insana derc eden zâtı tanımak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Onikinci Sözle münasebeti kâinatı bir kitab gibi yaratan ve devamlı tazeleyen üstünde yeni manalar derc eden zâtı tanımak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Onüçüncü Sözle münasebeti kâinatı bir ağaç gibi yaratan ve devamlı tazeleyen ve meyveleri adedince hikmetler takan zâtı tanımak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Ondördüncü Söz’ün Beş Mes’elesi ile münasebeti

Birinci Mes’ele kâinatı altı günde yaratan ve bir güne, bir seneye ve ömr-ü insana semavat ve arzın hilkati kadar icraatları sığıştıran ve bunu her gün gösteren, zâtın icraatını anlamak noktasında

İkinci Mes’ele her şeyin evvelinde ve ahirinde tarihçe-i hayatını ve programını kader kalemiyle yazan zâtı tanımak noktasında

Üçüncü Mes’ele her şeyin Zâtını takdis ve tesbih ettiği zâtı tanımak noktasında

Dördüncü Mes’ele herşeye herşeyden yakın ve herşeye bizzat tasarrufta bulunan zâtı tanımak noktasında

Beşinci Mes’ele insanı merkeze koyan ve tercihlerine ehemmiyet veren zâtı tanımak noktasında

Ondördüncü Sözün Zeyilleri ile münasebeti insanın tercihlerine kâinatın kızdığı ve anasırın hiddete gelmesi noktasında insana ehemmiyet veren zâtı tanımak  için Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Onbeşinci Sözle münasebeti semanın hareketini insanın tercihlerine bağlayan, bir şeyden herşey yapmak gibi bir şeyi her şey ile alakadar yapan; bir şeyin tercihi ile tüm kainatı alakadar eden zâtı tanımak için Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Onaltıncı Söze kadar geçen hakikatlara tam bir kanaat gelmesi için; Cenab-ı Hakkın mahiyetine ve kudretine dair suallere cevap verilerek nefsin tam tatmin olması gerekiyor. Sualler;

Birinci Şuada; Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetini anlıyoruz. Nasıl bir Zâttır ve nasıl yapıyor ?

İkinci Şuada; Cenab-ı Hakkı kudsî mahiyeti gösterdikten sonra bu meselenin kainattan delilleri gösteriliyor.

Üçüncü Şuada; Böyle Kudsî bir zata nasıl yaklaşabiliriz?

Dördüncü Şuada; Cenab-ı Hakka yaklaşmanın en kısa ve en kolay yolu gösteriliyor.

Zeyl; kainattaki intizam böyle bir zâtın mahiyetini gösterdiği ve delil olduğu gibi zahiren intizamsız görünen yeknesak dışı icraatlarda O zatın iradesini gösteriyor.

Onyedinci Sözle münasebeti madem herşey Onun elinde, madem her şey intizamlı, madem herşeyi rahmeti kaplamış; öyleyse kainatta çirkin şeyler de var, rahmete uygun düşmeyen haller de var (ölüm, ayrılık, hastalık gibi). “Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyeti eşyanın zeval ve fenasına nasıl müsaade eder.” Bunlar rahmete nasıl muvafık olacak? Bu cihette de her şeyin güzel olduğunu ispat ediyor.

Onsekizinci Sözde; Madem herşey güzel. Fakat biz bu güzellikleri göremiyoruz. Görememenin sebebleri üzerinde durulmuş.

Birinci Noktada da enfüsi,

İkinci Noktada afaki engeller gösteriliyor.

Üçüncü Noktada ise bu engelleri ortadan kaldıran ve bunun dersini ve yolunu gösteren risalet hakikatı beyan edilmiş.

Ondokuzuncu Sözde ise bu risaletin hakikatı tafsilatlı bir şekilde ifade ediliyor.

 

Birinci Şua: Cenab-ı Hakkın bize olan yakınlığını temessül bahsiyle izah ediyor.

“Ehadiyet-i Zât-ı İlahiye ile külliyet-i ef’ali ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyeti ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzât elinde tutması; hakaik-i Kur’aniyedendir. Kur’an ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahirî bir münafatı görüyor. Aklı teslime sevkedecek bir izah; Cenab-ı Hakkın bize olan yakınlığını Akla vâzıh olan temessül bahsiyle izah ediyor. Temessülün envaından üç nevi;

1- Kesif maddi şeylerin akisleri

2- Maddi nuranilerin akisleri

3- Nurani Ruhların akisleridir. Manevi nurani veya nim nurani de denir.

Temsilin kalbe nuranî olması içinde Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyeti nazara veriliyor.

İkinci Şua: Cenab-ı Hakkın bize olan yakınlığının Zâtı itibari ile olmayıp tecellisi itibari ile olduğunu vücüdu eşyadaki ibtida ve mislini iade şeklindeki icraatıyla isbat ediyor.

Eşyanın vücuda gelmesinin hem sırf bir emr ile ve def’î olduğunu görteren ayetlerle hemde ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san’atla tedricî olduğunu gösteren ayetlerin birbirine vechi tevfikini izah ediyor. Şöyle ki; Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evamirine gayet müsahhar ve münkad olduğunu ve mübaşeretsiz, mualecesiz halkettiği için icadındaki sühulet-i mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ile ferman ediyor. Bu hakikatı terzi temsili ile izah ediyor.

Hâsıl-ı kelâm: Cenab-ı Hakkın eşyanın bidayet-i icadında iki tarzda icraatı vardır.

Birisi; ibtidadaki icadda vücud-u eşya, sırf bir emr ile ve def’i olduğunu gösteriyor.

Diğeri; mislini iade etmenin ilim içinde azim bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san’atla tedrici olduğunu gösteriyor.

Üçüncü Şua: Kurbiyet-i İlahiyyeye nisbeten bizim budiyetimizi ve Cenab-ı Hakka yakınlaşmak için yapmamız gerekenleri güneş ve kumandan temsili ile izah ediyor. Maddi ve ekvani ve esmai ve sıfatı yetmiş binler hicaptan geçmek güneş temsili ile ve her ismin binler hususi ve külli tecellisinden çıkmak ise kumandan temsili ile izah ediliyor. Cezb ve lütuf ise dördüncü şua da namazın hakikatında anlatılıyor.

Dördüncü Şua:  Akrabiyyet-i İlahiyyenin inkişafı

Ubudiyyetin mertebe-i külliyesinin anlaşılmasında cemaatle namaz bir basamaktır.

Namazın hakikatı; mahz-ı rahmet olarak Zat-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelalin huzuruna kabulündür.

Küçük Bir Zeyl: Kadir-i Âlim ve Sani-i Hakîm, Adat-ı Kanuniyye şeklinde kudretini ve hiç bir tesadüf işine karışmadığını gösterdiği gibi; Şuzuzat-ı Kanuniyye ile meşietini, iradetini, fail-i muhtar olduğunu gösteriyor. Meşietini, iradetini ve fail-i muhtar olduğuna dair üç misal veriliyor. Meyveli ağaç, yağmur ve rızkın meşieti ilahisine tabi olduğunu gösteriyor, diğerlerini bunlara kıyas ediniz.

Onyedinci Söz: Onaltıncı Söz İkinci Şua’da, eşyanın icadının nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkati anlatılarak Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyeti isabat edildiği gibi Onaltıncı Söz’ün zeylinde de zahiri intizamsız görünen icraatların Cenab-ı Hakkın kudsî mahiyetine muhalif olmayıp iradesinin varlığına bir delil olduğu izah edildi. Onyedinci Söz’de ise Cenab-ı Hakkın zahiren birbirinden farklı görünen icraatının birbirine muhalif olmadığının hikmetleri izah ediliyor. Bu makamda Onyedinci Söz için Onaltıncı Söz’ün zeylinin tafsilatı diyebiliriz.

Onyedinci Söz’ün birinci makamı ile ikinci makamı arasındaki fark; birinci makam da zeval ve fenaya Cenab-ı Hakk canibinden, ikinci makamda ise mahlûkat canibinden baktırıyor.

(Bu Söz, İki Âlî Makam Ve Bir Parlak Zeylden İbarettir.)

Birinci Makam; İsm-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise rahmetinin vüs’at-i şümulüne nasıl muvafık düşüyor.

Sani-i Kerim, Fatır-ı Rahim ehl-i imana ölümü beş vecihle sevdirmesi ile muvafık düşüyor. Dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için rahmet eseri olarak verilen iştiyak-engiz beş halet:

1- İhtiyarlıkla eşya üstünde fena ve zeval damgasını göstermek

2- Ahbabın gittiği yere bir iştiyak hissi vermek

3- Acz ve fakr ile istirahata ciddî bir arzu vermek

4- Nur-u iman ile dünyayı, mevti ve kabri güzel göstermek

5- İlm-i hakikatle ve Nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini altı vecihle bildiriliyor.

Dünya 1- bir kitab-ı Samedanîdir, 2- bir mezraadır, 3- âyineler mecmuasıdır, 4- seyyar bir ticaretgâhtır, 5- muvakkat bir seyrangâhtır, 6- bir misafirhanedir.

İkinci Makamdaki Parçalar;

1- Bırak biçare feryadı diyerek bela vereni gösterip, dünyanın temelsiz olduğunu iyi malların arkada dizilmiş olduğunu manzum suretinde göstermiş olup Zeval ve fenaya karşı insanın mukabelesi, ifrat ve tefritleri nazara veriliyor.

2- Siyah Dutun Bir Meyvesi; Musibetlere, elemlere karşı nasıl mukabele edileceğine dair bir tatbikattır. Kur’anın hikmeti ile feryadın Ona olması Ondan olmaması gerektiğini ve ölüme, kabre ve haşre nasıl bakılması gerektiğini Eski Said Yeni Said lisanıyla söylemiştir.

3- Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münacatta; sıkıntılı vaziyetlerde karşı münacat yolunu gösteriyor. İman nazarının altı ciheti nasıl nurlandırdığını, cüz’-i ihtiyarîden dahi vazgeçip vücudunu, o vücudu veren Hâlıkın yolunda feda etmenin beş kârını anlatılıyor.

4- İbrahim’den (AS) sudur ile, kainatın zeval ve ölümünü gösterip akıl, ruh, kalb, vicdan ve nefsin ağlamalarına karşı hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabuda yüzleri çeviren farisi bir beyttir.

5- Birinci Levha; Ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eden levhadır. Gaflet nazarı ile eşya-yı mevcudat, Vücud, Hayat, Akıl, Ömür, Amel, Visal, Envar, Savtlar, Ulûm, Lezzet, Habib ne kadar çirkin bir vaziyet aldığını gösteriyor.

6- İkinci Levha; Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eden levhadır. Ehl-i Hidayet ve Huzurun nazarı ile eşya-yı mevcudat, Vücud, Hayat, Akıl, Ömür, Amel, Visal, Envar, Savtlar, ne kadar güzel bir vaziyet aldığını gösteriyor. Hakiki Kemal sahibi zatı tanımakta, İnsanın Fakrını ve Aczini anlamasında, Allahı bulmakta Mâlik-i Mülk’e, memluk olmakta, Hakikî abd-i hudabin olmakta ne kadar büyük bir saadet olduğunu gösteriyor.

7- Münacat-ı Esmaiyye; Şeyh Geylani (KS) münacat-ı esmaiyyesine bir nazire olarak yazılmıştır. Bu münacatın Onyedinci Sözle münasebeti; Zeval ve fenaya maruz olan insana zeval ve fenadan kurtuluş çaresinin eşya ve hadisatın zeval ve fenasını anlayıp Bâkî-i Zülcelal’e münacat ta olduğunu ders veriyor. “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.”

8- Barla Yaylası Tepelice de Çam, Katran, Ardıç, Karakavak Ağaçlarına nazar-ı ibret ve sem’-i hikmet ile bakıldığında görülen hakikatlar Farisî Beytler suretinde yazılmış ve Farisî beytin manası verilmiştir. Her zihayat ve ağacın sanat-ı ilahiyyeye nakış olmasıyla fikre, ruha, kalbe, nefse, akla, hevaya ve hayale verdiği ayrı ayrı lezzetleri anlatılıyor. Onbirinci mektubun bir parçası iken makam münasebetiyle buraya alınmıştır.  (Bu mektub, mühim bir ilâç olup, dört âyetin hazinesinden dört küçük cevherine işaret eder.)

9- Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname: Dördüncü mektub ile Otuzikinci sözün birinci mevkıfının ahirinden alınmıştır. Yıldızname’nin Onyedinci Sözün Birinci makamı ile münasebeti; Cenab-ı Hakk esmasının güzellikleri ile zemini çiçeklerle semayı yıldızlarla tezyin etmiş süslemiş. İman nazarı ise yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarından ders almıştır. Otuzikinci Sözün Birinci Mevkıfının âhirindeki âyet-i kerime nazar-ı dikkati semanın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semanın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak’ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın.

Onsekizinci Söz: Onyedinci Sözde zeval ve fenaya hem Hâlık hem mahlûk canibinden baktırarak kâinatta, hilkatte mutlak bir güzellik olduğunu, her şeyi her yeri Cenab-ı Hakkın rahmeti ile güzelleştirdiğini ispat etti. Burada ise bu güzellikleri göremememizin sebepleri üzerinde duruluyor. Birinci ve İkinci Noktada Cenab-ı Hakkın kâinatta vaz ettiği güzelliği ve kemalatı görememenin enfüsi ve afaki sebebleri beyan ediliyor. Üçüncü Noktada bu güzellikleri görmeğe mani olan sebepleri ortadan kaldıran Peygamberimizin nübüvveti nazara veriliyor. Üçüncü Noktanın sonunda geçen âyette “Allah’ın indinde din İslâmdır” diyor. Çünkü din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif eden bir beyannamesi ve bir tarifesi olduğundan Cenab-ı Hakkı ve kâinatı en iyi beyan ve tarif eden din islamiyettir. Ayrıca diğer âyette Peygamberimizle beraber olanların esmanın cemal ve kemalini görüp ona göre mukabele edenler olduğuna işaret ediyor.

Bu Sözün İki Makamı Var. İkinci Makamı daha yazılmamıştır. Birinci Makamı Üç Noktadır.

Birinci Nokta: İnsanda görünen güzellikler de insanın sahiblenmeye hakkı yoktur. Zira o güzellik Cemal sahibi olan Allah’a aittir.

İkinci Nokta: Kâinatta ki her şey ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir.

Üçüncü Nokta: İnsanda ve Kâinatta görünen güzelliklerin tarif edicisi ve Daire-i Rububiyyete karşı Ubudiyetle mukabele eden Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı Allah sever ve ona ittiba’ edenleri de derecelerine göre sever.

[Firkatli Ve Gurbetli Bir Esarette, Fecir Vaktinde Ağlayan Bir Kalbin Ağlayan Ağlamalarıdır]

Ondokuzuncu Söz: Onsekizinci Söz’ün Birinci ve İkinci Noktasında Cenab-ı Hakkın kâinatta vaz ettiği, güzelliği ve kemalatı görememenin enfüsi ve afaki sebebleri beyan ediliyor. Üçüncü Noktada bu güzellikleri görmeğe mani olan sebepleri ortadan kaldıran Peygamberimizin nübüvveti nazara veriliyor. Bu makamda Ondokuzuncu Söz, Onsekizinci Sözün sonundaki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ  âyetinin tefsiri ve tahkikidir.

Risalet-i Ahmediye’ye dair Ondört Reşhadır.

Birinci Reşha; Şahsiyet-i Maneviyyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

İkinci Reşha; Zat-ı Ahmediye öyle bir nurdur ki mazidekiler risaletinin hakkaniyetine bir delil olduğu gibi kendi zatıda büyük bir delildir.

Üçüncü Reşha; Risalet’e ait vazifeleri hakkıyla yerine getirmesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Üç müşkil ve müdhiş sual-i azîme mukni ve makbul cevab vermesi vazifelerine bir örnektir.

Dördüncü Reşha; Neşrettiği ziya-yı hakikat ile kâinata, mevcudata, camidata ve bütün zevil-hayata bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görülür.

Beşinci Reşha; Onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla kâinattaki harekâta, tenevvüata, tebeddülata, tegayyürata (hulasa hadisata) bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görüldüğü gibi o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla insana bakıldığında insan bütün mahlûkat üstüne çıkıp bir halife-i zemin olmasıylada risaletinin hakkaniyeti görülür.

Altıncı Reşha; Ubudiyet ve Risalet cihetiyle bakıldığında görülen hakikatlar risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Yedinci Reşha; Muhtelif akvamın akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini fetih ve teshir edip def’aten devlet kurması, diğer devletlere galib getirmesi ve manevi hizmetlerinin neticesi olarak maddî manevî hâkimiyet ile bir saltanat kurması bir şahs-ı manevi oluşturması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Sekizinci Reşha; Büyük ve çok âdetleri, hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit eylemesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Dokuzuncu Reşha; Hakkıyla yerine getirdiği tebliğ vazifesi ve tebliğdeki usulü risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Ve bizim içinde tebliğ hususunda bir rehber-i mutlaktır.

Onuncu Reşha; Merak-âver bir alemden, cazibedar bir inkılabdan, lüzumlu bir istikbalden, dehşetli bir saadetten haber vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. (Ders verdiği hakikatların merak-âver, cazibedar, lüzumlu ve dehşetli olması risaletinin hakkaniyetine delildir.)

Onbirinci Reşha; Kâinatın perde-i zahiriyesi altındaki acaibi yani hakaik-i uhreviyeyi ve hakaik-i kevniyeyi haber vermesi ve bu hakaiki gözüyle görerek hakikat-ı İslamiyeti o hakaikin üstüne bina edip kendi bizzat tatbik edip talim etmesi ve marziyat-ı İlahiyeyi pek sağlam olarak bize ders vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Onikinci Reşha; Haşrin ve saadet-i ebediyenin bütün delilleri Zât-ı Ahmediyenin (ASM) risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira Zât-ı Ahmediyenin (ASM) bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Bu yüzden Peygamber (ASM) haşrin ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesi için Cenab-ı Hakka dua etmiştir.

Yedi kısıma ayrılan duası anlatılıyor.

1- Nasıl bir salât-ı kübrada dua ediyor.

2- Nasıl bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor.

3- Nasıl bir hacet-i âmme için dua ediyor.

4- Nasıl bir halet-i ruhiyede dua ediyor.

5- Nasıl bir maksad ve gaye için dua ediyor.

6- Hangi kelimelerle isteyip, yalvarıyor.

7- Nasıl bir Allahtan hacetini istiyor.

Onüçüncü Reşha; Cenab-ı Hakkın bütün esma-i kudsiyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira haşir ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesi bütün esma-i kudsiye-i İlahiyenin tecelliyatı ile mümkündür. Cenab-ı Hakkın bütün esması Peygamber’in (ASM) ubudiyetini ve duasını netice vermiştir. Bu ubudiyet ve dua ise haşir ve saadet-i ebediyeyi netice vermiştir.

Ondördüncü Reşha; Kâinatın şehadeti ile tarifi yapılan Kur’an-ı Hakîme tercümanlık yapan Zâtın risaletinin hakkaniyetine Kur’an bir delildir. Hatta Kur’anın itiraz edildiği tekrarında ve mesail-i kevniyeyi icmal ve ibham etmesinde mu’cizeliğin bulunması da risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Ve Kur’andaki tekrarın hikmetini altı vecihle anlatıyor.

1- Kur’an zikir, dua, davet kitabı olduğu için tekrar müstahsendir.

2- Herkes her vakit bütün Kur’anı okuyamadığı için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçtiğinden tekrar müstahsendir.

3- Hem cismani ihtiyaç gibi manevi ihtiyaçta tekerrür ettiğinden tekrar müstahsendir.

4- Kur’an Müessistir. Bir Din-i Mübinin Esasatını ders verdiği için tekrar müstahsendir.

5- Öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikakadan bahsediyor ki tekrar müstahsendir.

6- Herbir âyet herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikredildiğinden tekrar müstahsendir.

Kur’anın medar-ı tenkid olmuş diğer bir i’cazı ise irşadıdır. Zira Kur’an mesail-i kevniyeyi icmal ve ibham ederek mevcudata kendileri için değil, belki Mucidi için baktırır. Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; ta Zat ve Sıfat Ve Esma-i İlahiyyeyi bildirsin.

Yirminci Söz: Ondokuzuncu Söz’de Risalet-i Ahmediye’nin Ondört Reşhada delilleri gösterildi. Ondokuzuncu Sözün Ondördüncü Reşhasında Kur’anın Risalet-i Ahmediyeye olan delaletini izah ettikten sonra Kur’anın tekrarında ki mu’cizeliği ile irşadi bir lem’a-i i’caziyesi olan umur-u kevniyeyi mübhem bırakmasındaki hikmet izah edildi. Yirminci Söz’ün Birinci Makamında ise hem Kur’anın bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmesindeki hikmeti izah edilmiştir. Hemde Kur’ana gelen itirazların misallerine devam edilmiştir. İkinci Makamında ise mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan lem’a-i i’caz-ı Kur’aniye gösterilmiştir.

İki makamdır.

Birinci Makam; Kur’an-ı Hakîmde cüz’i hadiselerin altında külli düsturların saklanmış olduğu İRŞAD-İ BİR LEM’A-İ İ’CAZ ile gösteriliyor.

Buna dair ilham olunan üç nükteden birincisi; Âdem’in (AS) Esmayı talim hadisesidir. Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybî olmadığını izahtan evvel insanın hakiki kıymeti esmanın talimi ile nazara veriliyor.

Esma insana üç kısımda talim olunmuştur.

1- Nev’-i beşere camiiyyet-i istidat cihetiyle talim olunan hadsiz ulum

2- Kâinatın envaına muhit pek çok fünun

3- Halik’ın şuunat ve evsafına şamil kesretli maariftir.

Sonra kâinatın ekser maddî enva’ları ve o enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri olan meleklerin nev’-i beşere secde ettiklerini yani müsahhar olduklarını ve mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri olan şeytanların nev’-i beşere secde etmeyip tarîk-i kemalâtında engel olduğunun akıl gözüyle de görünmesi Kur’anın belâgat’ının delilidir.

İkinci Nükte; Kur’anın bakarperestlik mefkûresini kaldıran icl hadisesini zikretmesinde üç kısım sualin cevabı verilmiştir.

Birinci Sual ve Cevabı: Niçin Kur’an cüz’i hadisattan bahsediyor? Çünki cüz’i hadisatın arkasında külli düsturların uçları vardır.

İkinci Sual ve Cevabı: Neden icl hadisesi üzerinde bu kadar mühim tafsilatta bulunuyor? Çünkü herkesin bakarı ayrı ayrı olduğundan herkesin kendi bakarını temyiz ve tefrik etmesi için tafsilatta bulunuyor.

Üçüncü Sual ve Cevabı: Niçin tekrar ediliyor. Çünkü kıssa tek bir manayı ifade etmiyor. Her surede o surenin makamı itibariyle ayrı bir mana kazanıyor.  

Üçüncü Nükte; Taşların vazife-i fitriyeleri, Kur’anın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş bir tarzda avamın anlayacağı bir surette ders veriyor. Taşların üç vazifesi; toprağa dayelik, zeminin altında olan suların cevelanına hizmet ve çeşmelerin, çayların, ırmakların zuhur etmesine vesile olmaktır. Hem bu vazifeler arkasında insanın hidayetine vesile olan bir irşad vardır.

 

İkinci Makamı; Mu’cizat-i Enbiya yüzünde parlayan bir Lem’ayı İ’caz-ı Kur’andır.

Kur’an-ı Hakîm medeniyet harikalarından iki cihetle bahsetmiştir.

Birincisi; Mu’cizat-i Enbiya suretiyle

İkincisi; Bazı hadisat-ı tarihiyye suretindedir. Trene ve Elektriğe olan işaretler gibi..

Peygamberler Aleyhimüsselam gösterdikleri mu’cizelerin arkasında Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetini ve Rububiyete karşı nasıl Ubudiyetle mukabele edileceğini, hem maddi ve manevi terakkiyatların esaslarını, hemde gösterilen mu’cizenin istikbaldeki maddi ve manevi neticelerini ve mu’cizelerin insanları ne suretle irşad ettiği izah edilmiştir. Mes’ela;

1- Hz. Süleyman’ın (AS) bir mu’cizesi olarak teshir-i hava ile Cenab-ı Hakk’ın havayı yaratıp bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküb eden Rububiyetine karşı iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle ubudiyet etmeğe işaret ediyor. Hemde maddeten havaya binerek mesafe kat’ etmenin esasatını gösterdiği gibi hevayı nefsini terketmekle  manende havaya binerek seyahat etmenin esaslarını gösterir. Hemde istikbalde maddeten keşfedilecek uçağa ve uzay mekiğine ve manende kısa ve selâmetli cezb ve lütuf yolu olan Risale-i Nur’a işaret ediyor. Hemde insanlara heva-i nefsini terk etmeğe ve nefsin tenbelliğini bırakıp kavanin-i âdetinden istifade etmek gerektiğini irşad ediyor.

2- Kelam sıfatına mazhar Hz. Musa (AS) Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulma mu’cizesi ile küre-i arzın içini zîhayata lâzım olan her nevi menba’lar, sular, madenler, maddeler, ilâçlarla hakîmane ve müdebbirane ve kerimane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif eden Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetine karşı bu icraatlarıyla tanıyarak; iman ile mukabele etmeğe ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle ubudiyet etmeğe işaret ediyor. Hemde maddeten basit aletlerle ihtiyaç olan şeyler çıkartılabileceği esasına işaret ettiği gibi manende her yerden tevhid pencerelerini açacak esaslara işaret ediyor. Hemde istikbalde maddeten suyun, petrolün ve daha birçok gıdai ve madeni maddelerin çıkarılacağına ve Risale-i Nur’un zahiren basit dersleriyle kesret dairelerinden vahdet suyunun ve marifet-i kamilenin elde edileceğine işaret ediyor. Hemde insanlara Cenab-ı Hakka itimad etmesi gerektiğini ve bize Rahmet kanunuyla zemin içinde ihzar ettiği nimetleri tekvini kanunlarına riayet etmekle elde edileceğimize irşad ediyor.

3- Kudret sıfatına mazhar Hz. İsa’nın (AS) ölüyü diriltmesi ve en müzmin dertlere derman bulması mu’cizesi ile zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlık’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi ve Şâfî-i Hakîm-i Zülcelalin, küre-i arz olan eczahane-i kübrasında, her derde bir deva istif etmesindeki Rububiyetini görüp Hayy ve Şafi ismini tanıyarak şükür ile mukabele etmektir. Hulasa Hastalar Risalesinin gözü ile hastalıklara bakmak ubudiyet dairesidir. Hemde maddeten çalışarak her derdin devasının bulunabileceğini bize düşen vazifenin aramak olduğu esasını ders verdiği gibi manen de  Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın ahlâk-ı ulviyesine ittibaa etmekle ve dünyayı kalben terk etmekle manevi hastalıklarımızın tedavi edileceği esasını ders veriyor. Hemde istikbalde maddi ve manevi her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkün olacağına işaret ediyor. Maddeten ölüme de muvakkat bir hayat rengi verileceğine manende ölen veya sönen latifelerimizin tiryak hasiyetinde olan ince mizanlarla terkip edilen Risale-i Nur’un eczalarıyla hayatlanabileceğine işaret ediyor. Hemde ahlak-ı ulviyye sahibi olmayı, dünyayı kalben terk eden bir abid olmayı böylelikle ölmüş kalblerin dahi dirileceğini irşad ediyor.

4- Semi’ sıfatına mazhar Hz. Davud’un (AS) telyin-i hadid ve demiri hamur gibi yumaşatma mu’cizesi ile insanın bünyesinde maden hükmünde olan mizaçları işlettiren onları istikametli bir vaziyete getiren ve zeminin içinde insana menfaatdar olan demiri koyan bir Rububiyeti tanımak ve ubudiyet ile kendini ona sevdirmektir. Hem maddeten demirin kullanılması ve işlenebilmesi terakkinin esası olduğuna işaret ettiği gibi manende manevi terakkiyatının esası olan hikmet-ül kudsiyeye mazhar olarak farklı farklı mizaçtaki maden hükmünde olan insanlara, menfaatdar bir şekilde verip bir maksada koşturmanın mümkün olduğuna işaret ediyor. Hemde istikbalde maddeten demirin işlettirilmesi ile medeniyetin bu seviyeye işaret ettiği gibi manende hikmet-i kudsiyenin verilmesiyle çok hayırları netice veren Risale-i Nur’a işaret ediyor. Hem evamir-i tekviniyeye itaat etmeyi ve tenbelliği terk etmeyi şiddetle ihtar etmekle irşad ediyor.

5- Basar sıfatına mazhar Hz. Süleyman’ın (AS) Taht-ı Belkısı yanına celbetme mucizesi ile insanlığa uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar ettirerek ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla etme istidadını veren Rububiyete karşı iman ile tanımakla bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirecek vasıtaları kullanarak ubudiyetle mukabele etmektir. Hem maddeten uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek maddî terakkiyatın esası olduğu gibi zemine halife olarak gönderilen insanlığın adalet-i tâmme yapması için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla etmesi manevî terakkiyatın bir esasıdır. Hemde istikbalde maddeten ses, suret hatta maddenin de naklinin mümkün olacağına işaret ettiği gibi manende istikbalde rûy-i zeminin her tarafını görüp ve her köşesindeki sesleri işitecek ehl-i velayetin olacağına işarettir. Hem vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla lisan-ı istidadımızla vukuat-ı zemine bizzât ıttıla etmeyi Cenab-ı Hak’tan istemeye ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etmeye irşad ediyor.

6- Hz. Süleyman (AS) cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi musahhar etmek mu’cizesi ile cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi insana teshir edip, şerlerini men ve umûr-u nâfiada istihdam eden Allah’ın Rububiyetine karşı iman ile tanımakla ve onların yaratılmasındaki hikmeti anlamak ve ona muvafık hareket etmekle teshirin şükrünü eda etmiş oluruz. Hem maddeten bütün nev’-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârlarını teshir etmek maddî terakkiyatın bir esası olduğu gibi şeytan, cin ve ervah-ı habisenin şerlerinden Allah’a sığınmakla ibadet etmekte manevî terakkiyatın bir esasıdır. Hem istikbalde maddeten cinnilerden istifade edileceğine işaret ettiği gibi manende şeytan ve cinnilerin vesveselerini manevi terakkimizde Risale-i Nur ile istihdam edileceğine işaret ediyor. Hemde Cenab-ı Hakka itaat etmekle çok mevcudatın bize musahhar olacağına irşad ediyor.

7- Hz. Süleyman (AS) ifritleri celb ve teshir etme mu’cizesiyle Cinnileri ve ifritleri ve ervah-ı tayyibeyi bize hizmetkar eden ruhanilerle temessül suretinde bizimle görüşmelerini bir kanuna bağlamak suretiyle bize kendini tanıtan Cenab-ı Hakkın Rububiyetine karşı imanla tanımak onlarla manen veya maddeten görüşmekle gayb âlemlerini tanımkla ubudiyetle mukabele etmektir. Hem ruhanilerin nezaret ettiği hakikatlarla yakınlık peyda etmek, onların hissiyatları ile hissiyatlanmak ve böylelikle kemalatlarından istifade etmekte manevî terakkiyatın esasıdır. Seyr ü sülûk-u ruhanî ile yükselerek kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmenin mümkün olduğuna ve onların âlemlerine gitmenin de temessülatla olacağına işaret ediyor.  Hem ruhaniyatla görüşüp manevi feyizlerinden istifade etmemizi irşad ediyor.

8-

a- Hz. Davud (AS) mu’cizelerinden tesbihatına Dağlar vecde gelip iştirak ettirme mu’cizesi ile cansız mahlûkatı lisan-ı hal ve kal ile tesbihat ettiren bir Zatın Rububiyetine karşı iman ile tanımakla ve onların tesbihini Cenab-ı Hakka takdim etmekle ubudiyetle mukabele etmeğe işaret ediyor. Hem cansız eşyanın hal dilinden anlayıp ne suretle menfaatdar olduğunu bilmek maddi terakkiyatın bir esası olduğu gibi eşyanın tesbihatını hem manen hemde maddeten duymak manevi terakkiyatın esasıdır.  Hem istikbalde maddeten fonoğraf, telefon ve televizyona işaret ettiği gibi manen de zerrattan seyyarata kadar her şeyin tesbihatlarını işitmeyi ders veren Risale-i Nur’a işarettir. Hem cansız mahlukatın Cenab-ı Hakkı tesbih etmekte olduğunu bizimde tesbihten hali kalmamamız gerektiğine irşad ediyor.

b- Hz. Süleyman’a (AS) hayvanatla konuşma mu’cizesinin verilmesi ile canlı mahlûkatı lisan-ı hal ve kal ile tesbihat ettiren bir Zatın Rububiyetine karşı iman ile tanımakla ve onların tesbihini Cenab-ı Hakka takdim etmekle ubudiyetle mukabele etmeğe işaret ediyor. Hem canlı eşyanın kal ve hal dilinden anlayıp ne suretle menfaatdar olduğunu bilmek maddi terakkiyatın bir esası olduğu gibi eşyanın tesbihatını hem manen hemde maddeten duymak manevi terakkiyatın esasıdır.  Hem istikbalde maddeten hayvanatın vazifelerinin bilinerek tarım da nebatata zarar veren hayvanlardan korunmada istihdam edilebileceğine işaret ettiği gibi manen de zerrattan seyyarata kadar her şeyin tesbihatlarını işitmeyi ders veren Risale-i Nur’a işarettir. Hem canlı mahlukatın Cenab-ı Hakkı tesbih etmekte olduğunu bizimde tesbihten hali kalmamamız gerektiğine irşad ediyor. Ve manen şu dersi veriyor; Allah’a abd olan, ram olana her şey hizmetkâr olur.

9- İrade sıfatına mazhar Hz. İbrahim’i (AS) ateşin yakmaması mucizesi ile her şeyi emir ve iradesi tahtında itaat ettiren Cenab-ı Hakkın Rububiyetine karşı tanımak ve itaat etmemiz gerektiğine şaret ediyor. Hem maddeten ateşin yakmadığı maddelerin bulunup kullanılması maddi terakkiyatın bir esası olduğu gibi ruhuna iman elbisesi giydirerek imanın hadsiz mertebelerinde bulunan insanlar günah ve sefahatin, küfür ve dalaletin hadsiz mertebelerinden korunmanın manevi terakkiyatın bir esası olduğuna işaret ediyor. Hem istihbalde maddeten ateşin yakmadığı amyanta işaret ettiği gibi manen de Cehennem ateşinden korunmayı ders veren Risale-i Nur’a işaret ediyor. Hem cehennem ateşine karşı zırh olarak Ruhumuza imanı giydirmemiz gerektiğine irşad ediyor.

10- İlim sıfatına mazhar Hz. Adem (AS) talim-i esma mu’cizesi ile umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine işaret ettiren Cenab-ı Hakkın Rububiyetine karşı tanımakla ubudiyet etmeğe işaret ediyor. Hem maddeten bütün fünun ve kemalâtın menbaları ve hakikatları olan esmayı talim etmekle bütün mahlukatın insanlığa teshir edilmesi maddi terakkiyatın esası olduğu gibi bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyet gösterilmesi de manevi terakkiyatın esasıdır. Hem istikbalde bütün beşeriyetin ilme döküleceğine işaret ettiği gibi manende ilimlerin şahı ve padişahı olan iman ilmini talim eden Risale-i Nur’a da işaret ediyor. Hem esmayı talimle mertebe-i âliyeye terakki eden insana şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta etmemsi gerektiğine irşad ediyor.

11- İsm-i a’zamın ve her ismin mertebe-i a’zamına mazhar olan Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm ile belâgatı ders veren Cenab-ı Hakkın Rububiyetine karşı ubudiyetle mukabele etmek gerektiğine işaret ediyor. Hem maddeten fikrini kabul ettirmekte beyanın cezaletinin ve belagatın edasının maddî terakkide bir esas olacağına işaret ettiği gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat etmenin manevi terakkiyatın esası olduğuna işaret etmektedir. Hem istikbalde maddeten beliğ konuşulacağına işaret ettiği gibi manen de cezaletli beyanı ve belâgatlı edası olan Risale-i Nur’a işaret ediyor. Hemde kâinattan maksad-ı a’lânın; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniye olduğuna ve insanın gaye-i aksasının, o ubudiyet-i külliyeye ulûm ve kemalât ile yetişmek olduğuna irşad etmiştir.

Bir Nükte-i Mühimme ve bir Sırr-ı Ehemm:

Hz. Adem’e (AS) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı Muhammed (ASM)’dır. Ve herbir fennin nihayeti bir isme dayanıyor. Ve manen şu dersi veriyor; Ey İnsan! Şu kainattan makasıd-ı âla; tezahür-ü Rububiyyete karşı, ubudiyet-i külliyet-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubudiyyete ulum ve kemalatla yetişmektir.

İkinci Mühim Suale Karşı, İki Mühim Cevaptan Birinci Sual: Kur’an madem beşer için nazil olmuş neden medeniyet harikalarından sarih bir surette bahsetmiyor?

Elcevap: Kur’anın vazife-i asliyesi Daire-i Rububiyyetin kemalat ve şuunatını ve Daire-i Ubudiyyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Bu vazifeler içinde medeniyyet harikaları ancak bu kadar yer tutabilir.

İkinci Sual: Niçin Kur’an, medeniyet harikalarından muannid kâfirler dahi tasdike mecbur derecede sarahatla zikretmiyor?

Elcevap: Kur’anda medeniyet harikaları sarih bir surette zikredilseydi. Herkes ister istemez kabule mecbur olurdu. Hâlbuki Din bir imtihandır.

Yirmibirinci Söz: Yirminci Sözde Kur’anın vazife-i asliyesinin daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmek olduğunu ders verdi. Yirmibirinci Sözde ise daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini Yirmiikinci Sözde de daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ders veriliyor. Yirmiüçüncü Sözde ise daire-i rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmenin mehasinleri beyan ediliyor.

Yirmibirinci Söz’ün Birinci Makamı mücmel bir hülasası;

1. İkazda; hayatın neticesini bilememek,

2. İkazda; insanın fıtratını bilememesi,

3. İkazda; vazife için verilen sabrı yerinde kullanmayı bilememek,

4. İkazda; ibadetlerin uhrevi neticelerini ve büyüklüğünü bilememek ve ibadet etmemenin neticelerini bilememek,

5. İkazda; hayatın gayesini bilmemek, herşeyin buna vesile olduğunu bilmemek.

Tembellik, gaflet ve usanca sebeb oluyor; diye özetleyebiliriz.

İkinci makamın birinci makamla olan münasebeti: birinci makamda insanı ibadetten alıkoyan nefsin tembelliği, gaflet ve cehl-i mürekkeb gibi dâhili maniler ikaz edilirken ikinci makamda hariçten gelen şeytanın vesvesesine karşı vecihler gösterilmiştir.

iki makamdır.

Birinci Makam‘da Namaza dair beş ikazdır. “Namaz iyidir. Fakat günde beş defa kılmak çoktur, bitmediğinden usanç veriyor”. Vesvesesine beş ikazla cevab-ı kat’i veriyor.

Birinci ikaz; Tevehhüm-ü ebediyet fikri insana usanç veriyor. Ömrümüzün az ve faidesiz bir surette geçtiğini anlayabilirsek ebedi bir ömrü kazandıran ve pek çok faidesi olan namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabiliriz.

İkinci ikaz; Kalbin, Ruhun ve Latife-i Rabbaniyenin namaza olan ihtiyacı bilinmezse namaz insana usanç veriyor.  Halbuki gıda, su ve hava hükmünde olan namaza olan ihtiyacımızı anlayabilirsek namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabiliriz.

Üçüncü ikaz; Cenab-ı Hakkın verdiği sabır kuvvetinin istikbalde her meşakkate ve her musibete kâfi geleceğinden ve mazide muvaffak olunan ibadetlerin insana yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret verdiği hakikatından gaflet etmesinden dolayı sabır kuvvetini dağıtan insana namaz usanç veriyor. Hâlbuki insan sabır kuvvetini geçmişe ve geleceğe dağıtmazsa namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabilir. Üç sabırla mükellef olan insanın, sabrını hazır zamana tahşid etmesi gerektiğini ikaz ediyor.

Dördüncü ikaz; Hem neticesi hem ücreti yüksek olan hemde vazifeyi yerine getirmek ile insanı azabtan kurtaran namazın hakikatından gaflet ederse namaz kılmak insana usanç verir. Hâlbuki insan namazın dünyada, kabirde, mahşer’de ve Sırat Köprüsü’ndeki yüksek neticelerini ve yapmamaktan dolayı gelecek azabı düşünse namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabilir.

Besinci ikaz; Hayatın verilme gayesini bilmeyen insana namaz kılmak usanç veriyor.  Hâlbuki insan sırf dünya için yaratılmadığını ve insana verilen cihazların ebedi bir hayatı kazanmak için verildiğini istidatlarına bakarak anlayabilse namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılar.

Eğer desen; Derd-i Maişet meşgalesinin çokluğundan namaz kılmayanlara iki maden göstererek ikaz ediyor. Birinci maden namaz kılan bir insan nezaret ettiği mahlûkatın ibadetinden hisse alır. İkinci madende kendine tevziat memuru nazarıyla bakan insan, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde yaptığı amelleri sadaka hükmüne geçtiğini bilmekle dünyaya şevk ile çalışabilir.

Hem bil ki: Namaz kılmak insanın o günkü âlemini nurlandırır.

Sakın deme; Namazın hakikatini çekirdek temsili ile izah edip herkesin namazın hakikatından bir hissesi olduğunu isbat ediyor.

İkinci Makam; Namazda gelen vesveseye dair beş merhemdir.

Birinci Vecih; Tahayyül hüküm olmadığı gibi tahayyül edilen çirkin şeylerden dolayı kalbin müteessir ve müteessif olması gösteriyor ki o çirkin şeyler kalbinin sözleri değildir. Şeytanın sözlerini kendinden zannetmekle zarara düşer. 

İkinci Vecih; Manalar kalbten çıktıktan sonra hayalin dokuduğu suretlere temas etiğini ama bu temasda zarar olmadığını ayna misali ile izah ediyor.

Üçüncü Vecih; Tedaiy-i efkârın galiben ihtiyarsız olduğunu ihtiyar yoksa mesuliyetinde olmayacağını izah ediyor. Çünkü hayal zıt şeyleri birleştirir. Bu bir kaidedir. İhtiyarımızla gelmeyen sureti ihtiyarımızla gönderemiyoruz. Çare ise ehemmiyet vermemektir.

Dördüncü Vecih; Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden vesvese ile amelin sıhhati noktasında gelen vesveseden kurtaracak iki merhemdir.

En iyi amel Cenab-ı Hakkın emrettiği surette ve Peygamberimizin (A.S.M.) sünnetindedir. Bizim amelimizin fesada girdiğine ıttılamız olmasa yeter. Çünkü din kolaylıktır. Dinde zorluk yoktur.

Amelin fesada girmesi ise ıttılamıza bakar. Çünkü Cenab-ı Hakk bize ıttılamız olmayan şeylerdeki mesuliyet zorluğundan kurtaracak olan dini kolaylık olarak indirmiştir.

Birinci merhem; Hüsün ve kubh eşyanın zatından değil emr-i ilahiye göredir. Sen amelinin bozulduğuna muttali değilsen, amelim kabul oldu mu de gurura düşme!

İkinci Merhem; Din kolaylıktır.

Beşinci Vecih; İtikada gelen vesveseye dairdir. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür ise tasdik-i akıl ve izan-ı kalbi değildir ki, mesuliyet olsun, itikada zarar versin.

Eğer desen; Neden şeytanın eline vesvese kamçısı verilmiş.

Elcevab; Lakaydlığı def’ edip teyakkuza sebep, taharriye dai, ciddiyete vesile olduğu için şeytanın eline vesvese kamçısı verilmiştir.

Yirmiikinci Söz: Yirminci Sözde geçtiği gibi Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmek olduğunu düşünecek olursak Yirmibirinci Söz daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini ders verdiği gibi Yirmiikinci Söz Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ders veriyor. Yirmiüçüncü Sözde ise imanın neticesindeki saadeti ders veriyor.

Öncesi ile münasebeti; Yirmibirinci Söz Birinci Makamda ibadet (namaz) konusu anlatıldı. İbadet konusunda akla hemen şu mukadder sualler geliyor;

1. İbadet edeceğimiz Zât var mı?

2. İbadet edeceğimiz Zât at bir mi?

3. İbadet edeceğimiz Zât ibadete liyakatı var mı?

Kur’anda da bu esaslar takip edilmiş.  İşte bu makamda Yirmiikinci Sözde ibadet edilecek Zâtın varlığı, birliği ve ibadet edilmeğe liyakatı izah ediyor.

Başka bir münasabet; bizi ibadetten en çok uzaklaştıran vesvesedir. En tehlikelisi ise itikada gelendir. Bunun izalesi iki yolla olur. Buda tevhidin hadsiz delillerini göstermek ve şirkin muhal olduğunu ispat etmekle olur. İşte bu makamda Yirmiikinci Sözde tevhidin hadsiz delilleri gösterilip ve şirkin muhal olduğu ispat ediliyor. İbadette tam muvaffak olmak ve itikada gelen tereddütleri izale etmek ve tam bir iman elde etmek için Yirmiikinci Söz’e her vakit ihtiyacımız var.

Yirmiikinci Söz iki makamdır. Birinci makam Oniki bürhandır. İkinci makam Oniki Lem’adır. Bürhan ve Lem’alar birlikte izah edilecektir.

Birincisi; Cüz’de görünen tevhid delilidir. Esbab içinde en küçük bir cüz’ün kudret ve ilmi olmadığından o cüz’ün üstünde görünen icraat tevhidi isbat eder. Bir dirhem kadar kuvveti olmayan (Çekirdek), Zerre kadar şuuru olmayan (Üzüm Çubukları)..

Esbab, eşyanın mülk ciheti ise esbabın aciz ve şuursuz olması arkasında görünen kudret ve ilim sahibi olan Zât, melekût cihetidir. Esbab icada el uzatamaz.

Tevhid iki kısımdır. Biri: Tevhid-i âmi ve zahirîdir. İkincisi: Tevhid-i hakikîdir. Birinci nükte içinde bir ihtar: Cenab-ı Hakkın kudretinin zulümden münezzehiyetini ayna misali ile anlatılıyor. Esbab-ı zahiriyenin bir hikmeti şudur ki: Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir.

İkincisi; Hayat üstünde görünen tevhid delilidir. Bir şeyden herşeyin yapılması ve herşeyden bir şeyin yapılması ile hayat üstündeki sikke-i tevhid görülür. Hayat üstündeki sikkede üç hayat mertebesinden biri olan itibari vücudların imkani vücud mertebesine çıkmasındaki tevhid delilleri gösterilmiştir. Aslında bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak bir şeyin daha önce her şey ile münasebetdar olduğunun bilinmesinin zahiri halidir. Hakikatı ise itibari vücudların imkani vücud mertebesine çıkmazdan evvel ilmen bilinmesidir. Zira bir şey vücuda gelmezden evvel bilinmezse onunla münasebettar her şeyle alakadar bir surette yaratılamaz. Hayat sikkesi ile kıymetsiz halde vücud-u ilmide bulunan itibari vücudlar, hariçte vücud verilerek kıymetdar hale geliyor.

Bir dirhem pamuktan patiska, çuha, çiçekli kumaş (Bir tohumdan çıkan çiçekler ve tatlı meyveler, bir şeyden herşeyi yapan zatın sanatı olduğuna işarettir.)

Gaybi avucuna demiri, altını, bakırı, gümüşü almak bir et parçası yapmak (İnsan ve hayvanın yaratılışına bakıldığında herşeyden birtek şey yapan zatın sanatı olduğuna işarettir.)

Üçüncüsü; Zihayat üstünde görünen tevhid delilidir. Mahlukat canibinden bakıldığında alem-i şehadetteki zihayatlar üstünde görülen san’at, imkani vücut mertebesindeki mevcudata basılan tevhid hâtemidir. Zîhayat üstünde Hayy-u Kayyum’un koyduğu çok hâtemlerden bir hâtemi, insanı kâinatın bir misal-i musaggarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği suretinde yaratmasıdır. Hâtem memurların padişah namına bastığı mühre denir. Yani zahiren neticeler, san’atlar sebeblerin elinde gibi görünür ama sebebler neticeyi vücuda getirmekte aciz olduğundan anlıyoruz ki esbab olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.

Müteharrik antika san’at (Kainatın misal-i musağğarı olan insan ve küçük bir fihristi olan hayvanata işarettir.)

Bal arısını kâinatla alakadar surette yaratmak mahsus bir hatemdir.

İnsanı kâinatta tecelli eden esma adedince tecelliyata mazhar bir surette yaratmak mahsus bir hatemdir.

Çekirdeğin içinde ağacın programını yazdığı gibi ağacı da bütün kâinatla alakadar surette yaratmak mahsus bir hatemdir.

Kalb-i beşeriyi bütün kâinatta tecelli eden esmanın asarını gösterecek bir arş suretinde yaratmak mahsus bir hatemdir.

İnsanın kuvve-i hafızasında bütün ulumu ve hadisatı yazdığı gibi hariçte ilim, irade ve kudret eseri olan kanunları koyup ve hadisatı yaratmak mahsus bir hatemdir.

Dördüncüsü; İhya üstünde görünen tevhid delilidir. Cenab-ı Hak canibinden ihya ve hayat vermek cihetindeki tevhid turrasıdır. İhya ve hayat vermekteki mutlak hâkimiyet tevhide bir delildir. Dördüncü Bürhandaki Hakîm-i mutlak vaziyeti alan makine (Meyvedar ağaçlara işarettir.) Şuursuz cisim güya bir işaretle, en büyük bir cismi kendine hizmetkâr ediyor. (Olması hububat, tohum ve sineklerin yumurtalarına işarettir.)

Dördüncü Bürhandaki mutlak hâkimiyet manası, Dördüncü Lem’ada tafsilli olarak izah edilmiştir. Temsil, derin manaları fehme yakınlaştırdığından Dördüncü Lem’adaki güneş temsili ile ihya ve hayat vermekteki mutlak hâkimiyet hakikatı gösterilmiştir. Zira nasıl güneş nuraniyet sırrıyla herbir şeffaf şeyde yedi rengi ile onun yanında o şeyin nokta-i mihrakiyesi hükmünde bulunur. Aynen öyle de herbir zihayat Şems-i Ezelî’nin ekser esmanın bir nokta-i mihrakiyesi hükmündedir. Eğer o zihayat olan insan, sinek, çiçek Zat-ı Ehadi Samede verilmediği takdirde adeta herbir zihayata nihayetsiz Kudret, İlim, İrade sahibi bir ilah nazarı ile bakıp adeta o zihayatın herbir zerresine bir Uluhiyyet vermek lazım gelir. Zira zihayatın zerrelerinde, hususan tohum olsalar öyle bir vaziyet verilmiş ki; bir Kadîr-i Mutlak’ın mutlak hâkimiyetini ve O’nun memuru olduğunu zerre üç vaziyeti ile gösterir.

Birincisi: O zerre, cüz’ü olduğu zîhayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır.

İkincisi: Belki o zîhayatın bütün nev’ine bakar gibi, o nev’in devamına yarayacak vaziyet alması

Üçüncüsü: Belki o zîhayat alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelâtını ve münasebat-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor.

Elhasıl: Herbir zerreden üç pencere, Şems-i Ezelî’nin nur-u vahdaniyetine ve vücub-u vücuduna açılır:

Birinci Pencere: Herbir zerre; zerresi olduğu mevcudun dairelerinin herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olması bir Kadîr-i Ezelî’nin eser-i sun’u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu gösterir.

İkinci Pencere: Havadaki herbir zerrenin herbir şeyi görüp bilmesi bir Alim-i Basir’in ve bir Kadîr-i Mutlak’ın memur-u müsahharı olduğunu gösteriyor.

Üçüncü Pencere: Topraktaki herbir zerrenin çiçekli ve meyveli nebatatın neşv ü nemasına menşe olması bir zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olduğunu gösterir.

İmdad-ı Vahidiyyet: Memur oldukları vakit her şey çok kolaydır. Zira arkalarında hadsiz kuvvet ve ilim bulunur. Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de; Ezel ve Ebed Sultanı’nın emriyle, bir sinek bir Nemrud’u yere serer, bir karınca bir Firavun’un sarayını harab eder, yere atar. Bir incir çekirdeği, bir incir ağacını yüklenir.

Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni’a iki şahid-i sadık daha var. Birisi; herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve cümudiyeti ile beraber nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder.

Herbir zîhayatta; biri Ehadiyet sikkesi, diğeri Samediyet turrası bulunuyor.

Zira bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde, Hayy-u Kayyum’un tecelli-i ism-i a’zamını gösteriyor. İşte ehadiyet-i zâtiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor.

Hem o zîhayat, bu kâinatın bir misal-i musaggarı ve şecere-i hilkatın bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyacatını birden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, Samediyet turrasını gösteriyor. İşte Samediyet-i zâtiyeyi, Kayyum perdesi altında (zihayatların hayatlarının devamı için ihtiyaçlarını devamlı yerine getirip kıyamda tutarak) bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i Samediyeti taşıyor.

Beşincisi; Cüz’i de görünen tevhid delilidir. Kâinattaki herbir cüz’inin san’at itibariyle bütün eşya ile münasebattar olarak yaratılışı ve misal-i musaggarı olması, tabiat ve esbabı icaddan azlettiğinden tevhide delil oluyor. Şu kitab-ı kâinat, kalem-i kudret-i Samedaniyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyet’in mektubu ve Nakkaş-ı Ezelî’nin esması olduğunu gösterir. Eğer tabiata ve esbaba isnad etsen, tabiat için herbir cüz’ toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca madenî matbaalar ve hadsiz manevî fabrikalar bulunması lâzım. Tâ ki, hesabsız çiçekli, meyveli masnuatın teşekkülâtına mazhar olabilsin. Yahut herşeye muhit bir ilim, herşeye muktedir bir kuvvet, onlarda kabul etmek lâzım gelir. Tâ şu masnuata hakikî masdar olabilsin.

Altıncısı; Küll’de görünen tevhid delilidir. Kâinatın bütününde yani küll de görünen idare hakikatı ve bu idarenin zıtları içtima etmesi ile görünen idarenin keyfiyeti tevhide delil oluyor. Bu hakikata bir misal; bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzünde yüzbinler muhtelif mahlûkat nevlerinin, birbiri içinde beraber icad edilip galatsız, kusursuz, kemal-i intizamla mahiyetçe nev’ine benzer, fakat suretçe nev’inden ayrı olarak idaresinde görünen kudretin, ilmin ve iradenin keyfiyetidir. Hemde icaddaki vüs’at, sür’at, sehavet, kıymetdarlık, mebzuliyet, kesret ve ihtilat içinde intizamlı, san’atlı mevzun, mükemmel, ucuzluk, suhulet, imtiyaz ve tefrik ile beraber ihtimamkarane yapılış tevhide zıddıyet noktasında idarenin keyfiyetini gösterir.

Sath-ı Arz sahifesinde bahar mevsiminde vaz’edilen bir sikke-i tevhid, bir hâtem-i vâhidiyet göstereceğiz. Şöyle ki:

Sikke-i Tevhid: Nakkaş-ı Ezelî, zeminin yüzünde yaz, bahar zamanında en az üçyüzbin nebatat ve hayvanatın enva’ını,

1- Nihayetsiz ihtilat, karışıklık içinde

2- Nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile

3- Ve gayet derecede intizam ve tefrik ile

Haşir ve neşretmesi, elbette

4- Nihayetsiz bir kudrete

5- Ve muhit bir ilme

6- Ve kâinatı idare edecek bir iradeye

Mâlik bir Zât-ı Zülcelal’in, bir Kadîr-i Zülkemal’in ve bir Hakîm-i Zülcemal’in sikke-i mahsusası ve bahar gibi zahir ve bahir parlak bir sikke-i tevhidi olduğunu gösterdiği gibi zeminin diriltilmesinde, üçyüz bin haşrin nümunelerini de gösterir.

Hâtem-i Vâhidiyet: Gayet basîrane ve hakîmane zeminin yüzündeki şu tasarrufat-ı azîme-i bahariye üstünde, bir hâtem-i vâhidiyet gayet aşikâre görünüyor.

Çünki şu icraat,

10- Bir vüs’at-i mutlaka içinde

11- Ve o vüs’atle beraber bir sür’at-i mutlaka ile

12- Ve sür’at ile beraber bir sehavet-i mutlaka içinde görünen

4- İntizam-ı mutlak

5- Ve kemal-i hüsn-ü san’at

6- Ve mükemmeliyet-i hilkat; öyle bir hâtemdir ki, gayr-ı mütenahî bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahib olabilir.

Yedinci Lem’a: Külli de görünen tevhid delilidir. Kâinatın heyet-i mecmuasında yani külli de görünen teavün, tecavüb, tesanüd, teanuk hakikatları arkasında bir mürebbi ve müdebbir görünür. Bu mürebbiyet ve müdebbiriyet ise ancak Hikmet, İnayet, Rahmet, Rezzakıyet ve Rububiyet sahibi bir Zâtın eseri olabilir. Öyle bir Zât ki her şeyin metalib ve ihtiyaçlarını yerine getiriyor. İşte kâinatın heyet-i mecmuasında iftikar ve ihtiyac-ı mahlûkat arkasında görünen imdad ve iane-i gaybiye, Güneş gibi bir Mürebbi-i Hakîm-i Zülcelal’i, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemal’i gösterir.

Şöyle ki;

10. Pencere: Teavün, Tecavüb, Tesanüd Penceresi

Kâinatın heyet-i mecmuasında cari olan tesanüd, teavün, tecavüb, teanuk, müsahhariyet, intizam, birtek Müdebbir’in tertibiyle idare edildiklerini ve birtek Mürebbi’nin tedbiriyle sevk edildiklerini gösteriyor. Hayvanata rızık taşıyan ağaç ve nebatlar, aydınlatan ve taamları pişiren Güneş, pişirilecek meyveleri çeviren dallar, yavruları besleyen valideler yardımlaşmanın misalleridir.

16: Pencere: Hikmet, İnayet, Rahmet, Rezzakıyet ve Rububiyet Penceresi

San’at-ı eşyada görünen hikmet-i âmme içindeki inayet-i tâmme ve o inayet içinde parlayan rahmet-i vasia ve o rahmet üstünde serilen ve rızka muhtaç herbir zîhayata onun hacetine lâyık bir tarzda iaşe etmek için serpilen erzak ve iaşe-i umumî, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, güneş gibi aşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak bir Zât-ı Zülcemal’e işaret edip gösteriyor.

Öyle mi? Herşey rızka muhtaç mıdır?

1. Pencere: Hacat ve Metalib

Evet, İftikar ve ihtiyac-ı mahlukat ve bu tarzda imdad ve iane-i gaybiye, güneş gibi bir Mürebbi-i Hakîm-i Zülcelal’i, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemal’i gösteriyor.

Sekizinci Lem’a: Külli âlemde görünen tevhid delilidir. Külli âlemde her şey, birbirinin emsali veya müşabihi olması cihetiyle tevhidi gösteriyor. Şöyle ki şu saray-ı muhteşemde zerreden seyyarata kadar her şey birbirinin emsali olmakla ve yaratılışlarındaki aynı tezgâhtan çıkmalarından gelen müşabehet ile beraber her yerde intişar etmesi ile tevhide delil oluyor.

Nasılki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delalet eder ki:

28. Pencere: Zerrelerden yıldızlara kadar (hücre, nebatat, hayvanat, kâinat, âlem 32. Söz Birinci Mevkıf) sonra semavatın halk ve tesviyesinde muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahhusu yapamaz (32. Söz İkinci Mevkıf)

1- O tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufunda olduğunu; yani anasır herhalde masnuat sahibinin taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Demek en edna bir mahlûka rububiyet; bütün anasır denilen mezraa-i masnuatı kabza-i tasarrufunda tutana mahsus olduğunu kör olmayan görür.

2- Hem o tohumu dahi, tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu; yani mahlûk dahi, anasır mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Demek en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek; bütün hayvanatı, nebatatı, masnuatı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu kör olmayan görür.

Dokuzuncu Lem’a: Nev’de görünen tevhid delilidir. Nevilerde hesabsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz. Şöyleki her nevide bilmüşahede görünen sühulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve sühuletin eseridir.

11. Pencere: Tevhit’deki sühulet:

6- Her nevide bilmüşahede görünen sühulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve sühuletin eseridir. Bir meyve yaratılması kolaylığında ve sühuletinde bütün ağacın meyvelerine bir kökte, bir kanunla, bir merkezde yaratılması buna bir misaldir.

7- Bir cinsin bütün enva’ı, bir nev’in bütün efradı âza-yı esasîde muvafakat ve müşabehetleri isbat ederler ki, tek bir Sâni’in masnularıdır. Bir neferin teçhizatının verilmesi kolaylığında ve sühuletinde bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunla, bir fabrikadan çıkartılması buna bir misaldir.

Onuncu Lem’a: Mevt ve hayatda görünen tevhid delilidir. Tecelli-i celali izhar eden memat, bir bürhan-ı vâhidiyettir. Şu saray-ı muhteşemde eşyanın sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı vaziyet alması gösteriyor ki; zevalsiz daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, san’atlarıdır. Hem en büyük bir şeyin en küçük bir şey gibi tanzim, idare ve tebdil edip değiştirilmesi kudretli, haşmetli birtek zâtın icraatı olduğunu gösteriyor.

23. Pencere: Hayat (rızık, rahmet, inayet, hikmet)

Tecelli-i cemaliyeyi gösteren hayat; nasıl bir bürhan-ı ehadiyettir, belki bir çeşit tecelli-i vahdettir.

24. Pencere: Mevt

Tecelli-i celali izhar eden memat dahi, bir bürhan-ı vâhidiyettir.

Hayat gece gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurub ve uful içinde teceddüd eden ve tazelenen masnuat-ı cemile, mevcudat-ı latife, elbette bir âlî ve sermedî ve daim-üt tecelli bir cemal sahibinin vücud ve beka ve vahdetini gösterdikleri gibi;

Mevt o masnuat, esbab-ı zahiriye-i süfliyeleriyle beraber zeval bulup ölmeleri, o esbabın hiçliğini ve bir perde olduğunu gösteriyorlar.

Şu hal kat’iyyen isbat eder ki; şu san’atlar, şu nakışlar, şu cilveler; bütün esması kudsiye ve cemile olan bir Zât-ı Cemil-i Zülcelal’in tazelenen san’atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.

18. Pencere: Eser, fiil, isim, vasıf, şen, zat’a şehadet eder.

Şu kitab-ı kebir-i kâinat, O Zât-ı Zülcelal’in bütün evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder. Ve kusursuz ve noksansız kemal-i zâtîsini isbat ederler. Çünki bedihîdir ki,

1- Bir eserde kemal,

2- O eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder.

3- Fiilin kemali ise, ismin kemaline

4- Ve ismin kemali, sıfatın kemaline

5- Ve sıfatın kemali, şe’n-i zâtînin kemaline

6- Ve şe’nin kemali, o zât-ı zîşuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder.

Güneşler kuvvetinde Onbirinci Lem’a: On bürhan kuvvetinde tevhid’in kat’î bir bürhan dahi, ehl-i tahkik yanında bine baliğ mu’cizatı olan Zât-ı Ahmediyedir (A.S.M.). İman-ı billah ve vahdaniyet-i İlahiyenin bürhan-ı katı’ı Seyyidimiz Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esasata işaret suretinde bir salavat-ı şerife ile hatmederiz.

32. Pencere: Risalet ve velayet cenahlarıyla Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın penceresidir.

Güneşler kuvvetinde Onikinci Lem’a: Onbir bürhan kuvvetinde tevhid’in kat’î bir bürhan dahi, üstünde turra-i i’caz olan Kur’an-ı Azîmüşşandır. Kur’an İsm-i A’zamdan, Arş-ı A’zamdan, rububiyetin tecelli-i a’zamından nüzul edip, ezeli ebede rabtedecek, ferşi arşa bağlayacak bir vüs’at ve ulviyet içinde bütün kuvvetiyle ve âyâtının bütün kat’iyyetiyle mükerreren لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ der, bütün kâinatı işhad eder ve şehadet ettirir.

33. Pencere: Envarı tevhid menbaı ve madeni ve aslı olan Kur’an penceresi

Kur’anın cihat-ı sittesi;

1- Üstünde sikke-i i’caz;

2- Altında bürhan ve delil;

3- Arkasında nokta-i istinadı, mahz-ı vahy-i Rabbanî;

4- Önünde saadet-i dâreyn; sağında, aklı istintak edip tasdikini temin;

5- Solunda, vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit;

6- İçi, bilbedahe safi hidayet-i Rahmaniye;

7- Üstü, bilmüşahede hâlis envâr-ı imaniye;

8- Meyveleri, biaynelyakîn kemalât-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkikîn, evliya ve sıddıkîndir.

 Elhasıl: Herbirisi birer güneş olan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki biri âlem-i şehadetin lisanı olarak bin mu’cizat içinde bütün enbiya ve asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet ve risalet parmaklarıyla işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakikatı…

Diğeri: Âlem-i gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u i’caz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekviniyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyet ve hidayet parmaklarıyla işaret edip bütün ciddiyetle gösterdiği aynı hakikatı.. acaba o hakikat, güneşten daha bahir, gündüzden daha zahir olmaz mı?

Ey dalalet-âlûd mütemerrid insancık! {(Haşiye): Bu hitab, Kur’anı kaldırmağa çalışanadır.}

Hâtime: Ey aklı hüşyar, kalbi müteyakkız arkadaş! Eğer şu Yirmiikinci Söz’ün başından buraya kadar fehmetmişsen, Oniki Lem’ayı birden elinde tut. Binler elektrik kuvvetinde bir sirac-ı hakikat bularak, Arş-ı A’zamdan uzatılıp gelen âyât-ı Kur’aniyeye yapış. Burak-ı tevfike bin, semavat-ı hakaikte uruc et, arş-ı marifetullaha çık… Bütün mevcudat-ı kâinatın başları üstünde ve mescid-i kebir-i âlemde vahdaniyeti ilân et…

Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamı

Mukaddeme iman-ı billah’a dair oniki lem’adır.

Birinci Lem’a: (Esbab eşyanın mülk ciheti ise esbabın aciz ve şuursuz olması arkasında görünen kudret ve ilim sahibi olan zât melekût cihetidir. Esbab icada el uzatamaz. Esbab içinde en küçük bir cüz’ün kudret ve ilmi olmadığından o cüz’ün üstünde görünen icraat tevhidi isbat eder.) Tevhid iki kısımdır. Biri: Tevhid-i âmi ve zahirîdir. İkincisi: Tevhid-i hakikîdir. Birinci nükte içinde bir ihtar: Cenab-ı Hakkın kudretinin zulümden münezzehiyetini ayna misali ile anlatılıyor. Esbab-ı zahiriyenin bir hikmeti şudur ki: Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir.

 

Yirmiüçüncü Söz Yirmiikinci Söz tevhid dersi veriliyor. Yirmiüçüncü Söz’ün Birinci Mebhasinde ise tevhidin binler mehasini beş noktada gösterilmiştir. İkinci Mebhasta ise tevhid ile insanın ahsen-i takvime çıkarak saadete mazhar olduğu beş nüktede izah edilmiştir.

[Şu sözün iki mebhası vardır.]

Birinci Mebhas İmanın binler mehasininden yalnız beşini “Beş Nokta” içinde beyan ederiz.

Birinci Noktadaki binler mehasin, enfüsidir. Her halinin ve hissiyatının Allah’a olan nispetini kurmasıyla insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar. Ve hal ve hissiyatı adedince mehasine mazhar olur. Sâni’ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. (Antikacılar çarşısı ve kaba demirciler çarşısı..)

İkinci Noktadaki binler mehasin, üç cihette gösterilmiş, Afakidir. Mazi, müstakbel ve hazır zamandaki eşya ve hadisatı Allah’a nisbet ettiği derecede insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar. Ve imanın zaman ve mekan itibariyle hadsiz mehasine mazhar olur. İman bir nurdur, kâinatı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor. Ve fırtına ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bildirir. Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor.

Üçüncü Noktadaki binler mehasin; nokta-i istinad ve istimdadını bulmaya muhtaç olan insan, acz ve fakrını ne kadar anlarsa, anladığı nispette Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine dayanır ve teslim olur ve tevekkül eder. Böylelikle celb ettiği menfaat def’ ettiği mazarrat adedince insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve saadet-i dareyne mazhar olur. İman hem nurdur, (nasıl ki nur olduğunu mezkur birinci ve ikinci noktalarda isbat etti) hem de kuvvettir. Nokta-i istinad ve istimdatını bulmaktan gelen imandaki kuvvet, tevekkül ile kendini gösterir. Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

Dördüncü Noktadaki binler mehasin, insanı nokta-i kemale sevk eden ulûmlar adedincedir. İnsan, iman ile insaniyetine şuur ederek mahiyetini anlasa ve verilen istidatların istikametli kullanılması için bütün mevcudatın kendisine hizmet ettiriliyor olduğunu ilim ile bilse herbir vesile ile fıtri bir vazifesi olan dua ile Rabbine iltica eder. Böylelikle nokta-i kemale sevk eden ulûmlar adedince insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve mehasine mazhar olur. İnsanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Demek insanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek ve marifet kesbetmekle terakki etmek ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmektir.

Beşinci Noktadaki binler mehasin; insana ehemmiyet verildiğini gösteren, yalnızlık vahşetinden kurtaran ve emredilerek bizden istenilen dualar adedince insan, dua etmekle a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve mehasine mazhar olur. İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi; Cenab-ı Hak dahi dua etmemizi emrediyor. Hem, dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Ubudiyet ise, hâlisen livechillah olmalı. Dua dört nevdir.

İkinci Mebhas İnsanın saadet ve şekavetine medar dehşetli terakki ve tedennisinin sırrını “Beş Nükte”de beyan edeceğiz.

Birinci Nükte‘de insanın fıtratı anlatılmıştır. Bu fıtratta bir insan hem kendisinin hem alakadar olduğu ekser enva’ın ihtiyaçlarının yerine getirilmesi ile hakiki saadeti elde edebileceğinden bu ihtiyaçları yerine getirebilecek Zâtı tanıyıp enaniyeti bırakıp hayrı ve vücudu tevfik-i İlahiyeden isteyerek şer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçip istiğfar ederek tam abd olmakla ahsen-i takvim makamına çıkar.

İnsan nasıl bir fıtrat üzere yaratılmıştır.

İnsana hakikî Mabud’u nasıl bir Zat olabilir?

Evet ey insan! Sende iki cihet var:

Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir.

Diğeri; tahrib, adem, şer, nefy, infial cihetidir.

İkinci Nükte‘de insana verilen cihazların nasıl kullanılması gerektiği anlatılmıştır. İnsan kendisine verilen cihazları enaniyet cihetinde dünya hayatını temin için kullanırsa şekavete düşer. Eğer ubudiyet cihetinde âhireti kazanmak için kullanırsa ahsen-i takvim makamına çıkar.

İnsan da iki vecih var.

Birisi, enaniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır.

Diğeri ubudiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.

Evet insan bir çekirdeğe benzer. Nasılki o çekirdeğe kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli proğram verilmiş.

Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye müsahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur. Şu hakikati bir vakıa-i hayaliyede, şöyle bir temsilde gördüm.

Üçüncü Nükte‘de dünyanın bir misafirhane olup insanda o misafirhanenin en kıymettar misafiri olduğu anlatılmıştır. İnsan fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle eli kısa olduğu halde infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde ise gözü hayali gittiği yere kadar geniş bir dairede misafirhaneden istifade eder. Eğer insan fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle  misafirhane istifade etmek istese şekavete düşer. Amma insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetiyle misafirhane sahibinin rızası dairesinden hareket etse misafirhaneden en ziyade istifade ettiğinden hem saadete erer hemde ahsen-i takvim makamına çıkar.

İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur.

Fakat insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur.

İnsana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler.

On ve bin altın temsili

Hayat-ı dünyeviyenin hakikatını gösteren bir vakıa-i hayaliye; biri handaki diğeri trendeki adamın vaziyetleri

Dördüncü Nükte’de acz ve fakrın derecesi nispetinde gelen mededdir. Bu hakikat, çocuk ve tavuk misalleriyle anlatıldıktan sonra insanın ferd ve nev’ine tatbik edilmiştir. İnsan, gurur ve enaniyetine güvense dünyada ve âhirette şekavet çekip esfel-i safilîne düşer. Amma, Uluhiyetin dergâhında acz u za’fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân edip abd olduğunu gösterse hem saadet-i dareyne mazhar olur, hemde ahsen-i takvim makamına çıkar.

 İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer.

Za’fında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünki o za’fın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona müsahhar olmuş. Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz u za’fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.

İnsanın vazife ve mertebe noktasındaki ehemmiyeti, kâinatı ona hizmet ettirmiştir. İnsan muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül ederek ehemmiyet kazanır.

Beşinci Nükte’de “ahsen-i takvim” sırrı vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatının bilinmesi ile anlaşılır. Analyıp vazifeyi yaptığı nispette saadete mazhar ve ahsen-i takvim makamına çıkar.

Ubudiyetin Esasatı

“iki cihet ile” ubudiyeti var:

Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var.

Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.

 

Yirmidördüncü Söz Yirmiüçüncü Söz’ün birinci mebhasında imanın binler mehasini ikinci mebhasında ise ahsen-i takvim sırrı anlatılmıştı. Birinci Mebhasın nokta-i nazarından Yirmidördüncü Söz’e bakarsak kemal mertebede bir imanın mehasini olarak zamana, mekana, mevcudada bakış ve Cenab-ı Hakka mukabele tarzımız şeklinde gösterilmiştir. İkinci Mebhasın nokta-i nazarından Yirmidördüncü Söz’e bakarsak Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın sadece ubudiyetini Cenab-ı Hakka hasretmesi, bütün cihazlarını emredildiği şekilde rızası dairesinde kullanması, kainatı bir misafirhane olarak görüp herşeyin bizim için hazırlandığını anlaması, gaibane ubudiyetten hazırane muhataba suretinde ubudiyete geçmesiyle çocuk gibi kendi acz ve zaafını anlayıp herşeyi Ondan istemesi ile ahsen-i takvime çıkan Zât’ın bu makama çıkma yolu gösterilmiştir. Dolayısıyla imanı kemal mertebede olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetinin talimi gösterilmiştir. Yirmidördüncü Söz Birinci Dalda her dairede farklı farklı tecelli eden esma gösterilerek bu dairelerdeki vazifeler ihtar edilmiştir. Kısaca esmanın talimi veya tarifi diyebiliriz. İkinci Dalda ise nev itibariyle ism-i a’zama mazhar olan insanlık içersinde farklı istidattaki insanların farklı esmaya mazhariyetleri olmasından insanlık içersinde esmaya mazhariyet noktasındaki mertebeler gösterilmiştir. Kısaca Âdem’den (AS) kıyamete kadar gelecek tüm insanlığın tahlilidir. Üçüncü Dalda ism-i a’zama ve her ismin a’zami mertebesine mazhar Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın zaman ve mekan itibariyle kâinatta tecelli eden esmayı nasıl anladığı ve bizim anlamamızdaki maniler gösteriliyor. Dördüncü Dalda Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın kâinattaki bütün mahlukatın hangi maksatlar için yaratıldığını anlayış şekli gösterildi. Beşinci Dalda kâinattaki herşeyin yaratılış maksadını anlamanın bizim hayatımızdaki neticeleri neler olduğu gösteriliyor. Birinci Meyvede kâinattaki bütün güzellikler kemalatlar Cenab-ı Hakktan ise kâinat kadar bir muhabbeti Ona sarfetmek gerektiği; İkinci Meyvede bütün herşey Cenab-ı Hakktan ise Ona külli bir ubudiyetle mukabele etmemiz gerektiğini; Üçüncü Meyvede bütün kâinatta tecelli eden herbir esmanın dairesindeki ubudiyetle mukabele halimizin nasıl olması gerektiğini gösteren Sünnet-i Seniyye ile elde edilen huzur hali anlatılmıştır. Dördüncü Meyvede bütün esmaya en nihayet derecede mazhar olan Zâtın haricinde hiçbir kemalat olamayacağı anlatılmıştır. Beşinci Meyvede ubudiyetin miracına çıkılan yol Cenab-ı Hakkın esmasına olan intisabın bilinmesi ile mümkün olduğu anlatılıyor.

[Şu Söz “Beş Dal”dır. Dördüncü Dal’a dikkat et. Beşinci Dal’a yapış çık, meyvelerini kopar al.]

Birinci Dalda her dairede farklı farklı tecelli eden esma gösterilerek bu dairelerdeki vazifeler ihtar edilmiştir. Kısaca esmanın talimi veya tarifi, İsimlerin kâinattaki tecellileri ve insanlarla isimlerin münasebeti diyebiliriz.

İkinci Dalda ise nev itibariyle ism-i a’zama mazhar olan insanlık içersinde farklı istidattaki insanların farklı esmaya mazhariyetleri olmasından insanlık içersinde esmaya mazhariyet noktasındaki mertebeler gösterilmiştir. Kısaca Âdem’den (AS) kıyamete kadar gelecek tüm insanlığın tahlilidir.

Zühre Hükema Mesleği Güneşi görmeden vasıtadan nur alıyor. Katreden daha az bir feyze mazhardır. Bunların da kendileri arasında dereceleri vardır.

İbni Sina bütün çiçeklere

Bir Hükema bir çiçek nev’ine

Cüz’î bir tecellidir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

1-1 Ehl-i fikir,

2-1 Cismanî cihazat ile kemaline sa’yedip hakikate gidenleri…

3-1 Enaniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlaliyle hakikata giden..

4-1 Nefis dünyayı unutmayan ve maddiyata tevaggul eden ve nefsi kesafet peyda eden

Katre Velayet-i Suğra ve İlm-i Kelam Mesleği “Güneş’in Kamer’e ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîm’in izniyle verdiği nur ve feyizdir.” deyince akla şu geliyor. Oniki seyyare Oniki tarikata işaret eder. Oniki tarikatın kurucu şeyhleri kendileri reşha mesleğindedir. Ama katre dersi veriyor. Katre güneşi göremiyor, kamer vasıtasıyla nur alıyor. Geceleyin kamerden denizde karada nur alır. Bu mesleğin kendi içinde Onyedinci Lem’a Onüçüncü Nota Üçüncü Mes’elede geçtiği gibi “Denizden denizin kabarcıklarına, topraktan toprağın zerrelerine, havadan havanın zerrelerine kadar dereceleri vardır.” İlm-i Kelam da Fahreddin-i Razi gibi zatların eserlerinde akıl hakimdir. Tasavvufta Velayet-i Suğra mesleğinde ise kalb hakimdir.

1-2 Ehl-i velayet,

2-2 Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimaliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri…

3-2 Ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikatı aramaya giden..

4-2 Akıl esbaba dalmış feylesof

Reşha Peygamberler ve Sahabe ve Asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin ve Risale-i Nur Talebelerinin Mesleği Doğrudan doğruya güneşten ışık alan Veraset-i Nübüvvet yoluyla Velayet-i Kübraya mazhardır.

1-3 Ehl-i nübüvvetin işaratıdır.

2-3 Ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

3-3 Ve iman ve Kur’an ile, fakr ve ubudiyetle hakikata çabuk giden ayrı ayrı istidadda bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarına işaret eden temsillerdir.

4-3 Kalb herşeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilir, esbabı bir perde telakki eder. Kalb denilince aklı ayrı düşünemeyiz. Akıl kalbin yardımcısıdır. Akıl midesine giren ilimler kalbe kuvvet veriyor, kalbe sirayet ediyor. O zaman insan kalbiyle hükmederek hareket etmiş oluyor. Ta ki kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün.

Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam için temsili tatbik edersek kalbi reşhaya, aklı katreye, nefsi zühreye bakıyor.

Peygamberimizin kalbi hakikatı anlamakta en nihayet mertebedir.

Hakikatı anlamakta kayıtlı olan aklı, anlama mertebesi itibariyle en üst mertebededir.

Hakikatı anlamakta renklendiren nefsi ise emmare gibi süfli bir mertebede olmayıp nefsin reşhası hükmünde olan en yüksek mertebesindedir.

En dar dairede insanın ferdine temsildeki Zühre, Katre, Reşhayı tatbik ettiğimizde;

İnsanın nefsi zühre gibi hakikatı renklendiriyor.

Aklı katre gibi hakikatı kayıtlıyor.

Kalb ise reşha gibi hakikata âyine olabildiğine işaret ediyor. Herbirisinin şuurlu olması ise insanın nefsini, aklını ve ruhunu şuurlu bir şekilde kemale götürmesi gerektiğine işarettir. Ayrıca Reşha mesleği de kendi içinde üç’e ayrılıyor. Şahıs itibariyle incelediğimizde şöyle bir fark ortaya çıkıyor. Yalnız kişi gün içerisinde farklı zamanlarda hem zühre hem katre hemde reşha olabiliyor.

Zühre: İçtihadlarında ve hizmet usulünde nefsine ve enaniyetine tabidir.

Katre: İçtihadlarında ve hizmet usulünde şahsi fikrini ön plana çıkardığından kendi kayıtladığı gibi anlayışını başkalara kabul ettirmekte istibdat yapar.

Reşha: İçtihadlarında ve hizmet usulünde nefsine ve aklına uymayıp cemaatin şahs-ı manevisinden ve külli aklından çıkan istişare ile hareket eder.

“İşte Güneş’in herbir çiçeğe ve Kamer’e mukabil herbir katreye, herbir reşhaya mezkûr üç cihette ikişer tarîk ile teveccüh ve ifazası var:

Birinci tarîk: Bil-asâle doğrudan doğruya berzahsız, hicabsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarîkını temsil eder. Risale-i Nur bize şuhud-u kevniyeyi şuhudu kalbi hükmünde tasdik ettiriyor. Böylece bütün kâinatta gördüğümüz delillerle imani hükümlerin vukuuna iz’an ve yakîn ile şehadet ediyoruz.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, Şems’in cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velayet mesleğini temsil eder. Şu yolda gidenlerin hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe ettiğinden imani hükümlere kâinattan deliller getiremediklerinden iman etse de; sırf aklî ve imanî bir tarzda iman eder ve o imani hükümlerin vukuunu bir teslimiyet ile kabul eder. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur.

İkinci Dalın dar dairede şahsa tatbikinden çıkan ders

(Ey Nur Talebesi! Sen, istidadları inkişaf ettiren nasıl bir Zâtın Mahluku olduğunu bundan bil. İstidadlarını tefessüh ettiren nefsin istek ve arzularından kurtulup enaniyeti terk ettikten sonra sonra kemalini bulursun. Fakat sen yine de Cenab-ı Hakkın isim, sıfat ve şuunatını nefs-ül emirdeki gibi görüp ayine olamazsın. Belki istidatların ayinedarlıkta seni kayıtlar.)

(Ey Nur Talebesi! Sen, aklınla anladığın manayı easas almakla bu budur deyip zulmette kalma, zira senin veya birkaç şahsın anladığı mana güneş hükmünde olan geniş ihatalı hakikatların gölgeleridir. Öyle ise şahs-ı maneviye dayan ve Risale-i Nura Kur’an ne diyor diye bak. Bunda muvaffak olduğun nisbette güneş hükmündeki hakikatları safi görebilirsin. Yoksa bütün akılî anlayışlar, Kur’anın dışında kalan bütün felsefi nazarlar, ilmi ve fenni malumatlar ve kabiliyetimizin verdiği kayıtlar arkasında hakikatı ihatalı göremezsin.)

(Ey Nur Talebesi! Sen, kalbinle hakikata müteveccih olduğun vakit şuhud-u kevniyen hükm-ü imanine müsademe etmediği için İlahî, kevnî ve uhrevî hakikatları anlamakta  müşkilât çekmeyeceksin. Tek bir eşya üzerinde tecelli eden hakikatı görmekle o hakikatın bütün kânattaki tecelliyatlarını görmek hükmünde hükm-ü imani ile eşyaya baktığından hakikatı kayıtlamadan görebilirsin. Ama hakikatın bütün eşya üzerindeki tecellilerini görebilsen hakikatın haşmet ve azametini daha iyi anlarsın.)

Üçüncü Dalda ism-i a’zama ve her ismin a’zami mertebesine mazhar Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın zaman ve mekan itibariyle kâinatta tecelli eden esmayı nasıl anladığı ve bizim anlamamızdaki maniler gösteriliyor. Haşir ve kıyameti en a’zam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’an zikrediyor ve ism-i a’zamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ancak kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’malin fazilet ve sevablarından bahseden ehadîs-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına zaîf veya mevzu demişler. İmanı zaîf ve enaniyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “Oniki Aslı” beyan ederiz.

Birinci Asıl: Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Öyle ise kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’malin fazilet ve sevablarından öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Bu hikmeti anlamayanlar hadise ya zaîf veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

İkinci Asıl: Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından herbirinde bir iz’an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir. Mesail-i İslâmiyenin tabakatı olduğunu anlamayanlar kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından herbirinde bir iz’an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat’î isteyip de bu denli kuvvetli delilleri göremediklerinden hadislere ya zaîf veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

Üçüncü Asıl: Müslüman olan Benî İsrail ve Nasara ülemalarının bazı hilaf-ı vaki’ malûmat-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi. Ve bu hikayat ve felsefelerle Hadis anlaşılmak istenildi. Buna muvaffak olamayınca Hadisin içine hurafatın girmesiyle bu kısım Hadislere ya zaîf veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

Dördüncü Asıl: Ehadîs-i Şerife râvilerin, hilaf-ı vaki’ bazı istinbatları veya kavilleri hadîs zannedilerek za’fına hükmedilmiş veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

Beşinci Asıl: Ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen bazı hilaf-ı hakikat maânî, hadîs telakki edilmiş. Bundan sebeb bu kısım Hadislere zaif veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

Altıncı Asıl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için, temsil ve kinaye nev’inden beyn-en nâs tearüf etmiş bazı kıssa ve hikâyatı zikredivermiş. Şu nevi mes’elelerin mana-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesamu’-u umumîye raci’dir. Bundan sebeb bu kısım Hadislere zaif veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

Yedinci Asıl: Pekçok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-ı maddiye telakki ediliyor. Bundan sebeb bu kısım Hadislere zaif veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

Sekizinci Asıl: Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Bu saklamakta ki hikmetleri bilmeyenler bu kısım Hadislere zaif veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler. Hem Kıyamet şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. Halbuki Sahabeler, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar.

Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları her zaman, her asır beklemesinin sırrı şudur ki; Kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olmak ve yeisten kurtulmak için “Mehdi”yi hemde gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş Süfyanı beklemiş. Böylece müteyakkız kalmış.

Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki:

Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler.

Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler.

Dokuzuncu Asıl: Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Bu hakikati bilmeyenler bu kısım Hadislere zaif veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler. Halbuki, amellerin fazilet ve sevabına dair ehadîs-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûbda gelmiştir.

Mesela: “Dünyanın Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Hakikatı şudur ki: herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hemde dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.

Meselâ: “Sure-i Yâsin on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünki Kur’an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur.”

 Elcevab: Hakikatı şudur ki: Sure-i Yâsin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı Hakîm’in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.

Onuncu Asıl: Herbir amel de yüksek bir fazilet ve sevab bulunması şartlara bağlıdır. Bu hakikati bilmeyenler bu kısım Hadislere zaif veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler. Demek şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Meselâ,

“Kim iki rek’at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.”

“Gıybet, katil gibidir.”

“Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.”

Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a’mal o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Meselâ: Musa ve Harun Aleyhisselâmların birtek virdden aldıkların hakiki sevab gibi… Bu sevabı aklımıza sığıştırmak için beş hakikat izah ediliyor.

Onbirinci Asıl: Ehadîsin de Kur’anın müteşabihatı gibi müşkilâtı vardır. Bazan çok dikkatli tefsire ve tabire ve tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Hadisleri tefsir ve tabir ve tevil edemeyenler bu kısım hadislere zaif veya mevzu demişler ve inkâra kadar gitmişler.

 Onikinci Asıl: Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.

Dördüncü Dalda Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın kâinattaki bütün mahlukatın hangi maksatlar için yaratıldığını anlayış şekli gösterilir. Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; kâinata baktığı zaman bütün mevcudatı secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder bir surette görür. Semavat ve Arzın Mâlik-i Zülcelali ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemali olan Rabb-ül Âlemîn; -değil ihtiyaç için.. Çünki herşeyin Hâlıkı odur- belki izzet ve azamet ve rububiyetin şuunatı gibi bazı hikmetler için, şu kâinat sarayında şu daire-i esbab içinde hem melaikeyi, hem hayvanatı, hem cemadat ve nebatatı, hem insanları istihdam ediyor. Onlara secde ve ibadet ve hamd ve tesbih ettiriyor. Şu dört nev’i ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetle mükellef etmiştir. Çünkü ibadetleri, mazhar oldukları esmalara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.

Azîm bir Mâlik-ül Mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zât dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimal eder:

Birinci Kısım: Bilerek Ücretsiz: Melaikelerdir. Melaikeler de mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Mükâfatları, hizmetlerinin içindedir. Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubudiyetleri ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmının bir nevi hayvanata diğer bir nevi de nebatat ve cemadata nezaret ederler. Melaikelerin şu hizmetleri, cüz’-i ihtiyarîleriyle bir nevi kesbdir. Melaikeye bakan cihetle bir nevi ubudiyet ve ibadettir. Cenab-ı Hakka bakan cihetle bu hizmetlerinde tasarruf-u hakikîleri yoktur. Hâlık-ı Zülcelal’in emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle nezaretleri vardır.

Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele; Bilmeyerek Ücretli hayvanattır. Hayvanat dahi, iştiha sahibi bir nefs ve bir cüz’-i ihtiyarîleri olduğundan amelleri hâlisen livechillah olmuyor.

Üçüncü kısım ameleleri: Bilmeyerek Ücretsiz Nebatat ve cemadattır. Onların cüz’-i ihtiyarîleri olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri hâlisen livechillahtır ve Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle ve ismiyle ve hesabıyla ve havl ve kuvvetiyledir.

Dördüncü kısım: Bilerek Ücretli İnsandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar, hem melaikeye benzer, hem hayvanata benzer.

Melaikeye, ubudiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde marifetin ihatasında, rububiyetin dellâllığında meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. Fakat insanın şerire ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melaikenin hilafına olarak pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mazhardır.

Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için hayvana benzer.

Öyle ise, insanın iki maaşı var: Biri; cüz’îdir, hayvanîdir, muacceldir. İkincisi; melekîdir, küllîdir, müecceldir.

Hemde İnsanın cüz’-i ihtiyarîsinin icada kabiliyeti yoktur. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor.

Beşinci Dalda kâinattaki herşeyin yaratılış maksadını anlamanın bizim hayatımızdaki neticeleri neler olduğu gösteriliyor. Beşinci Dal’ın “Beş Meyve”si var. Dördüncü Dal’a dikkat edildiğinde Onbirinci ve Yirmiüçüncü’de Sözde de geçtiği gibi Hikmet-i âlemin tılsımını ve Hilkat-i insanın muammasını ve Hakikat-ı salâtın rumuzunu fehmetmenin neticesinde görünen binler mehasinden beşine bu meyveler işaret etmiş olduğu anlaşılıyor.

Birinci Meyvede kâinattaki bütün güzellikler, kemalatlar Cenab-ı Hakktan ise kâinat kadar bir muhabbeti Ona sarfetmek gerektiği anlatılıyor. İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Mahbub-u Ezelî’ye muhabbet dahi onun sevdiği zata ittiba etmekle olur. Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarfediyorsun. Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû’-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir.

İkinci Meyvede bütün herşey Cenab-ı Hakktan ise Ona külli bir ubudiyetle mukabele etmemiz gerektiğini anlatıyor. İnsana verilen küllî hadsiz nimetler şunlardır; Vücud, Hayat, İnsaniyet, İslamiyet ve İman ve muhabbettir.

1- Vücud nimeti ile âdemden vücuda çıkartıp bir mide verip o mide için zemin yüzünü bir sofra yapıp rızıklarla donatmış.

2- Hayat nimeti ile göz, kulak gibi bütün duyguların önüne hissiyatları adedince istifade edeceği rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti sermiş.

3- İnsaniyet nimeti ile akıl ve kalbin istifade edeceği alem-i mülk ve melekut gibi geniş bir sofra-i nimet önüne açmış.

4- İman ve İslamiyet nimeti ile daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil şuurmetmekle elde edilebilecek bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.

5- Muhabbetullah nimeti ile Allah’ın vücudu insanın vücudu gibi Allah’ın mülkü insanın mülkü olmasından gayr-ı mütenahî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.

Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdud ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”

Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile…

Tesbihatta, salâvatlarda hadsiz adedlerin hikmeti şunlardır:

Hem Cenab-ı Hak gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”

Hem insan bütün halkın ibadetlerini ve istianelerini, kendi namına Mabud-u Zülcelal’e takdim eder.

Hem insan bütün mevcudatı kendi hesabına söylettirir.

Üçüncü Meyvede bütün kâinatta tecelli eden herbir esmanın dairesindeki ubudiyetle mukabele halimizin nasıl olması gerektiğini gösteren Sünnet-i Seniyye ile elde edilen huzur hali anlatılıyor. Sünnet-i Seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir. Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış…

Dördüncü Meyvede bütün esmaya en nihayet derecede mazhar olan Zâtın haricinde hiçbir kemalat olamayacağı anlatılıyor. Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp surî zînet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklid etme. Çünki sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünki senin başındaki akıl, meş’um bir âlet olur. Senin başını daima döğecektir.

Beşinci Meyvede ubudiyetin miracına çıkılan yolun Cenab-ı Hakkın esmasına olan intisabın bilinmesi ile mümkün olduğu anlatılıyor. İnsan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasarete düşer. Hem fena, hem fâni, hem ademe düşer. Hem manen kendini i’dam eder. Eğer lisan-ı Kur’andan kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin mi’racıyla arş-ı kemalâta çıkabilir. Bâki bir insan olur.

 

Yirmibeşinci Söz: Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi Yirmibeşinci Söz’ün Yirmidördüncü Sözle olan münasebeti; Bütün ehli velayetin gitmek istediği iki kemal nokta var; Biri; Cenab-ı Hakkı bütün esması ile tanımak ki buna marifet-i kamile deniyor. Diğeri; her bir şeyde Allahın birliğini görmek ki buna da huzur-u etemm deniyor. İşte bu iki noktaya mazhariyet Yirmidördüncü Söz’de beyan edilmiş. Bu iki noktaya Peygamberimiz tam mazhar olduğu gibi Kur’anda da bu mazhariyet vardır. Bu nokta-i nazarla bakıldığında Yirmidördüncü Söz’de esma-i İlahiyenin talimi ve ism-i a’zama mazhar Zât-ı Ahmediyenin nübüvvet nazarı gösterildi. Yirmibeşinci Söz’de ise ism-i a’zamdan ve her isminin a’zami mertebesinden nazil olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’cazı gösterilecektir. Hem Yirmibeşinci Söz’de Kur’andan mana, nükte, hakikatlar nasıl çıkartılacağına dair usüller, yöntemler ders veriliyor. Başka risalelerde usullerin doğrudan tatbikatı beyan edilmiş. Bu usül noktasında diğer risaleler; İşarat’ül İ’caz ve Muhakemattır. Üstadın Kur’an için uyguladığı usûlleri; bizde Risale-i Nur’daki ince manaları anlamak, mana çıkartmak, karanlık ve kapalı kalan noktaları açmak için tatbik edebiliriz. Buradaki Kur’an kelimeleri yerine Risale-i Nur konsa mevzu daha iyi anlaşılıyor. Hem Âyet-ül Kübra’da; Yirmibeşinci Söz için Risale-i Nur’un güneşi diye ifade ediyor. Yani güneş, eşyayı ziyasıyla gösterdiği gibi Yirmibeşinci Söz’de Risale-i Nur’un içindeki hakikatların en ince nokta, nükte ve temsillerini anlamaktaki usûlü gösteriyor. Bu makamda Yirmibeşinci Söz’deki Şuleler anahtar gibi; iyice anlaşılsa başka yerlerinde açılmasına vesile oluyor. Başka yerlerde külli ve geniş olarak geçen hakikatlar cüzi bir tarzda numune gibi gösterilmiş olduğundan çok istifadeye medar olabilir.

İhtar Bu Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şübhelerine maruz olmuş âyetlerdir. Hem bu Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimane ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş.

Mukaddeme üç cüz’dür.

Birinci cüz’: Kur’an nedir? Tarifi nasıldır? Sualine cevap olarak kâinatın şehadeti ile Kur’anın onaltı tarzda tarifi yapılmıştır.

İkinci cüz’ ve tetimme-i tarif: Kur’an hangi makamdadır? Nasıl bir Zatın sözüdür? Sualine cevap olarak Cenab-ı Hakkın esması ile Kur’anın sekiz tarzda tarifi yapılmıştır.

Üçüncü Cüz’: Kur’anın altı cihetini meyveleri ile beraber göstererek hakkaniyetinin isbatı yapılmıştır.

Birinci Şule: Bu şu’lenin üç şuaı var.

Birinci Şua: Belâgatındaki vech-i i’cazı iki suretle işaret ederiz:

Birinci Suret: İ’cazı vardır ve mevcuddur.

Kur’anın belâgatında i’cazın varlığı üç tarîkla beyan edilmiştir.

Birinci tarîk Zemahşerî’nin beyanı vechiyle, Kur’an-ı Kerim surelere taksim edilmiş bir şekilde nâzil olduğu halde bülega-yı Arabın Kur’anın en kısa bir suresine dahi nazire getirememesi i’cazının var olduğuna delildir.

İkinci tarîk belâgat imamlarından meşhur Cahız’ın tahkikatına göre: muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa mecbur olmaları i’cazının var olduğuna delildir.

Üçüncü tarîka göre: Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binler dâhî imamların ve mütefennin ediblerin icma’ ve ittifakla karar verdikleri: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelâmında bulunmayıp, yazılan umum kitabların fevkınde olması i’cazının var olduğuna delildir.

İkinci Suret: Belâgatındaki i’caz-ı Kur’anînin hikmetini Beş Nokta’da beyan edeceğiz.

Birinci Nokta: Kur’anın nazmında bir cezalet-i hârika var. Yani saatin nizamını tekmil eden saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine baktığı, birbirinin misali olduğu ve birbirinin hükmünü aldığı gibi Kur’an-ı Hakîm dahi hangi makamda, hangi maksadı ders veriyorsa; O makamda mana havuzunu dolduran bütün cümleleri, kelimeleri, harfleri aynı maksada kuvvet verecek surette birbirine bakması, birbirinin misali olması ve birbirinin hükmünü alması Kur’anın nazmındaki cezalet-i hârikasıdır.

Yalnız bir-iki misal, bir cümlenin hey’atındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.

Birinci cümlede, makam terhib maksad azabı dehşetli göstermek olduğu için cümlenin hey’atındaki bütün lafızlar kılleti ifade ederek azabın en azının şiddetle tesirini göstermekle en şiddetlisinin ne surette tesir edeceğini kıyas ettirip nazmındaki cezaleti gösterir.

İkinci cümlede, maksad sadakanın şerait-i kabulünü ders vermek olduğu için cümlenin hey’atındaki bütün lafızlar herbiri kendi lisanıyla maksad-ı küllîyi, takviye ederek nazmındaki cezaleti gösterir.

Kelimatın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyesi var olduğuna dair iki misal verilmiştir.

İhlas suresini kelâmların da altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva’ını reddeder.

Bakara suresinin ilk dört cümlesinin herbirisinin iki manası var. Bir mana ile öteki cümlelere delildir. Diğer mana ile onlara neticedir.

İkinci Nokta: Manasındaki belâgat-ı hârikadır. Mana kuvvetini, Onüçüncü Söz’de beyan olunduğu gibi ifade ettiği hakikatla alâkadar olan efradın kesretinden ve Onbeşinci Söz’de isbat edildiği gibi ifade edilen hakikatı icra edecek Zâtın yapabilmekteki Kudretinden alır. Kuvvetsiz bir mana safsatadan öteye geçmez iken Kur’anın maânîsinin kuvvet ve hakkaniyeti belâgatının bir i’cazı olmuştur.

Üçüncü Nokta: Üslubundaki Bedaati hârikadır. Kur’an-ı Hakîm’de beyan edilen hakikatın, ikna edici olması için akla, hayale temsil ve teşbihleri tahattur ettirecek bir üslûb kullanması Kur’an belâgatının üslûbundaki bedaat-ı hârikasıdır. Kur’anın üslubundaki bedaati; Huruf, Sure, Maksad, Ayat, Kelam, Kelime itibariyle misaller verilecek. Üslubundaki Bedaati Huruf-u Mukattada, Nebe Suresinde, Meşiet-i İlahiyeyi Maksadda, Kıyamet hadisatını Ayatta, Nuh kavmini anlatan Ayette, Kamerin vaziyetini anlatan Kelamda ve Güneşten bahseden sirac ve tecri Kelimeleri ile anlatıyor.

Dördüncü Nokta: Lafzındaki Fesahattir. Evet Kur’anın lafzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin varlığına delil usandırmamasıdır. Bir tek âyette sakil ve ağır bütün huruf bulunduğu halde âyetin akıcılığı bozulmayıp dinleyenleri usandırmaması Kur’andaki selaset ve fesahat-i lafziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’cazı huruf-u hecaiye itibariyle gösterir. Kur’anın hurufatında, kelimelerinde, cümlelerinde, manalarında esrarlı bir intizam, envârlı bir insicam gözetildiğine, fenn-i beyan ve maânînin dâhî ülemasının şehadetleri bir bürhan-ı bahirdir.

Beşinci Nokta: Beyanındaki beraattir. Yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir. Sekiz kısımda anlatıyor.

1. Tergib ve teşvik Sure-i İnsandaki beyanatı İnsan suresi 76-1

2. Terhib ve tehdid Ğaşiye suresinin başında Ğaşiye suresi 88-1 ve Mülk suresi 67-8

3. Medih 1-Fatiha, 6-Enam, 18-Kehf, 34-Sebe’, 35-Fatır

4. Zem ve zecr 49-Hucurat/12 Demek zemm ve gıybet, aklen, (1) kalben (2) ve insaniyeten (4) ve vicdanen ve fıtraten (6) ve asabiyeten (5) ve milliyeten (3) mezmumdur.

5. İsbat 30-Rum/50, 50-Kâf/1, 50-Kâf/6, 36-Yâsin/1, 36-Yâsin/79

6. İrşad 2-Bakara/74

7. İfham ve ilzam 2-Bakara/23, 52-Tûr/29’uncu ayet beraber olduğu halde 43’üncü ayet dâhil onbeş âyet

8. İfham ve talim 20-Tâhâ/5

İkinci Şua: Kur’anın câmiiyet-i hârikulâdesidir. Yani i’caz derecesindeki icazıdır, veciz olmasıdır. Şu şuanın, beş lem’ası var.

Birinci Lem’a: Lafzındaki câmiiyettir. Elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın (1), hattâ herbir kelimenin (2), hattâ herbir harfin (3), hattâ bazan bir sükûtun (4) çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. Âyeti (5) ve kıssatı (6) bunlara kıyas edersin.

1. “Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” 78-Nebe’/7 bir kelâmından altı muhatab tabakası hissesini alır.

2. “İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” 21-Enbiya/29 daki “Ratkan” kelimesinden üç muhatab tabakası hissesini alır.

3. “Güneş kendisi için belirlenen yerde döner” 36-Yâsin/38 deki “Lam” harfi hem kendi manasını, hem “fî” manasını, hem “ilâ” manasını ifade eder.

4. “Felaha erenlerde ancak onlardır” da bir sükût var, bir ıtlak var. Dört muhatab tabakası hissesini alır. Bu ayet Kur’anda 11 yerde geçer.

5. “Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur” 47-Muhammed/19 Tek bir ayetten bütün tabakat-ı evliya kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı manevî almışlar.

6. Kısas-ı Kur’aniyeden kıssa-i Musa Aleyhisselâm, âdeta asâ-yı Musa Aleyhisselâm gibi binler faideleri var. O kıssada, dört maksad bulunur. 

İkinci Lem’a: Manasındaki câmiiyet-i hârikadır. Manasının hazinesinden beş kısım insanlara rehber ve mürşid olmuştur.

Üçüncü Lem’a: İlmindeki câmiiyet-i hârikadır. İlmindeki câmiiyet altı kısma ayrılmıştır. Yirmibeş aded Sözler’de bu altı kısmıda ders vermiştir.

Dördüncü Lem’a: Mebahisindeki câmiiyet-i hârikadır.

Beşinci Lem’a: Kur’anın üslûb ve îcazındaki câmiiyet-i hârikadır. Bunda “Beş Işık” var.

Birinci Işık: Üslûb-u Kur’anın Sure ve Ayet itibariyle Cem’iyyeti; Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sure, surelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’an olmasıdır.

İkinci Işık: Âyât-ı Kur’aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir.

Üçüncü Işık: Kur’anın i’cazkârane îcazıdır. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. İki misal verilmiştir.

“Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun âyetlerindendir.” 30-Rum/22

“Hemen beni gönderirseniz (45) Ey Yusuf, ey doğru sözlü!12-Yusuf/45-46

Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imaen bir davanın çok bürhanlarını derceder.

“Size o yeşil ağaçtan bir ateş yapan O’dur” 36-Yâsin/80 Bu ayetten beş farklı manaya işaret vardır.

Dördüncü Işık: Îcaz-ı Kur’anî o derece câmi’ ve hârıktır ki: Küllî düsturları ve umumî kanunları, basit bir cüz’üyle, hususî bir hâdise ile gösteriyor. İki kısma ayrılmıştır.

Birinci Kısım: Yirminci Söz’ün Birinci Makamında tafsilen beyan olunan üç âyettir.

İkinci Kısım: Kur’anda çok tekrar edilen kıssa-i Musa Aleyhisselâm’ın cümleleri ve cüz’leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterildiğine altı misal verilmiştir.

1- “Ey Hâmân! Bana bir kule yap, belki ben o yollara ulaşabilirim.” Mü’min/36

2- “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” 10-Yunus/92

3- “Benî-İsrail’in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak” 2-Bakara/49 14-İbrahim/6

4- Yahudilere müteveccih alttaki dört ayetten iki hükm-ü Kur’anî çıkartılmıştır.

“Elbette onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak.” 2-Bakara/96

“Onlardan çoğunu, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarış ederken görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne kötüdür!” 5-Maide/62

“Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.” 5-Maide/63

“Muhakkak siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız” 17-İsra’/4

“Bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.” 2-Bakara/60

5- “Hemen ölümü temenni ediniz” 2-Bakara/94 62-Cuma/6

6- “Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu” 2-Bakara/61

Beşinci Işık: Kur’anın Makasıd ve Mesail, Maânî ve Esalib ve Letaif ve Mehasin cihetiyle câmiiyet-i hârikasıdır.

Üçüncü Şua: Şu Şua’ın “Üç Cilve”si var.

Birinci Cilve: İhbarat-ı gaybiyesidir. Şu cilvenin “Üç Şavk”ı var.

Birinci Şavk: Maziye ait ihbarat-ı gaybiyesidir.

İkinci Şavk: İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbaratın çok enva’ı var. Birinci kısım, hususîdir. Bir kısım ehl-i keşif ve velayete mahsustur.

Üçüncü Şavk: Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir.

İkinci Cilve: Kur’anın şebabetidir. Şu cilvenin “Üç Dereces”i var.

Birinci derecede: Birinci Söz’den tâ Yirmibeşinci Söz’e kadar olan Sözler ve daha sonra te’lif edilen bütün risaleler hakaik noktasında Kur’anın medeniyete karşı rüchaniyetini göstermiştir.

İkinci derecede: Onikinci Söz’de de isbat edildiği gibi, Kur’anın getirdiği düsturlar noktasında medeniyete karşı rüchaniyetini göstermiştir.

Üçüncü derece: Kur’anın ders verdiği ahkâm noktasında medeniyete karşı rüchaniyetini göstermiştir. Zira Kur’anın kanunları râsihtir. Binler mesail-i Kur’aniyeden dört esas misal verilmiştir.

Birinci Esas: Vücub-u Zekât ve Hurmet-i Riba

İkinci Esas: Taaddüd-ü Zevcat

Üçüncü Esas: Kur’anın kadına mirasta sülüs vermesinin hikmeti

Dördüncü Esas: Kur’an suret-perestliği men’eder.

Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı mağlub oluyor.

Üçüncü Cilve: Kur’an-ı Hakîm, her tabakaya hususî müteveccihtir, hitab ediyor.

Birinci Misal: 112-İhlas/3-4 “Doğurmadı ve doğurulmadı. O’na bir denk de olmadı.” Âyeti yedi tabakaya ders vermiştir.

İkinci misal: 33-Ahzab/40 “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir.” Âyeti dört tabakaya ders vermiştir.

 

İkinci Şu’le: İkinci Şu’le’nin “Üç Nur”u var.

Birinci Nur: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın heyet-i mecmuasındaki tenasübtür. Birbirini bozacak, bütünlüğüne zarar verecek sekiz-dokuz mühim esbab bulunurken, o esbab bozmağa değil, belki selasetine, selâmetine, tesanüdüne kuvvet vermiştir.

İkinci Nuru: Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin hâtimelerinde gösterdiği fezlekeler ve esma-i hüsna cihetindeki üslûb-u bedîisinde olan meziyet-i i’caziyeye dairdir.

Birinci Meziyet-i Cezalet: Kur’an-ı Hakîm, i’cazkâr beyanatıyla Sâni’-i Zülcelal’in ef’al ve eserlerini nazara karşı serer, basteder. Sonra o âsâr ve ef’alinde esma-i İlahiyeyi istihrac eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makasıd-ı asliye-i Kur’aniyeyi isbat ediyor.

İkinci Nükte-i Belâgat: Kur’an, beşerin nazarına san’at-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder.

Birincinin misallerinden meselâ: Cenab-ı Hakk’ın azîm tasarrufatını, kudretinin mühim mensucatını zikreder. Sonra da o azîm âsârın, mensucatın destgâhını esma içinde tayyeder. Yani “Hak” “Rab” “Allah” isimlerini zikretmekle o tasarrufat-ı azîmenin menbaını gösterir.

İkincinin misallerinden: Cenab-ı Hakk’ın kemal-i kudretini ve azamet-i rububiyetini gösteren ve vahdaniyetine şehadet eden yedi delile baktırıp mensucat-ı san’atı ta’dad ettikten sonra aklı, onların hakaikına ve tafsiline sevkedip tefekkür ettirmek ve onunla ukûlü ikaz için akla havale eder.

Üçüncü Meziyet-i Cezalet: Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar. Meselâ: Hazret-i Yusuf ve ecdadına edilen beş nev’i nimet-i İlahiyeyi zikr ve ta’dad edip; ilim ve hikmet ile onu, âbâ ve ecdadını mümtaz ettiğini zikrediyor. Sonra “Senin Rabbin Alîm ve Hakîm’dir” der.

Hem meselâ: Nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki izzet ve zillet, fakr ve servet gibi tasarrufatın doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlı olduğunu zikreder. Sonunda “Size hesabsız rızık veren odur ki, bu fiilleri yapar.” Der. Bu cümle ile o tafsilâtlı fiilleri icmal ve isbat eder.

Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur’an kâh olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertible zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki; sonra o âyine-misal tertibinden cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor.

Meselâ: Kur’an, hilkat-i insanın o acib, garib, bedî’, muntazam, mevzun etvarını öyle âyine-misal bir tarzda zikredip tertib ediyor ki; içinde kendi kendine cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor.

Hem meselâ: Kur’an şu âyette azamet-i kudret-i İlahiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki: her ruh işitse “Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!” 40-Mü’min/64 demeye hâhişger olur.

Beşinci Meziyet-i Cezalet: Kur’an bazan tegayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medar maddî cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-i sabite suretine çevirmek için; sabit, nuranî, küllî esma ile icmal eder, bağlar.

Birinci mananın misallerinden meselâ: Alîm ve Hakîm sen olduğun için Âdem’i talim ettin,

Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hâtime verir.

“Koyun, keçi, inek, deve ve üzüm ve hurma ve arı” Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için, büyük bir ibret vardır. 16-Nahl/69

Altıncı Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor ki âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı rububiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdet ile birleştirir

Meselâ: Âyet-ül Kürsi’de uluhiyeti ve hafîziyeti zikrettikten sonra; bir rabıta-i vahdet ve birlik ciheti, o a’zamî tecelliyatlarının menba’larını hülâsa eder.

Veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir.

Meselâ: “İnsana olan nimet-i İlahiye, ta’dad ile bitmez, tükenmez” der. Evet insanın madem bir sofra-i nimeti semavat ve arz ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı Şems, Kamer, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler hadd ü hesaba gelmez.

Yedinci Sırr-ı Belâgat: Kâh oluyor ki âyet; zahirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor.

Hem sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede, esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulû’ eder. Matla’ları, o mesafe-i maneviyedir.

Meselâ: 80-Abese/24-32 âyet-i kerimelerinde, mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebata rabtedip en âhirde “Siz ve hayvanlarınız faydalansın diye.” lafzıyla gayeyi gösterir. İşte şu gayenin arkasında Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerim gibi çok esmanın matla’ları görünüyor.

Hem meselâ: 24-Nur/43 âyet-i kerimesinde yağmur yağdırmaktaki tasarrufat-ı acibeyi beyan ederken Cevv berrak, safi, hiçbir şey yokken bir mahşer-i acaib gibi dağvari parçalar kendi kendine toplanmıyor; belki zîhayatı tanıyan birisidir ki, gönderiyor. İşte şu mesafe-i maneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbi, Mugis, Muhyî gibi esmaların matla’ları görünüyor.

Sekizinci Meziyet-i Cezalet: Kur’an kâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir i’dadiye suretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder.

Meselâ: 36-Yasin/77-83 âyet-i kerimelerinde, haşri yedi-sekiz surette muhtelif bir tarzda isbat ediyor.

Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir.

Meselâ: 81-Tekvir/1-10, 82-İnfitar/1 ve 84-İnşikak/1 surelerinde kıyamet ve haşirdeki inkılabat-ı azîmeyi ve tasarrufat-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılabatı kolayca kabul eder.

Dokuzuncu Nükte-i Belâgat: Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder.

Meselâ: 58-Mücadele/1 âyet-i kerimesinde bir kadının haklı olarak zevcinden davasını dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, “Rab” olamaz.

Hem meselâ: 17-İsra’/1 âyet-i kerimesinde mi’racının mebdei olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyeranını zikrettikten sonra işitir ve görür sıfatıyla mevsuf Zatın Peygamber (ASM) veyahut Cenab-ı Hakk olması durumuna göre tefsiri yapılmıştır.

Hem meselâ: 35-Fatır/1 âyet-i kerimesinde “Melaikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle, gayet küllî ve umumî bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek; “Zât-ı Zülcelal, elbette herşeye kadir olmak lâzım gelir.” fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.

Onuncu Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder, şedid bir tehdid ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdid, ye’se ve ümidsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hâtime verir, teselli eder.

Meselâ: 17-İsra’/42-44 Bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlık-ı Zülcelalini tesbih edip vahdaniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti, kemal-i itaatle yerine getirdikleri halde, insan, bütün bunların zıddına olarak, ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye’se düşürmemek için, “Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.” der. O hâtime ile hikmet-i imhali gösterip, bir rica kapısı açık bırakır.

İkinci Şu’lenin Üçüncü Nuru şudur ki: Kur’an, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse, Kur’anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır.

Meselâ: “Ya arz! Vazifen bitti, suyunu yut. Ya sema! Hacet kalmadı, yağmuru kes.”

Meselâ: “Ya arz! Ya sema! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san’atıma geliniz.”

Meselâ: 36-Yâsin/82 “O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.”

Meselâ: “Ve o zaman meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik, hemen secde ettiler.”

Meselâ: 50-Kâf/1-11 Surenin başında, küffar haşri inkâr ettiklerinden Kur’an onları haşrin kabulüne mecbur etmek için bast-ı mukaddemat eder. Sonunda “İşte hayata çıkış da böyledir.” der.

Üçüncü Şu’le: Üç ziyası var.

Birinci Ziya: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın büyük bir vech-i i’cazı Onüçüncü Söz’de beyan edilmiştir. Kardeşleri olan sair vücuh-u i’caz sırasına girmek için bu makama alınmıştır.

İkinci Ziya: Hikmet-i Kur’aniyenin karşısında meydan-ı muarazaya çıkan felsefe-i beşeriyeyi başka bir cihette küçük bir müvazene ederiz. Şöyle ki: Felsefe ve hikmet-i insaniye, dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâni’ine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmalen bahseder. Kur’an ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılabcı olarak bakar. Mevcudatın mahiyetlerinden, surî ve maddî hâsiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sâni’ tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkâranelerinden ve Sâni’in isimlerine ne vechile ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder. Dünya, dünya cihetiyle yedi rükün üzerinde bina edilmiştir.

Üçüncü Ziya: Kur’anın şakirdleri olan asfiya ve evliya; ve hükemanın münevver kısmı olan hükema-yı İşrakiyyunun hikmetleriyle Kur’anın hikmetine karşı derecelerini karşılaştırdığımızda ortaya çıkan i’cazı gavvas dalgıçlar misali ile gösterir. Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini hem bütün hakaik-i âliye-i İlahiyenin müvazenesini hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmları hem rububiyet ve uluhiyetin şuunatını kemal-i müvazene ile cem’etmiştir.

Hâtime: Kur’anın lemaat-ı i’cazından iki lem’a-i i’caziye, Ondokuzuncu Söz’ün Ondördüncü Reşhasında geçmiştir ki; bir sebeb-i kusur zannedilen tekraratı ve ulûm-u kevniyede icmali, herbiri birer lem’a-i i’cazın menbaıdır.

Hem Kur’anda mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an, Yirminci Söz’ün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir.

Bir mu’cize-i Kur’aniye daha şudur ki: Kur’an bütün mu’cizatıyla bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) olur ve bütün mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) dahi, Kur’anın bir mu’cizesidir ki, Kur’anın Cenab-ı Hakk’a karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu’cize olur.

Birinci Zeyl [Makam itibariyle Yirmibeşinci Söz’e ilhak edilen zeyillerden, Yedinci Şua’nın Birinci Makamının Onyedinci Mertebesidir.

Bu Onyedinci Mertebe Kur’anın büyüklüğünü gösteren altı noktadır.

Birinci Nokta: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’anın kelâmullah olduğunun bir hüccet-i katıasıdır.

İkinci Nokta: Kur’anın tesiri noktasındaki büyüklüğüdür. Ders verdiği Allah hakikatı fıtrata muvafık olduğundan tesirini her alanda göstermiştir.

Üçüncü Nokta: Kur’anın belâgatı noktasındaki büyüklüğüdür.

Dördüncü Nokta: Kur’anın halâveti ve şebabeti noktasındaki büyüklüğüdür.

Beşincisi: Kur’anın mazide bütün Peygamberlerin ittifaklı hakikatlarını ve istikbalde bütün evliya ve asfiyanın mesleklerini, meşreblerini içine alması noktasındaki büyüklüğüdür.

Altıncısı: Kur’anın altı cihetinin nurani olması noktasındaki büyüklüğüdür.

Altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden,

Birinci Makam: Mütekellimin düstur-u faaliyetidir.

İkinci Makam: Muhatabın sözü olmadığının delilleri gösterilmiştir.

Üçüncü Makam: Nev’i insan gibi cin ve melek ve ruhanîler dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi etrafında hakperestane toplanmaları, Kur’anın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Dördüncü Makam: Nev’-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur’anın dersinden tam hisse almaları Kur’anın menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

Beşinci Makam: Edebiyatça en ileri bulunan Arab ediblerinin Kur’ana nazire yapamaması Kur’anın mu’cizeliğine bir tasdikdir.

Altıncı Makam: Yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ülemanın, Kur’anın hadsiz meziyetlerini ve nüktelerini kat’î bürhanlarla isbat etmesi ve Kur’anın hadsiz hakikatlarını, ve nurunu izhar etmesi Kur’anın mu’cizeliğine bir tasdikdir.]

İkinci Zeyl Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi’nin Onuncu Mes’elesi Emirdağı Çiçeğidir. Risale-i Nur’daki hem Kur’anın i’cazına dair mes’elelerin hemde Kur’anda olan tekrarata gelen itirazlara dair mes’elelerin gayet kuvvetli bir hülasasıdır. Kur’an her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil olması kırk nev’i mu’cizeliğinden biridir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalaletin ufunetli ve zehirli evhamlarını izale eden Emirdağı’nın bu küçücük nurlu çiçeği, Üstadımız gayet hasta ve perişan ve gıdasız bir halde iken iki gün içinde Ramazan’da mecburiyetle gayet mücmel ve kısa bir cümlede pek çok hakikatları ve müteaddid hüccetleri dercederek yazmıştır. 

Evvelâ Kur’an’ın ulvîyet ve kuvveti gösterilecek tâ ki böyle bir kelamda tekraratın hikmetsiz olmayacağı ihtar edilsin. Kelâm kuvvetini dört menbadan alır. Mütekellim, muhatab, makam ve maksad itibariyle Kur’anın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev’-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev’-i benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin ve arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ve ihatalı beyanatının geniş maksadından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle yüksek i’caz ve şümul gösterir. Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bu i’cazındandır ki cüz’i bir hadise ile küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor. İşte bunun misallerinden biri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın otuzüç âyet ile Risale-i Nur’a olan işaretlerini gösteren Birinci Şua’ risalesidir.

Kur’anın, insanın manevî ihtiyacını temin etmesine bakan tekrarında ki hikmetleri şunlardır.

1. Kur’an-ı Azîmüşşan, Kavm-i Âd ve Nemrud ve Firavun’un başlarına gelen azablar ile her asırdaki zalimleri tehdid etmekle beraber İbrahim ve Musa Aleyhimesselâm’lar gibi enbiyanın necatlarıyla mazlum ehl-i imana hem teselli verir, hemde i’cazını gösterir. Musibete giriftar olan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’anın tekrarı ne kadar müstahsendir.

2. Hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırları ihbaratıyla nurlandırdığı gibi nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan kâinatı da hayatlandırıyor. Zamanın geçmesinden dehşet alan insana geçen zamanın misali levhalarda kaydedilerek muhafaza edildiğini ve geçmiş zamanın bizimle münasebettar olduğunu göstermekle hem teselli verir hemde i’cazını gösterir. Kendini gafletten kurtaramayan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’anın tekrarı ne kadar müstahsendir.

3. Hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan kâinatı hayatlandırıyor. Mekan itibariyle kâinatı camid ve firak ve zevale yuvarlandığını tevehhüm eden insana kâinatı kitab-ı Samedanî, şehr-i Rahmanî, meşher-i sun’-i Rabbanî olarak göstermekle hem teselli verir hemde i’cazını gösterir. Kendini vahşetten ve gafletten kurtaramayan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’anın tekrarı ne kadar müstahsendir.

4. Hem Kur’an-ı Azîmüşşan’ın elbette her harfinde on, bazan yüz, bazan bin ve binler sevab bulunması ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benîâdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması ve çok tekrar ile beraber usandırmaması ve çok iltibas yerleri ve birbirine benzeyen cümleleri olduğu halde bütün Kur’an hâfızların ve çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir olanların ve sekeratta olanların kulaklarına mâ-i zemzem misillü hoş gelmesi gibi, çok cihetlerle kudsî imtiyazları kazanan Kur’an-ı Azîmüşşan’a beşerin her vakit ihtiyacı vardır.

5. Ve Sâni’-i Kâinat’ın mu’cizat-ı kudretini ve manidar sutur-u hikmetini avamında anlayacağı büyük âyetleri olan sema ve zemin sahiflerinden tekrarla ders vermekle lütf-u irşadda güzel bir i’caz gösterir ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirdlerine kazandırır.

6. Tekrarı iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla güzel, tatlı tekraratıyla bir tek cümlede ve bir tek kıssada ayrı ayrı çok manaları, ayrı ayrı muhatablarına tefhim etmekte

7. Ve cüz’î ve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyet’te ve tedvin-i şeriatta sahabelerin cüz’î hâdiseleri dahi nazar-ı ehemmiyette olmasından hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyet’in ve şeriatın tesisinde o cüz’î hâdiseler çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nev’ i’cazını gösterir.

Evet ihtiyacatın tekrarıyla ve tekrarın lüzumu haysiyetiyle yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak olan ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatın bir tek zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat eden ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev’-i beşerin zulümlerine mukabil kâinatın netice-i hilkati hesabına azab-ı İlahîyi ve hiddet-i Rabbanîyi gösteren ve hadsiz harika ve nihayetsiz dehşetli ve geniş bir inkılabın tesisinde binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hale gayet mutabık bir fesahattır. Mesela;

1. Birtek âyet iken yüz ondört defa tekerrür eden “Bismillahirrahmanirrahîm” cümlesi her dakika herkes ona muhtaç olduğundan tekrarı müstahsendir.

2. Sure-iطسم  de izzet-i Rabbaniye o zalim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için sekiz defa tekrar etmek ve i’cazlı ve îcazlı bir ulvî belâgattır.

3. Sure-i Rahman ve Mürselât’ta cinn ve nev’-i beşerin küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini, asırlara ve arz ve semavata işittirecek derecede tehdidkârane tekraratla haykırması celalli bir i’caz ve cemalli bir îcaz-ı belâgattır.

4. Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı Peygamberîde, tevhid, tesbih ve takdis gibi en ehemmiyetli bir vazife ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi en dehşetli mes’ele ve ubudiyet ve acz-i beşerînin en lüzumlu neticesi bulunduğundan binler defa tekrar edilse yine azdır.

İşte tekrarat-ı Kur’aniye insanın ihtiyaç derecesini gösteren bu gibi metin esaslara bakıyor. Hattâ bazan bir sahifede iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belâgat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarihan ve zımnen tevhid hakikatını ifade eder.

· Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın Mekkiye sureleriyle Medeniye sureleri belâgat noktasında ve i’caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Mekke’de birinci safta muhatab ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan Mekkî sureleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, mukni’, kanaat verici bir icmal ve tesbit için tekrar edilmiştir.

· Amma Medine sure ve âyetlerinin birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduğundan mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan, sade ve vazıh ve tafsilli bir üslûbla medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım gelmiştir. Kur’an, o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviyeyi mündemiç fezlekeler ve hâtimelerle tekrar ile zikrederek o makamı nurlandırır, ulvîleştirir, küllîleştirir.

· Kur’an, o teferruat-ı şer’iye ve kavanin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirir. Bazan iki kelimede Rabbüke ve Rabb-ül Âlemin de ehadiyet içinde vâhidiyeti bildirir. Hattâ bir cümlede; “Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde” Vahidiyeti, “kalbin dahi hatıratını bilir, idare eder.” diyererek de ehadiyeti gösterir.

Ehemmiyetli Bir Sual: “Bazan cüz’î ve âdi hâdiselerden Kur’anın bahsetmesindeki hakikat, sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir.

Elcevab: Kur’an, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksadları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlarından ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zahirce zaîf bir münasebetle, başka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. Meselâ: “Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, kardeşini bir hile ile alması”

İkinci Bir Sual: “Kur’anda sarihan ve zımnen ve işareten,

1. Âhiret ve tevhidi

2. Ve beşerin mükâfat ve mücazatını

binler defa isbat edip nazara vermenin ve her surede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?”

Elcevab:

1. Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılablarda âhiret ve tevhide dair mes’eleleri binler defa isbat edip nazara vermeye hacet-i zaruriye hükmünde beşer için ihtiyaç vardır.

2. Nev’-i beşerin mükâfat ve mücazatını netice veren ehemmiyetli vazifelerine dair mes’eleleri, milyonlar ve milyarlar ile tekrar edilse ihtiyaç vardır.

Birincisinin misali; saadet-i ebediye hakikatı gibi kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılabları, tekrar tekrar ders vermek hacet-i zaruriye hükmünde beşer için elzemdir.

İkincisinin birinci misali; beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlukatın hukukuna tecavüz olduğundan tehdid âyetleri ile küfrün dehşetli neticelerini tekrar tekrar ders vermek hacet-i zaruriye hükmünde beşer için elzemdir.

İkincisinin İkinci misali; herkesin heran âlemini nurlandırmak için lehine şehadet edebilecek alemleri aleyhinde şehadet ettirmemek için o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezeli’nin şiddetli ve inatları kıran tehditlerini, Kur’anı okumakla takdir etmek ve nefsinin tuğyanından kurtulmağa çalışmak hikmetiyle Kur’an gayet manidar tekrar eder.

Üçüncü Bir Mukadder Sual: Kur’anda enbiya kıssalarının tekrar etmesindeki hikmet nedir?

Elcevab: İki hikmete binaen enbiya kıssaları tekrar eder.

1. Bütün enbiyanın nübüvvetlerinin, Risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine hüccet olduğu hakikatını hatırlatmak için enbiya kıssalarının tekrarına ihtiyaç vardır.

2. Hem Kur’andaki erkan-ı imaniye hakikatına her vakit ihtiyaç olduğundan herbir kısa surede bu hakikat ders verildiği gibi dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla “Lâ ilahe illallah” rüknüne denk tutulan risalet-i Muhammediye, Zât-ı Ahmediye ve hakikat-ı Muhammediyeyi hatırlatmak için enbiya kıssalarının tekrarına ihtiyaç vardır.)

Dördüncü Bir Mukadder Sual: Risalet-i Muhammediye, Zât-ı Ahmediye ve hakikat-ı Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i maneviyesi ve makam-ı kudsîsinin Kur’anda bu makamı almaya liyakatı varmıdır?

Elcevab: Bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi, getirdiği nur ile kainatı nurlandırması, bütün mahlukatı minnetdar eylemesi, suleha-yı ümmetin dualar ve salavatları cihetiyle ve ümmetçe okunan Kur’an cihetiyle defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle Allâm-ül Guyub o makama liyakatını görmüş Kur’anında o azîm ehemmiyeti vermiştir.

İşte Kur’anın tekrar edilen hakikatları bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i maneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder.

İkinci Zeylin Hatimesi Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi’nin Onuncu Mes’elesine bir hâtime olarak iki haşiyedir.

Birincisi: En dehşetli ve muannid bir zındık Kur’ana karşı sû’-i kasdını tercümesiyle yapmasına karşın Risale-i Nur, Kur’anın yedi, kırk veya ikiyüz cihette mu’cize olduğunu Yirmibeşinci Söz’de göstermesiyle ve başka lisanların Kur’anın meziyetlerini ve nüktelerini muhafaza edemeyeceği ve kelimat-ı Kur’aniyenin mu’cizane ve cem’iyetli tabirleri yerinde, beşerin âdi ve cüz’î tercümelerinin tutamadığını Yirmidokuzuncu Mektub’un Birinci Kısmında cerhedilmez hüccetleri ile kat’î isbat etmiştir.

İkinci Haşiye: Kur’anda tekrar edilen mevcudatın vazifeleri ve Cenab-ı Hakkı ne suretle tesbih ettiği hakikatına beşerin ne kadar ihtiyacı olduğuna bu haşiye bir misaldir. Denizli hapsinden sonra Üstadımız meşhur Şehir Oteli’nin yüksek katında kesretli kavak ağaçlarının vaziyetini tefekkür ederken güz ve kış mevsimindeki ademler, firaklar hatırına geldi. Ve hapisden tahliyesinden sonra kardeşlerinin müfarakatlarından ve yalnız kalmaktan gelen hüzün, kâinat dolusu firakların, zevallerin hüzünlerini başına topladı. Birden hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) getirdiği nur, imdadına yetişti. Ve eşyanın üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi:

Birinci kısım neticeleri, Sâni’-i Zülcelal’in esmasına bakar.

İkinci kısım hikmetleri ise: Zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalaagâh, birer kitab-ı marifet olur. Eşya zeval ve fena ile surî bir vücudu bırakır, manevî ve gaybî ve ilmî çok vücudları kazanır.

Elhasıl: Nasılki iman, ölüm vaktinde insanı i’dam-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de herkesin hususî dünyasını dahi i’damdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor.

Yirmialtıncı Söz Yirmialtıncı Söz’ün sibak u siyak ile münasebeti: Yirmiikinci Söz’de Tevhid, Yirmiüçüncü Söz’de Tevhidin neticesi, Yirmidördüncü Söz’de Tevhidi ders veren Nübüvvetin tahkiki, Yirmibeşinci Söz’de Nübüvvetin dersleriyle Kur’anın mu’cizeliğini görüp istifade etmenin usulleri gösterildi. Yirmialtıncı Söz’de ise Tevhidi bütün mertebeleri ile anlamanın nihayet hududu olan Kader ile cüz’-i ihtiyarî, mes’elesi dört mebhas içinde ders verildi. Birinci Mebhasda; Kader ve cüzi ihtiyari meselesi neden erkan-ı imaniyeye girmiş? Kader ve cüzi ihtiyarinin doğru ve yanlış kullanımı nasıl oluyor? İnsan seyyiatından nasıl mesuldür ? suallerine cevab veriliyor. İkinci Mebhasda; Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?” sualine cevab veriliyor. Üçüncü Mebhasda; Kaderin tahkiki yapılıyor. Dördüncü Mebhasda: Kaderden gelen herşeyin güzel olduğunun tahkiki yapılıyor. Hatimesinde ise Tevhid-i hakikiyi anlayıp herşeyin Cenab-ı Hakkın takdiriyle olduğunu bilmenin beş fıkra içinde neticeleri gösteriliyor. Zeylinde ise Kaderi ne kadar anladığımızın bir göstergesi olan hayatımızda mütemadiyen tatbik etmemiz gereken dört hatve ders veriliyor. Hatimesinde ise bu hatvelerin diğer tarîklere göre daha kısa, selametli ve umumi olduğunun mukayesesi yapılıyor. Yirmiyedinci Sözde ise buraya kadar anlatılan bütün hakikatları anlayan Ulul emir ve sahabeler gibi içtihad yapamamzın bu zamandaki altı manisi izah ediliyor. Zeylinde ise Sahabeyi sahabe yapan hususiyetler ders veriliyor.

Kader Risalesi [Kader ile cüz’-i ihtiyarîye dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.]

Birinci Mebhas: Kader ve cüzi ihtiyari meselesi neden erkan-ı imaniyeye girmiş? Kader ve cüzi ihtiyarinin doğru ve yanlış kullanımı nasıl oluyor? İnsan seyyiatından nasıl mesuldür ? suallerine cevab veriliyor. 

Kader ve cüz’-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır.

Kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Çünki Hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile).

Kader-i İlahî, illet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. Dördüncü mebhas da kaderden gelen herşeyin güzel olduğunun tahkiki yapılıyor.

Madem cüz’-i ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Neden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da insandan azîm şikayetler ediliyor. O âsi insana karşı abd-i mü’mine yardım için kendini ve melaikesini tahşid ediyor. Çünkü küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev’inden olduğundan büyük bir seyyiedir.

Elhasıl: Ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi, başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Ehl-i gafletin nefs-i emmaresi ise; gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder.

İkinci Mebhas: Ehl-i ilme mahsus

Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?”

Elcevab: Yedi vecihle…

Birincisi: Afakidir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz’-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delalet etmez.

İkincisi: Enfüsidir. Herkes cüz’-i ihtiyarînin vücudunu vicdanen bilir. Mahiyetini bilmememiz, onun ademine delalet etmez.

Üçüncüsü: Kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor. Çünkü Cenab-ı Hakkın bilmediği hiçbir şey olamaz. Cenab-ı Hakkın cüz’-i ihtiyarîmizle ne tercih edeceğimizi biliyor olması ihtiyarımızı elimizden almaz.

Dördüncüsü: İlim, malûma tâbidir. Yoksa malûm, ilme tâbi değil; İşarat-ül İ’caz Mühürlenen Kalblerin yedincisinde geçtiği gibi “Malûm, ilme tâbi değildir; çünki devir lâzım gelir.” Buda muhaldir. Eğer malûm, ilme tabi olsa şu ortaya çıkar. Güneşin hiç doğmadığını farzetsek sonra ben desem “Ben bildiğim için güneş doğacak.” Ne kadar anlamsız olur. Aynen öylede ben daha tercih yapmadan desem “Allah bildiği için ben Allahın bildiğini tercih edeceğim.” Bu cümleden sanki tercihimde hür değilmişim gibi bir mana çıkar ki buda muhaldir.

Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Yani Ben bildiğim için güneş doğmaz.

Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Yani güneşin doğması için hariçte bir irade ve kudretin vücudu lazımdır. Benim bilmem esas değil.

Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Yani geçmişten bakıpta gelecekten haber vermiyor.

Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Yani geçmişi, hazır zamanı ve geleceği birlikte görür. Ezelin hakikatı budur.

Beşincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek.

Öyle ise, biz ehl-i hak, Ehl-i Sünnet ve Cemaati deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Sebeble müsebbebe bir bakarız.

Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Müsebbebe ayrı, sebebe ayrı bir kader tasavvur eder.

Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.” Kaderi inkâr eder, sebebe hakiki tesir verir.

Altıncısı: {(Haşiye): Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattır. Çünkü Ehl-i İtizal, Ehl-i Cebr, Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat gibi Ehl-i Kelâm’ın şu mes’elede yaptıkları muharebe-i ilmiyeleri müdakkik ehl-i nazarı dikkate davet eder.}

Birinci Hüküm: Cüz’-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, meyelan abde verilebilir.

İkinci Hüküm: Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Meyelandaki tasarruf abde verilebilir.

Öyle ise o meyelan, Matüridîce

O meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece

bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.

Üstadda diyor ki ismi ne olusa olsun ister cüz’-i ihtiyarî, ister meyelan, ister meyelandaki tasarruf hepsi de bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Cenab-ı Hakkın kudret ve iradesi olmaksızın vücuda hiç bir şey getiremezler. Bu yüzden abde verilebilir hiç bir sakıncası yoktur.

Emr-i itibarî ise, yani insanın tercihi, meyli, meylindeki tasarrufu

illet-i tâmme istemez ki; yani insanın tercih etmesi, meyl etmesi, meylinde tasarruf edebilmesi için Cenab-ı Hakkın kudret ve iradesine ihtiyaç yoktur.

illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin.

Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, yani Cenab-ı Hakk kudret ve iradesi ile tecelli etse

o emr-i itibarî sübut bulabilir. Yani tercihin neticesindeki fiil Cenab-ı Hakk tarafından halk edilir.

Öyle ise o anda onu terkedebilir. Yani insanın o anda o fiile devam etmesi veya terk etmesi yine onun tercihiyledir.

Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.” Yani imtihanın da iktizası olarak Cenab-ı Hakk’ın insanın tercihine müdahalesi ekseriyetle Kelam sıfatından gelen emirlerledir. (Neden ekseriyetle dedim. Ebu Cehil aklıma geldi onun için.. Gerçi o bir mu’cizedir. Siyanet altında olan Peygambere bir himayettir. Böyle desem doğru olur mu? )

Evet eğer abd hâlık-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’ olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez kaidesi vardır. Ancak insanın cüz’-i ihtiyarî bu kaideden hariçtir. Çünkü insan tercihinde serbesttir.

Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz. Mesela gecenin gündüze kışın yaza dönmesi gibi icraatlar Cenab-ı Hakkın kudret ve iradesi ile olur.

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Yani üstünlüğü olmayan iki şey arasında bizim tercih yapabilmemiz muhaldir. (Bu cümle doğru değildir. Mes’elenin daha iyi anlaşılması için soru bu şekilde sorulmuştur. Zira üstünlüğünden dolayı bir şeyi tercih etmek fikri mutezilede esbaba tesir vermeyi netice vermiştir. Halbuki üstünlük eşyanın zatında değil Cenab-ı Hakkın emretmesi veya nehyetmesiyledir.)

Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; Yani insan bazen tercih eder bazen tercih etmez dolayısıyla hiç bir zorlama yoktur. Doğrudur.

Eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Yani eğer tercih edilecek bir sebep bulunmazsa tercih edecek olanın hiç bir zorlama olmaksızın tercih yapabilmesini gerektirir. Doğrudur.

Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder? Yani şu ise ilm-i usûl ve hikmetin “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” kaidesine uygun gelmez. Kıyas-ı maalfarık oldu. Zira usûl-ü kelâmiyenin bu esası imkani vucutlar içindir. Halbuki sual itibari vücud olan cüz’i ihtiyariye dairdir.

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani Allahın kudret ve iradesi olmaksızın gecenin gündüze kışın yaza dönmesi muhaldir.

 {(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.}

Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir.

Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki’dir. Yani Allah’ın bizi zorlamadan cüz’-i ihtiyarîmizle tercih yapmamız caizdir hemde öyle yaparız.

İrade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir. Yani irade sıfatının gereği kişinin tercihlerinde serbest olmasıdır. Yoksa iradeden söz edilemez. Cebir olur.

Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’tır. Niçin bana katil denilir?

Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan (ölmesini isteyen) müştaktır. Yani sarf ilminde ism-i fail ölmesini isteyen canlılardan yapılır.

Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan (ölüm) inşikak etmez. Yoksa sarf ilminde herkes bilir ki ölüm cansızdır cansızlardan ism-i fail yapılmaz.

Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Ölmesini isteyen cüz’-i ihtiyarîmizdir, katil ünvanını da biz alırız.

Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. Ölüm ise hayat gibi Cenab-ı Hakk’ın mahlukudur.

Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz. Madem öyledir. Ölümü yaratan mes’ul tutulmaz.

Yedincisi: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır.

Bir misal: “Çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü.” Götüren mesul değil. Gitmek isteyen mesuldür.

Bir başka misal; “İnsan tüfekle birisini öldürdü. Tüfek mesul değil. İnsan öldürdü.” Şimdi bu cümleyi meselemize tatbik edelim. Ölümü yaratan mesul değil. Öldürmek isteyen mesul olur.

Elhasıl: Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

Üçüncü Mebhas: Kaderin tahkikidir. Kadere imanın ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığına pekçok âyât-ı Kur’aniye ve kâinatın nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesi şehadet eder.

Vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna iki delil vardır. Birincisi bütün mebadi ve çekirdeklerdir. İkincisi mekadîr ve suretlerdir. Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Hemde kaderden gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler.

Umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu kaderin iki tecellisi gösterir.

Birinci Tecellisi Bedihi kader; irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber verir ve işaret eder. Bedihi kader hazır anda görünen maddi keyfiyat ve vaziyetlerdir.

İkinci Tecellisi Nazari kader; emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin” den haber verir ve işaret eder. Nazari kader müddet-i hayatında geçireceği tavırlardır.

Vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına iki delil vardır.

Birincisi âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyvelerdir.

İkincisi “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emaredir.

Elhasıl: Zîhayatlardaki intizam-ı maddî bedihî kaderi, intizam-ı manevî ise nazarî kaderi gösterir.

 Netice-i meram: Umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbi’dir.

Eğer desen: Kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?”

Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Kadere iman eden hayat yükünü omzundan atıyor. Kadere iman eden kederden emin olur.

Dördüncü Mebhas: Kadere imanın meyveleridir.

Eğer desen: “Birinci Mebhas’ta isbat ettin ki: Kaderin herşeyi (kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.) güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor.”

 Elcevab: zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

 Elhasıl: Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Bu hakikat terzi misali ile ders verilmiştir.

Yirmialtıncı Sözün Hâtimesi [Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beş fıkradır.]

 Birinci Fıkra: Tevhid-i hakikiyi anlayan kimse herşeyin Cenab-ı Hakkın takdiriyle olduğunu bilir ve yalnız ona ibadet eder. Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var. Elbette o pek hikmetli ve çok san’atkâr zât, insanın şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.

 İkinci Fıkra: Herşeyin Cenab-ı Hakkın takdiriyle olduğunu bilen kimse fahirlenmez. Sen Üzüm ağacına benzersin. Fahrlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.

 Üçüncü Fıkra: Sen “Dine hizmet ettim” diye gururlanma. Hizmetini, ubudiyetini; geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucb ve riyadan kurtul!.

 Dördüncü Fıkra: Cenab-ı Hakkın Kâinatı yaratmasındaki hakikî hikmet, isimleri adedince, cemal ve kemalini görmek ve göstermektir. İnsanın vazifesi ise her şeyin hakikatının esma-i İlahiyeye dayandığını bilip kendiyle nisbetini kurmaktır. Böylece kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselen bir insan için bir an yaşamak kâfidir. Bu hakikatı bilen bir insan kendinde görünen cemal ve kemali bir an için dahi olsa kendine almaz. ve der ki: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”

 Beşinci Fıkra: Arabî yazılan şu fıkra, “Allahü Ekber” zikrindeki otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir. Şöyle ki; Herşeyin takdir edilmesinde Allah’ın kudretinin, ilminin ve iradesinin, haşmetini, azametini, kibriyasını anlayan birisi kendini hiç bilir. Gururlanmaz, fahirlenmez ve riyakarlık yapamaz.

Yirmialtıncı Sözün Zeyli [Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir. Çünkü herkeste nefis vardır.]

Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır. Fakat “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarîkı daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli bir tarîkdır. Acz, ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr, Rahman ismine îsal eder. Şefkat, Rahîm ismine îsal eder. Tefekkür, Hakîm ismine îsal eder. Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir. Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci Hatvede: Tezkiye-i nefs etmemek. Yani fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakikî’nin hamd ve tesbihi için sana verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfetmemektir. (Tezkiye-i nefs etmeyen kişi aczini anlar. Zira مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsinin sırrıyla tezkiye-i nefs etmeyen kişi Mabud-u Hakikiyi tanır. Aczini ilan ederek ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.)

İkinci Hatvede: Nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. (Zeval ve fenadan kendini kurtarmak için elinde hiç bir şey olmayan fakir insan kendini unutmak yerinde mevti düşünüp hizmet ederek fani ömrünü o ömrü veren Zatın yolunda feda etmekle ebedi bir ömrü kazanır.)

Üçüncü Hatvede: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir. (Cenab-ı Hakkın biz kullarına şefkat etmesiyle bize verdiği nimetleri ondan bilerek şükretmektir. Bu şefkatin tecelliyatını gören insan o şefkate ayinedarlık edip mahlûkata şefkat edecektir.)

Dördüncü Hatvede: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki rahat edesin. Hodbin ve bildiğine itimad etmek yerine vahy-i semaviyi dinlemek, vahy-i semaviden manayı harfi dersini alıp nazar ve niyetini istikamete sokmaktır. (Âyetin manayı münafisi ile bakıldığında kendini helak olmayacak zanneden nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. Eğer Bak-i Zülcelale bakmayan herşeyin helak olacağını tefekkür etse helaketten kurtulacaktır.)

Yirmialtıncı Sözün Zeylinin Hâtimesi Acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı;

Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir.

Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, nefsi şatahat ve bâlâ-pervazane davalarda bulunup haddinden fazla geçsin.

Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

Yirmiyedinci Söz: Yirmialtıncı Söz’ün Zeyil ve hatimesinde Sahabe mesleğinde tahkiki imanın neticesi olarak hayatta tatbik edilecek hatveler gösterildi. Yirmiyedinci Sözde ise Sahabe mesleğinden gidilse dahi bu zamanda Ulul emir ve sahabeler gibi içtihad yapamamzın altı manisi izah ediliyor. Zeylinde ise Sahabeyi sahabe yapan hususiyetler ders veriliyor. Yirmisekizinci Sözde ise ehl-i Cennet olan Sahabelerin ve ehl-i imanın cennete ahvalinden bahseder.

İçtihad Risalesi aslı Arabî yazılan Hubab Risalesinin izahıdır. İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani” vardır.

Birincisi: Şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar veya duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.

Kasr-ı İslâmiyetin yıkılan üç büyük suru; dini ve fenni tedrisat yapan okullar, dini eğitim veren medreseler ve tekkeler ve zaviyelerdir.

Bid’a; Bugün dininizi kemale erdirdim, ayet-i nazil olduktan sonra Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid’attır. Fakat, tarîkatta evrad ve ezkâr ve meşrebler nev’inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usûl ve esasat-ı sünnet-i seniyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir.

İkincisi: Şeriatın yüzde doksanı dinin zaruriyatıdır ki, içtihad onlara giremez. Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturlar ise yüzde ondur. Onlarda içtihad yapılabilir. Hemde dinin zaruriyatının terke uğradığı bir zamanda heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.

Üçüncüsü: Şu zamandaki şahısların zihinleri felsefede boğulduğundan, akılları siyasete daldığından ve kalbleri hayat-ı dünyeviyede sersem olduğundan içtihad yapabilecek istidadda değillerdir.

Dördüncüsü: İçtihad yapabilecek olan zatın takva-yı kâmileye sahib ve zaruriyat-ı diniyeye imtisal ediyor olması lazımdır ki meyl-i tevessül ile içtihatları isabetli olsun. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlar içtihad yapamazlar.

Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor.

Birincisi: Maslahat ve hikmeti illet yerine ikame etmek içtihadı arziye yapar, semavî değildir.

İkincisi: Evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakan içtihadlar arzıyedir. Ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü: “Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” Ancak zaruret sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmamışsa! Bu zamanın zarureti ise sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle olduğundan içtihadı arzıyedir. Buna dair üç misal verilmiştir. Misaller talak mes’elesi, mübtele olma mes’elesi ve hutbe mes’elesidir.

Altıncısı: Yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle göründüğü Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izamın asrında safi bir nur alınıp, hâlis bir içtihad edilebilinirdi. Şu zamanda ise en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satıldığından şu zamanın ehl-i içtihadının marifetine ve sözüne itimad edip, körükörüne içtihadları kabul edilmez.

Yirmiyedinci Söz’ün Hâtimesi

Asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünki ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir. Fakat âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir.

Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?

Elcevab: Yirmidokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmında sayfa 435’te geçtiği gibi “Mezahibin ihtilafı ise: Ahkâm-ı İlahiye mezheblere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.”

Hemde Hikmet-i İlahiyenin tensibiyle mezheblere ittiba eden muhtelif mizaçlı insanların dinin nazariyat kısmındaki farklı tatbikatları hem haktır, hemde maslahattır.

Yirmiyedinci Söz’ün Zeyli Sahabelere fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilememesinin üç hikmeti beyan edeceğiz:

Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviye de öyle bir insibağ ve in’ikas vardır ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envârına mazhar olur. Çünkü nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. (Bu sohbetle hakikatın envârına mazhar olur.)

İkinci Sebeb: Fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahata meyyal olan sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin en a’lâ derecesindedirler. Çünki inkılab-ı azîm-i İslâmîde (Yani zıtların ayrıldığı bir zamanda) hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülüp ve maddeten hissedildiği bir zamanda, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letaifleriyle, sıdk ve hakka ve imana müşteri ve müştak olmaları, sahabenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişilemeyeceğini işarettir.

Geçen mes’eleyi bir derece tenvir edecek, bir hakikatı beyan ediyorum. Şöyle ki: o inkılab-ı azîmin tarrakası (Yani zıtların ayrıldığı bir zamanda) sahabelerin bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış olmasından vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır, emer. Bu zamanda uykuya dalan letaiflere ve gaflete düşen havaslara letafetini ve taravetini geri kazandırmak için kuvvetli, tefekkürî bir ameliyata ihtiyaç vardır.

Üçüncü Sebeb: Sahabelerin velayeti Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet olduğundan sahabelerin makamına yetişilmez. Şu üçüncü sebebin müteaddid vücuhundan üç vechini beyan ederiz:

Birinci Vecih: İçtihadda yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi.

İkinci Vecih: Sahabelerin akrabiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki sahabeler, zahirden hakikata geçerek bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp, Cenab-ı Hakkın bize herşeyden daha ziyade yakın olduğunu her an ve zaman görmektedir.

Hemde sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhar olduklarından yine sahabeye yetişilmez.

Üçüncü Vecih: Şartların zor olduğu bir zamanda yaptıkları amelin kıymeti o kadar yüksektir ki; fazilet-i a’mal ve sevab-ı ef’al ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetişilmez. Çünki sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’aniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmelerinde amel az, ücreti çok, kıymeti o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez.

Sahabelere bütün ümmetin hasenatından hisse almaları cihetinde yetişilememesin dört sebebi vardır.

Sual: Deniliyor ki: Birinci sual iki kısımdır.

Birinci Kısım Sual: Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyle ise, imanımız daha kavîdir.

İkinci Kısım Sual: Hem, kuvvet-i imanımıza delalet eden rivayet var?

Birinci Kısma Cevab: Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve suret-i cismaniyesini gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise, umum envâr-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur’aniye ile nurani muhteşem şahs-ı manevîsini bin mu’cizat ile muhat olarak akıl gözüyle görerek iman ettiğimiz halde şübheye düşüyoruz. Hemde sahabelerin kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhatı olan şiddet-i takvaları ve kemal-i salahatları nerede? Bizim feraizi tamamıyla gösteremeyen sönük imanımız nerede?

İkinci Kısma Cevab: Bu rivayet, hususî fazilete dairdir. Has bazı eşhas hakkındadır.

İkinci Sual: Ehl-i velayet ve ashab-ı kemalât, dünyayı terk ettikleri ve sahabeler dünyayı terk etmedikleri halde nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var, diyorsunuz?

Elcevab: Çünkü dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esma-i İlahiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir.

Üçüncü Sual: Tarîkatlar derki hakikî marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?

Elcevab: İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün.

Dördüncü Sual: Sahabelere karşı iddia-yı rüchan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu mes’eleyi medar-ı bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izama karşı müsavat dava etmek neden ileri geliyor?

Elcevab: Şu mes’eleyi söyleyen iki kısımdır:

Bir kısmı, safi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir. Şu zamanda ehl-i takva ve salahatı teşvik ve tergib için öyle mebhaslar açıyorlar.

Diğer kısım ise gayet müdhiş mağrur insanlardır ki; ikiye ayrılır.

1- Mezhebsizler: Tekâlif-i Şer’iyeyi kaldırarak sefahete girebilmek ve istediği gibi ibadet yapabilmek için müçtehidîn-i izama müsavat davasında bulunuyor.

2- Dinsizler: Kabil-i tebdil olmayan Zaruriyat-ı diniyeyi terk ve tağyir ve tebdil etmek ve kat’î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler.

Yirmisekizinci Söz Yirmisekizinci Söz’ün Yirmiyedinci Sözle olan münasebeti: Yirmiyedinci Söz ve Zeylinde Sahabe mesleğinden gidilse dahi bu zamanda Ulul emir ve sahabeler gibi içtihad yapamamzın altı manisi ve Sahabeyi sahabe yapan hususiyetler ders veriliyor. Yirmisekizinci Söz ise iki makam olup Birinci Makamında ehl-i Cennet olan Sahabelerin ve ehl-i imanın cennetteki ahvaline dair akla gelen bazı suallere kısa cevablar verildi. Yirmisekizinci Söz’ün Arabî ikinci makamı ise, Onuncu Söz’ün bir cihette esası olup Mesnevî-i Nuriyede Lâsiyemalarda neşredilmiştir.

Yirmidokuzuncu Söz’de ise cennet ehli olan Melaike ve Ruhanilerin hususiyetleri ve isbatı tafsilli bir surette yapılmıştır.

Otuzuncu Sözün Birinci Maksadında ise insana cenneti kazandıracak olan ene ve enenin istimaı; İkinci Makamda ise zerratın cennete istimal edilecek bir vaziyet almasına kadar geçirdiği harekatı izah edilmiştir.

Yirmisekizinci Söz, Cennet’e dairdir. Şu Söz’ün iki makamı var.

Birinci Makam, Cennet’in bazı letaifine işaret eder. Şu makamda yalnız sual ve cevaba ve tenkide medar olan birkaç ahval-i Cennet’ten bahseder.

Birinci Sual: Lezaiz-i cismaniye için, bir haşr-i cismanî neden îcab ediyor?

Elcevab: Çünki cismaniyet; en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir.

Madem bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir.

Madem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatla hazain-i rahmetini tanıttırmak istediği; kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyetinden, kat’î anlaşılıyor.

Elbette şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir.

Elbette o Sâni’-i Hakîm ve o Âdil-i Rahîm; cismanî âletlerin vezaifine ücret olarak onlara lâyık lezaizi verecektir.

İkinci Sual: Ekl ve şürb, beka-i şahsî ve muamele-i zevciye neden Cennet’in en büyük lezaizi sırasına geçmişler?

Elcevab: Şu âlemde cism-i zîhayatın inkıraza ve mevte mahkûmiyeti ise, vâridat ve masarıfın müvazenesizliğindendir. Âlem-i ebediyette ise; zerrat-ı cisim sabit kalıp terkib ve tahlile maruz değil veyahut vâridat ile masarıf müvazenettedir.

Madem bu dâr-ı elemde, bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar; ekl ve nikâhtır.

Elbette dâr-ı lezzet ve saadet olan Cennet’te o lezzetler; Cennet’e lâyık ve ebediyete münasib, en câmi’ hayatdar bir maden-i lezzet olur.

Üçüncü Sual: “Dost, dostuyla beraber Cennet’te bulunacaktır.”. Halbuki gayr-ı mütenahî feyze mazhar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın feyzi, bir basit bedevi feyziyle nasıl birleşir? Nasıl yanında bulunması lâzım gelir?

Elcevab: Cennet’in sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı A’zam’dır.

Madem bu karmakarışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor. En küçük ile en büyük beraber iken, seradan süreyyaya kadar fark oluyor.

Elbette dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennet’te bittarîk-ıl evlâ dost dostu ile beraber iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmanürrahîm’den, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mani olmaz.

Dördüncü Sual: “Huriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.” Bu ne demektir? Ne manası var? Nasıl güzelliktir?

Elcevab: İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemale müştak duyguları ve hasseleri ve kuvaları ve latifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek, maddî ve manevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemale hurilerin câmi’ olduklarına işarettir.

Beşinci Sual: “Bazı ehl-i Cennet’e, dünya kadar bir yer veriliyor, yüzbinler kasr, yüzbinler huri ihsan ediliyor.” Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzumu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir ve ne demektir?

Elcevab: Şu dünyayı fânide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bazı letaifinin ihtiyacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezaizi verilse belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki ebedî bir dâr-ı saadette, nihayetsiz istidada mâlik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular eliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan; elbette ehadîste beyan olunan ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyeti makuldür ve haktır ve hakikattır. (Bu hadis Ehl-i cennete verilecek umumi cennetten haber veriyor. Ayrıca her insanın hususi cenneti de olacaktır.)

Hem nasılki şu kesafetli, karanlıklı, dar dünyada güneşin pek çok âyinelerde bir anda aynen bulunması gibi, öyle de: Nurani bir zât, bir anda çok yerlerde aynen bulunması malûm ve meşhud olduğundan elbette Cennet’te, cisimleri ruh kuvvetinde ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüzbin yerlerde bulunup yüzbin hurilerle sohbet ederek yüzbin tarzda zevk almak; o ebedî Cennet’e, o nihayetsiz rahmete lâyıktır.

Cennet Sözüne Küçük Bir Zeyl Cehennem’e dairdir. Cehennem’in sebeb-i vücudunun isbatıdır.

Yirmisekizinci Söz’ün Arabî İkinci Makamı Mesnevî-i Nuriyedeki Lasiyyemalardır.

Yirmidokuzuncu Söz Yirmisekizinci Sözle olan münasebeti: Yirmisekizinci Söz iki makamdır. Birinci makamda Cennet-i bâkiyeye dair bazı suallere kısa cevablar verildi. Bu cevablardan sonra mukadder bir sual olarak cennet ehlinin halinin nasıl olduğu hatıra geldi. Bu mukadder sualin cevabı ise Yirmidokuzuncu Söz’de Cennet ehlinin hallerini bize tarif eden Melaike ve Ruhaniler ve hayat-ı ahiret mevzuu gelmiştir. Yirmisekizinci Söz’ün Arabî ikinci makamı ise, Onuncu Söz’ün bir cihette esası olup Mesnevi-i Nuriyede Lâsiyemalarda neşredilmiştir. Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmişti. Yirmidokuzuncu Sözde ise, yalnız aklı ikna’ edecek, susturacak, Eski Said’in “Nokta Risalesi”ndeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz. Beka-i Ruh ve Melaikeye dair olan kısım tebeyi olarak bu makama girmiştir. Zira herkese lazım olan haşre imanın izah edildiği makamda evvelâ ruhun vücudu ve bekasının izahı yapıldı haşir ona bina edilmiştir. Şöyle ki; umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acb-üz zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü bâki kalıp Cenab-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir. Sözler 614

Yirmidokuzuncu Söz Birinci maksaddaki melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delalet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Sözler 515

Otuzuncu Sözde insanın ve zerratın vazifesi, Yirmidokuzuncu Sözde ise vazifenin neticesi gösterilmiştir

(Yirmidokuzuncu Söz’ün mukaddimesinde Cenab-ı Hak canibinden bakmakla hakikat, mahlukat canibinden bakmakla hikmeten melaikenin vücutları isbat edilmiştir. Birinci Maksadın Birinci Esasında hayatın dört sıfatı tarif edildikten sonra hayatın maksad ve hikmet noktasında melaikenin vücuduna delil olması izah edilmiştir. İkinci Esasta bütün ehl-i akıl ve ehl-i naklin, bilerek bilmeyerek melaikenin ve ruhanîlerin vücuduna olan ittifakları izah edilmiştir. Üçüncü Esasta Semavi dinlerin ihbarı izah edilmiştir. Dördüncü Esasta külli mevcudatın vazife-i külliyesini nezaret eden melaikeler, nev ve ferd itibariyle izah edilmiştir.

Meleklerin vücudunun isbatı aynı zamanda ruhunda isbatı olduğundan ikinci maksadın mukaddimesinde ve birinci esasdaki dört menbada ruhun bekası isbat edilmiştir. İkinci, üçüncü ve dördüncü esaslarda ise ikinci maksadın başında geçen altı sualin cevabları verişlmiştir. İkinci esasta Saadet-i ebediyenin muktezileri On Medarda gösterilmiştir. Üçüncü esasta Fâil’in muktedir olduğu üç mes’elede isbat edilmiştir. Dördüncü esasda ise dünyanın, kıyamet ve haşre kabiliyeti dört mes’ele içinde isbat edilmiştir.)

Mukaddime Melaike ve ruhaniyatın vücudunun hakikat ve hikmet noktasında isbatıdır.

Hakikatın iktizası: Cenab-ı Hakk canibinden melaike ve ruhaniyata baktığımız zaman hakikatın iktizası anlaşılıyor. Zira hakaik-ı eşya esma-i İlahiyedir. Öyle ise eşyanın hakikatı yani esma-i İlahiyenin hakikatı melaike ve ruhaniyatın vücudlarını iktiza ediyor. Şöyle ki; semaya nisbeten küçük ve hakir olan zeminimiz de bu kadar esma-i İlahiyenin tecelli etmesi ve bu tecelliyi anlayacak zişuurlarla doldurması gösteriyor ki semavatta da tecelli eden esmasının tecellisini görecek oraya münasib mevcudatın vücudunu iktiza ediyor.

Şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla şenlendirilmesi işaret eder ki: Şu semavatın dahi ona münasip sekeneleri vardır.

Hikmet iktizası: Mahlukat canibinden melaike ve ruhaniyata baktığımız zaman hikmetin iktizası anlaşılıyor. Zira mahlukatın mahiyetlerini mukayese etsek göreceğiz ki, en kesif ve küduretli şeyler dahi hayata hizmet ettiriliyor. Öyle ise mahlukat içinde latif ve nuranî mahlukat dahi hayata hizmet edecektir. Hizmet eden mahlukat ise o hizmete nezaret eden melaikeyi ve temaşa ederek ubudiyet eden ruhaniyatın vücudlarını hikmeten iktiza ediyor. Şu kesafetli topraktan ve şu küduretli sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasib, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latifeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır.

Birinci Maksad Melaikenin tasdiki imanın bir rüknüdür. Şu maksadda dört nükte-i esasiye vardır.

Birinci Esas : “Hayatın mahiyeti nedir?” sualine karşı fihristevari cevab şudur ki:

1. Hayat, herşeyi herbir zîhayat olan şeye mal eder.

2. Hayat, mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyatın tahakkukuna sebebdir.

3. Hem cüz’î bir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebebdir.

4. Hayat, kesrete vahdet verir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir. Misal istersen dağ ve balarısına bak.

Hayatın, Melaikeye imana, verilme maksadı itibariyle şehadeti;

Madem hayat, Zât-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır.

Hem madem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır.

Elhasıl: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur. Mademki hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler.

Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki; şu kusûr-u semaviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır.

Hayatın, Melaikeye imana, hikmet itibariyle şehadeti; Madem kudret-i ezeliye bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder. Elbette kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz.

Melaikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücudlarını kabul etmeye dair bir temsilde şöyle denilmiştir. Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz. Görünmemenin üç sebebi vardır. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğidir.

Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.

İkinci Esas Melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmişler. Eski hükemanın Meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkâr etmeyerek “Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Eski hükemanın İşrakiyyun kısmı dahi “Ukûl-ü Aşere ve Erbab-ül Enva'” diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi, melaikenin manasını inkâr edemeyerek Kuva-yı Sâriye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

Hem hayat, bir hakikat-ı hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemediğinden haricteki eşyanın suret ve vaziyetleri, Bi-iznillah onları emr ve idare eden melaike ve ruhanîlerin vücutlarını iktiza eder.

Üçüncü Esas (Semavi dinlerin ihbarı) Tek bir cüz’ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir.

Dördüncü Esas Şu mevcudat-ı hariciyenin, her birisinin üstünde, birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir. Tâ ki o cismin gösterdiği vezaif-i ubudiyet ve hidemat-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı uluhiyete bilerek takdim etsin.

“Bazı melaikeler bulunur, kırk başı veya kırkbin başı var. Her başta kırkbin ağzı var, herbir ağızda kırkbin dil ile, kırkbin tesbihat yapar.” Şu hakikat-ı hadîsiyenin bir manası var, bir de sureti var.

Manası şudur ki: Melaikenin ibadatı, hem gayet muntazamdır, mükemmeldir, hem gayet küllîdir, geniştir.

Ve şu hakikatın sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki, kırkbin baş, kırkbin tarz ile vezaif-i ubudiyeti yapar.

Meselâ: Sema güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar.

İkinci Maksad [Kıyamet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır.] Şu maksadın dört esası ve bir mukaddime-i temsiliyesi vardır.

Mukaddime Nasılki bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrib edilip yeniden muhkem bir surette bina ve tamir edilecektir.” Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüb eder:

Birincisi: “Sebeb ve muktezi var mıdır?” (İkinci esasta on medar ile cevab verilmiştir.)

İkincisi: “Fâil ve ustası muktedir midir?” (Üçüncü esasta üç mes’ele ile izah edilmiştir.)

Üçüncüsü: “Tahribi mümkün müdür?” (Dördüncü esas Birinci mes’elede izah edilmiştir.)

Dördüncüsü: “Tahribi vaki’ olacak mıdır? (Dördüncü esas İkinci mes’elede izah edilmiştir.)

Beşincisi: “Tamiri mümkün müdür? (Dördüncü esas Üçüncü mes’elede izah edilmiştir.)

Altıncısı: “Tamiri vaki’ olacak mıdır?” (Dördüncü esas Dördüncü mes’elede izah edilmiştir.)

İşte şu mes’eleler, birinci esastan sonra isbat edilecektir.

Birinci Esas Ruh, kat’iyyen bâkidir. Birinci maksaddaki melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delalet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Diğer delilleri;

1- Ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri,

2- Hattâ ehl-i keşf-el kuburun onları görmeleri,

3- Hattâ bir kısım avamın da onlarla muhabereleri

4- Ve umumun da rü’ya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleridir.

Şu teslimiyeti sarsılmış asırda vesveseleri izale için bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.

Mukaddime

Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikatında isbat edildiği gibi; Ebedi cemal, kemal ve rahmet daimi âyinedar müştak, dellâl mütefekkir, muhtaç müteşekkir; olan ruh-u insanînin devam-ı vücudunu ister.

Onuncu Söz’ün Altıncı Hakikatında isbat edildiği gibi; değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar.

Birinci Menba’: Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar.

İkinci Menba’: Âfâkîdir. Tek bir ruhun ba’de-l memat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder.

Üçüncü Menba’: Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. Nevlerdeki kanun gibi efrad değişsede kanun nevde devam eder. Öyle ise insanın ruhu sair mahlukatın nev’i hükmünde kıymetli ehemmiyetli olduğundan sebat ve bekaya mazhardırlar.

Dördüncü Menba’: Sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavaninin, daima veya ağleben bâki kalması gösteriyor ki, şuursuz kavaninin bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhardır.

İkinci Esas Saadet-i ebediyeye muktezi mevcuddur. O muktezinin vücuduna delalet eden bürhan-ı kat’î “On Menba’ ve Medar”dan süzülen bir hadstir.

Birinci Medar: Kâinattaki nizam; kasd, ihtiyar, irade ve hikmet sahibi bir zatı gösteriyor. Ve nizamın devamından gelen intizam takib edilen maksadın büyüklüğünü gösterir. İşte böyle büyük bir maksad zeval ve fena ile hiçe inmez. Eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaîfe-i vahiyeden ibaret kalır. Öyle ise nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.

İkinci Medar: Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatında geçtiği gibi “Hilkat-i kâinatta görünen hikmet-i tâmme ve maslahatlara riayet edilmesi bu hikmetin devam edeceği saadet-i ebediyeyi iktiza ediyor.”

Üçüncü Medar: Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatında geçtiği gibi “Akıl ve hikmet ve istikra ve tecrübenin şehadetleri ile sabit olan hilkat-ı mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.”

Dördüncü Medar: Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatında geçtiği gibi “Herbir şahsın müddet-i ömründe tedricî bir kıyamet ve haşir geçirmesi kıyamet-i umumiye delildir. Ve bütün nebatat köklerini ve bir kısım hayvanları aynıyla değil, misliyle iade ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak; şahs-ı insanînin aynıyla iade edilerek haşredilmesine delildir.

Beşinci Medar: Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatında geçtiği gibi “Fıtrat ve fıtrattaki meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat’î veriyor.”

Altıncı Medar: Onuncu Söz’ün İkinci Hakikatında geçtiği gibi “Sâni’-i Zülcemal’in rahmetinin cilvelerinden olan aşk ve şefkat ve akıl nimetleri saadet-i ebediyeyi gösteriyor.”

Yedinci Medar: Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikatı ve İkinci Hakikatında geçtiği gibi “Sâni’-i Zülcelal’inin lütuf ve merhametinin, ihsan ve kereminin cilveleri, saadet-i ebediyeyi gösteriyor.”

Sekizinci Medar: Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatının hâtimesinde geçtiği gibi “İnsandaki vicdanî olan incizab ve cezbe saadet-i ebediyeyi gösterir.”

Dokuzuncu Medar: Onuncu Söz’ün Onikinci Hakikatında geçtiği gibi “Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbarıdır.”

Onuncu Medar: Onuncu Söz’ün Onikinci Hakikatında geçtiği gibi “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ihbarat-ı kat’iyyesidir.” Misal olarak üç ayet verilmiştir.

Birincisi Zerratın tavırdan tavıra geçirdiği vaziyetler haşre delildir. İkincisi Bir günde teşkil edilen ordunun istirahat için dağılmışken toplanması haşre delildir. Üçüncüsü Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakikatında geçen adaletle işlerin görülmesi haşre delildir.

İşte menabi-i aşere ve on medar; haşir ve kıyamete dâî ve muktezinin vücuduna kat’iyyen delalet ederler.

Üçüncü Esas Fâil, muktedirdir. Kudret-i İlahiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez. Hem melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Öyle ise mevani’ tedahül edemez. Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise cüz’, külle müsavi gelir ve cüz’î, küllî hükmüne geçer. Şu makam münasebetiyle üç mes’ele suretinde bir parça izah ederiz:

Birinci Mes’ele: Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlahiyenin lâzime-i zaruriye-i zâtiyesidir. Kudretin zıddı olan acz ârız olamaz. Kudret-i zâtiyede meratib olamaz. Çünki herşeyin vücud meratibi, o şeyin zıdlarının tedahülü iledir. Öyle ise, makdurat dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi ve zerreler, yıldızlara emsal olur.

İkinci Mes’ele ki; kudret, melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri, mülk ciheti ki; Sâni’-i Zülcelal esbab-ı zahiriyeyi, tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir. Diğeri, melekûtiyet ciheti ki; vasıtasız kendi Hâlıkına müteveccihtir.

Üçüncü Mes’ele ki; kudretin nisbeti kanunîdir. Yani: Çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar.

Birinci “Şeffafiyet” Sırrı: Zemin Yüzü Hem manilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve safidir.

İkinci Mukabele” Sırrı: Güneş

Üçüncü Müvazene” Sırrı: Terazi Hem tesavi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibariyle müvazenettedir.

Dördüncü İntizam” Sırrı: Gemi Hem şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizam-ı fıtrata ve kavanin-i âdetullaha muti’dir.

Beşinci Tecerrüd” Sırrı: Teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyatına tecezzi etmeden bir bakar, girer. Meselâ: İğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir.

Altıncı “İtaat” Sırrı: Kumandanın “Arş” Emri

Dördüncü Esas Nasıl kıyamet ve haşre muktezi var (İkinci esasta ön medar içinde izah edildi.)

Ve haşri getirecek fâil dahi muktedirdir. (Üçüncü esasta üç mes’ele ile izah edildi.)

Öyle de:

Şu dünyanın, kıyamet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte şu mahal kabildir olan müddeamızda dört mes’ele vardır.

Birincisi: (Üçüncüsü: “Tahribi mümkün müdür?” sualine cevab verilecek.)

Şu âlem-i dünyanın mevti, mümkündür. Çünki bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâküllihal neşvünema vardır. Neşvünema ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır.

İnce Remizli Bir Mes’ele Kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyada görünen bir remz-i kudrettir ki; âlem-i latif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ı uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle parçalanacak.

İkincisi: (Dördüncüsü: “Tahribi vaki’ olacak mıdır? ” sualine cevab verilecek.)

Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes’eleye delil:

1- Bütün Edyan-ı Semaviyenin icmaıdır

2- Ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir

3- Ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyüratının işaretidir.

4- Hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.

Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği surette izahatı yapılmıştır.

Üçüncüsü: (Beşincisi: “Tamiri mümkün müdür?” sualine cevab verilecek.)

O harab olmuş, ölmüş dünyanın, âhiret suretinde tamir ve dirilmesinin imkânıdır. Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünki kudrette noksan yoktur. Muktezi ise, gayet kuvvetlidir. Öyle ise; ona mümkün değil, belki vaki’ suretiyle bakılabilir. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabını ve ihtilafatın maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek.

Dördüncüsü: (Altıncısı: “Tamiri vaki’ olacak mıdır?” sualine cevab verilecek.)

O mümkün olan tamir ve ihyanın vuku bulmasıdır. Şuna delil başta

1- Kur’an-ı Kerim ve bütün Kütüb-ü Semaviye

2- Zât-ı Zülcelal’in evsaf-ı celaliyesi ve evsaf-ı cemaliyesi ve esma-i hüsnası

3- Enbiyaya gönderdiği bütün semavî fermanları ile kıyameti ve haşrin icadını va’detmiş. İşte madem va’detmiş, elbette yapacaktır. Onuncu Söz’ün Sekizinci Hakikatına müracaat et.

4- Hem başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bin mu’cizatının kuvvetiyle, bütün enbiya ve mürselînin ve evliya ve sıddıkînin, vukuunda müttefik olup haber vermeleridir.

5- Şu kâinat bütün âyât-ı tekviniyesiyle, vukuundan haber veriyor.

Otuzuncu Söz Otuzuncu Söz’ün Yirmidokuzuncu ve Otuzbirinci Sözle olan münasebeti: Yirmidokuzuncu Sözde nereye gidiyorsun sualine cevab verildiği gibi Otuzuncu Sözde de necisin sualine cevab verilmiştir. Hem Otuzuncu Sözde ister istemez gidilecek olan ahiret âleminde ebedi saadeti temin edecek insanın mahiyetinde münderic bulunan enenin istikametli istimal yolunu ve bu yolda giden nübüvvet silsilesi gösterilmiştir. Otuzuncu Sözde beşeriyetin kemali, enenin mahiyetinin anlaşılıp kainat kapılarının açılması ile ve enenin doğru istimali ile de Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlar anlaşılarak insanın kemale ermesi anlatılmış. Otuzbirinci Sözde ise insani arşa, çıkan yol icmali olarak mi’raç ile gösterilmiş. Otuzikinci ve Otuzüçüncü Sözde tafsilli olarak kemalata giden yol gösterilmiştir. Otuzbirinci Sözde mi’raç için meratib-i kemalatta seyr-i süluktan ibarettir denildiği gibi Otuzikinci Sözde de kemalat mertebeleri olan vahdaniyet, marifetullah ve muhabbetullah izah edilmiştir. Otuzüçüncü Sözde ise herşeyden kemalat mertebelerine giden ellibeş esmanın tecellileri otuzüç pencere ile gösterilmiş.

Otuzuncu Söz bir cihette Birinci Sözün tafsilli suretidir. Zira Birinci Sözde de iki maksad nazara verilmiştir. Birincisi insanın Cenab-ı Hakk namıyla hareket ettiğini, ikincisi herşeyin Bismillah dediğini izah eder. Otuzuncu Söz Birinci Maksadda Ene’nin Cenab-ı Hakk namıyla nasıl hareket etmesi gerektiğini izah eder. İkinci Maksadda ise zerre’nin hareket ve vazifesinde herşeyin Allah namıyla nasıl hareket ettiği izah eder.

Otuzuncu Söz Birinci Maksadı ile İkinci Maksadı arasındaki münasebet: Birinci maksadda enenin hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati izah edildi. İkinci maksadda ise ene miftahı ile açılan âlemin en küçük bir cüz’ü olan zerrenin hareket ve vazifesini ve Hallak-ı Kâinat’ın kudsi maksadları vech-i delaleti bir mukaddime ve üç nokta içinde izah edilecektir.

Nereden geliyorsun; tevhid ile ilgili Cenab-ı Hakkın şuunatının tanıtıldığı Yirmidördüncü Mektub

Nereye gidiyorsun; ahiret Yirmidokuzuncu Söz zıdların ayrılması

Necisin; Ubudiyet ve adalet Zerre risalesinde zerrenin harekâtında mevcudatın ibadetleri ve insanlık âleminde ise ene risalesinde izah edilmiştir.

Dördüncüsü ise mukadder bir suale cevab olarak bunları tatbik eden bunları ders veren Nübüvvet hakikatı Ondokuzuncu Söz ve Mektubta izah edilmiştir.)

Otuzuncu Söz’ün fihristi:

1. Enenin iki vazifesi

2. Enenin mahiyeti,

3. Enenin istimalindeki neticeleri,

4. Enenin nübüvvet ve felsefe silsilesindeki tesirleri,

a) Kuvve-i akliye, şeheviye ve gadabiyedeki tesirleri,

b) Felsefe ile nübüvvetin esaslarının mukayesesi,

c) Felsefenin İslâm âlemine tesiri,

d) Felsefenin esasat-ı fasidesine dört misal verilecek

Birinci Maksad Ene Risalesi Hakaik-i İlahiyeye dairdir.

Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar (Ene’nin kendinde gördüğü hakikatları, kâinata tatbik etmesi ile kâinatın kapıları açılır. Yani kendinde görünen esmanın bütün kâinattaki tecellisini görmek demektir.) ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. (Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğundan Cenab-ı Hakkı tanımak için farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enenin istimal edilmiş şekli olan enaniyet yapar.)

Sâni’-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin.

Sual: Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?

 Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Ancak ene ile anlaşılır. Ene, Vâcib-ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mizandır. Enenin “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir.

Silsile-i nübüvvet ve diyanet ile silsile-i felsefe ve hikmetin insanlık alemindeki meyveleri

1- Silsile-i felsefe ve hikmetin kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini,

2- Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları

3- Kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri yetiştirmiştir.

Silsile-i nübüvvet ve diyanetin

1- Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini,

2- Ve kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini

3- Ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştirmiştir.

Silsile-i nübüvvet ve diyanet ile silsile-i felsefe ve hikmetin menşe’ ve esaslarına altı noktadan baktırmış. Enenin altı noktası abdiyeti, mahiyeti, vücudu, malikiyeti, hakikatı ve vazifesidir.

Silsile-i nübüvvet ve diyanet ile silsile-i felsefe ve hikmetin menşe’ ve esasları

Şimdi şu hakikatı tenvir için, felsefe mesleğinin esasat-ı fasidesinden neş’et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esasat-ı sadıkasından tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak üç-dört misal zikrediyoruz.

Enenin İki Vechinin Muvazenesi

1- Hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticeler; İnsan kendi mahiyetini anlamasıyla Vâcib-ül Vücud’un mahiyetini anlayabileceğini ve ubudiyeti takınacağını izah ediyor.

Nübüvvet vechi: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.

Felsefe ise: “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir.” deyip firavunane bir hüküm vermişler. İnsanın esasında münderiç olan acz u za’f, fakr u ihtiyaç, naks u kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

2- Hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticeler; Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Kâinatta cereyan eden kanunlardan bazıları; düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram iken felsefe “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.

3- Tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesi ve düstur-u galiyesi; Nübüvvet “Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zâtın icadıdır.” Derken Felsefenin işrakiyyun kısmı ise “Birden bir sudûr eder” diyerek ve Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namını vererek esbaba ve vesaite bir nevi rububiyet vermişler.

4- Herşeyin neticesi ve hikmeti hakkında nübüvvet silsilesi “kendine bakan bir ise Sâni’ine bakan binlerdir.” derken felsefe ise “Herbir zihayatın neticesi kendine bakar demişler.

İşte bu dört misale, binler misali kıyas edebilirsin. “Lemaat” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.

Felsefenin şaşaa-i surîsine aldanıp o mesleğe giren İslâm alimleri

1- Hükema kısmından İbn-i Sina ve Farabî,

2- Mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu’tezile imamları,

3- Üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbînlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam

Meslek-i felsefenin esasat-ı fasideleri:

1- Felsefe eneye mana-yı ismî cihetiyle baktığı için bir firavunluk verir. Bu vaziyette ene Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder.

2- Cenab-ı Hakk’a “mûcib-i bizzât” demişler, ihtiyarını nefyetmişler;

3- “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyetmişler;

4- Her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir.

5- Haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.

Fatiha-i Şerife’nin âhirinde işaret edilen üç mesleğin hakikatı izah edilmiştir.

Evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir.

İkinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud’un marifetine yol açanların mesleğidir.

Üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.

 

Otuzuncu Söz İkinci Maksad [Tahavvülât-ı zerrata dair zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu maksad, bir “Mukaddime” ile “Üç Nokta”dan ibarettir.]

(Birinci Nokta: İki mebhastır.

Birinci Mebhas: Zerrelerin Cenab-ı Hakkın vücut ve vahdetine ayinelik yapması

İkinci Mebhas: Zerrelerin harekatında takib edilen beş külli hikmet izah ediliyor.

İkinci Nokta: Zerrlerin Cenab-ı Hakk namına hareket ettiğinin iki delili izah ediliyor.

Üçüncü Nokta: Zerrelerin harekatının altıncı külli hikmeti izah ediliyor ki; O da uhrevî alemlere liyakat kesbetmek hayattar, manidar vaziyet alıp nurlanmaktır.)

Mukaddime Tahavvülât-ı zerrat nedir?

Tahavvülât-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır.

Tahavvülât-ı zerratı anlamak için “İmam-ı Mübini, Kitab-ı Mübini ve Levh-i Mahv-İsbatı” anlamak lazımdır.

1- Âlem-i gaybdan olan, her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”in düsturları ve imlası tahtında

2- Ve zaman-ı hazır ve âlem-i şehadetten, teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den istinsah ile

3- Ve seyyal zamanın hakikatı ve sahife-i misaliyesi olan “Levh-i Mahv-İsbat”ta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.

Birinci Nokta: İki Mebhastır.

Birinci Mebhas: Her zerrede -hem hareketinde, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor.

Harekatında; havanın herbir zerresinin Cenab-ı Hakkın ilim ve iradesiyle her şeyin içine girip işlemesiyle nur-u tevhid parlıyor.

Sukununda ise; sâkin toprağın, sâkin olan herbir zerresinin bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle herbir tohumların açılmasına menşe ve medar olmasında nur-u tevhid parlıyor.

Misaldeki Avrupa’ya giden acemî, ham, âmi, âdi, kör adam hava zerresine, kulübecikte oturan kör, âciz, yerinden kalkamayan adam ise toprak zerresine işarettir.

İkinci Mebhas: Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok hikmet ve vazifelerinden beşine işaret ederiz.

Birincisi: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek ve yeni gelenlere yer vermek için, Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir. Ruhun model olması ve kitab misali verilmiştir.

İkincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal; şu dünyayı, bahusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmasıyla çok mahsülleri almak, hazine-i rahmetinin hedayasını, ve mu’cizat-ı kudretinin nümunelerini göstermek için zerratı hareket ettirir. Tarla misali verilmiştir.

Üçüncüsü: Esma-i İlahiyenin nihayetsiz tecelliyatını mahdud bir zeminde hadsiz nukuşlarla göstermek ve farklı manaları ifade etmek için Nakkaş-ı Ezelî zerratı tavzif etmiştir.

Dördüncüsü: Âlem-i misal ve âlem-i melekût gibi gayr-ı mahdud uhrevî âlemlere mahsulât-ı maneviye yetiştirmek için Hakîm-i Zülcelal zerratı tahrik etmiştir.

Beşincisi: Üçüncü ve dördüncü hikmetin birleşiminden beşinci hikmet çıkmışıtr. Şöyle ki; Gayr-ı mahdud esmanın cemalli ve celalli ve kemalli tecelliyatını şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahî ve az bir zamanda göstermesine karşılık mevcudata yaptırdığı gayr-ı mütenahi tesbihatın neticesi olan pek çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pekçok nukuş-u misaliye ve çok manidar nüsuc-u levhiyeyi almak için zerratı tahrik etmiştir.

Zerreler, hakikatta biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlahî ile Mevlevî gibi zikreder ve deverana kalkar.

(Üçüncü Nokta’da altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.)

İkinci Nokta: Herbir zerrede, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır.

Birincisi: Zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet eder.

İkincisi: Zerre kâinatın nizamat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere manisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’ın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.

Hem her bir zerre, öyle bir nakş-ı san’atta işler ki; bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla Sani’i Hakîmin kanun-u kader ve kalemi kudretine kat’i şehadet eder.

Üçüncü Nokta: Şu nokta, Birinci Nokta’nın âhirinde va’d olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:

Altıncı hikmet-i azîme: tahavvülât-ı zerratın hikmeti zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve manidar olmaktır. Zerratın harekâtında şu hikmetin bulunması üç kısımda izah edilir.

Evvelâ, Sâni’in hikmetiyle bilinir. Çünki Sâni’i Hakîmin intizam ve hikmetle zerratı hareket etirmesinde devamlılık ve vüsat takib ettiği maksadın büyüklüğünü gösterir. Sani’in hikmetiyle takib ettiği maksadın büyüklüğü ise hizmet gören zerratın harekâtını hikmetsiz, nursuz, ücretsiz bırakmamayı iktiza eder. Öyle ise Sani’in hikmet ile zerrata vereceği ücret âhiret âlemine lâyık olarak hayattar ve manidar bir vaziyette nurlanmaktır.

Sâniyen: Sâni’-i Hakîm, zerratı bir ücret-i kemal hükmünde kendine lâyık bir nevi kemalâta koşturmasıyla bilinir. Zerratın hakiki kemalâtı ise ahirette layık bir suret almaktır.

Sâlisen: Sâni’-i Hakîm’in emriyle vazife-i fıtrat içinde zerratın enva’-ı harekâtına göre onlara tecelli eden esmanın hesabına ve şerefine olarak birer manevî letafet, birer manevî nur, birer makam, birer manevî ders almalarıyla bilinir ki zerrat âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almaktır.

Elhasıl: Kanun bir silsiledir, ef’al onun ile bağlıdır. Elbette bu görünen zerratın harekatı arkasında görünen kanunlar vardır.

Birincisi: Sâni’-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve istidad vererek sevk etmesiyle bir “Kanun-u Rububiyet”in ucu görünüyor. Zerratın nokta-i kemali âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almaktır.

İkincisi: Hâlık-ı Kerim, hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal vermesiyle bir muazzam “Kanun-u Kerem”in ucu görünüyor. Zerratın ücret-i kemali âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almaktır.

Üçüncüsü: her şeyin hakikatında görünen güzelliğin arkasında bir “Kanun-u Tahsin ve Cemal”in ucu görünüyor. Esmanın tecelli ettiği zerratın en güzel sureti âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almaktır.

Dördüncüsü Fâtır-ı Kerim, düstur-u kerem iktizasıyla bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almamsıyla bir “Kanun-u Rahmet”in ucu görünüyor. Zerratın makamını ve kemalini almayıp âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret devam etmektir.

Beşincisi: Hallak-ı Bîmisal israf etmeyip abes işleri yapmamsıyla bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor. Zerratın israf ve abese gitmemesi âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almasıyla mümkündür.

Altıncısı: Zerrat-ı arziyenin vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, harab olacak dünyanın enkazı içinde bırakmayıp öteki âlemin binasında dercetmesiyle bir “Kanun-u Adl”in ucu görünüyor. Zerratın tekemmül ettikten sonra hakkı hayatının adaletle devam etmesi âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almakladır.

Yedincisi: Hidemat-ı hayatiye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbaniyeye hizmet etmiş herbir zerrenin manevî alnında o manaların hikmetlerini, kader kalemiyle kaydetmesiyle bir “Kanun-u İlm-i Muhit”in ucu görünüyor. Zerratın hidemat-ı hayatiyeleri ve tesbihatları vücuda gelmeden ve gittikten sonra ilm-i muhitte var olduğunun görünmesi âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almakladır.

Netice-i Kelâm: Geçmiş yedi kanun, yani Kanun-u Rububiyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemal, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhata-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A’zam ve o İsm-i A’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki:

Sekizincisi: Öyle ise zerreler başıboş değiller. Bütün bu kanunların arkasında zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir “Kanun-u Kayyumiyet” görünüyor. Zerratın dağalmayıp ordu gibi bütünlük gösterip devam etmesi âlem-i âhirete hayattar ve manidar bir suret almakladır.

Sual: Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun suallerinden birinin de cevabı olan zerrelerin harekâtının bu zamana kadar Kur’an müfessirleri tarafındanda keşfedilemeyen bir sır olmasının sebebi nedir?

Elcevap: Zerrelerin harekâtı, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamını ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi gören ve gösterebilen biri tarafından bu sır açılabilirdi.

Elhasıl: Geçmiş üç nokta sırrıyla; herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile “Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” der. Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu’ gibi herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile bir kaside-i medhiye hükmünde olan san’atlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir.

Otuzbirinci Söz Mi’rac-ı Nebeviyeye dairdir

Birinci Söz Risale-i Nur’un çekirdeği hükmündedir. Otuzuncu Söze kadar herşeyin Bismillah dediğini enfüsi ve afaki âlemde delilleri ile isbat edilmiştir. Otuzuncu Söze kadar bir cihetle erkân-ı imaniyenin usûlü ders verilmiştir. Sonrasında Mi’racdan bahsedilmiştir. Miraç Risalesi Otuzbir sayfadır.

Otuzuncu Sözün Otuzbirinci Sözle alakası; Otuzuncu Sözün birinci makamında ene açılmış, ikinci makamında harekât-ı zerrat açılmış, yani herşeyin Bismillah dediği isbat edilmiştir. Otuzbirinci Sözde de âlem-i vücub açılmıştır. Otuzbirinci Sözde anlatılan âlem-i vücubun müşahhas hali Otuzikinci ve Otuzüçüncü Sözlerdir. Otuzikinci Sözde iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah anlatılmıştır. Otuzüçüncü Sözde de vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve şuunat-ı Rabbaniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın ellibeş lisanla vech-i delaletleri anlatılmıştır.

İhtar: Mi’rac mes’elesi, erkân-ı imaniyenin kabulünden sonra isbat edilebilir. Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatab ittihaz ederek, ona karşı beyan edeceğiz. Arasıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz.

Bazı sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti.

(Otuzbirinci Sözün

Mukaddimesi Yirmibeşinci Sözün İkinci Şulesinin İkinci Nurundaki Dokuzuncu Nükte-i Belâgat’tan alınmıştır.

Birinci Esas Mi’racın sırr-ı lüzumu izah edilmiştir.

Onikinci Söz’ün sırr-ı i’caz-ı Kur’an ve sırr-ı Mi’rac hakkındaki iki temsili alınmış. Birinci temsil Cenab-ı Hakk neden uzun bir seyahatten sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı huzuruna aldığı üzerine durulmuştur. Bir kişinin velayet mertebesi Kelamın ulviyetini arttıran Mütekellim, muhatab, makam ve maksadları her bir esma için düşünüp mazhar olduğu ismin çokluğuna ve ismin azameti neticesinde velayet mertebesi artar. İkinci temsil de ise Cenab-ı Hakka yakınlaşma yolu üzerine durulmuş.

İkinci Esas Mi’racın hakikatını izah eder.

Birinci temsil ile Yirmidördüncü Sözün Birinci Dalındaki Cenab-ı Hakkı ayrı ayrı esma ile  tanımak hakikatı izah edilmiştir

İkinci temsil ile Onaltıncı Sözün Üçüncü Şua’ındaki herbir esmanın pek çok mertebeleri olduğu ve herbirinin bir arşı olduğu hakikatı izah edilmiştir.

İkinci Esasın Yedi Suali Onbeşinci Söz gibi Külliyatın muhtelif yerlerinden alınmıştır.

Üçüncü Esas Mi’racın hikmetini izah eder. Onbirinci Sözden ve Otuzuncu Lem’anın Üçüncü Nüktesinin ism-i Hakem’e dair olan kısmından alınmıştır.

Birinci temsilde Mi’racın hikmeti Onbirinci Sözdeki saray temsili ile anlatılmıştır. Şöyle ki; Sâni’-i Âlem, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, kâinatı ve insanı yaratmasındaki makasıd-ı İlahiyesini ona anlatması ve onunla bütün zîşuura bildirmesi ve onun nazarı ile,  âsârında ef’alinin, esmanın, sıfâtın, şuunatın ve Zâtının güzelliğini müşahede etmesi ve ettirmesi, bir hayt-ı ittisal suretinde kesret tabakatının müntehasından tâ mebde’-i vahdete kadar nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek istemesi Mi’racın hikmetidir.

İkinci temsilde Mi’racın hikmeti Otuzuncu Lem’a Üçüncü Nükte Beşinci Noktasındaki kitab temsili ile anlatılmıştır. Şöyle ki; Sâni’-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün enva’ını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva’-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için Cenab-ı Hakk zatında olan bütün enva’-ı cemalini, gösterebilecek mahiyet-i Muhammediyeye (A.S.M.), nazar-ı inayet ile bakmış. Kâinattaki bütün mahiyetleri içerisine alacak bir mahiyette görmüş. Ve Zât-ı Muhammedi ASM, mebde’-i evvel olarak yaratıp onun üzerine kâinatı bina etmiş. Ve daha sonra ağaçta olan bütün hakikatları meyvede topluyor. İşte o meyve ise Zât-ı Ahmediyyenin (ASM) Mi’racıdır. Mi’rac Resul-i Ekremin (ASM) kendi kudsi mahiyetinde çekirdek hükmünde bulunan ilmi olarak gözüken ne kadar cemal ve kemaller varsa bunların meyve makamına bir seyr-i sülukudur.

Dördüncü Esas Mi’racın semeratı ve faydası beş meyve ile izah edilmiştir. Bu meyveler İman Küfür Muvazenelerinden alınmıştır.

Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görmesidir.

İkinci Meyve: İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir.

Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir.

Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir.

Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni’-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir.)

İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın aslıyla birleştirmek ve kemalât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemaline birden bir âyine yapmak için, inayeti Allah’tan istedik. 

Mukaddime: Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder. Meselâ:

اِنَّهُ deki zamir, Peygambere göre olsa, O küçük cüz’î seyahatı

1- Hem küllî,

2- Hem mahşer-i acaib bir seyahatın anahtarı hükmünde gösteriyor ki, bu mana ikinci esasta mi’racın hakikatı olarak izah ediliyor.

Eğer zamir, Cenab-ı Hakk’a raci’ olsa, şöyle oluyor ki: o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin,

1- Bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberindedir.

2- Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir.

3- Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraberdir.

Cenab-ı Hak kendini “bütün eşyayı işitir ve görür” sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul ve muhit ve umum kâinata âmm ve bütün mahlukata şamil hikmetlerini gösteriyor ki, bu mana üçüncü esasta mi’racın hikmeti olarak izah ediliyor.

Bu sırr-ı azîmin “Dört Esas”ı var.

Birinci Esas Mi’racın Sırr-ı Lüzumu: Neden dolayı velayet-i Ahmediye (A.S.M.) Mi’rac gibi uzun bir seyahatın neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu münacata muvaffak oluyor?”

Elcevab: Şu sırr-ı gamızı “iki temsil” ile fehme takrib ediyoruz. Onikinci Söz’ün sırr-ı i’caz-ı Kur’an ve sırr-ı Mi’rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır. Birisi cüz’î ve has, diğeri küllî ve âmm… Birisi İlham, diğeri Vahy… Birisi Namaz, diğeri Mi’raç…

İkinci Temsil: Güneşle iki tarzda münasebetdar olunur, Biri elindeki âyine ile diğeri ise doğrudan doğruya…

İşte Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samed’in tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder: Biri perdeli ve zamanlı, diğeri perdesiz ve zamansız… Biri velayet ve kurbiyet, diğeri risalet ve akrabiyettir. Biri galib-i esma ve sıfâtın zılalinde o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Diğeri bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hakkın, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebesinde o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var.

İkinci Esas Hakikat-ı Mi’rac nedir?

Elcevab: Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) meratib-i kemalâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. Şu yüksek hakikata “iki temsil” dûrbîni ile bakılabilir.

Birinci Temsil: Yirmidördüncü Söz’de Birinci Dalda esmanın kâinattaki tecellileri ve insanın esma ile münasebeti Padişah temsili ile izah edilmiştir. Nasılki bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları (Hakim, Sultan, Kumandan-ı A’zam ve Halife gibi) ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları (Muti’ ahali ona “Merhametkâr Padişah” derler. Âsi insanlar ona “Kahhar Hâkim” diye tanır.) ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır.

İşte Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır. Elbette bütün devair-i rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi olan Enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek; hakikat-ı Mi’racı iktiza ediyor.

İkinci Temsil: Hâkim-i Arz ve Semavat, herbir daire ve tabakada birer daire-i rububiyeti ve birer tabaka-i hâkimiyeti görünüyor. Şimdi, bütün kâinattaki makasıd-ı ulya ve netaic-i uzmayı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetlerini görmekle, Zât-ı Kibriya’nın saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek, o zâtın marziyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellâl olmak için, alâküllihal o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i a’zamiyesinin ünvanı olan Arş-ı A’zamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn’e, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir ki; şu seyr ü sülûk ise, Mi’racın hakikatıdır.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıyoruz.

Birinci Sual: “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl Mi’raca inanacağım?”

İkinci Sual: “Nasıl inanayım, herşeyden daha yakın bir Rabb’a binler sene mesafeyi kat’edip, yetmişbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?”

Üçüncü Sual: “Ben semavatı inkâr ediyorum, melaikelere inanmıyorum. Semavatta birinin gezmesine, melaikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”

Dördüncü Sual: “Bin müşkilât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’eder, gider, gelir?”

Beşinci Sual: “Haydi çıkabilir, niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?”

Altıncı Sual: “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’etmek, aklen muhaldir?”

Yedinci Sual: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki’ olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?”

Üçüncü Esas Hikmet-i Mi’rac nedir?

Elcevab: Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde’-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlukatında cemal-i san’atını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

İşte Sâni’-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün enva’ını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva’-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde’-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi’rac ile, o ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip, fermanıyla tavzif etmektir.

Birinci temsil: Onbirinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi: Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni’-i Zülcelal, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görsün ve göstersin o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin.

İkinci Temsil: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve hakaik-i esmasını göstermek için Kitab tarzında yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder. Öyle ise o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıp, kalbini dinleyeceğiz; Onun kalbi diyor: “Ben inanmağa başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkilim daha var.

Birincisi: Şu Mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur?

İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, onun nurundan halkolunmuş. Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çıkmak; şu âlem-i arziyedeki âsârların makinelerini, tezgâhlarını ve netaicinin mahzenlerini görmek için uruc etmiştir. Ne demektir?

Dördüncü Esas Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevab: Şu şecere-i tûbâ-i maneviye olan Mi’racın beşyüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cennet’i, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek

İkinci Meyve: Marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o marziyatı anlamak,

Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir.

Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir.

Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni’-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir.

Şimdi, makam-ı istima’da olan zâta iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

Birinci Temsil: Bir memlekette bulunan kişinin memleket hâkiminden gelen müjde sonrası vaziyeti anlatılıyor. İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

İkinci Temsil: Sahra-yı kebirde, kum denizi fırtınasında, gece karanlığında iken gelen otomobilden sonraki vaziyeti anlatılıyor. Hakikatında ise dünya ve dünya içindeki insanın hakiki istikbali olan ahireti anlatıyor.

Otuzbirinci Sözler’in Zeyli Şakk-ı Kamer mu’cizesine dairdir

Feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı Kamer vuku bulsa idi umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi?”

Birinci Nokta: Kur’an-ı Hakîm’i inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız “sihirdir” demişler.

İkinci Nokta: Sa’d-ı Taftazanî gibi eazım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: yüzer mu’cizatının delaletiyle tevatürle vücudu kat’îdir.

Üçüncü Nokta: Mu’cize; dava-yı nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna’ etmek içindir, icbar için değildir. Çünki “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.

Dördüncü Nokta: Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette vuku bulduğundan etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek.

Beşinci Nokta: Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i rububiyetin istediği insanlara ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir.

Elhasıl: Şakk-ı Kamer’in vukuuna delalet eden çok bürhanlarından altısına işaret ederiz. Şöyle ki: sahabeler, müfessirler, muhaddisîn, evliya ve sıddıkîn, mütebahhir ülemanın tasdiki, ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak’ayı telakki-i bilkabul etmesi; güneş gibi inşikak-ı Kamer’i isbat eder.

Elhasıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namına ve iman hesabınadır. Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki Mi’rac ile âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi. Öyle de: Şakk-ı Kamer mucizesiyle arz’ın sekenesine rüchaniyetini göstermiş.

Otuzikinci Söz Şu söz üç mevkıftır. (Birinci Mevkıf: Vahdaniyet, İkinci Mevkıf: Marifetullah, Üçüncü Mevkıf: Muhabetullah bahsidir. (Cenab-ı Hakkı tanımanın meyveleri ve faideleri diyebiliriz. Üçüncü Mevkıfın Birinci mebhası; İkinci Mevkıfın hulasası hükmündedir. Üçüncü Mevkıfın İkinci Mebhası; asıl olarak imanın, tevhidin, Cenab-ı Hakkı tanımanın meyvelerinden bahsediyor.)

Birinci Mevkıf Vahdaniyete dairdir.

Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum enva’-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farzediyoruz ki; o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden bir şeye Rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dava etmektedir.

1- İşte o müddeî, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki: Vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki; nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zabteder.

2- Sonra kandaki bir küreyvat-ı hamraya rast gelir. O küreyvat-ı hamra, yani yuvarlak kırmızı mevcud, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye dili ile der: Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir.

3- Sonra bedendeki hüceyre tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki: “Bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizam var ki; eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa, intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”

4- Sonra bir insanın bedenine rast gelir. Cevaben o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı haliyle der ki: “Bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delaletiyle, benim Sâni’im herşeye Kadîr, herşeye Alîm, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir zâttır.

5- Sonra insanın nev’ine rast gelir. O vakit nev’-i insan, hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki: Benim nev’imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır.

6- Sonra zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe gider. O vakit o gömlek, o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki: “Bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahib olamaz ve müdahale edemez.”

7- Sonra küre-i arza gider. O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki: “Bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir zâttır ki; bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona muti’ ve müsahhardırlar. Bir ağacı, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi, kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelal ve Hâkim-i Mutlak’tır.”

8- Sonra güneşe gider. Güneş ise, Hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle ona der: ” Ben öyle birinin olabilirim ki; bütün emsalim olan ulvî yıldızları icad eden ve semavatında kemal-i hikmetle yerleştiren ve kemal-i haşmetle döndüren ve kemal-i zînetle süslendiren bir zât olabilir.”

9- Sonra yıldıza gider. O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki: Bizler öyle bir zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir.

Bütün yıldızlarla beraber o yıldız “Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın.” diye ilân ederler.

Elhasıl: Zerre, o müddeîyi küreyvat-ı hamraya havale eder. Küreyvat-ı hamra onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev’-i insana, nev’-i insan onu zîhayat enva’ından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Herbiri der: “Git, benden yukarıdakini zabtedebilirsen sonra gel benim zabtıma çalış. Eğer onu mağlub etmezsen, beni ele geçiremezsin.” Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremiyen, birtek zerreye rububiyetini dinletemez.

Arabî fıkranın tercümesi: Şimdi bak Allah’ın rahmetinin eserlerine! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?” 30-Rum/50 âyetinin ezelî bağından bir çiçeğine işaret eden Arabî fıkralardır. Çiçek açmış herbir ağacın güzel yazılmış manzum bir kaside olduğunu üç kısımda izah ediyor.

Birinci Mevkıf’ın Küçük Bir Zeyli “Artık üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve süslemişiz.” 50-Kâf/6 Bu âyetin bir nevi tercümesidir. Âyet-i Kerime nazar-ı dikkati semanın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor.

1- semanın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görmeyi âyet emrediyor. Taki bir Kadîr-i Mutlak’ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın.

2- Semanın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Taki bir Kadîr-i Zülcelal’in derece-i kudret ve hikmetini anlasın.

3- Semavat yüzünde, öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki; Sâni’-i Zülcelal’in ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir.

4- Semanın yüzündeki mahlukatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve Onların Sâni’i ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil.

5- Semanın müzeyyen tavanında teshir-i Şems ve Kamer ve nücumu gör ve anla ki: Onlar nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin şeairidir.

Yıldızları konuşturan bir Yıldızname

 

İkinci Mevkıf Marifetullaha dairdir. Şu mevkıfın üç maksadı var:

Birinci Maksad Ehl-i şirk ve dalaletin vekili, şeytan gibi, vahdete dair teşkikat yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.

Birinci Sual: Siz ne ile nihayetsiz bir kudret sahibi bir Vâhid-i Ehad’i isbat ediyorsunuz? Neden onun kudretiyle beraber başka eller karışmasını kabil görmüyorsunuz?”

Elcevab: Bütün kâinattaki silsilelerin herbiri, Vâcib-ül Vücud’un ve Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine birer delil-i kat’îdir. Kur’an-ı Hakîm; hilkat-ı semavat ve arzdan, tâ sîmalardaki teşahhusata kadar hangi şeyden soruldu ise, lisan-ı hal ile vahdaniyete şehadet ve sikke-i tevhidi gösterdi. Sen de gördün…

Öyle ise; kâinatın mevcudatında bir emare yok ki, bir şirk ihtimali ona bina edilsin. İlm-i Kelâm ve İlm-i Usûl’ün düsturlarındandır ki, “Bir delilden, bir emareden neş’et etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok. Kat’î ilme şek katmaz. Yakîn-i hükmîyi sarsmaz.”

Hem şerikler “müstağniyetün anhâ” ve “mümteniatün bizzât” yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi, vücudları muhal oldukları halde onları dava etmek, sırf tahakkümî ve manasız söz ve dava-yı mücerred olduğundan; şirki iddia etmek, mahz-ı cehalet, ayn-ı belâhettir.

İşte ehl-i dalaletin vekili, buna karşı diyeceği kalmıyor. Yalnız diyor ki:

İkinci Sual: “Şirke emare, kâinattaki tertib-i esbabdır. Herşeyin bir sebeble bağlı olduğudur. Demek esbabın hakikî tesirleri vardır. Tesirleri varsa, şerik olabilirler?”

Elcevab: Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Herbir şey, bir sebeble bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddid Sözlerde kat’î isbat etmişiz ki: “Esbabda hakikî tesir-i icadî yok.” Şöyle ki; Esbab içinde, bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi’, olan insanın rububiyet-i İlahiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz. Hizmet-i ubudiyetten başka nasîbleri yoktur.

İkinci Maksad Siz diyorsunuz ki: Hâlık-ı âlem birdir; Ehad’dir, Samed’dir. Hem, herşeyin Hâlık’ı odur. Müşahhas bir tek zât, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?

Elcevab: Şu suale, sırr-ı Ehadiyet ve Samediyetin beyanıyla cevab verilir. Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfâtında misil ve misali yok. Fakat mesel ve temsil ile bir derece şuunatına bakılabilir. İşte biz de, temsilât-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.

Birinci Temsil: Şöyle ki: Onaltıncı Söz’de isbat edildiği gibi: Bir zâtın binbir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve camid bir âyinesi hükmünde olan güneş, teşahhusu ile beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa; o Zât-ı Zülcelal, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapar.

İkinci Temsil: Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere, kâinatın hakaikına misal olabilir. Çınar ağacının manevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde, Maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra, hem sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan birtek Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zahir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir?

Hem İbn-i Abbas Radıyallahü Anh’ın dediği gibi: “Herbir mevcuda bakar birer manevî basarı ve işitir birer manevî sem’i” bulunmaz mı?

İkinci Maksad’ın Hâtimesi Ehadiyete dair Arabiyy-ül ibare bir silsile-i tefekkür

Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar; kudretinin ihatasına ve ilminin şümulüne birer şahid-i sadık oldukları gibi; âlem-i kesretin aktarında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi âlemin etrafında vahdet âyineleridirler.

Çekirdek dahi, vahdetin birer maddî âyinesi oldukları gibi; zikr-i kalbi-yi hafî ile koca ağacın zikr-i cehrî suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmayı zikreder, okur.

Hem o meyveler, tohumlar; kaderin meşhud işaratı ve kudretin mücessem rumuzatıdır.

Öyle de: Şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücud alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.

Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbaniyenin telvihatıdır.

Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid için bazı cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aşılanır.

Öyle de: Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni’-i Kâinat’ın en münevver ve en câmi’ bir âyinesidir. İşte şu hikmettendir ki: Şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara medar olmuş.

Umuma iman lâzım olan haşrin mertebesinin isbatı için Kur’anın gösterdiği deliller:

1- Bütün zerratı haşr ü neşredecek bir kudretin tasarrufatını gösterir.

2- Bütün mahlukatı fenaya gönderip, yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.

3- Yıldızları dağıtıp, semavatı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve âsârını gösterir.

4- Bütün zîhayatı öldürecek, yeniden def’aten bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve tecelliyatını gösterir.

5- Bütün rûy-i zeminde zîhayat olanları ayrı ayrı haşr ü neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir.

6- Küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir surete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.

Bir Sual: “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun.

Elcevab: Kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir. Şöyle ki: bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. Güneş temsiliyle nuraniyet hakikatı gösteriliyor. Ağaç temsiliyle sırr-ı ehadiyet hakikatı gösteriliyor.

İkinci Suale Cevab: Kinaî mana doğru ise, o kelâm sadıktır. Mana-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar doğru ise, o kelâm sadıktır. Temsil-i dûrbînî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.

Üçüncü Maksad İkinci maksadın başındaki iki suale ilaveten iki şıklı üçüncü bir sual’dir. Birinci Şık: Kur’anda: ” اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ ” ” اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ ” gibi kelimat, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş’ar eder.

İkinci Şık: “Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemali olabilir?”

Elcevab: Birinci şıkka “beş işaret” ile cevab veririz:

Birinci İşaret: Kur’an baştan başa tevhidi isbat ettiği ve gösterdiği için, (Başka şerikleri red etmesi) bir delil-i kat’îdir ki; Belki “Hâlıkıyet sıfatının mertebelerinin en ahseninde bir Hâlık-ı Zülcelal’dir” demektir.

İkinci İşaret: Bu tabirler, Hâlıkların taaddüdüne bakmıyor. Belki mahlukıyetin enva’ına bakıyor. Yani “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halkeder bir Hâlıktır.”

Üçüncü İşaret: Bu gibi tabirattaki müvazene, Cenab-ı Hakk’ın vaki’deki sıfât ve ef’alini, cin ve ins ve melekte olan sıfât ve ef’ale müvazene ve tafdil değildir. Belki müvazene, insanların ve bahusus ehl-i gafletin nazarına göredir. Ehl-i gafletin nazarında Hâlık ve Mün’im tevehhüm olunan zahirî esbabın vaki’deki Mün’im-i Hakikî ile müvazene edilemeyeceğini göstermek içindir.

Dördüncü İşaret: Esma-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde, akıl itibariyle hadsiz meratib bulunabilir. Cenab-ı Hak, o sıfât ve esmanın mümkün ve mutasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir.

Beşinci İşaret: Şu müvazene ve müfadale; Cenab-ı Hakk’ın ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir.

Vekilin ikinci şık sualine “Beş Remiz” ile cevabdır:

Birinci Remiz: Sualde diyor ki: “Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemali olabilir?”

Elcevab: Şu sual sahibi, hakikî kemali bilmiyor. Yalnız nisbî bir kemal zannediyor. Halbuki Sâni’-i Zülcelal ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlık-ı Zülkemal’in bütün kemalâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve masiva, ona tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler.

İkinci Remiz: Seyyid Şerif-i Cürcanî “Şerh-ül Mevakıf”ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünki kemal, mahbub-u lizâtihîdir.” Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelal, san’atını ve masnuatını ve mahlukatının mehasinini sever, muhabbet eder. Ve san’atını sevmesiyle, o san’atın dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder.

 Üçüncü Remiz: Umum kâinattaki umum kemalât, bir Zât-ı Zülcelal’in kemalinin ve cemalinin, zaîf bir gölgedir. Şu hakikatın beş hüccetine icmalen işaret ederiz.

 Birinci Hüccet: Zât-ı zîşuunun kemalinin ziyası, şuun ve sıfât ve esma ve ef’al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.

İşte şu derece hakikî kemalât-ı zâtiyeye nisbeten, gayra bakan ve emsal ve ezdada tefevvuk cihetiyle olan nisbî kemalâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın…

İkinci Hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla hisseder ki: Şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve enva’-ı mehasin ile tezyin edenin, nihayet derecede bir cemal ve kemalâtı vardır ki, şöyle yapıyor.

Üçüncü Hüccet: Şu kâinat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevî ve ilmî mehasinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmî ve manevî mehasin ve kemalât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemalin ve kemalin cilveleridir.

Dördüncü Hüccet: Şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî’nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır.

Beşinci Hüccet: Bütün muhakkikîn ve evliya ve asfiya ve bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede, keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki: Kâinat mezahirinde ve mevcudat âyinelerinde görülen mehasin ve kemalât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı kemalidir ve cilve-i cemal-i esmasıdır.

Dördüncü Remiz: Hayy-u Kayyum ve Hannan-ı Mennan ve Rahîm ve Rahman olan Zât-ı Zülcemal ve-l Kemal’in rahmetindeki cemal, merhumlara bakar. Kerim olan zat ikram etmekten almış olduğu lezzetten daha fazlasını ikram etmiş olduğu mahlukatın telezzüziyle, ferahıyla alır. “Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye” tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki; O manaların birer lem’asına gelecek temsilâtın dûrbîni ile bak:

Meselâ: Nasılki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer.

Hem meselâ: Mahir bir san’atperver meharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor.

Hem meselâ adaletperver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.

İşte şu üç misal gibi, binbir esma-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki: “Vedud” ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; “Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir.” demişler.

“Vedud” ismine mazhar bir kısım evliya, “Cennet’i istemiyoruz. Bir lem’a-i muhabbet-i İlahiye, ebeden bize kâfidir.” demişler. Hadîste geldiği gibi: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemal-i İlahî, bütün Cennet lezaizine faiktir.”

İşte şu nihayetsiz kemalât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelal’in kendi esma ve mahlukatıyla hasıl olur. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan kemalât, kemalât değildir.

Beşinci Remiz: Beş noktadır:

Birinci Nokta: Ehl-i dalaletin vekili der ki: “Ehadîsinizde dünya tel’in edilmiş, “cîfe” ismiyle yâdedilmiş. Hem bütün ehl-i velayet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. “Fenadır, pistir” diyorlar. Halbuki sen, bütün kemalât-ı İlahiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?” Dünyanın üç yüzü vardır.

Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar.

İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır.

Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret, bu yüzdedir.

Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.

Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:

Birincisi: Ehl-i marifettir ki, Cenab-ı Hakk’ın marifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.

İkincisi: Ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men’ettiği için veyahut şuhud derecesinde iman ile Cennet’in kemalât ve mehasinine nisbeten dünyayı çirkin görür.

Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Çünki eline geçmez.

Dördüncüsü: Dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder.

Üçüncü Mevkıf Şu Üçüncü Mevkıf “İkinci Nokta”dır. O da iki mebhastır.

Birinci Mebhas Bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları, esma-i İlahiyeye istinad eder. “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Hattâ birtek zîhayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir. Hattâ birtek güzel çiçek ve hasna bir insan yalnız maddî ve zahir suretinde Sekiz sahifede Ondokuz esmayı gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcudat, ne derece ulvî ve küllî esmayı okutuyor, kıyas edebilirsin.

Birinci sahife: Umumî şekil ve mikdarını gösteren heyettir ki: “Ya Musavvir, ya Mukaddir, ya Munazzım” isimlerini yâdeder. 3

İkinci sahife: Suretlerinde ayrı ayrı a’zaların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki; o sahifede “Alîm, Hakîm” isimleri gibi çok isimler yazılıyor. 2

Üçüncü sahife: O iki mahlukun ayrı ayrı a’zalarına, ayrı ayrı hüsün ve zînet vermekle, o sahifede “Sâni’ ve Bâri'” isimleri gibi çok isimler yazılıyor. 2

Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki; güya lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahife “Ya Latif, Ya Kerim” gibi çok isimleri yâdeder, okur. 2

Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnaya sevimli evlâdlar, güzel ahlâklar takmakla; o sahife “Ya Vedud, ya Rahîm, ya Mün’im” gibi isimleri okutturuyor. 3

Altıncı sahife: O in’am ve ihsan sahifesinde, “Ya Rahman, ya Hannan” gibi isimler okunuyor. 2

Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemaat-ı hüsün ve cemal görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve safi bir muhabbete lâyık olur. O sahifede “Ya Cemil-i Zülkemal, ya Kâmil-i Zülcemal” isimleri yazılı okunuyor. 2

Sekizinci sahife: (İnsan sahifesi) Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letaif sahifeleriyle “Hayy, Kayyum ve Muhyî” gibi ne kadar esma-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin. 3

3+2+2+2+3+2+2+3=19 Sekiz sahifede 19 Esma okundu.

Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet’e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.

İkinci Noktanın İkinci Mebhası Birinci mebhasta hakiki kemalât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette hâsıl olduğunu yani hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını bilmekle hakikî hakaike ulaşılacağını ders verdi. Bu ikinci mebhasta ise ehl-i dalaletin vekili, hakikî saadeti, lezzeti, terakkiyatı, kemalatı âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte bulduğunu söylemesine binaen Küçük Sözler ve Onyedinci Lem’anın Beşinci Notasında geçen hakikatlar nev’inden hakikatlarla hakikî saadetin, lezzetin, terakkiyatın, kemalatın âhireti düşünmekte ve Allah’ı tanımakta olduğunu ders veriyor. Şöyle ki:

Kur’anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalalet ve helâket kapılarını kapatır. Şöyle ki:

1- İnsanın za’f u aczini ve fakr u ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîm’e tevekkül ile tedavi eder.

2- Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim ile tedavi eder.

3- Kendisinin makbul bir misafir-i Rahman olduğunu bildirir.

4- Dünyayı misafirhane, dünyadaki mevcudatı esma-i ilahiyeye âyine ve masnuatı mektubat-ı samedaniye olduğunu bildirir.

5- Hem mevt ve eceli, ahbablara visal ve mülâkat mukaddemesi olarak gösterir.

6- Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu isbat eder.

7- Hem kabrin bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.

8- Hem mü’mine der: İhtiyarın cüz’î ise, İktidarın küçük ise, Hayatın az ise, Ömrün kısa ise; Fikrin sönük ise; Hadsiz emellerin, elemlerin varsa, Hadsiz arzuların, makasıdın varsa…

9- Hem der: Sen kendine mâlik değilsin; dünya sahibsiz değil; Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değiller; Hem sana düşmanlık vaziyetini alan bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler.

10- Hem der: Şu âlem fânidir, zâildir, geçicidir; lezzetleri az, elemleri çoktur;

11- Hem insanı a’lâ-yı illiyyîne ve terakkiyat-ı maneviyeye ve tekemmülât-ı ruhiyeye çıkarır.

12- Hem beşerin ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil eder ve kolaylaştırır.

13- Hem Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelal’i tanıttırmakla, insanı ona bir memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir.

14- Hem insanın dünya misafirhanesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemal-i rahatla seyahatini temin eder.

15- Hem de Kur’anın hakikatı der ki: Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmarene verme. Hakiki Mahbub ve Mabud olan Zata ver.

16- Hem der: “Ey insan! Onun esma ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekasız mevcudata verme;

Birinci âyet, Onbirinci ve Yirmiüçüncü Söz’de tafsilen o âyetin i’cazkârane ve îcazkârane ifade ettiği müvazene ki, ehl-i dalaletle ehl-i imanın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eder.

İkinci âyet ise, mefhum-u muvafık ile şöyle ulvî bir hakikatı ifade ediyor.

“Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.”

Ve mefhum-u muhalif ile delalet ediyor ki:

“Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

Mühim Bir Sual: Diyorsunuz ki: “Muhabbet, ihtiyarî değil.

1- Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim.

2- Peder ve vâlide ve evlâdlarımı severim.

3- Refika-i hayatımı severim.

4- Dost ve ahbablarımı severim.

5- Enbiya ve evliyayı severim.

6- Hayatımı, gençliğimi severim.

7- Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim.

Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve esmasına verebilirim? Bu ne demektir?

Elcevab: “Dört Nükte”yi dinle.

Birinci Nükte: Muhabbet, çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, mecazî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.

Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle,

İkinci Nükte: Ta’dad ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onları Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve onun muhabbeti namına sev, deriz. Meselâ:

1- Leziz taamları, güzel meyveleri, meşru dairesinde kanaatkârane kazanarak ve mütefekkirane, müteşekkirane yemektir.

2- Peder ve vâlideyi ihtiyar oldukları ve bize hiçbir faideleri kalmadığı ve bizi zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.

3- Evlâdlarının vefatlarında sabır ile şükürdür, me’yusane feryad etmemektir.

4- Dost ve ahbab ise: Eğer onlar iman ve amel-i sâlih sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın dostları iseler, sevmektir.

5- Refika-i hayatını, rahmet-i İlahiyenin munis, latif bir hediyesi olduğu cihetiyle kadınlığa mahsus cemal-i şefkat ve hüsn-ü sîretini sevmektir.

6- Enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakk’ın makbul ibadı olmak cihetiyle sevmektir.

7- Hayatı, Cenab-ı Hakk’ın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mabud’a aittir.

8- Gençliğini, hüsn-ü istimal etmek, şâkirane bir nevi muhabbet-i meşruadır.

9- Baharı; Cenab-ı Hakk’ın nurani esmalarının en latif, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni’-i Hakîm’in antika san’atının en müzeyyen ve şaşaalı bir meşher-i san’atı olduğu cihetiyle mütefekkirane sevmektir.

10- Dünyayı; âhiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin âyinesi ve Cenab-ı Hakk’ın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmektir.

Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı ismiyle sevme. Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.

İşte bütün ta’dad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa,

Hem elemsiz bir lezzet verir, Hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Meselâ: Nasılki bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Üçüncü Nükte: Cenab-ı Hakk’ın esmasına karşı olan muhabbetin tabakatı var:

1- Âsâra muhabbet suretiyle esmayı sever.

2- Esmayı, kemalât-ı İlahiyenin ünvanları olduğu cihetle sever.

3- İnsan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder.

Meselâ: Sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zaîf ve muhtaç mahlukata karşı, âcizane istimdad ihtiyacını hissettiğin halde;

Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimleri tecelli etse,

1- istediğin gibi onlara iyilik etse,

2- o zâtın in’am edici ünvanı ve

3- kerim ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zâtı, o ünvan ile seversin.

İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva’-ı hacat ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır.

Nümune olarak binbir esmadan yalnız Cenab-ı Hakk’ın İsm-i “Hak ve Rahmanurrahîm”in cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak.

Dördüncü Nükte: Ta’dad ettiğim muhabbetlerimin (Kur’anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?

Elcevab: İki neticesine işaret edilecek.

Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Şöyle ki:

Ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur.

1- Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.

2- Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men’etmektir.

3- Refika-i hayatına samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder.

4-  Peder ve vâlideye karşı muhabbetin, hem bir ibadet olur, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin.

5- Evlâdına muhabbet ise: Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me’yusane feryad edersin..

6- Ahbablara muhabbetin ise: Lillah için bir sâniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir sâniyedir.

7- Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Onları gittiği âlem-i berzaha gitmeye temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz.

8- Hem güzel şeylere muhabbetin, madem Sâni’leri hesabınadır. “Ne güzel yapılmışlar” tarzındadır. Hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür.

9- Gençliğe muhabbetin ise: Gençliğini ibadette sarfedersin, sefahette boğdurup öldürmezsin. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakıyet ve merhamet-i İlahiyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün.

10- Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise: O baharın gitmesiyle, temaşa lezzeti zâil olmaz.

11- Dünyaya muhabbetin ise: mevcudat, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Dünyanın her şeyinde, âhirete faide verecek bir meyve alabilirsin. Ne dünyanın musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir.

Saniyen, Âhirette tezahür eden neticelerini bir Mukaddeme ve dokuz “İşaret”le yüzden bir faidesini icmalen göstereceğiz:

Mukaddeme: Cenab-ı Hak insanın vücudunu havas ve hissiyat ile techiz ve tezyin etmiştir ki;

tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz enva’-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın.

Hem tâ binbir esmasının hadsiz enva’-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.

Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubudiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.

Meselâ göz, suretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsıratta güzel mu’cizat-ı kudretin enva’ını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâni’ine şükrandır.

Meselâ kulak, sadâların enva’larını, latif nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenab-ı Hakk’ın letaif-i rahmetini hisseder.

Meselâ kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder.

Meselâ dildeki kuvve-i zaika, bütün mat’umatın ezvakını anlamakla gayet mütenevvi bir şükr-ü manevî ile vazife görür ve hâkeza…

Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.

Birinci İşaret: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi, Kur’anın nassıyla, Cennet’e lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir.

İkinci İşaret: Meşru bir surette nefsine muhabbetin neticesi; nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan huriler verilecektir.

Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.

Üçüncü İşaret: Refika-i hayatına meşru dairesinde, muhabbet etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayatı, hurilerden daha güzel bir surette verecektir.

Dördüncü İşaret: Vâlideyn ve evlâda muhabbet-i meşruanın neticesi: Cenab-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa yine o mes’ud aileye safi olarak lezzet-i sohbeti, Cennet’e lâyık bir hüsn-ü muaşeret suretinde, dâr-ı bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeş yaşına girmeden, yani hadd-i büluğa vâsıl olmadan vefat eden çocuklar, Cennet çocukları şeklinde ve Cennet’e lâyık bir tarzda gayet süslü, sevimli bir surette, onları Cennet’te dahi peder ve vâlidelerinin kucaklarına verir.

Beşinci İşaret: Dünyada “El-hubbu fillah” hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi: Cennet’te firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablarıyla görüştüreceği, Kur’anın nassıyla sabittir.

Altıncı İşaret: Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.

Yedinci İşaret: Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, uhrevi neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnuattan bin defa daha güzel bir tarzda esmanın cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfâtını, Cennet’te görmektir.

Sekizinci İşaret: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidadları, enva’-ı lezaiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette ona verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen esma, o Cennet’in âyinelerinde en şaşaalı bir surette gösterilecektir.

Sual: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar?

Elcevab: O Cennet dahi dolu olsa, “O Cennet benimdir” diyebilirsin. Hadîste bazı ehl-i Cennet’e verilen beşyüz senelik bir Cennet sırrı, Yirmisekizinci Söz’de ve İhlas Lem’asında beyan edilmiştir.

Dokuzuncu İşaret: İman ve muhabbetullahın neticesi: Dünyanın bin sene hayat-ı mes’udanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zât-ı Zülcelal’in müşahedesi, rü’yetidir.

Tenbih Bütün Sözlerde konuşan işarat-ı Kur’aniye namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur.

Münacat Üveys-el Karanî’nin nidasıyla bir münacattır.

Otuzüçüncü Söz Otuzüç Penceredir

İki âyet-i câmianın ifade ettiği vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve şuunat-ı Rabbaniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delaletlerini, mücmel ve kısa bir surette beyan eden pencerelerdir.

Sâni’-i Zülcelal, Hâkim-i Hakîm, Adl-i Hakem ve binbir esma-yı kudsiye ile müsemma Fâtır-ı Bîmisal, şu âlem-i ekber olan kâinat sarayının ve hilkat şeceresinin icadını irade etmiş. Sonra her menzilden, her tabakadan, her âlemden, her taifeden, her ferdden, herşeyden, kendini gösterecek yani vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler açmış.

Birinci Pencere Hacat ve metalib penceresidir. Umulmadık, bilinmedik ve elimizin yetişmediği yerden münasib ve lâyık bir vakitte ihtiyaçlarımızın karşılanması perde-i gayb arkasında bir Vâcib-ül Vücud’u, bir Vâhid-i Ehad’i, hem gayet Kerim, Rahîm, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir. Bütün zîhayatların ihtiyaçlarının karşılanmasını kendinle kıyas et.

İkinci Pencere İmkânat penceresidir. Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane bir teşahhus-u vechî verilmesi Sâni’-i Hakîm’in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika, o küçük yüzde bulunması ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edilmesi sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasındaki teşahhus-u vechî sikke-i Samediyeti akıl gözüne gösterir.

Üçüncü Pencere Nev’i irade penceresidir. Ordu örneğiyle idare ve terbiye… Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifenin kemal-i mizan ve intizamla tedbir ve terbiye edilmesi kudret ve ilim ve hikmet sahibi bir Zâtın İRADE’sini gösterir. İşte Nev ve ferdlerdeki idarenin arkasında güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad’i gösterir.

Dördüncü Pencere Dua penceresidir. Bütün mahhlukatın İstidad, ihtiyac-ı fıtrî ve ızdırar lisanı ile ettikleri duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, herbiri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu büyük bir mikyasta bilbedahe bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerim ve Mücîb’e delalet eder ve baktırır.

Beşinci Pencere Eşyanın def’i ve ani bir surette vücuda gelmesi penceresidir. Eşyanın, hususan zihayat olanların def’î ve âni bir surette halk olunmasında görünen hârika san’at ve güzel heyetin, herbiri bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gayet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcib-ül Vücud’u gösterir.

Altıncı Pencere Rububiyet penceresidir. İsm-i a’zamı gösteren âyetin hülâsat-ül hülâsasıdır. Kâinatın ulvi ve süfli tabakatındaki bütün âlemler ayrı ayrı lisanla, Oniki ayrı ayrı pencerelerden, birtek neticeyi, yani birtek Sâni-i Hakîm’in kemal-i Rububiyyetini, ehadiyetini ve vahdaniyetini gösteriyorlar. (3, şua’nın hülasası) Oniki pencerede teshiri ilahiyi gösteriyor. Şöyle ki;

1- Göklerdeki gayet büyük neticeler için gayet muntazam hareketler,

2- Zemindeki gayet büyük maslahatlar için mevsimlerdeki gibi gayet muntazam tahavvülâtlar

3- Berr’de ve bahr’de rızıkları verilen ve giydirilen ve duygularla teçhiz edilen bütün hayvanat,

4- Bağlardaki muntazam nebatat ve müzeyyen çiçekler ve mevzun meyveler ve müzeyyen nakışlar,

5- Cevv-i semadaki bulutlardan mühim hikmetler için gönderilen katreler,

6- Zemindeki bütün dağlar ve dağların içindeki madenler

7- Sahralarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam çiçeklerle süslenmeleri,

8- Bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların eşkâl-i muntazamaları ve vaziyetleri ve mevzun hareketleri,

9- Bütün ecsam-ı nâmiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri

10- Bütün hayvanî cesedlerde kemal-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek,

11- Bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye,

12- Zahirî ve bâtınî bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere herbiri birer anahtar olmaları, yine o Sâni’-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzak-ı Kerim’in vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi gösterir.

Yedinci Pencere Zerre penceresidir. Dört yol ile büyük bir pencere marifetullaha açılır.

Birinci Yol: Camid ve basit unsurlardan, hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı,

İkinci Yol: Terkibat-ı mevcudat tabir edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihayet derecede ihtilat ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik

Üçüncü Yol: Zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulâtını ondan almak ve

Dördüncü Yol: o camide, âcize, cahile olan zerrata gayet şuurkârane ve gayet hakîmane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek,

Sekizinci Pencere Nakli delillerin penceresidir; Enbiya, Evliya, Asfiyalar… Enbiyalar (Aleyhimüsselâm), bahir ve zahir mu’cizatlarına istinad ederek Evliyalar, keşf ü kerametlerine itimad ederek ve Asfiyalar, tahkikatlarına istinad ederek,

Dokuzuncu Pencere İbadat-ı umumiye penceresidir. Üç cihette ziyadar bir penceredir.

Birinci Cihet: Cemadat, nebatat, zihayat, ruhani ve melekler

İkinci Cihet: İnsanlık âlemi

Üçüncü Cihet: Makbul ibadın ibadetlerine takılan neticeler füyüzat ve münacatlar, müşahedat ve keşfiyatları)

Onuncu Pencere Teavün, tecavüb, tesanüd penceresidir. Şu kâinattaki mevcudatın birbirine teavünü, tecavübü, tesanüdü birtek, yekta, Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed, Kadîr-i Mutlak, Alîm-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak, Kerim-i Mutlak bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un hizmetkârları ve memurları ve masnuları olduklarını gösterir.

Onbirinci Pencere Tevhitteki sühulet penceresidir. Mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ızdırabdan kurtaracak yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlahiyedir.

Onikinci Pencere Kader penceresidir. Kader dairesinde tayin edilen (en güzel suretler verilmesi) (eğri büğrü azalara takılan hikmetler) (tecdit ve yenilenmelerde görülen faideler)

Onüçüncü Pencere Tesbihat penceresidir. bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kal ile ettiği üç tarzda tesbihat, birtek Zât-ı Mukaddes’in vücudunu gösteriyor. Şöyle ki;

1- Şu mevcudatın muntazam suretleri, herbiri birer dildir.

2- Ve mevzun heyetleri, herbiri birer lisan-ı şehadettir.

3- Ve mükemmel hayatları, herbiri birer lisan-ı tesbihtir

Ondördüncü Pencere Samediyet penceresidir. Herşey herşeyinde ve her şe’ninde tek bir Hâlık-ı Zülcelal’e muhtaçtır. Şöyle ki;

1- acz içindeki kudrette bir Kadîr-i Mutlak

2- za’f içindeki kuvvette bir Kaviyy-i Mutlak

3- fakr içindeki servet ve gınada bir Ganiyy-i Mutlak

4- cümud içindeki hayatta bir Hayy-u Kayyum

5- cehil içindeki şuurda bir Alîm-i Mutlak

Zâtın vücub-u vücuduna ve vahdetine karşı her taraftan pencereler açar.

Onbeşinci Pencere Herşeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre vücud vermek. Kemâl-i intizam ve mizan içinde tertip edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde vücuda getirilmesi… Hem israfsız hikmetli bir tarzda vücut vermek, suret giydirmek

Onaltıncı Pencere Hikmet, İnayet, Rahmet, Rezzakıyet ve Rububiyet penceresidir. Zeminin yüzünde ve yeryüzünün mecmuunda kemal-i hikmetle terbiye edilen ve kemal-i inayetle tezyin edilen ve kemal-i rahmetle taltif edilen ve kemal-i şefkatle iaşe edilen bütün mahlukat, birer birer ve beraber bir Sâni’-i Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak’ın vücubuna şehadet ve vahdetine işaret eder.

Onyedinci Pencere Zıddiyet penceresidir. Bütün rûy-i zeminde yedi çeşit zıddiyet icad-ı eşyada görünüyor.

1- gayet kıymettarlık ile beraber hadsiz ucuzluk; dutların nevilerinde görünüyor.

2- hadsiz ihtilat ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; (Üç misal) tohum, muhtelif madde ve gıdalarda görünüyor.

3- gayet uzaklık ile beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş; bütün aktar-ı zeminde zer’edilen her nevi hububatta görünüyor.

4- gayet derecede sühulet ve kolaylık ile beraber gayet derecede ihtimamkârane yapılış; bütün tohumlarda, çekirdeklerde görünüyor.

5- sür’at-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık; zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelerde görünüyor.

6- son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-ü san’at; yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklerde görünüyor.

7- nihayet derecede sehavet ile beraber intizam-ı mutlak.. zemin yüzünü tezyin eden bütün nebatatta görünüyor.

(sehavet – intizam) (mevzuniyet – sür’at)  (hüsn-ü sanat- kesret) (ihtimamkârlık – sühulet) (uzaklık – muvafakat) (imtiyaz – karışıklık) (kıymetdârlık- ucuzluk)

Onsekizinci Pencere Miraç penceresidir. Eser, fiil, isim, vasıf, şen, zat’a şehadet eder.

1- Bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlukat,

2- herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve

3- fiil ise isme,

4- isim ise vasfa ve

5- vasıf ise şe’ne ve

6- şe’n ise zâta şehadet ettikleri için;

masnuat adedince birtek Sâni’-i Zülcelal’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.

Ondokuzuncu Pencere Ağaçta ve çiçekte görünen kelimat-ı tesbihe işaret eder. Sâni’-i Zülcelal,

1- semavatın ecramında celal ve cemalini ifade ediyor.

2- cevv-i semada kemal-i hikmet ve cemal-i rahmetini ders veriyor.

3- zemin kafasında kemalât-ı san’atını kâinata gösteriyor.

4- nebatlarda ve ağaçlarda kemal-i san’atını ve cemal-i rahmetini ilân ediyor.

5- çiçeklerde ve meyvelerde dekaik-ı san’atını ve kemal-i rububiyetini ehl-i şuura talim ediyor.

Yirminci Pencere Külli unsurların ve büyük mahlûkatın hikmet ve san’at ile vaziyetlerini sekiz kısımda izah ediyor.

1- ziyanın parlaması,

2- rüzgârın dalgalanması,

3- çeşmeler çaylar ırmakların yerden kaynaması

4- taşlar cevherler madenlerin tezyinatları ve menfaatlı hâsiyetleri

5- çiçekler meyvelerin renk ve koku ve tadları

6- kuşların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları

7- bulutlar ve yağmurun şıpıltıları,

8- gökyüzünde kamer’in hareketi

Yirmibirinci Pencere Güneş ve manzume-i şemsiye penceresidir. Manzume-i Şemsiyenin yani şemsin me’mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin cirmleri (küçüklük büyüklük), mevkileri (uzaklık yakınlık) ve sür’atleri (mütenevvi sür’atleri) muhtelif olduğu halde kemal-i intizam ve hikmetle hareketleri azamet-i kudret-i ilahiyeyi ve vahdaniyet-i Rabbaniyeyi gösterir.

Yirmiikinci Pencere Küre-i arz penceresidir. Üç kısımda izah edilmiştir.

1- Küre-i arzın ilk hilkati ve dağların vazifeleri bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîm’in vücub-u vücuduna ve vahdetine gayet kat’î ve kuvvetli şehadet eder.

2- Zeminin yüzündeki anasırların Rahmanın misafirlerinin hizmetlerine koşmaları ve hikmetle tavzif edilmeleri, bir Kadîr-i Hakîm’in emriyle olduğuna şehadet eder.

3- Zemin yüzünün sîmasındaki su cetvelleri bir Kadîr-i Zülcelal’in ve bir Hakîm-i Zülkemal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine yüzbinler lisanlarla şehadet ederler.

Yirmiüçüncü Pencere Hayat penceresidir. Hayat altı tarza tarif edilmiştir.

1- Hayat Kudret-i Rabbaniye mu’cizatının en nuranisidir, en güzelidir.

2- Hayat vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır.

3- Hayat tecelliyat-ı Samedaniye âyinelerinin en câmii ve en berrakıdır.

4- Hayat tek başıyla bir Hayy-u Kayyum’u bütün esma ve şuunatıyla bildirir.

5- Hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızk ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor.

6- Hayat, şuun-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir.

Yirmidördüncü Pencere Mevt penceresidir. Mevt üç kısımda incelenmiş.

1- Birinci Mektub’da geçtiği gibi ölümün altı tarzda tarifi yapılmıştır.

2- Yirmiikinci Söz’de geçtiği gibi zîhayatlar ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki’nin sermediyetine ve vâhidiyetine şehadet ediyorlar.

3- Hayattar bu zemin, bir baharda Sâni’a şehadet ettiği gibi; zeminin kışta ölmesiyle, mu’cizat-ı kudretine nazarı çeviriyor.

Yirmibeşinci Pencere Umûr-u izafiye penceresidir. Mevcudatın taşıdığı sıfatlar bir vacib-ül vücuda işaret ediyor. Ve vücub ve fiil ve hâlıkıyet ve vahdet, bilbedahe ve bizzarure mümkin, münfail, kesîr, mürekkeb, mahluk olmayan; vâcib ve fâil, vâhid ve hâlık olan mevsuflarını ister. İmkânda vücub görünüp Vacib ismi okunduğu gibi; infialde fail görünüp Faal ismi okunduğu gibi; kesrette vahdet görünüp Vahid ismi okunduğu gibi; mahlukıyette hâlıkıyet görünüp Hâlık ismi okunduğu gibi; merzukıyyette de rezzakiyet görünüp Rezzak ismi okunur.

Yirmialtıncı Pencere Cemal ve hüsün penceresidir. Kâinatta dört delik ile cemali vahdet görünüyor

1- Kâinatın yüzündeki lemaat-ı cemaliye dahi, bir cemal-i sermedîyeyi vâzıhan gösteriyor.

2- Kâinatın kalbindeki ciddî aşk bir Maşuk-u Lâyezalî’yi gösterir.

3- Kâinatın sinesindeki incizablar, cezbeler, cazibeler; ezelî bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir.

4- Kainatın gözlerindeki keşf ve şuhud ve hey’atındaki hüsün ve tezyinat ittifakla bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un, bir Cemil-i Zülcelal’in vücudunu gösterir.

Yirmiyedinci Pencere Esbab penceresidir.

1- Sebeb gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. (hafıza)

2- Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni’-i Hakîm’in eline teslim eder. (yağmur)

3- Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni’-i Hakîm’e işaret eder. (nebatat ve hayvanat)

Yirmisekizinci Pencere Vahdaniyet ve Marifetullah penceresidir. Zerreden tut, tâ yıldızlara kadar zerre mikdar şirke yer bırakmıyor. (hücre, nebatat, hayvanat, kâinat, âlem 32. Söz Birinci Mevkıf) sonra semavatın halk ve tesviyesinde muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahhusu yapamaz (32. Söz İkinci Mevkıf)

Yirmidokuzuncu Pencere Sarı Çiçek ve tepecik bir mektub-u Rahmanî bir pencere-i tevhiddir. Herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad’e mal eder. Her şey de hususan zihayatlarda öyle bir nakış, öyle mucizekâr bir san’at var ki; onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden bütün eşyayı yapabilir.

Otuzuncu Pencere Umum mütekellimînin penceresidir. Üç kısımdır.

1- Âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref’etmektir. Buna bir bürhan-ı bahir ve şahid-i katı’, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’î şahididir.

2- “Hudûs”a dairdir. “Âlem, mütegayyirdir. Her mütegayyir, hâdistir. Yani yeniden oluyor. Her bir hâdisin, bir muhdisi, yani mûcidi var. Hem madem kadîm değildir. Öyle ise bu kâinatın kadîm bir mûcidi var.”

3- İmkân noktasında Vâcib-ül Vücud’un marifetine açılan yollar şunlardır.

a- Bu kâinattaki mevcudat, herbiri kendi zâtı ile, sıfâtı ile çok imkânat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vâcib-ül Vücud’a şehadet ederler.

b- Mürekkebata girdikleri vakit, herbir mürekkebe bir nisbeti, vazifesi, hizmeti bulunması itibariyle Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder.

Otuzbirinci Pencere İnsan penceresidir. Üç noktadır.

Birinci nokta: insan üç cihette esma-i ilahiyyeye ayinedir.(zıddiyet, numune, esma-i ilahiyyeye nakış)

İkinci nokta: Sırrı ehadiyyet’e işaret eder.

Üçüncü nokta: Hayy-ı Kayyumun şuunat-ı zatiyesine ayinedarlık eder.

Otuzikinci Pencere Risalet ve velayet cenahlarıyla Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın penceresidir.

Otuzüçüncü Pencere Envar-ı tevhidin menbaı ve madeni ve aslı olan Kur’an penceresidir.

İhtar Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektubta herbir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.

Lemaat

Çekirdekler Çiçekleri Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.

Tenbih Bu eser Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için yazılmıştır. Baştan aşağıya mantık ile hakiki bir ders-i imanî ve Kur’anîdir. Hem bu eser, Risale-i Nur’un mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye nev’inden müjdeli bir fihrist hükmündedir.

İhtar Yırtık libasın üç nedeni vardır.

Evvelâ: Mananın esas alınması

Sâniyen: Şuaraya tenkidimi göstermek istedim.

Sâlisen: Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için,

İfade-i Meram Nazma benzeyen nesir yazılan bu eseri isteyen, nazmı hatıra getirmeden zahmetsiz, nesren olarak okumalı, tâ mana anlaşılsın. Her kıt’ada mana birlikteliği vardır. Kafiyede tevakkuf edilmeden okunsun.

Eddaî 

Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.

Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş. Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.

Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla. Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

Yakînim var ki: İstikbal semavatı, zemin-i Asya. Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.

Zira yemin-i yümn-i imandır. Verir emni eman ile enama…

1- Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı

2- Sebeb sırf zahirîdir

3- Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil

4- Kalem-i kudrette ittihad, tevhidi ilân eder

5- Bir şey, her şeysiz olmaz

6- Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir.

7- Küçük şeyler büyük şeylerle merbuttur

8- Kâinatın nazmında büyük bir i’caz var

9- Kudrete nisbet her şey müsavidir

10- Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halkedemez

11- İhya-yı nev’, ihya-yı ferd gibidir

12- Tabiat, bir san’at-ı İlahiyedir

13- Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır

14- Fıtratın şehadeti sadıkadır

15- Nübüvvet beşerde zaruriyedir

16- Meleklerde Mi’rac, insanlarda Şakk-ı Kamer gibidir

17- Kelime-i şehadetin bürhanı içindedir

18- Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir

19- Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur

20- Hayatsız vücud, adem gibidir

21- Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur

22- Nasraniyet İslâmiyete teslim olacak

23- Tebaî nazar, muhali mümkün görür

24- Kur’an âyine ister, vekil istemez

25- Mübtıl, bâtılı hak nazarıyla alır

26- Kudretin âyineleri çoktur

27- Temessülün aksamı muhtelifedir

28- Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz

29- Nur-u akıl, kalbden gelir

30- Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise

31- Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli

32- Tahrib esheldir; zaîf, tahribci olur

33- Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı

34- Bazan zıd, zıddını tazammun eder

35- Menfaatı esas tutan siyaset canavardır

36- Kuva-yı insaniye tahdid edilmediğinden cinayeti büyük olur

37- Bazan hayır, şerre vasıta olur

38- Gaye-i hayal olmazsa, enaniyet kuvvetleşir

39- Hayat-ı ihtilal; mevt-i zekat, hayat-ı ribadan çıkmış

40- Beşer hayatını isterse, enva’-ı ribayı öldürmeli

41- Beşer esirliği parçaladığı gibi, ecîrliği de parçalayacaktır

42- Gayr-ı meşru tarîk, zıdd-ı maksuda gider

43- Cebr ve İtizalde birer dane-i hakikat bulunur

44- Acz ve cez’ bîçarelerin kârıdır

45- Bazan küçük bir şey, büyük bir iş yapar

46- Bazılara bir an, bir senedir

47- Yalan, bir lafz-ı kâfirdir

48- Bir meclis-i misalîde

49- Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar

50- Mübalağa zemm-i zımnîdir

51- Şöhret zalimedir

52- Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebebdirler

53- Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil

54- Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli!

55- Za’f, hasmı teşci’ eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez.

56- Beğendiğin şeyde ifrat etme

57- İnadın gözü, meleği şeytan görür

58- Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma

59- İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde niza ve husumet istemez

60- İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir

61- Meziyetin varsa hafa türabında kalsın; tâ neşvünema bulsun

62- Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

63- İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır

64- Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma

65- Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir

66- Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz

67- Zaman olur ki, adem-i nimet nimettir

68- Her musibette, bir cihet-i nimet var

69- Büyük görünme küçülürsün

70- Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir

71- “El-Hakku Ya’lû” bizzât, hem akibet muraddır

72- Bir kısım desatir-i içtimaiye

73- Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli

74- Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muinleri reddeder

75- Melaike bir ümmettir; şeriat-ı fıtriye ile memurdur

76- Madde rikkat peyda ettikçe, hayat şiddet peyda eder

77- Maddiyyunluk, bir taun-u manevîdir

78- Vücudda atalet yok. İşsiz adam, vücudda adem hesabına işler.

79- Riba, İslâm’a zarar-ı mutlaktır

80- Kur’an, kendi kendini himaye edip hâkimiyetini idame eder

81- Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var

82- Hadîs der âyete: Sana yetişmek muhal!

83- Îcaz ile Beyan İ’caz-ı Kur’an

84- Dallar semeratı rahmet namına takdim ediyor

85- Fatiha’nın âhirinde işaret olunan üç yolun beyanı

86- Hakikî bütün elem dalalette, bütün lezzet imandadır, Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat

87- Anglikan Kilisesine Cevab

Konferans Teşrin-i sânî 1950’de Ankara Üniversitesi’nde, profesör ve meb’uslarımız ve Pakistan’lı misafirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda, Fakülte Mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük bir alâka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.

Fihrist Âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarından “Sözler Mecmuası”nın mücmel bir fihristesidir.

1 thoughts on “Sözlerin birbiriyle olan münasebeti”

  1. Birinci sözden başladım hemen hemen her kelimesini tarayarak taa 26.söze kadar geldim.bu münasebet kelimelerde ,aynı bir ip gibi uzayıp gidiyor ,meseleler kelimelerle birbirine bağlanmış.bu yolla ,risalei nurun hakiki anlatmak istediğı şeyi ,,,vermek istediğı dersi ,basamakları atlamadan tam alabiliyorsunuz.ihata edilemiyor ama ,kapağı açıp balı alabiliyorsunuz.mesela 24.sözdeki reşha dağılmadan ,net ,26.sözde ki 4 hatvedir.önceden her kelimenin içini doldurmak gerekiyor ,tam görebilmek için.sonrada 24 lere bakıp yatay manayı genişletebiliriz.yanı 24.söz,mektup,lema gibi.şimdiye kadar yüzlerce kelime taradım ,hz.Alinin ra.kelimelerin hassalarını topla tahkik et……

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir