Mücmel Şualar

ŞUALAR

Otuzbirinci Lem’a olan ŞUALAR Mecmuasının Otuzuncu Lem’a ile arasındaki münasebet; Otuzuncu Lem’a Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi olup ism-i a’zamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden “Altı Nükte”dir.

Otuzbirinci Lem’a ise Şualara inkısam etmiş olup, “Şualar” namı altında müstakil bir mecmua halinde neşredilmiştir.

Birinci Şua

Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şua’ı iki acib suale karşı def’aten hatıra gelen bir cevabdır. Birinci Sualde ism-i a’zama mazhar olan Kur’an âyetlerini umum ehl-i imanın emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları istihdam edip, çalıştırılması mevzuu üstünde durulduğu gibi İkinci Sualde de ism-i a’zama mazhar olan Kur’an âyetlerini umum nev-i beşere yetiştirmek için iman hizmetinde bulunan Nur Talebelerine ve Risale-i Nur’a olan Kur’an âyetlerinin işaretleri mevzuu üstünde durulmuştur. Hem Risale-i Nur ve hemde şahs-ı manevîsi ism-i a’zama mazhar olmuştur. Bunun isbatı için başta Haşir risalesi olmak üzere bütün külliyatı tedkik eden kimsenin zerre miktar şüphesi kalmaz.

Otuzbirinci Lem’anın İkinci Şua’ı ise “Allahü Ehad” ism-i a’zamına dair yedinci nükte-i a’zam ve altı ism-i a’zamın altı nüktesinin yedincisi izah edilmesi Risale-i Nur’un ism-i a’zama mazhariyetine bir tek delil hükmündedir. Bu risalede tevhidin delilleri çok kuvvetli bir şekilde ortaya konuluyor olmakla o hakikatın iktizaları olan diğer imanın erkânını da isbat etmiş olunuyor.

Birinci Şua: Kur’ân-ı Kerîm otuz üç âyetiyle Risale-i Nur’a manen ve cifren işaret ediyor. Bu Şua’da o âyetlerden yirmi dokuzunun mânâları verilerek, Risale-i Nur’un asrımızda Kur’ân’ın mânevî bir mûcizesi ve harika bir tefsiri olduğu açıklanıyor.

Birinci Sual

Okunan Kur’ân ve duaların sevapları sayısız insanlara bağışlanıyor. Bu sevaplar o insanlara nasıl ulaşıyor ve sevabın aynısı onların her birisine veriliyor mu?

İkinci Sual

Kur’ân Risale-i Nur hakkında ne diyor?

Elcevap: Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki üç saat zarfında birden Kur’an’ın âyât-ı meşhuresinden, Sözler adedince otuz üç âyetin hem manasıyla hem cifir ile Risale-i Nur’a işaretleri görüldü.

Birincisi:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ 

Nur Sûresi, (24:35) Risaletü’n-Nur’a dört beş cümlesiyle on cihetten bakıyor.

İkincisi:

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ Hud Sûresi, (11:112) Âyeti, bin üç yüz üç (1303) ederek Resaili’n-Nur müellifinin Risale-i Nur’u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihini göstermekle Risale-i Nur’un istikametine bir işarettir.

Üçüncüsü:

وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Ankebut Sûresi, (29:69) Âyeti, manasıyla ve makam-ı cifriyle ifade ediyor ki bin üç yüz kırk dörtte (1344) nev-i insan içinde firavunane emsalsiz bir tarzda çıkan tuğyana karşı mücahede edenleri sena ediyor.

Dördüncüsü:

وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى Hicr Sûresi, (15:87) Âyeti, Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi bin üç yüz otuz beş (1335) adediyle Risalei’n-Nur’un Fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin intişar tarihini göstermekle Kur’an’ın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı imanîye ile beraber hakikat-i İslâmiyet olan yedi esası, Kur’an’ın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden ve سَبْعَ الْمَثَانٖى nuruna mazhar bir âyinesi olan Risalei’n-Nur’a cifirce dahi işaret eder.

Beşincisi:

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ En’âm Sûresi, (6:122) Âyeti, Bin üç yüz otuz dört (1334) eder ki o aynı zamanda (Arabî tarihle) Said umumî harpte maddî ve dehşetli bir mevtten dahi hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen manevî ve şiddetli bir ölümden necat bulması ve Kur’an’ın âb-ı hayatıyla taze bir hayata girmesi tarihine işaret eder.

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا Âyetinin Tetimmesi

Âyetin kuvvetli işaretini hem teyid hem letafetlendiren üç münasebetten Birincisi: Mevtin muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış. İkincisi: Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde ehl-i iman hakkında mevtin nuranî ve hayattar ve güzel hakikatini görüp gösterdi. Üçüncüsü: Bu âyet cifir ve ebced hesabıyla her tarafta Said’e hücum eden üç çeşit mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder.

Altıncısı:

وَ يَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِهٖ Hadîd Sûresi, (57:28) Âyeti, mana cihetiyle Mevtin muammasını ve tılsımını açan Risale-i Nura işaret eder.

Yedincisi:

وَ يُحِقُّ اللّٰهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهٖ Yûnus Sûresi, (10:82) Âyetindeki kelimat lafzı dokuz yüz doksan sekiz (998) adediyle, Risaletü’n-Nur’un dokuz yüz doksan sekiz adedine tam tamına tevafukla beraber, mana münasebetiyle de remzen ona bakar. Zira kelimat Türkçe Sözler demektir. Ve Risaletü’n-Nur’un eczaları Sözler namıyla iştihar etmiştir.

Sekizincisi:

قُلْ اِنَّنٖى هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ En’am Sûresi, (6:61) Âyetindeki صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ kelimesi صِرَاطٍ deki tenvin “nun” sayılmak cihetiyle Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) işaret eder.

Dokuzuncusu:

فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى Bakara Sûresi, 2:256; Lokman Sûresi, 31:22. “Allah’a iman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuranîye yapışır, temessük eder.” Âyeti, bin üç yüz kırk yedi (1347) ederek Risale-i Nurun parlama devresine işaret etmekle, iman-ı billahın Kur’anî bürhanlarından bu zamanda en nuranîsi ve en kuvvetlisi olduğuna işaret eder.

Onuncusu:

يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُ Bakara Sûresi, (2:269) Âyeti, bin üç yüz yirmi iki (1322) ederek Risale-i Nur müellifinin hikmet-i Kur’aniyeye müteveccih olarak hâdimü’l-Kur’an vaziyetini aldığı tarihe

On Birincisi:

وَ يُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ وَ يُزَكّٖيهِمْ Bakara Sûresi, (2:129) Âyeti, bin üç yüz iki (1302) ederek Risale-i Nur müellifinin Kur’an dersini aldığı tarihe

On İkincisi:

وَ يُزَكّٖيكُمْ وَ يُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ Bakara Sûresi, (2:151) Âyeti, bin üç yüz otuz sekiz (1338) olduğundan hikmet-i Kur’aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterdiği tarihe

On Üçüncüsü:

وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ Âl-i İmran Sûresi, (3:7) اَلرَّاسِخُونَ deki şeddeli ر iki ر sayılsa bin üç yüz altmış (1360) küsur ederek Risaletü’n-Nur şakirdlerinin bundan on beş yirmi sene sonraki râsihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen bakar.

On Dördüncüsü:

لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ Nisa Sûresi, (4:162) اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ şeddeli ر aslına nazaran bir “lâm” bir ر sayılmak cihetiyle makam-ı ebcedîsi bin üç yüz kırk dört (1344) etmekle her asra baktığı gibi bu asra da hususi remzen bakar. Ve ilm-i hakikatte râsihane çalışan ve kuvvetli iman eden bir taifeye işaret eder.

On Beşincisi:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبٖينًا Nisa Sûresi, (4:174) اَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبٖينًا adedi, iki tenvin vakıfta iki “elif” sayılmak cihetiyle beş yüz doksan sekiz (598) ederek aynen tam tamına Resaili’n-Nur’a ve Risalei’n-Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resaili’n-Nur olduğunu remzen haber veriyor.

On Altıncısı:

لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا هُدًى وَ شِفَٓاءٌ Fussilet Sûresi, (41:44) Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk altı (1346) adedi Resaili’n-Nur’un bin üç yüz kırk altıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu’cizat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm namında olan risale-i hârikanın zaman-ı telifine tam tamına tevafukudur.

On Yedincisi:

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ Tevbe Sûresi, (9:129) Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk dört (1344) ederek Resaili’n-Nur’un ‌حَسْبِىَ اللّٰهُ‌ diyerek ehl-i dünyadan hiçbir yerde himaye görmeden belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkülat içinde envar-ı Kur’aniyeyi neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuk eder.

On Sekizincisi:

اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ Mâide Sûresi, (5:56) Âyeti, bin üç yüz elli (1350) adedi ile Resaili’n-Nur şakirdlerinin zahirî mağlubiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde manevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müthiş imha planını akîm bırakan ihlasları ve kuvve-i maneviyeleri tezahür etmesinin Rumî tarihi (1352) etmesiyle tam tamına tevafuk eder.

On Dokuzuncusu:

وَ الَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعٰى بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَ بِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَ اغْفِرْلَنَا Tahrim Sûresi, (66:8) Âyeti, bin üç yüz yirmi altı (1326) ederek o tarihteki nur arayan mü’minler içinde, az bir zaman sonra nur saçan Resaili’n-Nur şakirdlerine işaret eder. وَاغْفِرْلَنَا cümlesi bin üç yüz altmışda (1360) istiğfar dersini vereceklerine işaret eder.

Yirminci Âyet

وَ نُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَ رَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ İsra Sûresi, (17:82) Âyeti, bin üç yüz otuz dokuz (1339) ederek aynı tarihte Kur’an’dan ilham olunan Resaili’n-Nur bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasına tam tamına tevafuk eder.

Yirmi Birincisi:

قُلْ اِنَّنٖى هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ ۞ وَ هَدٰيهُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ Nahl Sûresi, (16:121) En’âm Sûresi, (6:161) sekiz dokuz âyetlerde “sırat-ı müstakim” kelimesinin makam-ı cifrîsi –tenvin “nun” sayılmak cihetiyle– bin (1000) etmekle Risaletü’n-Nur’u “sırat-ı müstakim”in efradına hususi idhal edip remzen ona baktırır ve istikametine işaret eder

Yirmi İkincisi:

تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ Yûnus, Yusuf, Ra’d, Hicr, Şuarâ, Kasas ve Lokman sûrelerinin başlarındaki âyetler bin üç yüz on altı veya on yedi (1316-1317) ederek Resaili’n-Nur müellifi bir inkılab-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı Kur’an’ın hakaikine çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuk eder.

Yirmi Üçüncüsü:

عَسٰى رَبُّنَا اَنْ يُبْدِلَنَا خَيْرًا Kalem Sûresi, (68:32) Bu âyet, bin üç yüz kırk beşte (1345) Barla karyesinde ziyade sıkıntı ile musibetlere düşen ve Rabb-i Rahîm’inden onu hayra tebdil etmesini rica eden Resaili’n-Nur şakirdlerine remzen bakar.

Yirmi Dördüncüsü:

تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ Zümer Sûresi, (39:1) Âyeti, bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’an’ın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor.

Yirmi Beşincisi:

حٰمٓ ۞ تَنْزٖيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ Fussilet Sûresi, (41:1-2) Bu âyet, birinci vecihte, bin üç yüz elli beş ve elli dört tarihini göstermekle Resaili’n-Nur’un telifçe bir derece tekemmülüne işaret eder. İkinci vecihte, bin üç yüz dört (1304) makamıyla Risale-i Nur’un tercümanı, Risale-i Nur’un basamakları olan mebâdi-i ulûma başladığı tarihe tam tamına tevafuk eder. Üçüncü vecihte, bin iki yüz doksan üç veya dört (1293-1294) olan makam-ı cifrîsiyle o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin iptidasına tam tamına tevafuk eder.

Yirmi Altıncısı:

وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ Hûd Sûresi, (11:105) Hûd Sûresi, (11:108) Âyeti, Resaili’n-Nur şakirdlerinin en meyusiyetli ve musibetli zamanları olan bin üç yüz elli iki tarihine tam tamına tevafukla o acınacak hallerinde imanla kabre gireceklerine kudsî ve semavî bir teselli, bir beşarettir.

Yirmi Yedincisi:

نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ Saf Sûresi, (61:8) Âyeti, diğer âyetlerle beraber yedi surede yedi defa bin üç yüz on altı veya yedi (1316-1317) tarihini göstererek Risale-i Nur, o Nur-u İlahînin bir lem’ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat zulümatını dağıtacağını mana-yı işarîsiyle müjdeliyor.

Yirmi Sekizinci:

نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَه Tevbe Sûresi, (9:32) Âyeti, bin üç yüz yirmi dörde, tâ otuz dörde, tâ elli dörde tam tamına tevafukla, o herc ü merc içinde Kur’an’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resaili’n-Nur müellifi yirmi dörtte (1324) ve Resaili’n-Nur’un mukaddimatı otuz dörtte (1334) ve Resaili’n-Nur’un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirdleri elli dörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor.

Yirmi Dokuzuncusu:

الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ İbrahim Sûresi, (14:1) Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var.

Birincisi: “Kitab-ı Mübin vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillah Kur’an’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meal, bin üç yüz otuz sekiz veya dokuz (1338-1339) ederek Harb-i Umumî zulümatında telif edilen Resaili’n-Nur’un fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki Nur kelimesi Risale-i Nur’daki Nur lafzına îma ile bakıyor.

İkincisi: Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi beş yüz kırk sekiz veya elli (548-550) olarak Resaili’n-Nur’un adedine tevafukla beraber O Nur’u tarif eder. O Nur Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve mahmudiyetini gösteren yoldur.

Üçüncüsü: الظُّلُمَاتِ kelimesi bin üç yüz yetmiş iki (1372) ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir Nur daima tenvire çalışacağına îma ile Risale-i Nur’un tenvirine remzen bakar.

Dördüncüsü: “Kur’an’dan gelen bir Nur ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak.” Bu meal ise bin üç yüz kırk beşte fevkalâde tenvire başlayan Resaili’n-Nur’a tam tamına cifirce hem mealce muvafık ve mutabık olmakla Risale-i Nur’un makbuliyetine îma belki remzediyor.

Beşincisi: الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ cümlesinin makamı (999) ederek Risaletü’n-Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi Risaletü’n-Nur’un, Kitab-ı Münzel’in tam bir tefsiri ve manası olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen ifade eder.

Yirmi Dokuzuncu Âyetin Sehvine Dair Tafsilat

Yirmi Dokuzuncu âyetin sehvine dair açıklama: Sure-i İbrahim’in (A.S.) başındaki âyetin dört cümlesi en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nura çıkaran ve Kur’an’dan çıkan Risale-i Nur’a parmak bastığı gibi o birinci sahife âhirine kadar en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nur’un cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.

Üçüncü Âyet: اَلَّذٖينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ Üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar.

Dördüncü Âyet: وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ Veraset-i nübüvvet noktasında mana-yı remzî cihetinde vazife-i irsiyeti tam yapan Risale-i Nur’u efradı içine hususi bir iltifatla dâhil edip lisan-ı Kur’an olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.

Beşinci Âyet: وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهٖ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ Bin üç yüz elli bir (1351) ederek Risale-i Nur’un ehemmiyetli vazifesinin ve bu evamir-i Kur’aniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına bakar.

İkinci Şua

Birinci Şua’ın İkinci Şua ile arasındaki münasebet: Birinci Şua, iki acib suale karşı def’aten hatıra gelen garib cevabdır. Birinci Sualde ism-i a’zama mazhar olan Kur’an âyetlerini, umum ehl-i imanın emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları istihdam edip, çalıştırılması izah edildiği gibi İkinci Sualde de ism-i a’zama mazhar olan Kur’an’ın, Nur Talebelerine ve Risale-i Nura olan işaretleri gösterilmiştir. Hem Risale-i Nur hemde şahs-ı manevîsi ism-i a’zama mazhar olmuştur. Bunun isbatı için başta Haşir risalesi olmak üzere bütün külliyatı tedkik eden kimsenin zerre miktar şüphesi kalmaz.

İkinci Şua’da ise Risale-i Nur’un ism-i a’zama mazhariyetine bir tek delil hükmünde olan “Allahü Ehad” ism-i a’zamı izah edilmiştir. Bu risalede tevhidin delilleri çok kuvvetli bir şekilde ortaya konuluyor olmakla o hakikatın iktizaları olan diğer imanın erkânını da isbat etmiş oluyor.

İkinci Şua: Altı ism-i a’zamın altı nüktelerinin “Allahü Ehad”e dair yedinci nükte-i a’zamıdır. Üstadımızın فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ âyetinin bir muhteşem nüktesiyle, hem meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve ilhamıyla hissettiği gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede latif üç meyve-i tevhid ve üç muktezisi ve üç hüccetine dair yazdığı bir nüktedir.

Bu İkinci Şua’da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakikat-ı imanîyenin

Birinci makamında gayet latif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere Üstadımızın kalbini sevkeden zevklerine ve hislerine işaret edilecek.

İkinci Makam’da ise bu kudsî hakikatın üç küllî muktezisi ve esbab-ı mûcibesi beyan edilecek ve o üç muktezi üçbin muktezilerin kuvvetindedirler.

Ve Üçüncü Makam’da, o hakikat-ı tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet üçyüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.

Birinci Makam

(Zât-ı Akdese, kâinata ve insana bakarak tevhidin üç küllî meyvesi gösterilmiştir.)

Birinci Makam ‘ın Birinci Meyvesi

Hâlık-ı Kâinat olan Zât-ı Akdes’e bakar. Bu meyvede tevhid ve vahdetteki Hâlık-ı Kâinat olan Zât-ı Akdes’e bakan üç netice gösterilmiştir.

Birinci netice: Tevhidde cemal ve kemal-i İlahî kalben görünür ve ruhen hissedilir.

İkinci netice: Kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk eder.

Üçüncü netice: Tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder.

Bu birinci meyvenin hakikatına Üstadımızı îsal ve sevkeden zevkî bir hissidir. Şöyle ki: Üstadımız “bir zaman, mazlumlar ve musibete giriftar olanların hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhu çok derin feryad ediyordu. Hem “onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahibleri, bir hakikî dostları yok mu?” diye kalbi bütün kuvvetiyle bağırıyordu.

İşte Üstadımızın ruhunun feryadına ve kalbinin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise: Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal’in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memluklerine, kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hâssası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzât dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile bilmesidir.

Tevhidin İkinci Meyvesi

Kâinatın zâtına ve mahiyetine bakar. Bu meyvede tevhid ve vahdetteki kâinatın zâtına ve mahiyetine bakan üç netice gösterilmiştir.

Birinci netice: Kâinatın kemâlatı sırr-ı vahdetle tahakkuk eder. Bu hakikat Onsekizinci ve Yirmidördüncü Mektubun hülasası şeklinde sekiz kısma ayrılarak izah edilmiştir.

İkinci netice: Kâinatın ulvi hukukunu gösteren beş hakikatın anlaşılması sırr-ı tevhid ile mümkündür. O beş hakikat ise kitab, mektub, ordu, memur ve ayine temsili ile nazara verilmiştir.

Üçüncü netice: Kâinatın kudsî hakikatlarını gösteren tılsım-ı kâinatın üç muamması ancak sırr-ı tevhid ile anlaşılır.

(Tevhid olmazsa kâinatın kemâlatı, ulvi hakikatları ve hukukları söndüğünden kâinatın ehl-i şirk ve küfre kızdığını dünyevi uhrevi delillerini gösterek isbat ediliyor. Şirkin kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüz olduğunu ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırdığını izah için kâinat, cismani bir melaikeye, mezraya, fabrikaya ve sinemalı fotoğrafa teşbih edilmiştir.)

Bu ikinci meyveye Üstadımızı sevkedip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki: Herbir mahlûk, hususan herbir zîhayatın sırr-ı tevhid ile çok büyük neticeleri ve umumî faydaları var olduğunu bilmesidir. Şöyle ki: Birinci gaye zîşuurlara bakıyor. İkinci gaye Saniine bakar. Üçüncü gaye şuunatını tezahür ettirmek istemesine bakıyor.

Üçüncü Meyve

Zîşuura, bilhâssa insana bakar. Bu meyvede tevhid ve vahdetteki zîşuura, bilhâssa insana bakan iki netice gösterilmiştir.

Birinci netice: Beşerin kemâlatı tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur. Kemalât-ı insaniyenin sırr-ı vahdetle vücud bulduğunu, insanın kıymetini anlatan beş madde de izah etmiştir. Ayrıca konunun sonuna doğru sırr-ı tevhid ile insanın bütün cihazat ve hissiyatlarının kıymet kazandığına dair yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeden akıl, şefkat ve muhabbet misal olarak verilmiştir.

İkinci netice: Beşerin bütün ulvî maksadları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur. Beşerin bütün ulvî maksadları iki kısımda izah edilmiştir. Biri arzu-yu beka diğeri kalbin selâmetine ait incecik, gizli ve cüz’i matlablar ile ruhun saadetine medar büyük ve muhit ve küllî maksadlardır.

Üstadımızı bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir hissidir: Bir zaman yüksek bir dağ başında iken. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fena ağlattırıcı levhalarıyla Üstadımıza görünmüş. Ve altı cihete istimdadkârane baktığında bu Üçüncü Meyvedeki zîşuura, bilhâssa insana bakan hakikatları görmüştür.

İkinci Makam

(Cenâb-ı Hakkın esmasının hakikatlarına bakarak tevhidin üç küllî muktazisi gösterilmiştir.)

Birinci Muktezi

Kâinatta görünen binlerle ef’al-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esma-i İlahiyenin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemâli, hem ihatası, hem ıtlâkı, hem nihayetsizliği; vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer bürhanıdır.

Hâkimiyet ve Âmiriyet Bürhanı: Hâkimiyet ve Âmiriyetin muktezası istiklaliyet ve infiraddır ve gayrın müdahalesini reddir. Elbette acizden münezzeh bir Kadir-i Mutlak’ta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez.

Kibriya ve Azamet Bürhanı: Kudret-i İlahiyenin Kibriya ve Azamet ve Celali hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı, hiçbir hakikî tesiri vermez. İhtiyacı olmadığına ve tesir de verilmediğine dair rızık, şifa ve hidayet misal verilmiştir.

Kemâlat-ı Mutlaka Bürhanı: Kemâl-i mutlakta ki kudreti, semavat, arz ve zîhayatın acaib cihazatının hilkati ile isbat edip başka ellerin karışmasının muhaliyetini beş cihetle izah ediyor.

Itlâk ve İhata Bürhanı: Itlak ve İhata ve Nihayetsizliğin delili bir eserde görünen fiillerin o eserin bulunduğu her yerde aynı surette görünmesidir. Her tarafı ihata eden ef’aller ise esma-i ilahiye adedince şirki reddeder.

Mukadder bir sual: Eğer her fiilin her yere ihatası varsa filleri birbirine karşı kayıtlayan nedir?

Elcevab: Fiilleri birbirine karşı kayıtlayan hikmet-i âmme ve adalet-i mutlakadır.

Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında (Rızk ve şifa ve bilhâssa hidayet ve iman gibi)

1- Makasıd-ı rububiyet temerküz ettiğinden,

2- Hem de mabudiyete uzanan ve mabuda bakan minnetdarlıkların ve teşekküratların ve perestişliklerin menşe’leri onlar olduğundan,

Elbette onları başka ellere vermez ve vermekle hikmetini ibtal etmez. Ve hikmetini ibtal etmekle uluhiyetini iskat etmez.

Mevcudatın icadındaki en mühim makasıd-ı Rabbaniye,

1- Kendini zîşuurlara tanıttırmak

2- Ve sevdirmek

3- Ve medh ü senasını ettirmek

4- Ve minnetdarlıklarını kendine celbetmektir.

Elhasıl: Şecere-i hilkatın en müntehasındaki en cüz’î ahval (rızk ve şifa ve bilhâssa hidâyet ve iman gibi) ve semerat (Kâinat ağacının meyvesi olan insan gibi), iki cihetle tevhide ve vahdete işaret ve şehadet ederler.

Birinci cihet itibari ile insan, hilkat-ı mevcudatın neticeleri ve faideleri onda temerküz ettiğinden tevhide ve vahdete işaret ve şehadet eder.

İkinci cihet itibari ile insan, yüzündeki sikke ve kalbindeki fihristiyet cihetiyle, doğrudan doğruya bütün kâinatı kabza-i rububiyetinde tutan zâta bakar ve vahdetine şehadet eder.

Vahdaniyetin ikinci muktezisi

Vahdette vücub derecesinde bir sühulet, bir kolaylık ve şirkte, imtina’ derecesinde bir suubet ve müşkilât bulunmasıdır. (Herşeyi kendi âlemimizde Allah vermek; hem imkân hem de imtina yoluyla isbat ile olur. Yani hem vahdetteki suhuleti hem de şirkteki suubeti göstermek ile olur.)

Bütün eşya birtek Zât-ı Vâhid-i Ehad’e verilse, saati kurmak, düğmeye basmak gibi kolay ve çabuk ve san’atlı ve kıymetdârlık ile beraber nihayet derecede ucuz olur.

Eşyayı yoktan var etmenin isbatı kibrit çakmak, göze görünmeyen bir hattı göze göstermek ve fotoğrafın âyinesindeki sureti kâğıt üstüne nakletmek temsilleri ile akla yakınlaştırılmıştır. Eşyayı yoktan var etmek iki şekil de olur. Birincisi ibda ve ihtira ile İkincisi zerratından başka suretlerini ve siretlerini birbirine benzemeksizin yaratmakladır.

Eşyanın icadının terkib suretinde sair anasırdan ve mevcudattan toplanarak olduğunun isbatı; istirahat için dağılmış bir taburun, boru sesi ile toplanması temsili ile yapılmıştır.

Esbab ve tabiatın ademden eşyayı icad edemeyeceğinin isbatı; Esbab ve tabiatın muhit bir ilmi, müstevli bir kudreti olmadığından vücuda gelmeyen herşey onun için adem-i mutlaktır. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz.

Esbab ve tabiatın inşa ve terkib suretinde dahi eşyayı icad edemeyeceğinin isbatı; Esbab ve tabiat bir sinek ve çiçeğin cesedini, cismini zeminin yüzünden toplayamaz, velev ki toplasa o cisimde dağılmadan muntazam vaziyette muhafaza edemez, velev ki etse daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştırmaz. Öyle ise; bilbedahe esbab, bu eşyaya sahib çıkamazlar.

Tevhidin üçüncü muktezisi

Her şeyde, hususan zîhayat masnulardaki hilkat fevkalâde san’atkârane olmakla beraber, kâinatın bir küçük numunesi olmak cihetinde tecezzi kabul etmez bir külldür. Ve ilmî düsturlar ile ve hikmet mizanları ile kâinattan süzülmüş, sağılmış, toplanmış birer câmi’ noktası ve mayelik birer katresi olduğundan tedbir ve rububiyet cihetinde inkısamı imkânsız bir küllîdir.

Üçüncü Makam

(Kâinatta görünen hakikatlere bakarak tevhidin üç alâmeti gösterilmiştir.)

Birinci Alâmet ve Hüccet

وَحْدَهُ kelimesi onun neticesidir.

1- Kâinatı çeviren isimler ve fiiller bir iken, her biri kâinatı veya ekserini ihata etmesi

2- Hem kâinat unsurlarının ve nevilerinin herbirisi (Aynı maksada ve gayeye hizmet etmesi ve vazifelerinin) bir olmasıyla beraber,

· Zeminin yüzünü ihata etmesi

· Ve birbirinin içine girmesi

· Ve münasebetdarane ve belki muavenetkârane birleşmesi,

Elbette mâlik ve sahib ve sâni’lerinin bir olmasına bir alâmet-i zahiredir.

İkinci Alâmet ve Hüccet

لاَ شَرِيكَ لَهُ kelimesini intac ediyor. Bütün kâinatta zerrelerden tâ yıldızlara kadar herşeyde

1. Kusursuz bir intizam-ı ekmel

2. Ve noksansız bir insicam-ı ecmel

3. Ve zulümsüz bir mizan-ı âdilin bulunmasıdır.

Evet kemal-i intizam, insicam-ı mizan ise, yalnız vahdetle olabilir. Müteaddid eller birtek işe karışırsa, karıştırır.

1- İntizamdaki haşmet, kâinat saray, şehir ve kitaba teşbih edilerek izah edildi.

2- Nezafet noktasındaki kemal, kâinatı şehir, kasr, hur-il în ve gül goncasına teşbih edilerek izah edildi.

3- Kemal-i adalet ve mizanını her hak sahibine hakkını vererek gösteriyor. Misal olarak huveynat ve yıldızlar nazara verilmiştir.

4- Esma-i hüsnanın cemal, hüsün ve güzelliği, koca kâinatı, koca baharı, her baharı, herbir nev’i, hattâ herbir ferdi, kabiliyetine göre hüsne mazhar etmesi daire-i imkânda bu mükevvenatın bundan daha bedî’ daha güzel olmayacağını gösteriyor.

İşte

1- Bu muhit ve cazibedar olan hüsün

2- Ve bu umumî ve hârikulâde nezafet

3- Ve bu müstevli ve şümullü ve gayet hassas mizan

4- Ve bu ihatalı ve her cihette mu’cizane intizam ve insicam,

vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır.

[Bu makama ait gayet mühim iki şıklı bir suale gayet muhtasar ve kuvvetli bir cevabdır.]

Sualin Birinci Şıkkı: Bu makamda diyorsun ki: Kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Hâlbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?

Elcevab: Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddid defa çirkindir.

Sualin ikinci şıkkı: Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Alelıtlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz’î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe mübtela ediyor?

Elcevab: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak’ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. İnsan ise bu iyilik, güzellik ve nimetleri âdetullah namı altındaki kanunlarına riayet etmekle elde eder. Musibet ve şerler ise, kabiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret edenlere veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara veya çok hayırları sünbül vermeye vesile olanlara rastgelir. Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hâssa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryadlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir.

Üçüncü Hüccet ve Alâmet

لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ ile işaret edilen hadd ü hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir. (Mecmu-u kâinat yüzündeki, (Tesanüd ve teavün) Zemin yüzündeki (İrade) ve insanın yüzündeki (Tehalüf) birlik mührünü gösteriyor.)

Ve bilhâssa zîhayat mahlûkların sikkeleri çok parlaktırlar. Belki herbir zîhayat kendisi dahi birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i samediyettirler.

Hattâ herbir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var:

İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi: Herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdeği sandukça, tezgâh, makine tarzında yaratmasıyla birlik mührünü gösteriyor.)

Ve İsm-i Âhir’le işaret edildiği gibi: Herbir ağacın neticesi ve meyvesi tarifename, beyanname ve fezleke suretinde yaratılmasıyla birlik mührünü gösteriyor.)

Ve İsm-i Zahir’le işaret edildiği gibi: Her ağacın giydiği suret ve şekli hulle ve kitab suretinde yaratılması birlik mührünü gösteriyor.)

Ve İsm-i Bâtın ile işaret edildiği gibi: Her ağacın içinde işleyen tezgâhı, fabrika gibi ölçülü süratli ve kolaylıkla yaratılmasında birlik mührünü gösteriyor.)

(Çekirdekteki evvel ahir, zahir, batınına bakıldığı gibi her zîhayata, bahara ve nev-i beşerede bakılabilir. Böylece her yerden tevhid delillerini görmekle huzur-u tam kazanıldığı gibi tevhid delillerini her şey üzerinde birden görmek ile de kibriyasını, azametini ve haşmetini anlamamızı sağlıyor.)

Hâtime

[Sırr-ı tevhid içinde sair erkân-ı imanîyeye birer kelâmla kısacık birer işarettir.]

(Bir hakikat çok kuvvetli bir şekilde ortaya konulursa o hakikatın iktizaları olan diğer hakikatlarda ortaya konulmuş olur. İkinci Şua’da tevhidin delilleri çok kuvvetli bir şekilde ortaya konuluyor olması o hakikatın iktizaları olan diğer imanın erkânını da isbat ediyor.)

Bir Sâni’-i Kadîr, Hakîm, Rahîm, Alîm hiç mümkün müdür ki ve hiç bir cihetle kabil midir ki, kâinatı manen istilâ eden mehasin-i hakikat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve tesbihat-ı Ahmediyeye (A.S.M.) ve envâr-ı İslâmiyeye karşı lâkayd kalsın? Hem Muhammed (A.S.M.) gibi aynı hakikata hizmet eden ENBİYALAR dahi o Sâni’in elçileri ve dostları ve memurları olmasın?

Bir Hâlık-ı Hakîm-i Rahîm, kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan HAŞRİ getirmeyerek, bir dâr-ı saadet, bir menzil-i beka açmayıp, bütün hikmetlerini ve rahmetlerini hattâ rububiyetini ve kemalâtını inkâr etsin ve ettirsin ve çok sevdiği bütün mahbub mahluklarını ebedî bir surette i’dam etsin?

Uzunca bir haşiye

Haşr-i a’zam bir anda zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes’eleyi iz’an ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.

Elcevab: Nihayetsiz kudretin icraatı gösterilerek haşir isbat edilmiştir. Üç mes’eledir.

Birinci Mes’ele: Ruhların cesedlerine gelmesine istirahat için her tarafa dağılmış ordu efradının yüksek sadâlı bir boru sesiyle toplanması misal verilmiştir.

İkinci Mes’ele: Cesedlerin ihyasına birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbalarının, âdeta zamansız bir anda canlanmaları misal verilmiştir.

Üçüncü Mes’ele: Ecsadın def’aten inşasına bahar mevsiminde birkaç gün zarfında yapılan tasarrufat misal verilmiştir.

Dördüncü mes’ele olan mevt-i dünya ve kıyamet kopmasına bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması misal verilmiştir. On senede yapılan bir sarayın, bir dakikada harab olması gibi…

Hem hiç mümkün müdür ki, kâinatın bütün hakikî ve âlî hakikatlarının belig tercümanı ve Hâlık-ı Kâinat’ın bütün kemalâtının mu’ciz lisanı ve bütün maksadlarının hârika mecmuası olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan o Hâlık’ın kelâmı olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni’-i Hakîm, bütün zîhayat, zîşuur masnu’larını birbiriyle konuştursun ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin ve ef’aliyle ve in’amıyla zahir bir surette cevab versin, fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın?

Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni’-i Hakîm, bu zînetli semavatı ve bu nuranî yıldızları sahibsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani Melaikesiz, ruhanîsiz bıraksın?

Bir Sâni’-i Hakîm-i Müdebbir, kâinatın neticesi ve arzın halifesi ve enva’-ı mahlûkatın nâzırı ve zabiti olan insanın çok ehemmiyetli bulunan ef’alini ve harekâtını yazmasın, daire-i Kaderine almasın, onlara lâkayd kalsın?

Üçüncü Şua

İkinci Şua’ın Üçüncü Şua ile arasındaki münasebet: İkinci Şuada tevhidin meyve, muktazi ve hüccetleri ders verildiği gibi Üçüncü Şuada da hem vücub-u vücud, hem vahdet, hem ehadiyet, hem haşmet-i rububiyet, hem azamet-i kudret, hem vüs’at-i rahmet, hem umumiyet-i hâkimiyet, hem ihata-i ilim, hem şümul-ü hikmet gibi en mühim esasat-ı imanîyeyi hârika bir îcaz içinde fevkalâde bir kat’iyyet ve hâlisiyet ve yakîniyet ile tevhid isbat edilerek tanınan Allahtan herşeyi insana musahhar etmesini istemek hakikatı münacat suretinde anlatılmıştı.

Üçüncü Şua

Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye olan Münacat Risalesi;

1. Vücub-u vücuda ve

2. Vahdaniyete delalet ettiği gibi,

3. Hem delail-i kat’iyye ile rububiyetin ihatasına ve

4. Kudretinin azametine delalet eder.

5. Hem hâkimiyetinin ihatasına ve

6. Rahmetinin şümulüne dahi delalet ve isbat eder.

7. Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve

8. İlminin şümulünü isbat eder.

Elhasıl:

A. Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyenin herbir mukaddimesinin sekiz neticesi var.

B. Sekiz mukaddimelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki;

C. Bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyede yüksek meziyetler vardır.

Yâ İlahî ve yâ Rabbî! Ben, imanın gözüyle ve Kur’an’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki:

Birinci Mukaddime

Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla, senin mevcudiyetine; sükûtuyla, direksiz durmalarıyla, rububiyetine ve vahdetine; mevzun hilkatıyla, muntazam vaziyetiyle haşmet-i uluhiyetine ve vahdaniyetine; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle saltanat-ı uluhiyetine; heyet-i mecmuasıyla vücub-u vücuduna; saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle rububiyetinin haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine ve hâkimiyetine rahmetine ve ilminin herşeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümulüne fezasındaki yıldızlar vaziyetiyle saltanat-ı uluhiyetine; işaret ve delalet etmesin.

Semavatın Haşre Delaleti

Ve o ordunun efradından bir yıldız olan Güneş’imizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delalet ve ihtarıyla, Güneş’in sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.

Birinci Münacat Bi-Lisan-ı Semavat

Ey Vâcib-ül Vücud! Ey Vâhid-i Ehad! Bu hârika yıldızlar, bu acib Güneşler, Aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Hâlık’a tesbih ederler; tekbir ederler; lisan-ı hal ile “Sübhanallah, Allahü Ekber” derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla, seni takdis ederim.

İkinci Mukaddime

Cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler. Evet bulut rahmetine; yağmur hikmetine; şimşek kudretine; ra’dat rububiyetine; rüzgârlar faaliyet-i kudretine; rahmet mevzun, muntazam katreleriyle vüs’at-i rahmetine ve geniş şefkatine; heyet-i mecmuasıyla vahdetine ve birliğine ve rububiyetinin haşmetine ve kudretinin azametine; havanın vazifeleri bulut ve yağmurun faideleri ilim ve hikmetine şehadet ederler.

Cevv-i Fezanın Haşre Delaleti

Ey Fa’alün Limâ Yürid! Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir nümune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.

İkinci Münacat Bi-Lisan-ı Cevv-i Feza

Ey Kadîr-i Zülcelal! Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle müsahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet sür’atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.

Üçüncü Mukaddime

Arz bütün mahlûkatıyla ve ahvaliyle Senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında hiçbir tebeddül intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine; hiçbir hayvan rahîmane rızkıyla ve cihazatın hakîmane verilmesiyle varlığına ve birliğine; nebatat ve hayvanat san’at-ı acibesiyle seni bildirmesin. Yumurta ve habbe alâmet-i farikalı olarak yaratılışlarıyla vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine; unsurlar mükemmel vazifeleri görmesiyle ve meyveler ve mahsuller hazine-i gaybdan gelmesiyle birliğine ve varlığına; Arz, bütün sekenesine bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde vahdetine ve ehadiyetine; nebatat ve hayvanat cihazatları muntazaman verilmesiyle rububiyetinin haşmetine ve kudretinin herşeye yetişmesine; zîhayatın ayrı ayrı rızıkları rahîmane, kerimane verilmesiyle ve zîhayatın evamir-i Rabbaniyeye itaat etmesiyle, rahmetinin herşeye şümulüne ve hâkimiyetinin herşeye ihatasına; mahlukat kafilelerinin mevt ve hayat münavebeleri idare ve tedbirleri ihata-i ilmine ve hikmetine delalet eder.

Arz’ın Haşre Delaleti

Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidad ve manevî cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlahiye, elbette ve herhalde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.

Üçüncü Münacat Bi-Lisan-ı Arz

Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zahir hadsiz lisanlarla Hâlık’ını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzak-ı Zülcelal’inin hamd ve medh ü senasını ediyorlar.

Dördüncü Mukaddime

Bahrler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler. Evet denizlerdeki mevcudat ve su vücuduyla, intizamıyla, menfaatıyla ve vaziyetiyle Hâlık’ına; rızıkları mükemmel bir surette verilen ve hilkatları gayet muntazam olan hayvanat-ı bahriye yaratanına ve Rezzak’ına; cevherler güzel hilkatıyla ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatlı hasiyetiyle vücuduna; Heyet-i mecmuasıyla, varlığına ve Vâcib-ül Vücud olduğuna ve saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve kudretinin azametine ve rahmetine ve hâkimiyetine ve intizamatıyla ve hikmetleriyle ve mevzuniyetleriyle, muhit ilmine ve herşeye şamil hikmetine işaret ederler.

Bahrler, Nehirler ve Çeşmeler ve Irmaklar’ın Haşre Delaleti

Ve senin, bu misafirhane-i dünyada, yolcular için böyle rahmet havuzları bulunması ve insanın seyr ü seyahatına ve gemisine ve istifadesine müsahhar olması işaret eder ki; yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük nümuneleridirler.

Dördüncü Münacat Bi-lisan-ı Bahr

İşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda Arz’ın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlukatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki, yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde, senin emrine müsahhardırlar. Ve lisan-ı halleriyle Hâlık’ını takdis edip “Allahü Ekber” derler. (Bizde takdis ve tekbir ve ta’zim ederiz.)

Beşinci Mukaddime

Dağlar dahi, zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılabat fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilasından kurtulmasına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Evet dağlardaki taşların enva’ı, madeniyatın ecnası, nebatatın esnafı hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatıyla, faideleriyle, tadlarının şiddet-i muhalefetiyle nihayetsiz Kadîr nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe’ ve mesken ve hilkat ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâni’in vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Dağlar’ın Haşre Delaleti

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için, koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat anbarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delalet, belki şehadet eder ki; bu kadar Kerim ve misafirperver ve bu kadar Hakîm ve şefkatperver ve bu kadar Kadîr ve rububiyetperver bir Sâni’in, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Beşinci Münacat Bi-lisan-ı Cibal

Ey Kadir-i Külli Şey! Dağlar ve içindeki mahluklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle müsahhar ve müddehardırlar. Onları bu tarzda tavzif ve teshir eden Hâlık’ını takdis ve tesbih ederler. Umum eşcar ve nebatat; yapraklarının, çiçeklerinin ve meyvelerinin nizamlı, mizanlı, zînetli, nakışları, kokuları ve tatlarıyla nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâni’in vücub-u vücuduna şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla Vâcib-ül Vücud Sâni’in bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Altıncı Mukaddime

Zemindeki bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar. Evet umum eşcarın ve nebatatın yapraklarında ve çiçeklerinde ve meyvelerinde bulunan hârika san’at nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi, Heyet-i mecmuasıyla, vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler. Hem hadsiz efradın yüzbinler tarzda iaşe ve idareleri rububiyetinin vahdaniyetteki haşmetine; kudretinin azametine; herşeye taallukuna; rahmetinin hadsiz genişliğine; hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine; hem maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin herşeye şümulüne; delalet ve işaret ederler.

Zemindeki Bütün Ağaç ve Nebatat’ın Haşre Delaleti

Hem bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymetdar ihsanlar ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar işaret belki şehadet eder ki: Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zât-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlûkat tarafından “Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi i’dam etti” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı uluhiyetini iskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî Cennetlerinde, ebedî ve Cennet’e lâyık bir surette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir.

Altıncı Münacat Bi-Lisan-ı Eşcar ve Nebatat

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni’-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm! Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.

Yedinci Mukaddime

Zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki, cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî âzalarıyla; ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faideler ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gayet san’atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir müvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin.

İnsan ve Hayvanat’ın Haşre Delaleti

O çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adavetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mes’udane yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.

Yedinci Münacat Bi-lisan-ı İnsan ve Hayvanat

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes! Bütün zîruhların tesbihatıyla, seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ diyorum.

Sekizinci Mukaddime

Kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalblerin ve akılların müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatla, yüzer icma’ ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla, haberlerini isbat ediyorlar. Kalblerdeki hatırat-ı gaybiye, ilhamat-ı sadıka, itikad-ı yakîne, nuranî kalb ve münevver akıllar senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsîyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet eder.

Enbiya, Evliya, Asfiya’nın Haşre Delaleti:

1. Hem bu dünyada nümuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceğine; ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına; ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına bil’icma’, bil’ittifak şehadet ve delalet ve işaret ederler.

2. Hem yüzer mu’cizat-ı bahiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-ü nuranîye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin va’dlerine ve tehdidlerine istinaden; ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cinn ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalalet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.

Sekizinci Münacat Bi-lisan-ı Enbiya, Evliya, Asfiya

Yâ Rabbî ve yâ Rabb-es Semavati Ve-l Aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana müsahhar eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kıl! Kur’ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları müsahhar kıl!.. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl! Âmîn, Âmîn, Âmîn.

Dördüncü Şua

Üçüncü Şua’ın Dördüncü Şua ile arasındaki münasebet: Üçüncü Şuada hem vücub-u vücud, hem vahdet, hem ehadiyet, hem haşmet-i rububiyet, hem azamet-i kudret, hem vüs’at-i rahmet, hem umumiyet-i hâkimiyet, hem ihata-i ilim, hem şümul-ü hikmet gibi en mühim esasat-ı imanîyeyi hârika bir îcaz içinde fevkalâde bir kat’iyyet ve hâlisiyet ve yakîniyet ile tevhid isbat edilerek tanınan Allahtan herşeyi insana musahhar etmesini istemek hakikatı münacat suretinde ders verildiği gibi Dördüncü Şuada olan âyet-i Hasbiye risalesinde de, herşeyi insana musahhar eden Zâta Altı Mertebe-i Nuriyede dayanmak hakikatı üstünde durulmuştur. Madem her şey onun elindedir, onun ismine dayanır. Onun her ismi ise güzeldir. O vakit her cihette O en güzel vekildir.

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Fıtratımızdaki muhabbet-i fıtriyeyi tatmin etmek makamında Allah bize yeter.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Acizliğimize nokta-i istinad, fakirliğimize nokta-i istimdad bulmak makamında Allah bize yeter.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Gurbet ve hastalık ve mazlumiyetin tazyikinden kurtulup bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed edilmek makamında Allah bize yeter.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Âdemden kurtulup beka vermek makamında Allah bize yeter.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ömrün çabuk geçmesi ve kısa olması noktasında Allah bize yettiği gibi ömrün kıymetlenmesi neticedar olması noktasında da Allah bize yeter.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Kâinatın zeval ve fenasına karşı muhabbet hissimi tam tatmin eden cemal ve kemal sahibi olan Allah bize yeter.

Dördüncü Şua’ın Beşinci Lem’a ile münasebeti ise Dördüncü Lem’ada sünnetin yolu gösterilmiş. Sünnetin kendisi ise Cenâb-ı Hakka dayanmak noktasında ayet-i hasbiyenin hakikatları olduğu Dördüncü Şuada altı esas ile beyan edilmiştir. Beşinci ve Altıncı Lem’anın aslı arabî olup Yirmidokuzuncu Arabî Lem’a risalesinin Beşinci Babında neşredilmiştir.

Dördüncü Şua Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir. Beş çeşit gurbetten, hastalıktan müteessir bir vaziyette iken Üstadımız Hasbina âyetini beşyüz defa okumasıyla aynelyakîn suretinde inkişaf eden dokuz nur tafsilatıyla izah ediliyor. Daha önce ilmelyakîn suretinde izah edilen hakikatlar bu şuada aynel yakîn mertebesinde izah edilmiştir.

İnsanın kalb ve ruhunda gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, hükmederken müdhiş bir fena beka yangınını söndürüyor. Bu Dördüncü Şua’ın altı mertebe-i nuriye-i hasbiyesinde fena ve zevalden gelen yaralar “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayeti ile tedavi edilmiştir.

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye

Fıtratımızdaki muhabbet-i fıtriyeyi tatmin etmek makamında Allah bize yeter. Fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın Varlığına ve Kemaline ve Bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye oniki hemlerle gösterilen ayinelerde “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayeti ile teskin edilmiştir.

1- Bâki-i Zülkemal’in bekasıyla mahiyetim bâki ve sermedî bir ismin gölgesi olur. Vücuda gelmek, vücudun devam ve bekası noktasında Allah bize yeter.

2- Kemal-i Mutlak’ın varlığıyla şedid ve fıtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. İnsanın fıtratındaki kâinatı içine alacak muhabbet istidadını sarf etmek noktasında Allah bize yeter.

3- Bâki-i Sermedî’nin bekası ve varlığıyla kâinatın ve nev’-i insanın kemalâtı bilinir. Kâinat ve insanın kemalatının anlaşılması noktasında Allah bize yeter.

4- Bâki-i Sermedî’ye bir intisab ve o intisab-ı imanî ile umum mülkünden manen istifade edilir. Umum mülkten istifade etmek noktasında Allah bize yeter.

5- Alâkadar olduğu mevcudatın vücudunun da devam edecek olması ile bütün zamanları kapsayan hadsiz bir vücudu bulur. Umum mevcudatın fenaya gitmeyip beka bulmasıyla umum mevcudat kadar vücud kazanmak noktasında Allah bize yeter.

6- Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını bilmekle, ulvî bir zevk alır. Ehl-i kemal mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını bilmekle, ulvî bir zevk almak noktasında Allah bize yeter.

7- Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarımın münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevkettim. Enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarımın saadetleriyle saadetlenmek noktasında Allah bize yeter.

8- Bâki-i Hakikî’nin bekası ve varlığıyla şefkat ettiğim akrabalarımın, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatlarıyla zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim. Akrabalarımın necatlarıyla ve istirahatlarıyla zevk almak noktasında Allah bize yeter.

9- Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur’un Kur’ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyetine hayatımı ve bekamı feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’ana hizmet etmelerinde bildim. Hayatıma gaye edindiğim iman ve Kur’an hizmetinin devamı noktasında Allah bize yeter.

10- Bâki-i Zülcelal’in bekası ve vücuduyla iman ve imanın a’mal-i sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. İman ve imanın a’mal-i sâlihanın neticelerinin temini noktasında Allah bize yeter.

11- Şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi, adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Âhiret âleminin karanlıktan kurtulması varlığının tahakkuku noktasında Allah bize yeter.

12- Bâki-i Zülcelal’in bekası ve varlığıyla fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka ve muhabbet, kemal-i mutlak zâtın sevgisi ve perestişi ile tatmin edilir. Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka ve muhabbeti tatmin etmek noktasında Allah bize yeter.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye

Acizliğimize nokta-i istinad, fakirliğimize nokta-i istimdad bulmak makamında Allah bize yeter. Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda acizliğime nokta-i istinad, fakirliğime nokta-i istimdad elde etmek için “Hasbünallahü ve ni’melvekil” âyetine müracaat ettim.

(Bu mertebede insanın aczine binaen kudreti nihayetsiz kemalde olan Kadir-i Mutlak’ın nokta-i istinad olduğunu birincisi cihazların verilmesi ikincisi cihazların tazelenmesi üçüncüsü rızıkların hulasalar şeklinde verilmesi dördüncüsü ise rızıkların tohum ve çekirdekler ile muhafaza edilerek gelecek senelere taşınması ile gösteriliyor.

Nokta-i istimdad ise fakrın şiddeti nisbetinde bir Rezzak-ı Rahîm’den meded beklenildiğinden meded istenilen Rezzak-ı Rahîm’in üç icraatına baktırdı. Birincisi gaybdan ikincisi hiçten üçüncüsü ise umulmadık yerlerden ihtiyaçlarının verildiğini gören bir kimse hakiki meded istenilecek bir Mâlik-i Kerim’i bulmakla nokta-i istimdadını temin ediyor.)

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye

Gurbet ve hastalık ve mazlumiyetin tazyikinden kurtulup bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed edilmek makamında Allah bize yeter. İnsan gurbet ve hastalık ve mazlumiyetin tazyikinden ancak bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduğunu bilmek ile kurtulabilir. Bu mertebede insanın ebedi bir saadete namzet olduğuna dair iki nokta yazılmıştır. Birinci nokta da kudretin faaliyeti ikinci noktada zahiren ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti izah edilmiştir.

Birinci Noktanın Delili:

Kudretin nihayetsizliğini, bütün hayvanat ve nebatat cemaatinin bütün ferdlerinin şerait-i hayatiyelerinin tekeffül edilmesi, cihazatlarının gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halkedilmesi ve beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları gösteriyor. İşte hayvanat ve nebatat Hasbüna ile böyle bir Kadir-i Mutlaka dayanıyor.

İkinci Noktanın Delili:

İkinci noktada insana kıymet ve ehemmiyet verildiğinin delili: yaratılışında verilen maddi ve manevî cihazlar, duygu ve hasseler ve o cihazların kâinatla münasebettar bir surette olmasıdır. Bu duygu ve hasselerin keyfiyeti ise gayet san’atlı, gayet lüzumlu ve mükemmeldir. Verilmesinde ise iki maksad vardır.

1- Nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini tattırsın ve ihsas etsin.

2- Hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bildirsin, zevkettirsin.

İnsana verilen nimetler de insanın ehemmiyetini gösterir. Verilen nimetleri sayamayız ama sınıflandırabiliriz. O nimetler ise hayat, insaniyet, İslâmiyet, iman-ı tahkikî, iman-ı tahkîkîdeki marifet ve muhabbetini, hususî olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imanîyedir.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye

Âdemden kurtulup beka vermek makamında Allah bize yeter. Ademi ihtar eden dört şey; ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyettir. Bu makamda insanın hem kendi hemde alâkadar olduğu mahlukatın vücudları ademe gitmediğini gösteren dört delil üzerinde durulmuştur.

Birinci Delil

Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi (Vücudumuzun Cenâb-ı Hakka nisbet edilmesi ile Vâcib-ül Vücud’un âyinesi olması cihetiyle Allah bize yeter.)

İkinci Delil

Ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile (Vücudumuzun mevcudata nisbet edilmesi ile mevcudatta görünen ef’al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda etmesi cihetiyle Allah bize yeter. Yaratılma fiili, rızıklandırma fiili ve Halık ve Razık isimleri gibi esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtaları)

Üçüncü Delil

Ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu (Bir vücud-u surîyi kaybedip yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanmamız cihetiyle ikinci derecede devam eden vücudları veren Allah, bize yeter.)

İkinci derecede devam eden vücudlara beş altı cihetle misal verilmiştir.

1. Baki ismine mazhar olması ciheti ile insanın ruhu âlem-i ervaha gider.

2. Mevcudatın icadındaki makasıd-ı Rabbaniye, tahakkuk ettiği için manası devam eder.

3. Eşyanın esma-i İlahiyeye bakan hakikatı devam eder.

4. Suretlerini âlem-i misalide muhafa eder.

5. Dünyevî ve uhrevî neticeleri levhalarda muhafa eder.

6. Hüviyet ve suretini hâfızalarda muhafa eder.

Dördüncü Delil

Ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. (Arz ve semavatı, harikalı ve mu’cizane yaratan san’atkârın antika ve kıymetdar bir san’atı olduğumuzu bir an dahi olsa imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, bilmemiz cihetiyle Allah bize yeter.)

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye

Ömrün çabuk geçmesi ve kısa olması noktasında Allah bize yettiği gibi ömrün kıymetlenmesi neticedar olması noktasında da Allah bize yeter. Bu mertebede hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri dört mes’ele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek. Yani binbir esma-i İlahiyye adedince neticesi vardır.

Birinci Mes’ele

Hayatın mahiyeti ve hakikatı beş vecih ile Hayy-u Kayyum’a bakıyor.

İkinci Mes’ele

Hayatın hakikî hukuku beş veche bakıyor.

1- Hayatın Zişuur Mahlûkata bakan hukuku

2- Hayatın Halıkın kemalatına bakan hukuku

3- Hayatın hayatla beraber ihsan edilen nimetlere ve nimerleri veren Zata bakan hukuku

4- Hayatın zihayatların tahiyyelerini anlamamıza ve ilan etmemize bakan hukuku

5- Hayatın Hayy-u Kayyum’un mehasin-i rububiyetini ubudiyet ile izhar etmemize bakan hukuku

Üçüncü Mes’ele

Hayatım, hayatın Hâlıkına üç vecihle âyinedarlık ediyor:

Birinci Vecih: Zıddiyet itibari ile ayinedar olmaktır. Böylelikle esmanın dereceleri bilinir.

İkinci Vecih: Nümuneler itibari ile ayinedar olmaktır. Böylelikle esmayı tanıyoruz.

Üçüncü Vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır.

Dördüncü Mes’ele

Hayatın hakikî lezzet ve saadetine medar üç hakikat izah edilmiştir.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye

Kâinatın zeval ve fenasına karşı muhabbet hissimi tam tatmin eden cemal ve kemal sahibi olan Allah bize yeter. Bu makamda cemal ve dolaylı olarak da kemalin delilleri üzerine durulacaktır. Şöyle ki; Mevcudatın hiç durmayarak gelip gitmeleri, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsini ve güzellik sahibinin farklı farklı güzellikleri olduğunu ve güzelliğin aynadan olmadığını göstermek içindir. Burada bu hakikatın bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:

Birinci Bürhan

Eserden Zatın cemaline baktırıyor. Güzellikler Allah’tandır. Bize düşen vazife ise iman şuuru ile güzellik sahibi zâta intisab etmektir. Eserden Zatın cemaline bakmanın yolu eşyanın melekûtuna yani iç yüzüne bakmaktır. Bu yoldan eserden fiile, fiilden faile, failden ünvan sahibi müsemmaya, müsemmadan şuunata, şuunattan zata bakmakla gidilir. İşte bu tarz da eşyanın melekûtuna bakmaya mirac-ı marif denir.

İkinci Bürhan

İkinci Bürhan’ın beş noktası var: Esmanın tecellisi ile eserde görünen güzelliğe baktırıyor.

Birinci Nokta: Bütün ehl-i hakikatın reislerinin hükmünce bütün mevcudattaki hüsn-ü cemal, (Esma noktasında) bir Zât-ı Vâcib-ül Vücudu gösteriyor.

İkinci Nokta: Bütün güzel mahlûklar, kafile kafile arkasında durmayarak gitmeleri ile sermedî bir cemali gösteriyor.

Üçüncü Nokta: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler, o güzellikleri veren güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.

Dördüncü Nokta: Bütün maddî güzellikler, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Güzelliklerin enva’ını insan ve esma cihetiyle düşünebiliriz. İnsana bakan cihetiyle olsa gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı güzellikler, esmaya bakan cihetiyle olsa adaletin, nezafetin, rahmetin güzelliği vehakeza.

Esmaya bakan cihetiyle güzelliklere yedi misal verilmiştir.

1- Hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzakları arkasında, rahmaniyet-i İlahiyenin cemali görünür.

2- Bütün yavruların mu’cizane iaşeleri arkasında rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemali görünür.

3- Bütün kâinatın enva’ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet suretinde yaratılmasının arkasında hakîmiyet-i İlahiyenin cemali görünür.

4- Dört nevi mizanla kâinatta görünen icraatlar akasında âdiliyetin haşmetli güzelliği görünür.

5- Her zîhayatın geçmiş ve geleceğinin muhafaza edilmesinde ve hayatının muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazatın verilmesi arkasında, hafîziyet ve hâfıziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemali görünür.

6- Zemin sofrasının kokular, renkler, tatlarla donatılması ve zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazların verilmesi arkasında, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemali görünür.

7- Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle suretlerin açılmasında fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemali görünür.

Beşinci Nokta: Onbirinci Sözün bir cihette hülasasıdır. Cenâb-ı Hakkın cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iktizasındandır. Zira nihayetsiz derece cemal ve kemal görünmezse nihayetsiz noksanlık olur. Öyle ise herbir cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemalini göstermesi iktiza eder.

Üçüncü Bürhan

Üçüncü Bürhan’ın üç nüktesi var: Eserden Rahmet ve Muhabbet Şuunatının cemaline baktırıyor.

Birinci Nükte: Otuzikinci Söz’deki kemalat hakikatının cemal noktasında bir hülasasıdır. Niye eşya zinetli ve güzel bir surette yaratılıyor? Sorusuna dört basamak sonunda cevab olarak Rahmet ve Muhabbet Şuunatının iktizasıdır, diyor.

İkinci Nükte: Nev’-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, (Şuunat noktasında) bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder.

Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Ehl-i akıl ve ehl-i kalbin ittifakıyla Rahmet ve Muhabbet Şuunatının iktizasıyla eşya ademden vücuda çıkartılıyor.

Eğer desen: Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?

Elcevab: Kâinat Cenâb-ı Hakkın san’atı olmasından vücududir, güzeldir. Ama küfür ise vücudi ve güzel olan san’at-ı İlahiyeyi inkar olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük kendini vahid-i kıyasi ittihaz edememesi ve şuurlu bir ayine olan insanın âyinedarlığını bilmemesi ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.

İhtar: Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe te’hir edildi.

Tenbih: Risale-i Nur, Kur’an’ın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’an’ın usandırmayan tekraratı Risale-i Nurda da vardır. Hem Risale-i Nur, kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.

Altıncı Şua

Yedinci Şua ile Altıncı Şua arasındaki münasebet: Ayet-ül Kübranın otuzüç mertebesinde bütün mevcudatın tesbihatları gösterildi. Altıncı Şua da ise teşehhüdün mübarek kelimatı ile bütün mevcudatın tesbihatlarını görerek, tanıyarak tasavvur ederek takdim edebilmek için gereken sözler, Mi’rac gecesinde Cenâb-ı Hak ile Resulünün mükâlemeleri ile ders verildi. Bir başka deyişle Yedinci Şua’nın tatbikatı Altıncı Şua’dır. Yedinci Şua’da talim edilen hakikat Altıncı Şua’da takdim edildi.

Salâvatların teşehhüdün içine girmesinin hikmeti ikinci sualde izah edilmiştir. Şöyle ki: Hz. İbrahim’in Aleyhisselam mazhar olduğu rahmet bütün ümmetin istediği bir hakikattır. En büyük bir rahmet tüm mevcudatın hakikatını bilmektir. Maddeyi, sureti görüp; manayı ve hakikatını anlamaktır. İstenen budur. İşte bu dua, kabul edilmiş ki Yedinci Şua tezahür etmiş. Zira tüm mevcudatın manası ve dinin tüm hakikatları Yedinci Şua da beyan edilmiş. İşte miraç da budur. Hemde bu hakikatı ders veren Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm manası diğer asırlarda Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile devam edecektir.

İkinci sualle birinci sualin dört kısmı arasındaki münasebet:

1. Hem “Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni’lerine takdim ettikleri fıtrî hediyelerinin neler olduğunu ders veren Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a rahmet et.

2. Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a tecdid-i biat edip memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selam ile ilan ettiğimiz gibi Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a da aynı manada selam etmektir.

3. Hem Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın da İslâmiyete mazhar olmasını istemektir.

4. Hem mi’racdaki hakikatlara Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın da mazhar olmasını istemektir..

Altıncı Şua Namazdaki teşehhüde dair iki nüktedir.

Birinci Sual

Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi’rac gecesinde Cenâb-ı Hak ile Resulünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?

Elcevab: Her mü’minin namazı, onun bir nevi Mi’racı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise, Mi’rac-ı Ekber-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) da söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur edilir. (Bu kudsî sohbet dört kısımdır.)

Birinci Kısım

Meselâ: اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ Yani: “Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni’lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum.” demektir. (Zihayat âlemi – Toprak unsuru)

اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de, hayatın ve zîhayatın hülâsası olan mahlukların, fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini temsil ederek, o geniş mana ile söylemektir. (Berekete mazhar olanlar – Su unsuru)

اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de zîhayatın hülâsası olan bütün zîruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip dergâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arzetmektir. (İnsan ve cism-i hayvan – Hava unsuru)

اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de, zîruhun hülâsaları olan kâmil insanların ve melaike-i mukarrebînin, salavatın hülâsası olan tayyibat ile nuranî ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mabuduna tahsis ve takdim etmektir. (Feyizler – Nur unsuru)

İkinci Kısım

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ demekle, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a tecdid-i biat edip memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selam ile ilan etmektir.

Üçüncü Kısım

اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ demekle, istikbalde muazzam ümmeti ve ümmetinin sâlihleri, selâm-ı İlahîyi temsil eden İslâmiyete mazhar olmasını istemektir.

Dördüncü Kısım

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ demekle, bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirane haber verir.

İkinci Sual

İkinci sual içinde üç cihet vardır.

Teşehhüd âhirinde

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki

Sualin Birinci Ciheti

Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâm’dan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir?

Elcevab: Bunun sırrı Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âli, evliyadırlar. Evliyanın ise, enbiyaya yetişememesidir. Hem Âl hakkında olan bu duanın parlak bir surette kabul olduğuna delil şudur ki: Hasan (R.A.) ve Hüseyin’in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmalarıdır…

Sualin ikinci ciheti

Hem bu tarzdaki salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir?

Elcevab: Meşahir-i insaniyenin en nuranî, en mükemmeli, en müstakimi olan enbiya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icma’ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı uzmaya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile, şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır.

Sualin üçüncü ciheti

Aynı dua, eski zamandan beri bütün ümmet her namazda tekrar etmelerinin hikmeti nedir?

Elcevab: Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden bir hakikat-ı a’zamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. (Bu meyveyi istemekle o meyvenin vücut bulması için gerekli bütün şartları istemek manası çıkar ki o şartlar kâinatın yaratılmasını, imtihan-ı beşeriyenin açılıp kusurlu olan biz insanların şefaat için talebte bulunmasını, haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir.) Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennet’in en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavat-ı insaniyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksad için, bu hadsiz dualar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir.

Yedinci Şua

Yedinci Şua ile Altıncı Şua arasındaki münasebet: Yedinci Şua Altıncı Şuaın tahkikidir. Altıncı Şuada geçen bütün mevcudatın tesbihatlarını takdim etmek mes’elesini tahkik edip mevcudatın ne vecih ile tesbih ettiğini Ayet-ül Kübra’nın otuzüç mertebesinde görerek, tanıyarak tasavvur ederek takdim etmektir. Bir başka deyişle Yedinci Şua ile Altıncı Şua’ın tatbikatıdır.

Altıncı Şuada rahmete mazhar olan Âl-i beyt’ten olabilmek için edilen duanın kabulü olarak; bu risalede Cenâb-ı Hakk otuzüç mertebe de bize kendini tanıtarak rahmetini göstermiştir.

Yedinci Şua:

Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram

Bu risalenin fehmini işkal eden beş sebeb var:

Birincisi: Üstadımızın kendi müşahedatını kendi fehmime göre yazmasıdır.

İkincisi: İsm-i A’zam cilvesiyle tevhid-i hakikî a’zamî bir surette yazıldığındandır.

Üçüncüsü: Hakikatı parçalamamak için uzun yazıldığındandır.

Dördüncüsü: Bazan on, bazan yirmi delili birtek bürhan yapmak cihetiyle mes’elenin uzamasındandır.

Beşincisi: Kendi irade ve ihtiyarı ile yazılmadığından tashih edilmemiştir.

Fehmini işkal eden beş sebeble beraber bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes’elesini anlamasada hissesiz de kalmaz. Bu risale Ramazan ayının feyziyle yazılmıştır. Hem bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye, “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” namlarını vermiş. Bu risalenin gizli tab’ı hapsimize bir vesile olduğu gibi onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraet ve necatımıza ehemmiyetli bir sebeb olmasıyla İmam-ı Ali’nin (R.A.) hakkımızdaki duasının kabulünü isbat etti.

Bu “Yedinci Şua” bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mes’ele-i mühimmeyi; Birinci Makamı, Âyet-i Kübra’nın tefsirinden Arabî kısmını; İkinci Makamı, onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

Mukaddime

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. Bu asırda o yakîni imanîyeyi sarsan vartalardan iki tanesi dört mes’ele içinde izah edilecektir.

Birinci vartadan çare-i necat:

İki mes’eledir.

Birinci Mes’ele; Umumî mes’elelerde isbata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Zira hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilemediğinden kıymeti yoktur. Ve hak ve hakikat etrafında olmayan bir kesretin kuvveti pek azdır. Kıymeti ve kuvveti olmadığı bilinmekle bu vartadan kurtulunur.

İkinci Mes’ele: Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ülemasına dâhil sayılmazlar. Bu hakikatı bilmekle bu vartadan kurtulunur.

Elhasıl, itikad-ı küfriye iki kısımdır:

Birisi: İslâmiyetin dışında kendine mahsus hükümleri olup İslâmiyeti inkâr etmeyenlere karşı İslamı anlatırız. Ama bahsimiz Hakaik-i İslâmiyeyi inkâr edenler olduğundan konumuza devam ediyoruz.

İkincisi: Hakaik-i imanîyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız isbatı tasdik etmemektir.

İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir ki bir nefydir.

Nefiy dahi iki kısımdır:

Birisi: “Has bir mevkide ve hususî bir cihette yoktur” der. Bu nefy isbat edilir ve mes’elemizle alakası yoktur.

İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan mes’eleleri nefy ve inkâr etmektir ki hiçbir cihette isbat edilmez.

İkinci varta ve çare-i necat

Bu dahi iki mes’eledir:

Birinci Mes’ele: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.

Birinci mes’elesinin çaresi; İmanı meselelerin kuvvetli delilleri ile isbat edildikten sonra zıddının muhal olduğunu göstermekle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri anlayabilir. Ve bu vartadan kurtulur.

İkinci Mes’ele: İmani mes’elelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip hattâ avamın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli bürhanları ve delilleri olduğunu bilmemekten dolayı inkârına gitmek ikinci vartanın ikinci mes’elesidir.

İkinci mes’elesinin çaresi: Kâinatın her bir nev’i ve o nev’in ferdleri ve o ferdlerin azalarının lisan-ı hali ile yaptıkları külli zikirlerinin azametli imanî mes’elelere delil olduğunu bilmektir. Veya bildiğimiz mikdar delillerin imanımızın kurtulmasına yeterli olduğunu bilmektir. Bu hakikate, bir halka-i zikir de birçok hu’ların birleşmesi ve bir taburda askerlerin bir ağızdan Allah demeleri misal olarak verilmiştir.

Birinci Bab

Âyet-ül Kübra Risalesi Kâinattan hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır. İsra Suresi 44. Âyet

Bu İkinci Makam, bu âyet-i muazzamayı tefsir etmekle beraber, tayyedilen Arabî Birinci Makamın bürhanlarını ve hüccetlerini ve tercümesini ve kısa bir mealini beyan eder.

Birinci Mertebe

Semavat; Semavatta rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkeb altı hakikatın semavat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyetini isbat eden ondokuz delili gösterilmiştir.

İkinci Mertebe

Cevv-i Sema; Cevv-i Semada bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküb eden dört hakikatın yüksek ve aşikâr şehadetidir. Bulutun, rüzgârın, yağmurun, şimşek ve ra’dın evvela sıfatları sonra gördükleri vazifeleri nazara veriliyor. Neticede iki hüküm çıkarıyoruz. Evvela cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaib olan feza, bu icraatları yapamaz. Saniyen bu icraatları yapabilecek gayet kadîr ve rahîm bir kumandan, gayet fa’al ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir sultan ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rububiyetperver bir hâkim-i müdebbirdir. Cevv-i Sema bu vazifeleri görmekle Cenâb-ı Hakkı tesbih ve ta’zim eder.

Üçüncü Mertebe

Küre-i Arz; Küre-i arz’ın vazifesindeki hareketiyle husule gelen mevsimlerden bahar sahifesindeki icad ve idarenin keyfiyetinde görünen teshir, tedbir, terbiye, fettahiyet, hafiziyet ve iaşe etmek hakikatları bilbedahe bir Vacib-ül Vücudun vücuduna ve vahdetine şehadet eder.

Dördüncü Mertebe

Denizler ve Büyük Nehirler; Deniz yüzündeki sular dağılmayarak, dökülmeyerek ve komşularındaki toprağa tecavüz etmeyerek gayet kudretli ve azametli bir zâtın emriyle ve kuvvetiyle hareket ettiğini göstererek bu kudretli ve azametli zâtı tesbih ettiği gibi; denizlerin içindeki muntazam ve mükemmel idare ve iaşe bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi tesbih dahi ediyor. Bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar ve büyük nehirlerin menfaatleri ve vazifeleri ve vâridat ve sarfiyatları o kadar hakîmane ve rahîmanedir; bilbedahe bir Rahman-ı Zülcelali Ve-l İkram’ın vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi tesbih dahi ediyor.

Beşinci Mertebe

Dağlar ve Sahralar; Dağlar ve sahraların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri bir Kadîr ve Hakîm’in vücudunu ve vahdetini gösteriyor. Dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle zemin teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulduğu gibi; Dağlar, hakîmane ve müdebbirane ve kerimane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmeleri ile bir Kadîr-i Hakîm’i tesbih dahi ediyor.

Altıncı Mertebe

Eşcar ve Nebatat; Eşcar ve nebatatın lisan-ı halleriyle şehadet ettikleri üç büyük külli hakikat vardır.

Birincisi: Bütün meyvedar ağaç ve nebatların bizlerin faydalanabileceği bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manasında yaratılması rahmetinin bir delilidir. (Arabî kısmında bu hakikatta rahmetini nazara vermiştir.)

İkincisi: Bütün meyvedar ağaç ve nebatların kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, İhtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manasında yaratılması Sani’inin hikmetine bir delilidir.

Üçüncüsü: Bütün meyvedar ağaç ve nebatların mebdeinde suretlerinin çekirdek ve habbeciklerden feth edilerek yaratılışı ve neticede semerelerindeki keyfiyeti vahdete bir delildir.

Yedinci Mertebe

Hayvanat ve Tuyur; Hayvanat ve tuyurların duyguları ve kuvaları ve cihazları ve a’zaları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delalet eden üç muazzam ve muhit hakikat vardır.

Birincisi: İcad ve ibda ve halk ve inşa ve ruhlandırmakla, hayatlandırmak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi: Her bir hayvan ve insanı şahsiyetini koruyacak sima vererek tefrik etmesi ve en güzel bir surette temyiz, tezyin ve tasvir ederek yaratması bir Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey’i gösteriyor.

Üçüncüsü: Bütün hayvanat ve kuşların mebdelerinde suretlerinin yumurta ve nutfelerden feth edilerek yaratılması ve hayvanat adedince ve cihazları sayısınca yeniden yeniye feth edilmesi vahdete bir delildir.

Sekizinci Mertebe

Peygamberler (Aleyhimüsselâm); Nev’-i beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan umum Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) hakkalyakîn suretindeki vahdete şehadetleridir. Enbiyanın (Aleyhimüsselâm) hakkaniyetini gösteren deliller; hadsiz mu’cizatları, muarızlarına gelen semavî pek çok tokatlar, şahsî kemalâtları, hakikatlı talimatları, kuvvet-i imanları, tam ciddiyetleri, fedakârlıkları, kudsî kitab ve suhufları, hadsiz tilmizleri, pek ciddî muhbirlerin müsbet mes’elelerde icmaı ve ittifakı ve tevatürü ve isbatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuk etmeleridir.

Dokuzuncu Mertebe

Asfiya ve Sıddıkîn; Asfiya ve sıddıkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkiklerin, ilmelyakîn suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i imanîyeyi isbat etmeleri vahdete bir delildir.

Onuncu Mertebe

Evliya ve Mürşidîn; Evliyanın keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve kerametlerine istinaden bil’icma’ müttefikan aynelyakîn suretinde vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniyeyi haber vermeleri vahdete bir delildir.

Onbirinci Mertebe

Melaike ve Ervah-ı Tayyibe; Melaikenin peygamberlere getirdikleri mesail-i imanîyeye en evvel kendileri iman etmeleri ve Ervah-ı Tayyibenin insanlara temessül edip görüşmelerinde bilâ-istisna ve bil’ittifak, bu kâinat hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsîyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmeleri vahdete bir delildir.

Onikinci ve Onüçüncü Mertebeler

Bütün insanlıktaki başta enbiya, asfiya ve evliya olarak müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin şehadetidir. Yani lisan-ı hallerinden değil akıl ve kalblerinin iman hakikatı ile sıfatlandığı ve mutmain olduğu hallerinden ders alacağız

Onikinci Mertebe

Müstakim ve Münevver Akıllar; Müstakim ve münevver akılların, tevhiddeki itikadları, kanaat ve yakînleri nokta-i imanîyede ve vücub ve tevhide bir delildir.

Onüçüncü Mertebe

Selim ve Nuranî Kalbler; Selim ve nuranî kalblerin erkân-ı imanîyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları vücub-u vücudda ve vahdete bir delildir.

Ondördüncü ve Onbeşinci Mertebeler

Vahiyler ve İlhamlar; Vahiy ve İlhamın hakikatları vacib-ül vücuda ve vahdete delildir.

Vahyin beş hakikatı: Tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanîdir.

Vahiy ve İlham arasında iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. (Mütekellim, muhatab, makam ve maksad itibariyle kelam ulviyet kazanır.)

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. (Vahiyle gelen hakikatlar kayıtsız, ihatalı ve safi olduğundan kayıtlı, ihatasız ve renkli ilhama nisbeten daha yüksektir.)

İlhamın dört hakikatı: Teveddüd-ü İlahî, icabet-i Rahmani, imdadat-ı Rabbani, ihsasat-ı sübhanidir.

Onaltıncı Mertebe

Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm; Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vahdete şehadetidir. Bu şehadetten evvel bu fevkalâde zâtın bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu gösteren dokuz küllî delillerine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi

Bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve kesretli, keyfiyetli ve her nevden yüzer mu’cizatın onun elinde zahir olması risaletinin hakkaniyetine delildir.

İkincisi

Kur’an’ın ders verdiği hakikatları yaşayarak lisan-ı hali ile tercüme eden Zâtın ASM risaletinin hakkaniyetine Kur’an delil olmuştur.

Üçüncüsü

O zât (A.S.M.), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, bu altı hakikat Risaletinin hakkaniyetine delildir.

Dördüncüsü

Enbiya Aleyhimüsselâm’ın nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri, en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip, davasını imza etmeleridir.

Beşincisi

Evliyanın keşifleriyle ve kerametleriyle ve müşahedeleriyle üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icma’ ve ittifak ile şehadet etmeleridir.

Altıncısı

Asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minînin, tedkikleri ve tahkikleri neticesinde Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetine tasdikleridir.

Yedincisi

Âl ve Ashabın taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetine tasdikleridir.

Sekizincisi

Kâinatın bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi yaratılmasındaki makasıd-ı İlahiyeyi bildiren Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetini kâinat tasdik etmektedir.

Dokuzuncusu

Kudsî maksadlarına tam hizmet ederek hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakıyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan Muhammed-i Kureyşînin (A.S.M.) sıdk ve hakkaniyetini Cenâb-ı Hakkın tasdik etmesidir.

Peygamberimiz’in (A.S.M.) bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir. Ve onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden, aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma’ var.

Birincisi: Binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-ı nuranîyenin icma’ ile tasdikleridir.

İkincisi: Sahabenin ittifak ile; can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli iman ile tasdikleridir.

Üçüncüsü: Muhakkik ve mütebahhir ülemasının tevafuk ile ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.

Onyedinci Mertebe

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan; Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tevhide şehadetinden evvel, bu kitab bizim hâlıkımızın kitabı olduğunu isbat etmek için büyüklüğünü gösteren altı nokta beyan edilecek.

Birinci Nokta

Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’an’ın kelâmullah olduğunun bir hüccet-i katıasıdır.

İkinci Nokta

Kur’an’ın tesiri noktasındaki büyüklüğüdür. Ders verdiği Allah hakikatı fıtrata muvafık olduğundan tesirini her alanda göstermiştir.

Üçüncü Nokta

Kur’an’ın belâgatı noktasındaki büyüklüğüdür.

Dördüncü Nokta

Kur’an’ın halâveti ve şebabeti noktasındaki büyüklüğüdür.

Beşincisi Nokta

Kur’an’ın mazide bütün Peygamberlerin ittifaklı hakikatlarını ve istikbalde bütün evliya ve asfiyanın mesleklerini, meşreblerini içine alması noktasındaki büyüklüğüdür.

Altıncısı Nokta

Kur’an’ın altı cihetinin nuranî olması noktasındaki büyüklüğüdür. Evet

1) Altında hüccet ve bürhan direkleri,

2) Üstünde sikke-i i’caz lem’aları,

3) Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri,

4) Arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatları,

5) Sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri,

6) Solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizabları ve teslimleri;

Kur’an’ın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu isbat eder.

Altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eder.

Birinci Makam: Mütekellimin düstur-u faaliyetidir.

İkinci Makam: Muhatabın sözü olmadığının delilleri gösterilmiştir.

Üçüncü Makam: Nev’i insanın tasdikidir. Nev’i insan gibi cin ve melek ve ruhanîler dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi etrafında hakperestane toplanmaları, Kur’an’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Dördüncü Makam: Nev’-i beşerin umum tabakalarının tasdikidir. Zira nev’-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları Kur’an’ın menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

Beşinci Makam: Edebiyatça en ileri bulunan Arab ediblerinin Kur’ana nazire yapamaması Kur’an’ın mu’cizeliğine bir tasdikdir.

Altıncı Makam: Yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ülemanın, Kur’an’ın hadsiz meziyetlerini ve nüktelerini kat’î bürhanlarla isbat etmesi ve Kur’an’ın hadsiz hakikatlarını, ve nurunu izhar etmesi Kur’an’ın mu’cizeliğine bir tasdikdir.

Onsekizinci Mertebe

Kâinat; Kâinatın heyet-i mecmuasında görünen umum efrad ve eczası misilsiz bir Sâni’in mevcudiyetini ve vahdetini bildirdiğini izah için kitab, Kur’an, saray ve şehir temsilleri verilmiştir. Kâinatın heyet-i mecmuasında görünen iki büyük ve geniş hakikatın Cenâb-ı Hakkın vücuduna ve vahdetine şehadetleridir.

Birinci Hakikat: Hudus hakikatını isbatından evvel üç kaide gösterilmiştir.

Birinci Kaide: Tegayyür ve tebeddül eden hadistir, muhdis olamaz.

İkinci Kaide: İmkani ve itibari vücudu olanlar, vâcib ve ezelî olamaz.

Üçüncü Kaide: Eşya devir ve teselsül ile birbirini icad edemediğinden gösterir ki onları icad eden bir Vâcib-ül Vücuddur.

Hudûs hakikatının üç kaidesi ile kâinatın heyet-i mecmuasına güz ve bahar mevsiminde bakılarak Cenâb-ı Hakkın vücudunun isbatı yapılmıştır.

İmkân cihetinde ise herşey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcuda mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar veriliyor olması küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcib-ül Vücud’u gösterir.

İkinci Hakikat: Kâinatta cari olan teavün-ü umumî, müvazene-i âmme ve muhafaza-i şamile, tezyin, tanzim ve tavzif hakikatları bir Vâcib-ül Vücud’u gösterir.

Ondokuzuncu Mertebe

Kâinat; Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsîyesiyle Cenâb-ı Hakkı kabiliyetimizin nisbetinde iki hakikatla tanıyacağız. Maksadları itibari ile Cenâb-ı Hakkı isim ve sıfatlarından tanımanın iki yolundan biri bütün kâinata diğeri Kur’ana bakmaktır.

Birinci Hakikat: Cenâb-ı Hakkın kudsî maksatları itibariyle kâinata bakıldığında Bir Fâil-i Kadîr ve Alîm, kâinatı kaplayan faaliyetleri ile eşyayı kemalatına sevk ederek rububiyetini tezahür ettirip kendine ubudiyet ettirerek ulûhiyetini tebarüz ettirmek istediği görülüyor.

İşte bütün kâinatta bu maksadların husulü anında ortaya çıkan fiillerden esma-i İlahiye, esmanın tecellilerinden sıfât-ı seb’a-i kudsîye, bu yedi kudsî sıfat dahi san’atlı eserleriyle Zât-ı Zülcelal’in vücudunu bildirir. Hem o sıfatlar, Zât-ı Zülcelal’in vücuduna delalet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zâtın hayatdar ve diri olduğuna dahi bedahetle delalet eder.

İkinci Hakikat: Maksadları itibari ile Cenâb-ı Hakkı isim ve sıfatlarından tanımanın ikinci yolu Kur’ana bakmaktır. Makam, muhatab ve maksad itibariyle Kur’anı anlamada eşhas adedince mertebe olmasından Kelâm-ı İlahî nihayetsizdir.

Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eden deliller:

1- Bu risalenin ondördüncü ve onbeşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlardır. Tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlarını tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletlerine bir hüccettir. Şualar – 124

Teveddüd-ü İlahî, İcabet-i Rahmani, İmdadad-ı Rabbani ve İhsasat-ı Sübhani hakikatlarını tazammun eden, umum ilhamlar icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletlerine bir hüccettir.

2- Geniş bir şehadeti dahi, bu risalenin onuncu mertebesinde işaret edilen vahye ve ilhama binaen farklı farklı esma ile Cenâb-ı Hakka yakınlaşan Enbiya ve Evliyaların gösterdikleri usullerin menbaı olan kütüb-ü mukaddese-i semaviyedir.

3- Çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi, onyedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyandır.

İhtar Geçen İkinci Makam’ın Birinci Bab’ındaki ondokuz aded mertebelerin şehadet eden hakikatlarının herbirisi, tahakkuklarıyla ve vücudlarıyla Cenâb-ı Hakk’ın Vacib-ül Vücud olduğuna delalet ettikleri gibi; ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delalet ederler. (Birinci Bab’da eserle Vacib-ül Vücud olduğunun isbatı yapıldığından marifetullahta hadsiz mertebeleri terakkiye vesile oluyor.)

İkinci Makam’ın İkinci Bab’ı ise; Kâinatı ihata eden üç menzil içindeki hakikatları gösterdiğinden vahdeti isbat etmiştir. Zira ihata etmek bir vahdettir. Bununla beraber zımni olarak Vacib-ül Vücud olduğunu isbat eder. Zira bu ihatalı hakikatları Vacib-ül Vücud olmayan bir Zât yapamaz. (İkinci Bab’da ise Vahdet görünür gibi izah edildiğinden huzur-u etemmi kazandırıyor.)

İkinci Bab Berahin-i Tevhidiyeye Dair Üç Menzildir.

Birinci Menzil

Kâinatı istila eden dört hakikat-ı kudsîye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler. Herbir hakikatta evvela o hakikatın delilleri gösterilecek sonra şirkin mümteni olup Vahdeti istilzam ettiğinin izahatı yapılacaktır.

Birinci Hakikat: “Ulûhiyet-i mutlaka”dır. Başta insan olarak bütün mevcudatın birer nevi ibadet ile meşgul olması, kâinatta in’amatıyla ve ihsanatıyla kendine perestiş ettirmek ve vahiy ve ilhamlarla kendini ilan etmek isteyen bir mabudiyet vardır. Böyle bir mabudiyete karşı ubudiyet ile mukabele edilmesinden Ulûhiyet hakikatı tezahür ediyor. Ve bu Ulûhiyet-i mutlaka kâinatın her yerini ihata ettiğinden tam bir huzur makamını kazandırır. Elbette böyle bir Uluhiyetin mahiyeti ve kudsî maksadları mabudiyetine karşı edilen şükür ve ibadetin başkalarına gitmesini kabul etmez, şirki reddeder.

İkinci Hakikat: “Rububiyet-i mutlaka”dır. Kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhâssa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Elbette böyle bir Rububiyet-i mutlaka, cemalini izhar ve kemalâtını ilân ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek ister. Ve maksadlarını bozacak şirk ve iştiraki kabul etmez.

Üçüncü Hakikat: “Kemalât”tır. Bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri, hârika güzellikleri, âdilane kanunları, hakîmane gayeleri, hakikat-ı kemalâtın vücuduna bedahetle delalet ve bilhâssa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlıkın kemalâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemalâtına şehadeti pek zahirdir. Elbette böyle bir Kemalât, kâinatta, insanda, bütün mevcudatta tezahür eden kemalât-ı kudsîyesini setredip perde çeken şirki kabul etmez.

Dördüncü Hakikat: “Hâkimiyet”tir. Kâinat ordusunda cereyan eden hâkimane tekvinî emirler, âmirane hükümler, şâhane kanunlar elbette bir Hâkimiyet-i mutlakaya ve bir Âmiriyet-i külliyenin vücuduna delalet eder. Elbette kâinatın her yerini ihata eden intizam ve hâkimiyetin izzeti rakib kabul etmez. Madem rakibi yoktur şeriki de olamaz.

İşte yolcumuz bu dört hakikatı müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhud derecesinde bildi, imanı parladı. Bütün kuvvetiyle “Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” dedi.

İkinci Menzil

Ef’al ve âsâr menzilindeki ve icad ve ibda’ âlemindeki kâinatı istila etmiş beş hakikat-ı muhitanın tevhide olan delaletidir.

Birincisi: Kibriya ve azamet hakikatıdır. Kibriya ve azametin delilini beş fiil ile gösteriyor. Bütün yıldızlara aynı anda tasarruf etmek, bütün çiçekleri bir zamanda ve bir surette halkedip tasvir etmek, geçmiş ve gaybî ve çok acib bir hâdiseleri, hazır ve göz önünde bir hâdise ile isbat etmek, Haşr-i a’zamdaki yaratmanın zeminin yüzünde bahar mevsimindeki misallerini göstermek, zemini döndürüp, gece-gündüz sahifelerini yapmak ve çevirmekle beraber aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilmek ve irade etmek gibi fiiller birtek vâhid ve kadir olan fâil-i zülcelalin, kibriya ve azametini gösterir. Elbette böyle bir kibriya ve azamet kudretine acz veya ihtiyaç ve kibriyasına kusur ve kemaline noksaniyet ve ihatasına kayd ve nihayetsizliğine nihayet veren şirke meydan vermez ve müsaade etmez.

İkinci Hakikat: Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz olduğunun delilleri üç misal de ayrı ayrı gösterildikten sonra şirkin mümteni olup Vahdeti istilzam ettiğinin her bir misalin sonunda izahatı yapılacaktır.

Birincisi: Bal arısının üstünde görünen vazifece ve fıtratça kudret mu’cizesi olan üç fiil nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve müvazene ile olduğundan, Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsizliğini gösterir. Bu üç fiile şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeylerin müdahale edemeyip karışamamaları ile de şirki reddeder.

İkinci âyet: Vâlidelerin memelerine süt konulduğu gibi kalblerine de şefkatin konulmasındaki keyfiyet nihayet derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ile olduğundan, Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsizliğini gösterir. Bu fiillere fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle karışamamaları ile de şirki reddeder.

Üçüncü âyet: Hurma ve üzümün hem insana menfaati hemde yaratılış keyfiyeti üstünde görünen fiiller nihayetsiz bir kudret ve hadsiz bir hikmet ile olduğundan, Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsizliğini gösterir. Bu fiilere kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilacı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebeblerin karışamamaları ile de şirki reddeder.

Üçüncü Hakikat: Hilkat-ı kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz bırakan muamması icad noktasında en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmamasıdır. Kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli hakikatı iki sır içinde izah edilecek. Bu iki sırrı yalnız Kudret için değil İlim, İrade ve sair sıfatlar için de düşünebiliriz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Vücudu zâti olduğu gibi sıfatları da zatidir.

Birinci Sır: Önce kaide gösterilecek sonra kaide kâinata tatbik edilecek böylece Kudret-i İlahiyyenin zâti olduğu isbat edilmiş olunacak. Yoksa Kudretin zâti olması kuru kuruya bir kabul değildir.

Kaide şöyledir.

· Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.

· Bir şeyin zıddı yoksa o şeyde mertebeler bulunmaz.

· Bir şeyde mertebeler bulunmazsa hiçbir icad ona ağır gelmez

· Hiçbir icad ona ağır gelmezse o şeyin herşeye olan nisbeti müsavidir.

· şeyin herşeye olan nisbeti müsavi ise en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur.

İşte bu mezkûr kaideye binaendir ki:

· Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymetdar ve

· Gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı

Olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıkların bir tekini yapmak bütün hepsini yapmak kadar kolay olur.

Kaidenin tatbiki ise şöyledir.

· Madem en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur. Elbette kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir.

· Madem kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir. Elbette hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez.

· Madem hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez. Elbette kudretinde mertebeler bulunmaz.

· Madem kudretinde mertebeler bulunmaz. Elbette kudretin zıddı olan acz tedahül etmez.

· Madem kudretin zıddı olan acz tedahül etmez. Elbette kudret-i İlahiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir.

İkinci Sır: Kudretin nisbeti kanunîdir. Yani: Çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu sırrı zihne takrib için beş temsil gösterilecek.

1- Nuranîyet (Cenâb-ı Hakk’ın bütün esma ve sıfatının eşyaya tecellilerinde az çok, küçük büyük, uzak yakın birdir.)

2- Şeffafiyet (Eşya kabiliyeti nisbetinde bütün esmaya ayine olabilecek mahiyettedir.)

3- Hükme itaat ve imtisal sırrıyla (Bir âmir, bir “Arş!” emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam ve muti’ bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevkeder.)

4- İntizam (Yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürmesiyle hikmet ve kaderin intizamatı izah edilmiştir. )

5- Müvazene (Terazi temsiliyle mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki müvazenesi izah edilmiştir.)

İşte kâinatta “şeffafiyet” “nuranîyet” “müvazene” “intizam” “itaat” birer emirdir ki; çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.

Dördüncü Hakikat: Mevcudatın vücudları ve zuhurlarında, beş kısım cihet-ül vahdet noktalarını göstermekle tevhidi ilân ve sâni’lerinin vâhid olduğunu isbat etmekle beraber kâinatın rububiyet cihetinde, tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğu izah edilecektir.

a. İcad etmek ve idare ve iaşe etmekte beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik bedahet derecesinde isbat eder ki: Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir, her şeyde birlik sikkesi vardır.

b. Yaratmak, cihazatını verip gezdirmek ve bulunduğu yeri şenlendirmekte birbirinin misal-i musaggarı ve nümune-i ekberi olmak bedahet derecesinde isbat eder ki: herşey ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birşey gibi Ona kolaydır.

c. Cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san’at ve aynı fiil ve kemal-i hikmetle tasarruf etmek bedahet derecesinde isbat eder ki: en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi en küçük şeyde Ondan gizlenmez; tasarrufundan hariç kalmaz.

d. Yüzlerinde mu’cizane birer sikke-i san’at ve cisimlerinde müdebbirane birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koyulmasında, birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı san’atta münasebet olması bedahet derecesinde isbat eder ki: hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.

e. Hakîmane, rahîmane birbirine yardım etmek için koşturmak, birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek için göndermek bedahet derecesinde isbat eder ki: herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.

Beşinci Hakikat:

1. Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda münasebete göre tanzim etmek ve gayeleri takib etmekten gelen bir intizam-ı ekmelin bulunması bir tek elden çıktığını gösteriyor.

2. Ve o memleket-i vasianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taalluk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması bir tek elden çıktığını gösteriyor.

3. Ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve heryerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, herşeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümulleri bir tek elden çıktığını gösteriyor.

4. Ve o zînetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihata etmeleri bir tek elden çıktığını gösteriyor.

Üçüncü Menzil

Dört hakikat-ı muazzama ve muhita, zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniye menzilini ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.

Birinci Hakikat: “Fettahiyet” hakikatıdır. Tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. Yani: Fettah isminin tecellisiyle kâinat bağında ve zemin bahçesinde basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta bir anda, bir fiil ile açılmasıdır. bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki; birtek Vâhid-i Ehad’den ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlak’tan başka hiçbir şey bu cem’iyetli ve ihatalı fiile sahib olamaz. Çünki ihata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz.

İkinci Hakikat: “Rahmaniyet” hakikatıdır. Yani zeminin yüzü ve içini ve her baharı ziyafetgâh, mahzen ve hazine gibi rahmet ve hikmetiyle bizim için saray suretinde donat Rahman, Rahim ve Hakîm olan Allah. Bu rahmet sarayından istifade etmemiz için hazinenin kilidini açacak anahtar hükmünde iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş. Bu rahmet sarayından insana verilen nimetleri sayamayız ama mide, hayat, insaniyet, İslâmiyet ve iman gibi sınıflara ayırabiliriz. İşte böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet Vâhidiyeti gösterdiği gibi o rahmeti insanda temerküz ettirmesiyle Ehadiyeti gösteriyor. rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan; elbette en küçük bir zîhayatın hâlıkı ve rabbi, bütün zeminin ve kâinatın hâlıkı olmak lâzım gelir.

Üçüncü Hakikat: “Müdebbiriyet ve idare hakikatı”dır. Yani, gayet dehşetli ve sür’atli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, za’fiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve müvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenetdar yapmak ve imtizackârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatıdır. Bu hakikatı isbat için misal olarak bahar ve kış, kıyamet ve haşirde mevcudatın vücuda gelip gidişlerindeki tedbir ve idare ile kâinattaki müdebbiriyet ve idare gösterilerek Vahdet isbat edilecek.

Dördüncü Hakikat olan Otuzüçüncü Mertebe: “Rahîmiyet ve rezzakıyet hakikatı”dır.

Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhâssa zîruhun ve bilhâssa âciz ve zaîflerin ve bilhâssa yavruların; hem maddî ve midevî, hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhâssa en latifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti-vaktine mukannen bir surette hiç birini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde -bir dest-i gaybî tarafından- verilmesi hakikatıdır.

(Kur’an-ı Hakîmde üç âyet, iaşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altına aldığını ve rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zaîf bîçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten verildiğini beyan ediyor.)

Mukadder sual: Peki çalışıldığı halde rızık az geliyorsa bunun sebebi nedir?

Elcevab: Fakat, rızk ikidir:

Biri: Yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altındadır.

İkinci kısım rızk İtiyad, israf ve sû’-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbanî altında değil, belki ihsana tâbi’dir. Kâh verir, kâh vermez.

Nasılki, Zât-ı Kadîr-i Hakîm, Rububiyetin kudsî maksadlarının ve isimlerinin anlaşılması için hayatı yaratıyor. Aynen öyle de, faaliyet şuunatının anlaşılması için mahlûkatı rızkın peşinde koşturuyor.

Buraya kadar rızıkların gelme keyfiyetine baktırdı. Bundan sonra Rahimiyet ve Rezzakiyet hakikatının vahdete delaleti gösterilecek. Mevsimleri, gece ve gündüzleri çeviren ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdiren bir Zât, birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızk olarak mün’imane verebilir. Demek herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki; onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve sâni’ini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.

İhtar

Âyet-ül Kübra gibi risalelerde, zahirî bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lem’aların bir kısım mühim mes’eleleri zikredilmiş ve buralardaki şakirdlere nisbeten herbiri birer küçük Risalet-ün Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış. Herbir risaleyi bulunduğu makam itibariyle düşünüp ona göre mana vermek iktiza eder. Zahiren tekrar gibi görünse de hakikatta tekrar değildir.

Hem bu risale ile alâkalı görülen bir tevafuk satır başlarına gelen elif sayısının 666 olmasıdır ki; hem Âyet-ül Kübra namının cifrî ve ebcedî makamına, hemde âyât-ı Kur’aniyenin adedi olan altıbin altıyüz altmışaltının dört mertebesinden üç mertebesine tevafuk eder.

Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını beyan edeyim: İman ve tevhid için yapılan tahşidatların iki sebebi vardır.

1- Külli tahribat yapıldığı için tahşidat yapılmıştır. Bu tahribat üç kısımdır.

a) Kalb-i umumînin tahribatıdır. (Kalb bütün hissiyatların merkezidir. Kalb yaralanınca muhabbet merak, inat, hırs gibi hisler istikametten uzaklaşmaya başlamış. Geniş izahı Dokuzuncu Mektubta yapılmıştır.)

b) Efkâr-ı âmmenin tahribatıdır. (Aklî muhakemelerimiz yaralanmasıdır. Geniş izahı Âyet-ül Kübra’nın mukaddimesinde yapılmıştır.)

c) Vicdan-ı umumînin tahribatıdır. Vicdan-ı umumî umumun ve bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların (Tekkeler, Medreseler, Mektebler) ve şeairlerin kırılması (Tesettür, Minareler, Oruç ve Ezan gibi) ile bozulmağa yüz tutmuştur.

2- İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ettiği için tahşidat yapılmıştır.

Mukadder sual: Kalbi, aklı, vicdanı yaralanmayanlara Risale-i Nur’un ne faydası var?

Elcevab: İmanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.

Sekizinci Şua

Yedinci Şua ile Sekizinci Şua arasındaki münasebet: Altıncı Şuada rahmete mazhar olan Âl-i Beyt’ten olabilmek için edilen duanın kabulü olarak; Yedinci Şuada Cenâb-ı Hakk otuzüç mertebe de bize kendini tanıtarak rahmetini göstermiştir. Sekizinci Şuada ise İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü Anh) Âyet-ül Kübra namını verdiği Yedinci Şua risalesini yazmakta Üstadımız çok zahmet çektiğinden bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medar-ı teşvik olarak Sekizinci Şuada sekiz remiz ile İmam-ı Ali’nin kerametli Celcelutiyesinde Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretleri gösterilmiştir.

Sekizinci Şua: İmam-ı Ali’nin (R.A.) Risale-i Nur’a dair üçüncü bir kerametidir.

Bir İfade-i Meram bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü Anh) Âyet-ül Kübra namını verdiği Yedinci Şua risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medar-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelutiye, inayet-i İlahiye tarafından verildiğine şübhem kalmamış. Tahdis-i nimet kabîlinden bunu Sekizinci Şua olarak yazdım.

Onsekizinci ve Yirmisekizinci Lem’alarda izah ve isbat edilen iki zahir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelutiye’sinde Siracünnur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o kasidede Siracünnur’un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdeta alkışlıyor; ve sekiz aded remz ile meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.

Birinci Remiz

Risale-i Nur’u tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla esma-i hüsnadan istimdad ve suver-i Kur’aniye ile münacatında tam 33 sure ile Risale-i Nur’un mebdei ve çekirdeği olan 33 Söz’ün adedine garib ve manidar işaret ettiğini ve yirmidokuzuncu mertebede وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile kıyamet ve haşri isbat eden ve hârika hüccetleriyle iştihar eden ve göz ile görünen bir kerametle meydana çıkan Yirmidokuzuncu Söz’e makam ve mana itibariyle kuvvetli bir tarzda ve hiçbir itiraz ve vesveseye meydan bırakmayarak parmak bastığını, hem otuzuncu mertebede وَبِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle Otuzuncu Söz namındaki Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın meslek ve ahval-i ruhiyesinin ruhu olan ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve kudret-i Rabbaniyeyi isbat ve maddiyyunları susturan Zerrat Risalesi’ne kuvvetli bir müşabehet-i mana ile işaretini isbat eder. Hem otuzbirinci mertebede وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى cümlesiyle sarahata yakın bir tarzda mi’rac-ı Ahmedîyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) delail-i akliye ile gayet makul ve kat’î bir surette isbat eden Otuzbirinci Söz’e, hem Sure-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ den iktibas ederek otuzbirinci mertebenin akabinde zikredilen اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ fıkrasıyla Otuzbirinci Söz’ün Zeyli olan Şakk-ı Kamer Risalesi’ne sarahata yakın işaretini gösterir. Hem otuzikinci mertebede وَ بِسُوَرِ الْقُرْآنِ حِزْبًا وَ آيَةً kasemiyle zerreden şemse kadar âlem-i asgar ve âlem-i ekberden şirki tardedip tesis-i ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve rabıta-i din-i Muhammedîyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) bina eden ve kuvvetli bir i’caz-ı Kur’anî olan Otuzikinci Söz’e işaretini isbat eder.

Hem otuzüçüncü mertebede  فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى عَلَى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ kelâmıyla otuzüç aded Mektubat’a işaret eder.

İkinci Remiz

Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işareti içinde Şualar’a bakarak

وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ deyip Kur’an’ın âyet-ül kübrası olan

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَ مَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ âyetinin hakikat-ı kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve tevhid ve vahdaniyet-i İlahiyeyi kat’î bürhanlarıyla ilân eden ve bütün Risale-i Nur’u marifet âyinesinde gösterip o cihette Risale-i Nur’un fihriste-i ekberi olan ve ehl-i dünya ve ehl-i fennin son ve en yüksek bildikleri ve buldukları ve çok müşkilât içinde ve dar bir mevki’de eflâki seyreden dûrbînlerine mukabil; çok geniş mevki’lerde, müşkilâtsız az bir tefekkürle seyr-i eflâk ettiren bir manevî dûrbîn-i Kur’aniye ve her yerde su çıkarıp içiren Asâ-yı Musa namını alan ve Âyet-ül Kübra Risalesi olan Yedinci Şua’a işaretini isbat edip gösterir.

Hem onuncu mertebe-i ta’dadında kıyamet ve Leyle-i Beraet’e bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarîsiyle bu zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden ve Leyle-i Beraet’in bir kandili hükmünde olan Onuncu Söz’e işaretini gösterir.

Hem ondokuzuncu sure olarak Suret-ün Nur’u بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَاعَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ fıkrasıyla risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair olan Ondokuzuncu Söz’e ve mu’cizat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) yakînen belki bilmüşahede sikke-i i’caziyle gösteren Ondokuzuncu Mektub’a Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’la hususiyeti münasebetiyle o mertebede o risalelere baktığını gösterir.

Üçüncü Remiz

بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ fıkralarıyla Risale-i Nur’un üç mühim sırrını beyan ile Risale-i Nur’un başında mührünü gösterir.

Dördüncü Remiz

Yirmibeşinci mertebede بِتَمْلِيخِ آيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ deyip âyât-ı Kur’aniyenin i’cazlarını beyan ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu isbat eden Yirmibeşinci Söz’e işaretini, hem yirmialtı ve yirmiyedide اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا deyip Yirmiyedinci Söz’ü ve Sahabeler hakkındaki mühim zeylini irade ettiğini ve işaretini gösterir.

Beşinci Remiz

Başta بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّٰهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلَى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ der. Sözler’in fatihası olan Birinci Söz namındaki Bismillah Risalesi’ne, hem بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren ve bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’aniyeyi beyan eden Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risalelere işaretini isbat eder.

Altıncı Remiz

12 Süryanî isimlerle bidayette iştihar ve intişar eden Oniki Söz namında 12 küçük risalelere sair sarih ve kat’î işaret ve delil ve emare ve karinelerin delaletiyle bu Süryanî isimlerin bu küçük risalelere işaretini gösterir.

Yedinci Remiz

بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle Otuzuncu Lem’a olan Altı Nükte-i Esma Risalesine, hem حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelimesiyle Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şua’ı olan ve 33 âyât-ı Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını isbat eden ve birer mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye işaretlerini gösterip isbat eder.

Sekizinci Remiz

Evvelen iki sual cevab ile mühim bir hakikatı beyan eder. Şöyle ki: Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur’un Kur’an’ın işarat ve iltifatına ve evliya-i izamın takdir ve tebşir ve tahsinine vech-i ihtisasını, hem Risale-i Nur’un bilfiil hârikulâde olarak bu asr-ı zulmet ve vahşet ve dehşette düşmanlarına karşı mukavemeti ve resaneti ve mü’minlere karşı şefkat ve himayeti ve talebelerine iksir-i nur ve veraset-i nübüvvetle hârika bir surette hakikat tedrisi ve ilim ihdâsı ve Muhyî ismine mazhariyetle ölü kalblerin dirilmesi Risale-i Nur’un bir kerameti ve bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı İlahî ve bir in’am-ı Rabbanî olduğundan izharı tahdis-i nimet olduğunu delilleriyle isbat ve beyan edip hususî kanaatından tevellüd eden çok emareler ve karinelerden üçünü zikr ile keramet-i Aleviyeyi tasdik ve temhir edip hâtime verir.

İslâmköyü’nden Hâfız Ali

(Rahmetullahi Aleyhi rahmeten vâsia)

Dokuzuncu Şua

Sekizinci Şua ile Dokuzuncu Şua arasındaki münasebet: İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü Anh) Âyet-ül Kübra namını verdiği Yedinci Şua risalesini yazmakta Üstadımız çok zahmet çektiğinden bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medar-ı teşvik olarak Sekizinci Şuada sekiz remiz ile İmam-ı Ali’nin kerametli Celcelutiyesinde Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretleri gösterilmiştir. Dokuzuncu Şuada ise Risale-i Nur’un mühim eczası olan Onuncu Söz’ün mühim bir zeyli olup beş erkan-ı imanîyenin haşri isbatı noktasında bir hülasasıdır.

Dokuzuncu Şua: (Onuncu Söz’ün mühim bir zeyli) Mukaddime ve iki noktadan ibarettir.

Birinci Nokta

İman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından çocuklara, ihtiyarlara, gençlere ve aile hayatına olan faideleri sair faidelerine kıyas edilse anlaşılır ki: Hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî haceti derecesinde kat’îdir.

Birincisi

Çocuklar için cennet fikrinin üç faydası; vefatlara karşı mukavemet, kuvve-i manevîye ve sürur bulmaktır. Eğer cennet fikri olmazsa üç zararı; mukavemetlerini ve kuvve-i manevîyelerini zîr ü zeber edip ağlattırmaktır.

İkincisi

İhtiyarlar için âhirete imanın üç faidesi; kabre karşı tahammül etmek, teselli bulmak ve hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele etmektir. Eğer âhirete iman olmamasının üç zararı; vaveylâ-i ruhî, dağdağa-i kalbî ve kasavetli bir azab çekmektir.

Üçüncüsü

Gençler için Cehennem fikrinin iki faidesi, tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durdurmak ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin etmektir. Eğer cehennem fikri olmazsa iki zararı; hevesatlarına esir olup insaniyeti süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

Dördüncüsü

Aile hayatında âhirete iman fikri ile ferdler arasında samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet olur. Eğer âhirete iman olmazsa ferdler arasında mecazî bir merhamet ve sun’î bir hürmet olup başka menfaatler ve sair galib hisler galebe eder.

İkinci Nokta

Hakikat-ı haşriyenin hadsiz bürhanlarından sair erkân-ı imanîyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı, gayet muhtasar bir surette beyan eder. Şöyle ki:

Birinci Erkân-ı İmaniye

Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu’cizeler ve hüccetler, birden hakikat-ı haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek isbat ederler.

İkinci Erkân-ı İmaniye

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve bütün semavî suhuflar ve mukaddes kitabların hakkaniyetini isbat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri ve hakikatları, birden hakikat-ı haşriyenin tahakkukuna ve vukuuna şehadet edip isbat ederler.

Üçüncü Erkân-ı İmaniye

Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dört kısımda gösterilmiştir. Dördüncü kısımda altı madem vardır.

Birincisi: Saltanat-ı Ulûhiyetidir.

İkincisi: Rububiyet-i mutlaka hakikatının esma adedince haşre olan delillerinden üç esmanın delaletine baktırıyor. Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta (1) haşmetli ve (2) hikmetli ve (3) şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor.

Üçüncüsü: Zât-ı Rahman-ı Rahîmin kerem ve rahmetidir.

Dördüncüsü: Altı mademlerle izah edilen Kalem-i Kudretin ahd u va’didir.

Birinci Madem- Semavata denk tutulan Arz;

İkinci Madem- Büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan nev’-i benî-Âdem;

Üçüncü Madem- Arz ve insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîm’in mezkûr adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatıdır.

Dördüncü Madem- O Bâki Rabb’in mezkûr hakikî dostları ve müştakları olan enbiya ve evliya ve asfiyadır.

Beşinci Madem- O dostların en büyüğü ve en kıymettarı olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Altıncı Madem- Sultan-ı Sermedî’nin kemalâtıdır.

Dördüncü Erkân-ı İmaniye

Meleklerin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin, Cennet ve Cehennem’in vücudlarına delalet ederler.

Beşinci Erkân-ı İmaniye

İman-ı Bilkader rüknünü isbat eden bütün deliller, haşre ve neşr-i suhufa ve mizan-ı ekberdeki müvazene-i a’male delalet ederler.

Kaderin âhirete olan birinci delaletinde hafıziyetin üç delili gösterilecektir.

Kaderin âhirete olan ikinci delaleti: Cenâb-ı Hakk’ın adaletli, merhametli ve hakîm olduğunu göze görünmeyen eşyanın kudret kalemiyle vücuda gelmesiyle anladığımız gibi kader kalemiyle de eşyanın vücuda gelmeden evvel biliniyor olduğunu anlarız.

İmanın beş rüknü bütün delilleriyle, haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delalet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler.

Onuncu Şua

Dokuzuncu Şua ile Onuncu Şua arasındaki münasebet: Dokuzuncu Şua Risale-i Nur’un mühim eczası olan Onuncu Söz’ün mühim bir zeyli olup beş erkan-ı imanîyenin haşri isbatı noktasında bir hülasasıdır. Onuncu Şua ise Risale-i Nurun mühim bir kısmının fihristidir. Isparta havalisindeki has şakirdleri tarafından kaleme alınmıştır.

Onuncu Şua: Fihrist risalesinin ikinci kısmıdır.

Risale-i Nur’un umum fihristesi iki risalede cem’ olunmuştur. Bunlardan birincisi Onbeşinci Lem’adır ki; Risale-i Nur’un Sözler, Mektubat ve Onbeşinci Lem’aya kadar olan risalelerinin fihristeleri olup bu Lem’ada toplanmıştır. Onbeşinci Lem’adan itibaren Lem’alar ve Şualar’ın fihristeleri ise bu Onuncu Şua’dadır.

Onbeşinci Lem’a namındaki Risale-i Nur’un birinci kısım fihristesini Üstadımız Risale-i Nur eczalarının mevzu’larına ve kısmen gayelerine işaret ederek te’lif etmişler, âdeta hülâsa edilen haplar nev’inden büyük bir eczahanedeki ilâçların listesini gösteren bir fihrist olarak yazmışlardır.

İkinci kısım fihriste ise, yine Onuncu Şua namıyla Risale-i Nur’un Isparta havalisindeki has şakirdleri tarafından kaleme alınmış ve her bir Nur şakirdi kendi âyinelerinin kabiliyet ve renklerine göre o risalelerden tecelli eden envârını satırlara aksettirmeğe çalışmışlardır. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin birer ferdi bulunan bu kahraman, fedakâr, mümtaz Nur şakirdleri bu fihriste ile nesl-i âtî için en kıymetdar eserlerden birisini bırakmışlardır.

Bu Fihrist Risalesi gayet ehemmiyetlidir. Çünki çeşit çeşit manevî marazlara mübtela bu asır insanlarına lütfedilen ve kevser-i Kur’anîden akan muslukların adedi ve eczahane-i Kur’aniyedeki tiryak ve panzehir dolaplarının sayısı 130’a baliğ olmaktadır. Her bir dolapta çok kavanozlar vardır. Yani her bir risale bir ecza dolabı ve o risalelerdeki nokta, nükte, işaret, reşha, pencere, basamak, hakikat, mevkıf ve mes’eleler diye verilen isimler o çok muhtaç olduğumuz ilâç kavanozlarıdır.

Hakikata susamış ve bu zamanın dalalet tehlikelerinden kurtulmak isteyen ve hikmet-i Kur’aniyeye muhalif olan felsefe ile yaralanan ve nefis ve şeytanın türlü türlü iğfalatlarına kapılmış manevî hastalar bu eczahanede kendi hastalıklarına en münasib ilâcı almak için ya bütün eczahane-i Kur’aniyenin dolaplarını ve o dolapların içlerindeki kavanozları birer birer arayacaklar bulacaklar veyahud eczahane-i Kur’aniyedeki bütün dolapların numaralarını ve her dolabın içindeki kavanoz adedlerini ve o kavanozların içindeki tiryak ve macun ve panzehirleri gösteren bir listesini elde edecekler. İşte bu çok kıymetdar fihristenin gördüğü vazifelerden birisi de budur.

Onbirinci Şua

Dokuzuncu Şua ile Onuncu Şua ve Onbirinci Şua aralarındaki münasebet: Dokuzuncu Şuada Risale-i Nur’un mühim eczası olan Onuncu Söz’ün mühim bir zeyli ders verilmiştir. Onuncu Şuada ise Risale-i Nurun mühim bir kısmı Isparta havalisindeki has şakirdleri tarafından fihrist suretinde kaleme alınmıştır. Onuncu Şua Fihrist Risalesi külliyatın fihristi olduğu gibi Onbirinci Şua da külliyattaki hakikatların bir hülasasıdır. Dokuzuncu Şua ise beş erkan-ı imanîyenin haşri isbatı noktasında bir hülasasıdır.

Onbirinci Şua: Meyve Risalesi; Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve o hapsin beş gününün mahsulü olan bu risale Onbir mes’eleyi ihtiva edip, bu parlak mes’eleler imanı dalalet karanlıklarından kurtarıp ahlâkı tam düzeltmekte ve her bir mes’ele bir kitabın hakikatlarını tazammun etmektedir. Küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçen bu risale-i câmiadaki her bir mes’ele külliyattaki hakikatların bir hülasasıdır.

Birinci Mes’ele

Risale-i Nurdaki ubudiyetle alâkadar mes’elelerin bir hülasasıdır.

Mahpuslara gayet büyük bir teselli verip, farz namazlarını kılmakla ve diğer günahlardan tövbe etmekle o hapis hapse sebebiyet veren hatalara bir keffaret olup o hataları afvettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ve hapislerin hapishanede geçen bütün saatlerinin ibadet hükmüne geçmesi hakikatını bildirmekle tam teselli verir.

İkinci Mes’elesi

Risale-i Nurdaki hem hayatın mahiyetine dair mes’elelerin hemde ömr-ü beşerin neticesi hükmünde olan ölüm ve kabir ile alâkadar mes’elelerin bir hülasasıdır.

Hayatın neticesi hükmünde olan ölümün iki neticesi, kabrin üç vaziyeti gösteriliyor. Bu dünyanın fâni olduğunu ve bütün zîhayatın kafile kafile arkasında kabre sevkedildiklerini ve bu sevkiyatın ya i’dam-ı ebedî veyahud saadet âlemine giden bir terhis tezkeresi olduğunu gayet parlak misallerle Medrese-i Yusufiyedeki mahpuslara isbat ettiği gibi, bütün âlem-i İslâma da ilân edip isbat etmiştir.

Üçüncü Mes’elesi

Risale-i Nurdaki dünya ve âhiret  hayatındaki saadet ve lezzeti temin eden âhirete imana dair mes’elelerin bir hülasasıdır.

İnsan akıl alâkadarlığıyla mazi ve müstakbelden hem elem hem endişe duyduğundan hayvan gibi olamayacağı gibi bir müslüman, ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki bütün Peygamberleri ve Allah’ı ve kemalâtı en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm ile bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz.

Üstadımız Eskişehir Hapsi Medrese-i Yusufiyesinin penceresinden bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturup bakarken karşısındaki Lise Mektebi’nin kızlarının gülerek raksettiklerini görmüş. O zaman manevî bir sinema ile, o rakseden kızların elli sene sonraki vaziyetlerini müşahede ederek onlardan kırk-ellisinin elli sene sonra kabirde toprak olarak azab çektiklerini ve on tanesinin yetmiş-seksen yaşında çirkinleşerek gençliklerinde iffetlerini muhafaza etmediklerinden herkesin nefret nazarlarını kendi üzerlerine çektiklerini Üstadımız görür. Onların o acınacak hallerine gözlerinden yaşlar akıtarak ağlar ve bu ağlayışını bir kısım hapis arkadaşları merak edip sorarlar. Üstadımız da gayet açık deliller ve kuvvetli misallerle ehl-i dalalet ve sefahetin şimdiki şu gayr-ı meşru’ keyiflerini ve eğlencelerini elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, onların bu gülmelerine ve bu gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklarını izah etmiş.

Dördüncü Mes’elesi

Risale-i Nurdaki harici mes’elelerle alâkadar olmanın zararlarından ve en büyük ve ehemmiyetli ve daimi bir vazife olan tahkiki imanı elde etmeye dair olan mes’elelerin bir hülasasıdır.

Bu mes’elenin Gençlik Rehberi’nde gayet güzel izahı var. Bazı talebeler siyaseti perde ederek Üstadımızın yüksek fikirlerinden istifade etmek için dediler: Küre-i arzı herc ü merc eden ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan harb-i umumîden aylar, seneler geçtiği halde senin merak edip sormuyorsun. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Evet onunla meşgul olmanın iki zararı var.

Birincisi: Büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder.

İkincisi: Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Hem daha büyük bir hâdise var.

Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

Madem hakikat budur. O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i manevîyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’a çalışmak herşeyin fevkınde kıymetlidir. Bu zamanın birinci bir dava vekilinin Risale-i Nur olduğunun altı delili; eski ve yeni talebeler, Risale-i Nur’un ihtiva ettiği hakikatlar, muarızların manen mukabele edemeyip maddeten muaraza etmeleri, geniş dairedeki insanlar tarafından hüsn-ü kabul görmesi ve Risale-i Nur’un Haricteki tesirini gören insanların şehadetidir.

Beşinci Mes’ele

Risale-i Nurdaki iffet, istikamet ve taat beraber olmazsa gençliğin düşeceği tehlikeleri izah eden mes’elelerin bir hülasasıdır.

Gençlik Rehberi’nde izah edilmiştir. Gençlik hiç şübhe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa, gündüz akşama ve geceye dönmesi gibi; gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişeceğini ve o fâni ve geçici gençliği iffetle istikamet dairesinde hayrata sarfetse, onunla ebedî ve bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanların müjde verdiklerini, aksi takdirde sefahet ve dalalette giden gençlik âhiret mes’uliyetini ve kabir azabını ve o gençliğin zevalinden gelen teessüfleri ve günahları ve dünyevî mücazatları çektireceğini ve aynı lezzet içinde ziyade elemler ve belalar bulunduğunu aklı başında her gence tasdik ettirecek derecede aynelyakîn gösterip tasdik ettirir.

Altıncı Mes’ele

Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünün binler küllî bürhanlarından birtek bürhana kısaca bir işarettir.

Risale-i Nur’un her tarafında kat’î ve hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünü, Lise talebelerinden bir kısmı Üstadımızın yanına gelerek soruyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır diyorlar. Üstadımız da o talebelere “Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsediyor, size Hâlıkı tanıttırıyor. Siz muallimleri değil, onları dinleyiniz” diyerek aklî ve kat’î birçok misal ve delilleri ele alarak gayet hârika bir şekilde o mekteb talebelerine izah etmiştir. Altı fennin iman-ı billah rüknüne dair şehadetir.

1- Fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanatın hârika ve hassas mizanlarla yaratılmış olmaları cihetiyle, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal’i tanıttırır.

2- Fenn-i makine mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan binler çeşit çeşit mahlûkatın basit bir maddeden yaratılmış olmaları cihetiyle küre-i arz denilen bu seyyar makine-i Rabbaniyenin ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.

3- Fenn-i iaşe mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar etmesi cihetiyle küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe anbarı ve bir sefine-i Sübhaniye ve bu depo ve dükkân-ı Rabbanînin sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.

4- Fenn-i askerî mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmayarak ve şaşırmayarak verilmesi cihetiyle küre-i arz denilen bu ordu-yu Sübhanînîn Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes’ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

5- Fenn-i elektrik mikyasıyla bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, küre-i arzdan bin defa büyük oldukları ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamlarının bozulmamaları, birbirlerine çarpmamaları, sönmemeleri, yanmak maddeleri tükenmemeleri cihetiyle bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâni’ini, o nuranî yıldızları şahid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.

6- Fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet mikyaslarıyla bu kitab-ı kâinat, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak; mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam fihristesi yazılması ve bir kalemin işlemesi cihetiyle şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’an-ı Ekber-i Âlemin nakkaşını, kâtibini hadsiz kemalâtıyla tanıttırır. “Allahü Ekber” cümlesiyle bildirir, “Sübhanallah” takdisiyle tarif eder, “Elhamdülillah” senalarıyla sevdirir.

Yedinci Mes’ele

Risale-i Nurdaki âhirete imana dair olan mes’elelerin bir hülasasıdır.

Bu Yedinci Mes’elede âhirete iman rüknü yedi cihetle isbat edilmiştir. Âhireti, başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’anımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitablardan, sonra melaikelerden, sonra kâinattan soracağız. İşte birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla bize cevab veriyor. Şöyleki;

Kastamonu’da Lise talebelerinin “Hâlıkımızı bize tanıttır” diye suallerine karşı Üstadımız sâbık Altıncı Mes’elede mekteb fünununun dilleriyle verdiği dersi Denizli Hapsindeki mahpuslar okumalarıyla o hapisler tam bir kanaat-ı imanîye aldıklarını Üstadımıza bildirmişler. Ve “Âhiretimizi de tam öğrenelim ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarıp daha böyle hapislere girmeyelim.” demelerine karşı Üstadımız gayet mufassal olarak Risale-i Nur’dan derin hakikatları hülâsa ederek âhireti bildirmiş ve tam izah etmiştir. Bu Yedinci Mes’elede âhirete iman rüknü yedi cihetle isbat edilmiştir. Âhireti, başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’anımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitablardan, sonra melaikelerden, sonra kâinattan soracağız. İşte birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla bize cevab veriyor.

“Rabb-ül Âlemîn” ve “Sultan-üd Deyyan” Madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın.

“Rahîm” ve “Kerim” Madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Elbette hiç şübhe olamaz ki; bu derece nazeninane beslediği bu sevimli ve minnetdarları ve perestişkârları olan mü’min insanları i’dam etmez.

“Hakîm” ve “Hakem” ve “Adl” ve “Âdil” Madem umum mahlûklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Elbette ve hiç şübhe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi; o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki akibetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir vechile müsaade etmezler.

“Mücîb” ve “Semi'” ve “Rahîm” Madem her dertlinin âhını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî-i Mücîb perde arkasında var. Elbette nev’-i insanın en ehemmiyetli ve umumî ve umum kâinatı ve umum esma ve sıfât-ı İlahiyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye ait dualarını içine alan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın duasını kabul eder.

Muhyî ve Mümit ve Hayy ve Kayyum ve Kadîr ve Alîm Madem her baharda haşr u neşrin nümune ve misallerini gösteren bir kalem-i kudret, insana fevkalâde bir makam verdiği ve beka-i uhreviyeyi kat’î va’d u ahdettiği halde, elbette bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecektir.

Hem madem nev’-i beşerin en meşhurları olan yüzyirmidört bin peygamberler ittifak ile saadet-i ebediyeyi ve beka-yı uhrevîyi Cenâb-ı Hakk’ın binler va’d ü ahidlerine istinaden ilân edip, mu’cizeleriyle doğru olduklarını isbat ettikleri gibi; hadsiz ehl-i velayet, keşf ile ve zevk ile aynı hakikata imza basıyorlar. Elbette o hakikat güneş gibi zahir olur, şübhe eden divane olur.

Rahman ve Hakîm ve Adl ve Kerim ve Hâkim Hem madem bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, in’amları ona bağlamış bir rahmet ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet çevremizde görüyoruz. Elbette o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşr u neşir açılacaktır.

Evvel ve Ahir ve Zahir ve Batın isimlerinin çekirdekte, senede ve dehrde tecellileri hafîziyeti a’zamî derecede ve haşri bahar kolaylığında ve kat’iyyetinde bizlere ders verir.

Yirmi küllî hakikatlar ile Cenâb-ı Hakk’ın Hak ismine bağlanan insanlar için bir haşr u neşr olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mücazatını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz’î-küllî kayd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.

İşte biz Hâlıkımızdan haşre dair sorduğumuz suale, Hak, Hafîz, Hakîm, Cemil, Rahîm isimleri cevab verip derler: “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.”

Elhasıl:

Madem Cenâb-ı Hakk’ın ekser isimleri âhireti iktiza edip isterler. Elbette o isimlere delalet eden bütün hüccetler, bir cihette âhiretin tahakkukuna dahi delalet ederler.

Ve madem melaikeler âhiretin ve âlem-i bekanın dairelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delalet ederler.

Ve madem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün hayatında vahdaniyetten sonra en daimî davası ve müddeası ve esası âhirettir; elbette o zâtın nübüvvetine ve sıdkına delalet eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, -bir cihette, dolayısıyla- âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.

Ve madem Kur’an’ın dörtten birisi haşir ve âhirettir ve bin âyâtıyla onun isbatına çalışır ve onu haber verir. Elbette Kur’an’ın hakkaniyetine şehadet ve delalet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanları, dolayısıyla âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delalet ve şehadet ederler. İşte bak, bu rükn-ü imanî ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu gör.

Sekizinci Mes’ele

Risale-i Nurdaki âhiret imanının, insanın hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine dair temin ettiği faide ve neticelerinden yüzden birinin hülasasıdır.

Bu mes’elenin birinci meyvesi: Gayet câmi’ mahiyet-i insaniyenin, kuvve-i hayaliye, kuvve-i müfekkire gibi sair cihazları ebediyetle fıtraten alâkadar olduğundan bunların lezzeti, saadeti, tatmini, ve kemali âhirete iman etmekle mümkün olabilir. Ve bu âhirete iman akidesini kazanmak yolunda insan, dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faidesi: İnsan, mezaristana giren dostları ve akrabaları gibi kendisinin de ebedî ölümlerinden ve çürümek endişesinden kurtarıp, mesrurane ve nuranî bir âlemde o dostlarla birlikte olunacağını haber veren lezzet-i ruhaniyeyi elde etmesi âhirete iman ile mümkün olabilir.

Üçüncü meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faidesi: İnsanın seciyelerini yükseltmesi, istidatlarını cem’iyetli hale getirmesi, ubudiyetini külli yapabilmesi ve geniş vücudi dairelerden istifade etmesi ancak âhirete iman etmekle mümkün olabilir.

Dördüncü faidesi: İnsanın hayat-ı içtimaiyesine bakar.

Nev’-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar için âhiret iman fikrinin olmamasının zararı; hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkenceye çevirmek ve insaniyet istidatlarını çürütmektir. Çocuklar için âhiret iman fikrinin iki faydası; insanca yaşamak ve insaniyetin istidatlarını inkişaf ettirmektir.

Hem insanın bir rub’unu teşkil eden ihtiyarlar için âhirete imanın üç faidesi; ebedî bir gençliği kazanmak, evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşmek ve bütün iyilikleri muhafaza edildiğinden mükâfatlarını görmektir. İhtiyarlar için âhirete imanın olmamasının iki zararı; dünya onlara me’yusane bir zindan ve hayat işkenceli bir azab olmasıdır.

Hem nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler için âhirete imanın faidesi, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Gençler için âhirete iman olmazsa iki zararı; daha dünyada iken azab çeker ve insaniyeti canavar bir hayvan hükmüne geçer.

Hem nev’-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı olan hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar için âhirete imanın faidesi; Sıkıntıların, me’yusiyetlerin ve endişelerin ve intikam hiddetlerinin derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olmasıdır. Eğer iman-ı âhiret onların imdadına yetişmezse sıkıntıların, me’yusiyetlerin ve endişelerin ve intikam hiddetinin altında ezilir.

İman-ı âhiret, benim ve bir kısım kardeşlerimin için bu sebebsiz hapsimizi mücahidane, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazandıracak bir medrese-i Yusufiyeye çevirdi. Eğer iman-ı âhiret için bir yardım etmese idi, bir gün dayanmak ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeğe sevkedecekti.

Aile hayatına iman-ı âhiret faidesi aile ferdlerinin ahlâkı yükseklenir ve insaniyet saadeti inkişaf eder, hanesi cennete döner. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, ya azab çeker yada aklını tenvim eder,  hanesi cehenneme döner.

Şehir hayatına iman-ı âhiret hükmetse, o büyük aile efradlarında güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî hükmeder. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder.

Memleket ve vatan hanesine iman-ı âhiret hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar. Eğer iman-ı âhiret memleket ve vatan hanesine hükmetmezse, Çocuklar, haylazlığa; Gençler, sarhoşluğa; Zalim, zulme; İhtiyarlar, ağlamaya başlar.

Bu beş-altı nümuneye sairleri kıyas edilse kat’î anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.

Risale-i Nur’da Yirmisekizinci Söz’de ve başka risalelerinde, haşrin cismaniyeti cihetinde gelen zaîf şüphelere bir cevabdır. İnsan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada nümunesini tatmış olduğu cismanî lezzetleri Cennet’e lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi a’zaların ettikleri hâlis şükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismanî lezzetler ile verilecektir. Zira dünyada cismaniyeti iktiza eden hikmetler âhirette daha ziyade cismaniyeti iktiza eder. Esma-i İlahiye, hilkat-ı kâinattaki makasıd-ı İlahiye, ihsanat-ı Rabbaniye, dualar ve teşekkürat ve manevîyat ve ruhaniyat âlemleri gibi.

Cehennem’e dair yalnız bir-iki zaîf şübheyi izale edecek iki-üç nükteyi, beyan edeceğiz.

Birinci Nükte

Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Ehl-i iman için tövbeye sevk ediyor, Cennetin lezzetini Cehennemden kurtulmaktan dolayı tam bildiriyor ve cehennem ehline karşı intikam hiddetini tam teskin ediyor. Cehennem’in vücudu, ehl-i küfür için dahi i’dam-ı ebedîden bin derece hayırlıdır ve kâfirlere de sevdiklerinin ademe gitmeyip vücud dairelerinde kaldıklarını bildirdiğinden bir nevi merhamettir. Bu nüktede Cehenneimin tarifi yapılmış ve beş neticesi gösterilmiştir.

İkinci Nükte

Cehennem’in vücudu ve şiddetli azabı, davacılara bakan yönüyle hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler.

Rahmet noktasında hukukların muhafazası gerekmektedir. Küfür ise, esmanın, esmanın vücuduna şehadet eden mevcudatın, esmanın teceligahı olması vazifesinde bulunan mahlukatın ve Kâinatın ubudiyetini tekzib etmekle hukuklarına tecavüzdür. Hem izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi Cehennem’in vücudunu kat’î isterler.

Hem hikmet noktasında; mahiyet-i küfür dahi Cehennem’i bildirir.

Hem adalet noktasında ebedi azab çekmesi, kanun-u adalete muvafık geliyor.

Hem nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır. Ve kâinatın pekçok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikatı Cehennem’dir ki; bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhatını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryad ederler. “Bizi ondan kurtar” derler.

Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi. “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahü Ekber” gibi, “Bismillah” ve “Lâ ilahe illallah” ve sair kelimat-ı mübareke, herbiri hem erkân-ı imanîyenin, hem Kur’an’ın, hem Risale-i Nur’un, hem namazın hülâsaları ve çekirdeği olduğundan haşri ihtar edip isterler.

Allahü Ekber’in haşre delaleti, az çok, büyük küçük her şey kudretine nisbeten müsavi olduğundan bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilecek olan Allah bizim korktuğumuz herşeyden daha büyüktür.

“Elhamdülillah” cümlesi dahi âhirette verilecek nimetlerin dünyada ödenen peşin bir fiatı olmasından ve dünyadaki fani nimetlerin ebedî nimetlere vesile olmaları cihetiyle haşri isbat eder.

“Sübhanallah” kelime-i kudsîyesi ise, Cenâb-ı Hakk’ı kusurattan takdis ve tenzih eden celal ve cemal ve kemalinin devamlı tecelli edeceği âhireti iktiza ettiği için haşri isbat eder.

İşte bu üç kudsî kelimeler gibi, “Bismillah” ve “Lâ ilahe illallah” ve sair kelimat-ı mübareke, herbiri erkân-ı imanîyenin, Namazın, Kur’an’ın ve Risale-i Nurun dahi çekirdekleri hükmündedir.

Dokuzuncu Mes’ele

Risale-i Nurdaki imanın vahdanî bir hakikat olduğuna ve tefrik kabul etmeyeceğine ve erkan-ı imanîyenin bir küll olduğuna ve inkısamı ve tecezzisi mümkün olmadığına dair mes’elelerin bir hülasasıdır.

Üstadımızın manen ruhuna gelen iman hakkında bir cihette dehşetli diğer bir cihette azametli bir nimet-i İlahi olan sualin cevabıdır. Şöyle ki: Bir rükün ve hakikat-ı imanîyeyi inkâr edenin mürted olması, küfr-ü mutlaka düşmesi ve kabul etmeyenin İslâmiyetten çıkması dehşetli bir haldir. Herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imanîyeyi isbat etmesi İlahî bir nimettir. Bu mes’elenin izahı yapılıyor.

Elcevab: İman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik kabul etmez. Çünki herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imanîyeyi isbat eder. Bu makamda mücmel fezleke ve muhtasar hülâsalarla -Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle- bu nükte-i a’zam altı noktada beyan edilecek.

Birinci Nokta

İman-ı Billah, kendi hüccetleriyle hem sair rükünlerini, hem iman-ı bil’âhireti isbat eder. Bu hakikat rububiyet ve hâkimiyet cihetinde isbat edilmiştir. Saltanat-ı rububiyetini ve ekser isimlerini ve vücub-u vücudunun hüccetlerini gösterir tarzda kâinattaki bütün delilleri yaratan bir Allah varsa, elbette ebedî ve sermedî ve bâki ve daimî saltanatının bâki bir makarrı ve daimî bir medarı ve sermedî bir mazharı olan dâr-ı âhiret vardır.

Hem iman-ı billah, kat’iyyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle “ve bikütübihi ve rusülihi” yani peygamberlere ve mukaddes kitablara imanı isbat eder. Bu hakikat dört cihetten isbat edilmiştir. Uluhiyet ve mabudiyetini tezahür ettiren ve şükre ve hamde sevkettiren ve hem tanıttırmak, hem sevdirmek, hem bir çeşit manevî cemalini göstermek isteyen ve dualara kavlen dahi cevab veren bir Allah varsa elbette bu hakikatları tahakkuk ettirecek olan peygamberler ve mukaddes kitablar da vardır.

Hem “Eşhedü en Lâ ilahe illallah” hakikatı, bütün hüccetleriyle “Eşhedü enne Muhammederresulullah” hakikatını isbat eder. Bu hakikat dört cihetten isbat edilmiştir. Tezahür-ü rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyetle mukabele ettiren ve makasıd-ı İlahiyesine dellâllık ettiren ve nev’-i insanın kıymetini ve vazifesini risalet vasıtasıyla gösteren ve bin mu’cizatıyla risaletini tasdik eden bir Allah varsa elbette Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, O’nun en müntehab mahluku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resulüdür.

Hem iman-ı billah bütün hüccetleriyle, Kur’an‘ın kelâmullah olduğunu isbat ediyor. Bu hakikat üç cihetten isbat edilmiştir. Mahlukatıyla kelâmı ile konuşan ve kâinattaki makasıd-ı İlahiyesini fermanıyla bildiren ve fermanının nev’-i insan içindeki tesirini ve fermanın üstündeki i’cazını gösteren bir Allah varsa elbette Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, O’nun kelâmı ve fermanıdır.

Hem iman-ı billah hakikatı, hüccetleriyle melaikeye iman hakikatını isbat eder. Zira zemini zîhayat ve zîşuurla şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelal varsa elbette, semavatı ve yıldızlarıda, melekler ile şenlendirecektir.

Hem iman-ı billah hakikatı, kadere iman hakikatlarını dahi kat’î isbat eder. Bu hakikat üç cihetten isbat edilmiştir. Herşeyi hıfz eden ve Rububiyetinin tezahürü için Cennet ve Cehennemi yaratan ve insanın amellerine ehemmiyet veren bir Allah varsa, elbette seyyiat ve hasenatların yazılı olduğu kaderi levhalarda vardır.

İkinci Nokta

Başta Kur’an, bütün semavî kitablar ve suhuflar ve başta Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün peygamberler (Aleyhimüsselâm) bütün hüccetleriyle hem melaikeye iman, hem kadere iman hakikatlarını dahi kat’î isbat ettiğinin izahatı yapılacaktı Fakat birinci nokta kâfi bir mikyas olmasından daha zekilere ziyade izaha ihtiyaç kalmadı. Bir müslüman bir hakikat-ı imanîyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünki başka dinlerin icmallerine mukabil, İslâmiyet’te tam izahat verilmiş, rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman, Allah’ı da (sıfâtıyla) daha tanımaz ve âhireti bilmez.

Üçüncü Nokta

Bir zaman “Elhamdülillah” dedim. Onun hadsiz geniş manasına mukabil gelecek bir nimet aradım………

Onuncu Mes’ele

Risale-i Nurdaki Kur’an’ın i’cazına dair mes’elelerin bir hülasasıdır. Kur’anda olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevabdır.

Kur’an her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil olması kırk nev’i mu’cizeliğinden biridir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalaletin ufunetli ve zehirli evhamlarını izale eden Emirdağı’nın bu küçücük nurlu çiçeği, Üstadımız gayet hasta ve perişan ve gıdasız bir halde iken iki gün içinde Ramazan’da mecburiyetle gayet mücmel ve kısa bir cümlede pek çok hakikatları ve müteaddid hüccetleri dercederek yazmıştır.

Evvelâ Kur’an’ın ulvîyet ve kuvveti gösterilecek tâ ki böyle bir kelamda tekraratın hikmetsiz olmayacağı ihtar edilsin. Kelâm kuvvetini dört menbadan alır. Mütekellim, muhatab, makam ve maksad itibariyle Kur’an’ın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev’-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev’-i benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin ve arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ve ihatalı beyanatının geniş maksadından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle yüksek i’caz ve şümul gösterir. Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bu i’cazındandır ki cüz’i bir hadise ile küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor. İşte bunun misallerinden biri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın otuzüç âyet ile Risale-i Nur’a olan işaretlerini gösteren Birinci Şua’ risalesidir.

Kur’an’ın, insanın manevî ihtiyacını temin etmesine bakan tekrarında ki hikmetleri şunlardır.

1. Kur’an-ı Azîmüşşan, Kavm-i Âd ve Nemrud ve Firavun’un başlarına gelen azablar ile her asırdaki zalimleri tehdid etmekle beraber İbrahim ve Musa Aleyhimesselâm’lar gibi enbiyanın necatlarıyla mazlum ehl-i imana hem teselli verir, hemde i’cazını gösterir. Musibete giriftar olan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’an’ın tekrarı ne kadar müstahsendir.

2. Hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırları ihbaratıyla nurlandırdığı gibi nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan kâinatı da hayatlandırıyor. Zamanın geçmesinden dehşet alan insana geçen zamanın misali levhalarda kaydedilerek muhafaza edildiğini ve geçmiş zamanın bizimle münasebettar olduğunu göstermekle hem teselli verir hemde i’cazını gösterir. Kendini gafletten kurtaramayan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’an’ın tekrarı ne kadar müstahsendir.

3. Hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan kâinatı hayatlandırıyor. Mekan itibariyle kâinatı camid ve firak ve zevale yuvarlandığını tevehhüm eden insana kâinatı kitab-ı Samedanî, şehr-i Rahmanî, meşher-i sun’-i Rabbanî olarak göstermekle hem teselli verir hemde i’cazını gösterir. Kendini vahşetten ve gafletten kurtaramayan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’an’ın tekrarı ne kadar müstahsendir.

4. Hem Kur’an-ı Azîmüşşan’ın elbette her harfinde on, bazan yüz, bazan bin ve binler sevab bulunması ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benîâdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması ve çok tekrar ile beraber usandırmaması ve çok iltibas yerleri ve birbirine benzeyen cümleleri olduğu halde bütün Kur’an hâfızların ve çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir olanların ve sekeratta olanların kulaklarına mâ-i zemzem misillü hoş gelmesi gibi, çok cihetlerle kudsî imtiyazları kazanan Kur’an-ı Azîmüşşan’a beşerin her vakit ihtiyacı vardır.

5. Ve Sâni’-i Kâinat’ın mu’cizat-ı kudretini ve manidar sutur-u hikmetini avamında anlayacağı büyük âyetleri olan sema ve zemin sahiflerinden tekrarla ders vermekle lütf-u irşadda güzel bir i’caz gösterir ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirdlerine kazandırır.

6. Tekrarı iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla güzel, tatlı tekraratıyla bir tek cümlede ve bir tek kıssada ayrı ayrı çok manaları, ayrı ayrı muhatablarına tefhim etmekte

7. Ve cüz’î ve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyet’te ve tedvin-i şeriatta sahabelerin cüz’î hâdiseleri dahi nazar-ı ehemmiyette olmasından hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyet’in ve şeriatın tesisinde o cüz’î hâdiseler çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nev’ i’cazını gösterir.

Evet ihtiyacatın tekrarıyla ve tekrarın lüzumu haysiyetiyle yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak olan ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatın bir tek zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat eden ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev’-i beşerin zulümlerine mukabil kâinatın netice-i hilkati hesabına azab-ı İlahîyi ve hiddet-i Rabbanîyi gösteren ve hadsiz harika ve nihayetsiz dehşetli ve geniş bir inkılabın tesisinde binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hale gayet mutabık bir fesahattır.

Mesela;

1. Birtek âyet iken yüz ondört defa tekerrür eden “Bismillahirrahmanirrahîm” cümlesi her dakika herkes ona muhtaç olduğundan tekrarı müstahsendir.

2. Sure-i طسم  de izzet-i Rabbaniye o zalim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için sekiz defa tekrar etmek ve i’cazlı ve îcazlı bir ulvî belâgattır.

3. Sure-i Rahman ve Mürselât’ta cinn ve nev’-i beşerin küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini, asırlara ve arz ve semavata işittirecek derecede tehdidkârane tekraratla haykırması celalli bir i’caz ve cemalli bir îcaz-ı belâgattır.

4. Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı Peygamberîde, tevhid, tesbih ve takdis gibi en ehemmiyetli bir vazife ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi en dehşetli mes’ele ve ubudiyet ve acz-i beşerînin en lüzumlu neticesi bulunduğundan binler defa tekrar edilse yine azdır.

İşte tekrarat-ı Kur’aniye insanın ihtiyaç derecesini gösteren bu gibi metin esaslara bakıyor. Hattâ bazan bir sahifede iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belâgat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarihan ve zımnen tevhid hakikatını ifade eder.

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın Mekkiye sureleriyle Medeniye sureleri belâgat noktasında ve i’caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki:

Mekke’de birinci safta muhatab ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan Mekkî sureleri erkân-ı imanîyeyi ve tevhidin mertebelerini belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, mukni’, kanaat verici bir icmal ve tesbit için tekrar edilmiştir.

Amma Medine sure ve âyetlerinin birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduğundan mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan, sade ve vazıh ve tafsilli bir üslûbla medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım gelmiştir. Kur’an, o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviyeyi mündemiç fezlekeler ve hâtimelerle tekrar ile zikrederek o makamı nurlandırır, ulvîleştirir, küllîleştirir.

Kur’an, o teferruat-ı şer’iye ve kavanin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirir. Bazan iki kelimede Rabbüke ve Rabb-ül Âlemin de ehadiyet içinde vâhidiyeti bildirir. Hattâ bir cümlede; “Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde” Vahidiyeti, “kalbin dahi hatıratını bilir, idare eder.” diyererek de ehadiyeti gösterir.

Ehemmiyetli Bir Sual

“Bazan cüz’î ve âdi hâdiselerden Kur’an’ın bahsetmesindeki hakikat, sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir.

Elcevab: Kur’an, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksadları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlarından ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zahirce zaîf bir münasebetle, başka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. Meselâ: “Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, kardeşini bir hile ile alması”

İkinci Bir Sual

“Kur’anda sarihan ve zımnen ve işareten,

1. Âhiret ve tevhidi

2. Ve beşerin mükâfat ve mücazatını

binler defa isbat edip nazara vermenin ve her surede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?”

Elcevab:

1. Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılablarda âhiret ve tevhide dair mes’eleleri binler defa isbat edip nazara vermeye hacet-i zaruriye hükmünde beşer için ihtiyaç vardır.

2. Nev’-i beşerin mükâfat ve mücazatını netice veren ehemmiyetli vazifelerine dair mes’eleleri, milyonlar ve milyarlar ile tekrar edilse ihtiyaç vardır.

Birincisinin misali; saadet-i ebediye hakikatı gibi kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılabları, tekrar tekrar ders vermek hacet-i zaruriye hükmünde beşer için elzemdir.

İkincisinin birinci misali; beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlukatın hukukuna tecavüz olduğundan tehdid âyetleri ile küfrün dehşetli neticelerini tekrar tekrar ders vermek hacet-i zaruriye hükmünde beşer için elzemdir.

İkincisinin İkinci misali; herkesin heran âlemini nurlandırmak için lehine şehadet edebilecek âlemleri aleyhinde şehadet ettirmemek için o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezeli’nin şiddetli ve inatları kıran tehditlerini, Kur’anı okumakla takdir etmek ve nefsinin tuğyanından kurtulmağa çalışmak hikmetiyle Kur’an gayet manidar tekrar eder.

Üçüncü Bir Mukadder Sual

Kur’anda enbiya kıssalarının tekrar etmesindeki hikmet nedir?

Elcevab: İki hikmete binaen enbiya kıssaları tekrar eder.

1. Bütün enbiyanın nübüvvetlerinin, Risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine hüccet olduğu hakikatını hatırlatmak için enbiya kıssalarının tekrarına ihtiyaç vardır.

2. Hem Kur’andaki erkan-ı imanîye hakikatına her vakit ihtiyaç olduğundan herbir kısa surede bu hakikat ders verildiği gibi dört erkân-ı imanîyeyi içine almakla “Lâ ilahe illallah” rüknüne denk tutulan risalet-i Muhammediye, Zât-ı Ahmediye ve hakikat-ı Muhammediyeyi hatırlatmak için enbiya kıssalarının tekrarına ihtiyaç vardır.

Dördüncü Bir Mukadder Sual

Risalet-i Muhammediye, Zât-ı Ahmediye ve hakikat-ı Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i manevîyesi ve makam-ı kudsîsinin Kur’anda bu makamı almaya liyakatı varmıdır?

Elcevab: Bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi, getirdiği nur ile Kâinatı nurlandırması, bütün mahlukatı minnetdar eylemesi, suleha-yı ümmetin dualar ve salavatları cihetiyle ve ümmetçe okunan Kur’an cihetiyle defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle Allâm-ül Guyub o makama liyakatını görmüş Kur’an’ında o azîm ehemmiyeti vermiştir.

İşte Kur’an’ın tekrar edilen hakikatları bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i manevîye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder.

Bu Onuncu Mes’eleye bir hâtime olarak iki haşiyedir

Birincisi

En dehşetli ve muannid bir zındık Kur’ana karşı sû’-i kasdını tercümesiyle yapmasına karşın Risale-i Nur, Kur’an’ın yedi, kırk veya iki cihette mu’cize olduğunu Yirmibeşinci Söz’de göstermesiyle ve başka lisanların Kur’an’ın meziyetlerini ve nüktelerini muhafaza edemeyeceği ve kelimat-ı Kur’aniyenin mu’cizane ve cem’iyetli tabirleri yerinde, beşerin âdi ve cüz’î tercümelerinin tutamadığını Yirmidokuzuncu Mektub’un Birinci Kısmında cerhedilmez hüccetleri ile kat’î isbat etmiştir.

İkinci Haşiye

Kur’anda tekrar edilen mevcudatın vazifeleri ve Cenâb-ı Hakkı ne suretle tesbih ettiği hakikatına beşerin ne kadar ihtiyacı olduğuna bu haşiye bir misaldir. Denizli hapsinden sonra Üstadımız meşhur Şehir Oteli’nin yüksek katında kesretli kavak ağaçlarının vaziyetini tefekkür ederken güz ve kış mevsimindeki ademler, firaklar hatırına geldi. Ve hapisden tahliyesinden sonra kardeşlerinin müfarakatlarından ve yalnız kalmaktan gelen hüzün, kâinat dolusu firakların, zevallerin hüzünlerini başına topladı. Birden hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) getirdiği nur, imdadına yetişti. Ve eşyanın üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi:

Birinci kısım neticeleri, Sâni’-i Zülcelal’in esmasına bakar.

İkinci kısım hikmetleri ise: Zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalaagâh, birer kitab-ı marifet olur. Eşya zeval ve fena ile surî bir vücudu bırakır, manevî ve gaybî ve ilmî çok vücudları kazanır.

Elhasıl: Nasılki iman, ölüm vaktinde insanı i’dam-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de herkesin hususî dünyasını dahi i’damdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor.

Onuncu Mes’ele münasebetiyle Hüsrev’in üstadına yazdığı mektub

Risale-i Nurdaki tekrar eden hakikatların hülasası olan Meyvenin Dokuz mes’elesinin azametine karşı ehl-i dalalet, mağlub olup beraat vermesiyle güzelliğini gösterdiği gibi Onuncu Mes’elesi olan çiçeği de Kur’an’ın îcazlı i’cazındaki tekrarata olan ihtiyacımızı ders vermesiyle güzelliğini göstermektedir. Gülün çiçeğindeki fevkalâde letafet ve güzellik, ağacındaki dikenleri nazara hiç göstermediği gibi; Kur’an’ın îcazlı i’cazındaki tekrarata olan ihtiyacımızı gösteren bu nuranî çiçek de bize dokuz aylık hapis sıkıntısını unutturacak bir şekilde o sıkıntılarımızı da hiçe indirmiştir.

Bu nuranî çiçek, muhtevi olduğu çok güzelliklerinden bilhâssa Kur’an’ın tercümesi suretiyle nazar-ı beşerde âdileştirilmek ihanetine mukabil; o tekraratın kıymetini tam göstermekle, Kur’an’ın cihandeğer ulviyetini meydana koymuştur.

Hem sâliklerinin her asırda fevkalâde bir metanetle sarılmaları ile ve emir ve nehyine tamamen inkıyad etmeleriyle, güya yeni nâzil olmuş gibi tazeliği isbat edilmiş.

Hemde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bütün asırlarda, zalimlere karşı şiddetli ve dehşetli ve tekrarlı tehdidleri ve mazlumlara karşı şefkatli ve rahmetli mükerrer taltifleri bulunmuştur. Risale-i Nur talebelerinin pek büyük umumî ve hususî necatlara mazhar olmaları ve muarızları olan dinsizlerin cehennemî azabla tokatlanmaları Kur’an’ın taltifine mazhar olduğuna bir delildir.

Onbirinci Mes’ele

Bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rü’yetullah olan iman şecere-i kudsîyesinin hadsiz, küllî ve cüz’î meyvelerinden yüzer nümuneleri Risale-i Nur’da beyan ve hüccetlerle isbat edildiğinden, izahını “Siracünnur”a havale edip; küllî erkânının değil, belki cüz’î ve cüzlerin, cüz’î ve hususî meyvelerinden birkaç nümune beyan edilecek.

Nasılki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahirî sebebler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler. Aynen öyle de: Cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar.

Birisi: Melaikeye iman rüknünün bu cüz’î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’î meyvesine gayet kısa bir işaret ederiz.

Melaikeye iman rüknünün birinci cüz’î meyvesi: Azrail Aleyhisselam’a iman etmekle insan, ruhunu emin bir ele teslim etmenin sevincini hisseder.

Melaikeye iman rüknünün ikinci cüz’î meyvesi: Kiramen Kâtibîn yani insanın amelini yazan meleklere iman etmekle insan, kıymetli bir sözünün ve fiilinin bâkileşerek ebedî manzaralarda ona gösterileceğini ve daimî mükâfat kazandıracağını bilmekle mesrur olur.

Melaikeye iman rüknünün üçüncü cüz’î meyvesi: Melaikeye iman ile insanın kâinatı ve dünyası, vahşet ve boşluk ve karanlıktan kurtulup melekler ve ruhanîlerle dolup şenlenir.

İkincisi: Umum peygamberlere iman ile bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla yaşamış gibi onlara imanım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve imanımı küllî yapıp genişlendirdi. Ve âhirzaman peygamberimizin imana ait olan davalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.

Hikmet-ül İstiaze Lem’ası”nda kat’î cevabı bulunan bir suale cevab ve azametli bir mes’elenin esası; Şeytanın gayet zaîf desiselerine karşı Kur’an’ın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenâb-ı Hakk’ın yardımını ehl-i imana gönderdiği halde, ehl-i dalalet neden çok defa galebe eder.

Elcevab: İns ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat yaptıklarından ehl-i hak ve hakikatı Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur eder. Kur’an onları himaye için büyük tahşidat yapar.

Bu cevabdan, birden pek büyük bir hakikatın ucu ve azametli, dehşetli bir mes’elenin esası göründü. Şöyle ki: Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulâtını taşıdığı gibi Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için o adem mahsulâtlarını kavuruyor ve âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.

Melaikeye iman rüknünün dördüncü cüz’î meyvesi: Münker ve Nekir’e iman etmekle insanın kabri, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferid vaziyetinden geniş, nurlani, hararetli bir vaziyete dönüşmekle; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Bu hakikatı te’yid eden Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesi ile hapiste Meyve Risalesi’ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat eden Hâfız Ali Abinin kabirde melaike-i sualle olan muhavereleridir.

Melaikeye iman rüknünün beşinci cüz’î meyvesi: Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüz’î bir nümunesi şudur ki: Vefat edenlerin, insanlar yerinde meleklere, hurilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarından hayatta olan yakınlarına hüzün yerinde bir sevinç verir.

Üçüncüsü: İmanın saadet-i uhreviyeye medar pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i mi’rac olarak Otuzbirinci Söz’ün âhirinde ve beş meyvesi Yirmidördüncü Söz’ün Beşinci Dal’ında nümune olarak yazılmış. Erkân-ı imanîyenin mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rü’yet-i İlahiyedir.

Dördüncüsü: İman-ı bil’kader rüknünün kıymetdar meyvesi, Kadere iman eden, gamlardan kurtulur.

Melaikeye iman rüknünün küllî meyvelerinden birisi: Meleklerin yaratılış hikmetini anlamaktır. Bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zahiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlahiyenin izzeti ve kudsîyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin. Melaike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz’î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.

Aynen öyle de: Cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Hayrı isteyen Allah, yapan kudret-i İlahiyedir.

Melaikeye iman rüknünün ikinci bir küllî meyvesi “Yirmidördüncü” ve “Yirmidokuzuncu Söz”de izah edilen meleklerin vücudunun ve vazifesinin isbatıdır. Melaikenin vazifesi saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serada süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını temsil etmek ve şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmektir.

Melekler ve vazifeleri

1. Hem hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesine, Sevr ve Hut namlarındaki iki meleğin nezaret etmesi vazifeleridir.

2. Hem meselâ küre-i arz’a müekkel melek, kırkbin başlı ve her başı kırkbin dil ile ve herbir dil ile kırkbin tesbihat yapar.

3. Hem hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebat-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.)

4. Hem zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlık’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ve Azrail (A.S.)

5. Hem hayat dairesinde rahmetin en cem’iyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak vardır.

6. Bir kısım melekeler küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san’at ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar;

7. Bir kısım melekelerde, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar.

Onbirinci Mes’elenin Hâtime

Onbirinci Mes’elede “Kâinatta vücud âlemleri hesabına çalışan melaikelere imanın meyvelerinden bahsedildi. Hatimesinde ise kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinimizi muhafaza etmemiz için istiaze yolu ve Felak Sûresinin bu asra bakan masadakları izah ediliyor. “Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz.” Âyeti mana-yı işarîsiyle bu acib asrımıza bakar; Kur’an’ın hizmetkârlarını istiazeye davet eder.

Birinci Masadak

1352-1354 tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev’-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan ikinci harb-i umumîye işaret eder. Ve ümmet-i Muhammediyeye (A.S.M.) manen der: “Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz.” Ve bir mana-yı remziyle, Kur’an’ın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirdlerine hususî bir iltifat ile onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının akîm bırakılmasına remzen haber verir; manen “İstiaze ediniz” emreder gibi bir remz verir

İkinci Masadak

1361 rumi ve hicri tarihiyle bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zalimane tahribatına parmak bastığı gibi; Nur şakirdlerinin geniş bir imha plânından ve elîm ve dehşetli bir beladan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevafukla, bir mana-yı remzî ile “Halk’ın şerrinden kendinizi koruyunuz” der

Üçüncü Masadak

1328 tarihiyle Hürriyet İnkılabı’na; eğer şeddedeki (lâm) sayılsa 1358 tarihiyle İkinci Harb-i Umumî’nin patlaması tarihine tevafuk eder

Dördüncü Masadak

1347 tarihiyle ecnebi muahedelerin icbarıyla bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller vücuda gelmesine ve aynı tarihte, devletlerde ikinci harb-i umumîyi ihzar eden dehşetli hasedler ve rekabetlerin çarpışmaları tarihine tevafuk eder.

Bir İhtar: Âyetin bu asrımıza bakan yalnız mana-yı işarî tabakasıdır. Yoksa bu hazinede daha çok esrar var.

Hatıra gelebilen bir sualin cevabıdır: Bazıyeti ifade eden “Min” kelimesinin ve “Şerri” kelimesinin ebced hesabına bazen dâhil edilip, bazende edilmemesinin hikmetini cevablar.

Bu Sureye Ait Bir Nükte-i İ’caziyenin Haşiyesidir: Sure-i Felak’a ait ihbar-ı gayb nevinden beşinci bir işarettir. 1161, 810, 1971 tarihlerindeki ehemmiyetli şerlerden haber verir. Ve 590 tarihiylede Cengiz ve Hülagu fitnesinden haber verir.

Onbirinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lâhikasıdır

Âyet-ül Kürsî’nin tetimmesi olan âyet ile hem bu asrımıza hemde

Evvelâ: 1350 tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile bu tarihte manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacağına işaret eder.

Sâniyen: Birincisi Risalet-ün Nur’un ismine, ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına işaret eder.

Sâlisen; bu taguta bakar ve baktırır.

Risale-i Nur kahramanı Hüsrev’in “Meyve’nin Onbirinci Mes’elesi” münasebetiyle yazdığı mektubun bir parçasıdır. Millet ve memleket için çok büyük güzellikleri ihtiva eden “Meyve” “Dokuz Mes’ele”si ile, dehşetli bir zamanda, müdhiş âsiler içinde en büyük düşmanlar arasında hayretfeza bir surette şakirdlerine necat vermeye vesile olmakla kalmamış, Onuncu ve Onbirinci Mes’eleleri ile hususuyla Nur’un şakirdlerini hakikat yollarında alkışlamış ve gidecekleri hakikî mekânları olan kabirdeki ahvallerini göstermekle fevkalhad korkularımızı ta’dil etmiş, nefes aldırmış.

Isparta’daki umum Risale-i Nur talebeleri namına ramazan tebriki münasebetiyle yazılmış ve onüç fıkra ile ta’dil edilmiş bir mektubdur.

Risale-i Nur kâtibinin yazdığı bu uzun mektubu -onüç fıkraları ilâve edip- hem bir şükr-ü manevî, hem gururdan, hem küfran-ı nimetten kurtulmak için gönderdiği bir mektubdur.

Onikinci Şua

Onbirinci Şua ile Onikinci Şua arasındaki münasebet: Onbirinci Şua Denizli Hapishanesinin bir meyvesi olup zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı, Risale-i Nur’un hakikî vazifesini külliyattaki hakikatları hülasa ederek Üstad Hazretlerinin Denizli Mahkemesine verdiği müdafaanamesidir. Onikinci Şua ise mahkemenin iddia ettiği suçların aslı olmadığının tek tek delilleri gösterilerek isbatı edildiği bir müdafaanamesidir.

Hemde Onbirinci Şua’ın Onbirinci Mes’elesinin Hatimesinde kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinimizi muhafaza etmemiz için istiaze yolundan ve Felak Sûresinin bu asra bakan masadaklarından bahsedildiği gibi; bu Onikinci Şua’da da asrımızdaki şerirlerden muhafaza olmamız için istiaze ve müdafaa yolları izah ediliyor.

Onikinci Şua: Denizli Mahkemesi Müdafaatından

1. Sayfa 278 Efendiler

İki cuma gününde mahpuslar için te’lif edilen ve Risale-i Nur’un umdelerini ve hülâsa ve esaslarını beyan ederek Risale-i Nur’un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesi’ni ibraz ediyorum. Biz sırr-ı Kur’an ile, ölümü kendi hakkımızda i’dam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevirmeye çalışıyoruz. Acaba dünyada bu mes’eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes’ele-i insaniye var mı ki, bu ona âlet olsun?

Elhasıl: Ya Risale-i Nur’u tam serbest bırakınız veyahut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız!

Mevkuf Said Nursî

2. Sayfa 280 Ey Efendiler

Bize hücum edilmesinin sebebi: hükûmet hesabına, “hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dâhiliyeyi ihlâl etmek” fikridir. Hâlbuki yirmi senede buna bir tek emare yoktur. Madem hakikat budur. Hapsin harici bu vaziyette, yüz derece dâhilinden daha fenadır.

Mevkuf Said Nursî

3. Sayfa 281 Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyefendi!

Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var. Müdafaanamemiz için bize bir makine veriniz. Tâ ki müdafaatımı, Adliye Vekâletine, hem Heyet-i Vekileye, hem Meclis-i Meb’usana, hem Şûra-yı Devlete göndereceğiz. Çünki iddianamede bütün esas, Risale-i Nur’dur ve Risale-i Nur’a ait dava ve itiraz, cüz’î bir hâdise ve şahsî bir mes’ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükûmeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir küllî hâdise hükmünde ve umumî bir mes’eledir.

Bize hücum edilmesinin diğer bir sebebi: “Risale-i Nur ve şakirdleri, dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var.” vehmidir. Halbuki Risale-i Nur’un emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesi’dir.

Mevkuf Said Nursî

4. Sayfa 282 Reis Beyefendi,

Kararnamede üç madde esas tutulmuş:

Birisi: Cem’iyettir. Halbuki biz umum ehl-i iman dâhil oldukları ve üçyüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-ı İslâmiyeyiz.

İkinci Madde: Tesettür Risalesi ve Hücumat-ı Sitte ve Zeyli Risalesi gibi kitablardan bazı cümlelerine yanlış mana vererek dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suç ile mes’ul etmek isteniyor.

Üçüncü Madde: Kararnamede kaç yerinde: “Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir.” gibi tabirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş.

Mevkuf Said Nursî

5. Sayfa 283 Reis Beyefendi!

Makam-ı iddianın aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkârane evhamın kat’î cevabları

Evham: Ehl-i vukuf, “163 meb’us Said aleyhinde takibat yapmışlar” diye tahrif etmiş.

Halbuki meclis, Risale-i Nur’un bütün eczaları tedkikten sonra Said’in ve Risale-i Nur şakirdlerinin yazılarında; dini, mukaddesatı âlet edip, devletin emniyetini ihlâle teşvik etmediği veya bir cem’iyet kurmadığı ve hükûmete karşı bir sû’-i maksadı bulunmadığı kararına varmıştır.

Evham: Eskişehir mahkemesinde makam-ı iddia, Risale-i Nur’un iman derslerine “Halkları ifsad ediyor” demiş.

Hâlbuki Risale-i Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında bir zâtın mahkemeden bir sene sonra haklı olarak söylediği sözünü makam-ı iddia gördüğü halde, itiraz etmemiştir.

Evham: Dinin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur.” diyerek Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek istemişler

Hâlbuki Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurmakla emniyeti temin etmektedir.

Evham: Bir risalede görünen tevafukun imza edilmesinle “bir cem’iyet efradı” diye manasız bir evham verilmiş.

Eğer mabeynimizde dünyevî bir cem’iyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Hâlbuki bizim cem’iyetimiz uhrevîdir, dünyaya bakmıyor.

Mevkuf, haps-i münferidde

Said Nursî

6. Sayfa 286 Bu gelen kısım çok ehemmiyetlidir. Son Sözün Bir Mühim Parçası

Risale-i Nur’u ve şakirdlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-ı Kur’aniye ve hakaik-i imanîyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle; üçyüz milyar müslümanların nefretlerini celbettirir. Acaba mahkeme-i kübrada, sizden sorulsa “Doktor Duzi gibi heriflere veya dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cem’iyetlere ilişmiyorsunuz da Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ilişiyorsunuz dedikleri zaman ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.

Muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar. Hem Risale-i Nur’a yapılan bu taaruz semavî ve arzî belaları netice verdiğinden, mes’ulsünüz!

Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferidde mevkuf

Said Nursî

7. Sayfa 287 Son Sözün Bir Kısmı

Risale-i Nur şakirdlerine “cem’iyet-i siyasiye” namını verenlerin iç yüzü ne olduğu hakkındadır. Bu herifler ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir. Veya ecnebi hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannas bir zındıktır.

Mevkuf Said Nursî

8. Sayfa 288 Efendiler!

Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak isteyen, ifsad komitesine, insafsız ve dikkatsiz memurlara, Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben yapılacak konuşma beraat kararı nedeniyle geriye kaldı.

Tecrid-i mutlak ve haps-i münferidde mevkuf

Said Nursî

9. Sayfa 289 Mühim Bir Suale Hakikatlı Bir Cevabdır.

Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin?

Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi’ olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur meydana gelmezdi.

Risale-i Nur’un kabil-i inkâr olmayan bir kerametidir ki; yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektublarımda ve binler şakirdlerde hiçbir cereyan, hiçbir cem’iyet ile ve dâhilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alâka, dokuz ay tedkikatta bulunmamasıdır.

Eğer deseniz: “Seni serbest bıraksak ve tarassud ve nezaret etmesek derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin.”

Elcevab: Yeni mahkemenin beraetimize; ve eski mahkeme bir büyüğünün hatırı için yüzer adamdan onbeş adama altışar ay ceza verebilmesi kat’î bir hüccettir ki, bana ve Risale-i Nur’a ilişmeniz, manasız bir tevehhümle çirkin bir zulümdür.

Sonra dediler: Sen yirmi senedir kılık kıyafetimize uymadın. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi.

Bende dedim: Rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.

10. Sayfa 292 Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak veyahut mağlub kalacak.

İşte Kur’an’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur.

Said Nursî

Onüçüncü Şua

Onikinci Şua ile Onüçüncü Şua arasındaki münasebet: Onikinci Şua mahkemenin iddia ettiği suçların aslı olmadığının tek tek delilleri gösterilen Üstadımızın verdiği bir müdafaanamesidir. Onüçüncü Şua ise Denizli hapishanesinde Üstadın talebelerine gönderdiği gayet kıymetdar, nurlu teselli mektublarıdır. Bu mektublarda başa gelen her musibete karşı tahkik-i iman sahibi olan Nur Talebelerinin nasıl mukabele etmesi gerektiği gösterilmiştir.

Onüçüncü Şua: Üstadın talebelerine gönderdiği gayet kıymetdar, nurlu mektublardır. Risale-i Nur’un parlak mücahedatını bu samimî mektublar gayet parlak gösteriyorlar.

1. Sayfa 293 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu mektupta hapis musibetinden istifade etmek için nokta-i nazar verilecek.

“Sabreyle! Başına gelen kaza-yı Rabbaniyeye teslim ol! Sen inayet gözü altındasın, merak etme! Gecelerde tesbihat ve tahmidata devam eyle!” âyetinin mana-yı işarîsiyle verdiği teselliye dairdir.

Biri: Ramazanda çok şiddetli bir heyecan, bir ciddiyet, bir iltica, bir niyaz ile müdhiş hastalığa galebe ederek çalıştırdı.

İkincisi: Herbirinizle görüşmek ve yakınınızda bulunmak.

Üçüncüsü: Risale-i Nur’u, en gafil ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlara da kemal-i dikkatle okutturmak. Ve herbir talebeninde Ramazanda bir saatini yüz saat hükmüne getiren sevab-ı amal ile meşgul olmaları Üstadımıza teselli vermektedir.

Said Nursî

2. Sayfa 295 Aziz kardeşlerim! İki mevzuudur.

Ben üç cihetle Isparta’lıyım. Gerçi tarihçe isbat edemiyorum.

Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirdlerinden -kalben ve ruhen ve fikren- daha az sıkıntı çeken yoktur.

Said Nursî

3. Sayfa 295 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu kaza-i İlahînin adalet-i kaderiye noktasında, yeni talebelerden bir kısım zâtların sırr-ı ihlasa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, dolayı hakikaten kıymetsiz olan dünya umûruna karşı alâkalarımızı ta’dil etmek ve ihlas dersini tam almak için yine Medrese-i Yusufiye’ye çağırdı.

Denizli Hapishanesine tevkifimizin zahiri sebebi baştan aşağıya kadar iman hakkında olan Yedinci Şua değil gayet mahrem tutulan ihbar-ı gaybîyeye dair olan Beşinci Şuadır.

4. Sayfa 296 Bayramınızı tekrar tebrikle beraber, sureten görüşemediğimize teessüf etmeyiniz.

Hem Şimdiye kadar, Risale-i Nur şakirdleri gibi çok kudsî hizmette çok az zahmet çekenler olmamış kanaatindeyim. Tahirî ve rüfekasının Yedinci Şua’ın tab’ında kazandığı uhrevi sevab ve Yedinci Şua’ın tam nazar-ı dikkati celbederek ileride ona layık bir fütuhatı ihzar etmek hikmetiyle ona gelen bu muvakkat müsadere, o kardeşimizin ve rüfekasının hizmetlerini ve masraflarını zayi’ etmeyecek.

5. Sayfa 297 Bu hâdise tesiriyle Celcelutiye’yi okudum.

Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, Kaside-i Celcelutiye’de iki suretle Risale-i Nur’dan verdiği haberden biri, Âyet-ül Kübra Risalesinin tab’ı bahanesiyle gelen musibetten o risaleyi ve menbaını şefaatçı yaparak kurtulunacağıdır. Diğeri Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretleridir. Şöyleki “Harflerin manalarını tahkik et” karinesinden Sözler” namıyla risaleler muraddır.

Said Nursî

6. Sayfa 298 Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey!

Kur’an’ın müteaddid ve küllî manalarının pek çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarih veya vâcib veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden manayı tercih eder. Meselâ bir âyette ehemmiyetli bir sünnet olan iki rek’at teheccüd namazını ve diğer bir âyette bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir sünnetini zikretmiş.

7. Sayfa 299 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Eski zamanlarda çilehanelerde riyazet ile hayatlarını geçirenlerden daha fazla fazileti Risale-i Nur şakirdleri kazanıyorlar.

8. Sayfa 299 Aziz, mübarek kardeşlerim!

Arefe gününde bin İhlas-ı Şerif hakkındadır.

9. Sayfa 299 Aziz, mübarek kardeşlerim!

Nur dairesinde devam edenlerin parlak kalemlerinin yadigârları olan hizmetleri tevakkuf etmez; onların bedeline, onların defter-i a’mallerine hasenat yazdırıyor.

10.  Sayfa 299 Aziz kardeşlerim!

Hâfız Tevfik Abi kendini faidesiz bir ihtiyat ile hapisten derece çekmek isterdi. Fakat hizmetinin kudsîyeti ve azameti, az bir sıkıntı ve geçici bir küçük zahmet ile böyle bir şeref-i manevîden geri bırakmadı. Musibete şükür ise, musibetteki sevab ve uhrevî ve dünyevî faideleri içindir.

11.  Sayfa 300 Aziz kardeşlerim! Her hâdisede iki sebeb var.

Bu şiddetli imtihana girmemizin kader-i İlahî cihetinde iki sebebi var:

Birisi: Ehl-i dünya ve siyasetin evhamlarına dokunan kuvvetli bir tesanüd ve ihlasla fevkalâde hizmet-i diniyedir; zulm-ü beşer buna baktı.

İkincisi: Herkes kendi başına bu kudsî hizmete tam ihlas ve tam tesanüd ile tam liyakat göstermediğimizden, kader dahi buna baktı.

Kader-i İlahî, zulm-ü beşer içinde sıddık fedakârları, mütereddid sebatsızlardan; ve hâlis muhlisleri, benlik ve menfaatini bırakmayanlardan ayırarak ayn-ı adalet ettiği gibi birbirine müştak kardeşleri bir meclise getirmek, zahmetleri ibadete ve zayiatları sadakaya çevirmek, yazdıkları risaleleri her taraftan nazar-ı dikkati celbetmek ve dünyanın mal ve evlâdı ve istirahatı pek muvakkat ve geçici ve herhalde bir gün onları bırakıp toprağa girecek olmasından, onların yüzünden âhiretini zedelememek ve sabır ve tahammüle alışmak ve istikbaldeki ehl-i imana kahramanane bir nümune-i imtisal, belki imamları olmak gibi çok cihetle neticeler alındığından ayn-ı merhamettir. Nasıl bir parmak yaralansa; göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar; öyle de: masonların Meyve”nin mes’elelerinin tekmil edilmesine mani olmaları ve abilere çektirdiği sıkıntılarla Üstadımızı onların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.

12.  Sayfa 302 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor. Zındıkların, Nakşîlere ve ehl-i tarîkata karşı istimal ettikleri üç silahları;

Evvelâ: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin sû’-i istimalatını göstermek.

Ve sâniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesibîninin kusuratlarını teşhir etmek.

Ve sâlisen: sefahet ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmek ile mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla nazarlarından sukut ettirmektir.

Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olduğunu göstermek ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermektir.

Bir Latife: Jandarma koğuşunun kapısının kitlenmesi bir işarettir ki; bu hadise Jandarmaya manen der “üstlerinden kapı kapattığınız adamlar içinde sizin gibi masumlar var.”

13.  Sayfa 303 Aziz, sıddık kardeşlerim! Size dün yazdığım latifenin üç zarafeti var:

Birincisi: İstikbalde gelecek mübarek hey’etin şahs-ı manevîsinin bir mümessili olmasından, o şahs-ı manevînin sırrıyla ve bereketiyle sürgülü kapı kendi kendine açıldığı gibi; şimdi de kendi kendine nöbetçilerin kapıları kapandı, iki saat açılmadı.

İkincisi: Müdür, Üstadımızı tecridde tuttuğu halde müddeiumuma tecridde değil demesi hem aynı gün gelen bir dostuyla Üstadımızı görüştürmemesi müdürün itirazını yüzüne çarptı.

Üçüncüsü: Komşudaki haylaz gençlerin Kapıları kapansın, neden böyle yapıyorlar?” dedim. Aynı sabah o hâdise oldu.

14.  Sayfa 303 Kardeşlerim!

Hüsrev ve Tahirî gibi kalemleri Kur’an’a ve Kur’an hattına mahsus ve memur olmalarından Meyve Risalesini yeni hurufla yazmalarını Üstadımız istememektedir.

15.  Sayfa 304 Aziz kardeşlerim!

Bir seneden beri bitmeyen yıldız şehriyenin hârika bereketi hakkındadır.

16.  Sayfa 304 Aziz kardeşlerim!

Üstadımızın gece okuduğu evradını nöbetçiler ve başkalar işitiyor olması sevabını noksan etmiyor mu? Sorusuna bir cevabdır. Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî demiş: “Bazan izhar, çok defa ihfadan daha ziyade efdal olur.” Bu zamanda ve ihlas dersini tam alanlarda değil riya, belki (gizliden tasannu karışmamak şartıyla) çok ziyade sevablı olabilir.

17.  Sayfa 304 İmam-ı Gazalî’nin “Hizb-ül Masun”ununda yapılan bir tefe’ül hakkındadır.

Tefe’üldeki birinci âyet, cifr ve ebced hesabıyla hicri 1362 miladi 1943 tarihini göstermekle Denizli hapsine bakıyor. İkinci âyet aynı tarihe bakmakla istiğfara davet ve emreder.

18.  Sayfa 305 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu eski ve yeni iki Medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda bu kadar tehacüme karşı kuvve-i manevîyesi kırılmayan zâtları ehl-i hakikat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi, melaike ve ruhanîler dahi alkışlıyorlar. Hem herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatab ve mücîb ve güzel seciyelerin in’ikasında birer âyine olduğunuzdan çekilen maddî sıkıntıları hiçe indirir. Hem Mevlâna Hâlid’in (K.S.) cübbesini sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim. Hem Üstadımız kendisine yapılan çiçek aşısının verdiği rahatsızlıktan bahsediyor.

19.  Sayfa 306 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kader-i İlahî adaleti bizleri Denizli Medrese-i Yusufiyesine sevketmesinin bir hikmeti, her yerden ziyade Risale-i Nur’a ve şakirdlerine hem mahpusları, hem ahalisi, belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Risale-i Nur şakirdleri, ef’alleriyle ve kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla buradaki ehl-i imanı ehl-i dalaletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar oldular. Hem lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.

20.  Sayfa 307 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki muhavere gibi bir kıyas yapılıyor. Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünki böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir.

21.  Sayfa 307 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Leyali-i aşerenizi tebrik ile beraber Üstadın metanetini gösteren bir mektubdur.

Denizli hapsinde, bütün esbab-ı âlem zahiren Üstadın aleyhinde, i’dam hükümleriyle mahkemeye verilmişken, Üstad diyor: Merak etmeyiniz, o nurlar parlayacaklar.

22.  Sayfa 308 Sabri’nin tabiri ve istihracıyla,

Sure-i Ve’l-Asr işaretine muvafık olarak Risale-i Nur, Anadolu’yu Cebel-i Cudi’de sefine gibi ve Isparta ve Kastamonu’yu âfât-ı semaviye ve arziyeden muhafazasına bir vesile olmuştur.

23.  Sayfa 308 Aziz kardeşim!

Âyetin (1360) Rumi tarihi olan bu senede münafıklar ve küfre düşenler Risale-i Nur’a ilişecekler, fakat hasarat ederler. Çünki zelzele ve harb gibi belaların ref’ine bir sebeb Risale-i Nur’dur. Onun ta’tili belaları celbeder diye bir gizli îma olabilir.

24.  Sayfa 309 Aziz kardeşim! Ben tahmin ediyordum ki;

Denizli hapsinin en son müdafaanamesi, Meyve Risalesi olacak. Zira bahanelerle suç unsuru bulamayıp doğrudan doğruya hakikata hücum edileceğinden dolayı Risale-i Nur Külliyatındaki hakikatların bir ne’vi hülasası olan Meyve risalesi son müdafaamız olmuştur. Risale-i Nur’a asılsız bir surette ilişmelerinin sebebi; “Tarîkatçılık, komitecilik ve haricî cereyanlarına âlet olmak ve dinî hissiyatı siyasete âlet etmek ve cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve asayişe ilişmek” fikridir.

25.  Sayfa 309 Kardeşlerim!

Gerçi yeriniz çok dardır, fakat sakın sakın bu sıkıntıların verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. En esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız, tesanüddür.

26.  Sayfa 310 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu acib, dostsuz zamanda samimî kırk-elli dostunu birden bir-iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakikî bir teselli alıp vermek; elbette başımıza gelen bu meşakkatleri pek ucuza düşürür. Teşekki kaderi tenkid ve teşekkür kadere teslimdir.

27.  Sayfa 310 Şimdi ecel gelse ölsem, kemal-i rahat-ı kalble karşılayacağım.

Çünki içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulunduğuna ve Risale-i Nur’a sahib ve vâris ve hâmi olacaklarına dair  Nazif’in puslasında gördüğüm isimler kanaat veriyor.

28.  Sayfa 311 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevab için, iman ve Kur’an için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; Bütün sıkıntılara karşı hapsin netice verdiği faideleri düşünüp, sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir.

29.  Sayfa 311 Kardeşlerim!

Isparta’lı metin kahramanlar gibi Kastamonu’da dahi müteaddid kahramanların çıkmasını arzu eden Üstadımızın arzusunun tam yerine geldiğini gösteren bir mektubdur.

30.  Sayfa 311 Aziz, sıddık, sebatkâr ve vefadar kardeşlerim!

Eskişehir’de bir ayda çekmediği sıkıntı ve azabı, Denizli’de bir masonun eliyle bir günde çeken Üstadımızın Abilere hizmetin kudsîyetini gösteren teselli sözleri; Biz öyle bir hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.

Said Nursî

31.  Sayfa 312 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Üstadımızın hapiste kimseyle temas ettirilmemesinin sebebi; güya temas eden bir den bizden olur. Bununla beraber cemiyetçilik ve komitecilik isnadına karşı verilen kat’i bir cevabı içeren gayet güzel bir mektubdur. Fıkra şudur: Biz bir cem’iyetiz ve öyle bir cem’iyetimiz var ki; her asırda üçyüz milyon dâhil mensubları var. Ve hususî vazifemiz de Kur’an’ın imanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi i’dam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferidden kurtarmaktır.

32.  Sayfa 313 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu musibet dahi içtimaî bir nevi hastalıktır. Hastalar Risalesindeki ekser imanî devalar, bunda da vardırlar.

Evvelâ: Tevehhüm ile yoktan elem almak, rahmet ve kader-i İlahiyeye itimadsızlıktır.

Sâniyen: Bizim musibetimiz, onlara nisbeten hem gayet hafiftir, hem kârlıdır.

Sâlisen: Bu fırtınalarda buraya girmeseydik, bu hafif musibet ağırlaşmış olacaktı.

Râbian: Bu Medrese-i Yusufiyede, öz kardeşten daha müşfik çok hakikî dostlarını ve mürşid gibi uhrevî kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek.

Zarafet içinde latif bir işaret; bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risale-i Nur şakirdleri dahi birer müderris, muallim ve sair hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşâallah birer mekteb hükmüne geçeceklerdir.

33.  Sayfa 314 Kardeşlerim!

Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektublar arasıra okunsa ve Meyve’nin hususan âhirleri beraber mütalaa edilse ve hatıra gelen Risale-i Nur’un mes’eleleri müzakere olsa, inşâallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır. İmam-ı Şafiî (K.S.) gibi büyük zâtlar, “Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibadet sayılır” diye ziyade ehemmiyet vermişler. Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise; çoluk çocuk Rezzak-ı Hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi.

34.  Sayfa 314 Aziz, sıddık kardeşlerim!

İhtiyarım olmadan bazan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi: Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı, zındıka ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor. Bu vaziyete karşı talebelerin uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.

35.  Sayfa 315 Kardeşlerim!

Bizim, Kur’andan aldığımız hakikatlarda, zındık feylesoflar hiç bir kusur bulamadıklarından sustular. Madem biz böyle bir hakikatın yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemal-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.

36.  Sayfa 316 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakikî sebebi Beşinci Şua olmadığını, belki Hizb-ün Nurî ve Miftah-ül İman Hüccet-ül Baliğa olduğunu bu fecirde bir ihtar-ı manevî ile hissettim. Aynen bu ihtar ile beraber hatıra geldi ki: Bir kısım zaîf kardeşlerimiz muvakkaten vazgeçseler, belki yalnız onları aldatmak için sırf zahirî bir içtinab gösterebilirler. diye hatırıma geldi.

37.  Sayfa 316 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur’un hapsin zahmet ve meşakkatını çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hatime ve şirket-i manevîye ile yüzer adam kadar a’mal-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. Ve bu hapis üç sınıf talebe için daha hayırlıdır. Biri dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanlar, diğeri alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlar ve bir diğeri de fakir ve zaîflerdir.

38.  Sayfa 317 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kastamonu’da ehl-i takva bir zâtın, eski halini zevkleri ve nurları kaybetmesinden şekvasına karşı cevab; Belki terakki etmişsin ki, zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun. Hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür.

Said Nursî

39.  Sayfa 317 Aziz, sıddık kardeşlerim!

“Bu zamanda hizmet-i imanîyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.” diye kanaatım gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz.

40.  Sayfa 318 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Meyve Risalesi çok ehemmiyetli ve çok kıymetlidir. Bu risale ve Müdafaa Risalesi ve sizler ile beraber bir yerde bulunmak dahi olsa; o masraf, o zahmeti hiçe indirir. Hem Üstadın kat’i kanaati şöyledir. Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Ve hakiki vazifesini yapanlar, malayani şeylerle iştigal etmez ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmaz ve enaniyetten gelen hodfüruşluk ve tenkid ve telaş etmezler.

41.  Sayfa 318 Kardeşlerim!

Bu zamanda gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Münafıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı; ehl-i hakikata birbirini tenkid ettirmek, sıkıntılı yerlerde toplattırıp, boğuşturarak manevî kuvvetlerini dağıtmaktır. Risale-i Nur şakirdleri, hıllet ve uhuvvet ve fena fi-l ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşâallah bu tecrübeli ve münafıkane plânı da akîm bırakacaklar.

42.  Sayfa 319 Aziz, sıddık kardeşlerim! (Hacı Bayram-ı Veli)

Cenâb-ı Hakk’a yüzbinler şükürler olsun ki; Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirdlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle o zayi’ olan bir buçuk adam yerine onbin ilâve oldu.

43.  Sayfa 319 Bir zaman, müslim olmayan bir zât,

Tarîkattan hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Bu kıssadan alınacak hisse; asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.

44.  Sayfa 320 Eddai

Eski Said’in matbu’ “Lemaat” başındaki imzası üçbuçuk satırdır.

45.  Sayfa 320 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebiavam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı korumaktır.

46.  Sayfa 321 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bunu teyid eden eski harb-i umumîde Rusyada esarette münakaşaları ortadan kaldıran haksız bir tedbirin sırrı şudur; Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Kardeşlerim bu teselli mektublarını dikkatle ve tekrarla okuyunuz. Beni bu sabırda taklid etmenizi sizden rica ederim.

47.  Sayfa 321 Aziz, sıddık kardeşlerim ve bu misafirhane-i dünyada samimî arkadaşlarım!

Nur Talebelerinin elleri kelepçeli süngülü neferatla mahkemeye sevk edilirken ki zahiren zelil vaziyetlerinin arkasında zîşuur ve hadd ü hesaba gelmeyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkikî sahiblerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan kahramanlar kafilesi suretinde izzetli bir vaziyette görünüyorlar.

48.  Sayfa 322 Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kabil değildi:

Birincisi: Kader-i İlahînin sevki

İkincisi: Çevrilen dehşetli plandır. Bu yüzden ihtiyatsızlığı ile bu hadiseye sebeb veren zatlara gücenmemek gerektir. Hem geçmiş şeylere itiraz etmek manasızdır. Çünki tamiri kabil değil. Hem merak musibeti ikileştirir. Hem maddî musibeti kalbe yerleştirir. Hemde kaderi tenkid ve rahmeti ittiham ettiğinden manevî bir musibet düşer.

49.  Sayfa 323 Cüz’î ve lüzumsuz bir âdi halimi size yazmak îcab etti.

Benim kat’î kanaatım geldi ki; nazar, beni şiddetle müteessir ve hasta eder. Çünki bana bakan, ya şiddetli adavetle veya takdir ile nazar eder.

50.  Sayfa 323 Aziz kardeşlerim!

Risale-i Nur’un hakkaniyetini gösteren dört vakıa:

a. Risale-i Nur ve şakirdlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumudur.

b. Isparta ve Kastamonu’nun âfâttan mahfuz kalmaları

c. Risale-i Nur’un Anadolu’nun her tarafında iman-ı tahkikîyi neşri zamanına Anadolu’nun fevkalâde olarak bu hasaret-i azîme-i harbiyeden kurtulması

d. Risale-i Nur’un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları

e. Risale-i Nur’a hüsn-ü hizmet edenlerin maişetinde vüs’at ve bereket ve kalbinde meserret ve rahat görmeleridir.

51.  Sayfa 324 Aziz, sıddık kardeşlerim! Risale-i Nur’un tarz-ı beyanını gören, lâkayd kalamaz.

Risale-i Nur, Eskişehir Mahkemesinde en mahrem parçaların, en nâmahremler tarafından okunmasıyla sırran tenevverat perdesinden çıktı. Çok mütemerridleri ve mütehayyirleri ve muhtaçları tenvir edip kurtardı.

52.  Sayfa 325 Zelzele hâdisesinin mâba’di haber veren Hüsrev Abi’nin mektubudur.

Risale-i Nur’a taaruz vaktinde gelen zelzeleden evvel kediler, köpekler kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Lisan-ı halleriyle gelecek felâketi haber verdikleri halde zındıklar zelzelenin sebebini anlamamışlar. Cenâb-ı Hak bize ve Risale-i Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman, başlarına hakikatı görecek akıl ihsan etsin. Bizi bu zindanlardan, onları da bu felâketlerden kurtarsın, âmîn!

53.  Sayfa 325 Aziz, sıddık kardeşlerim ve musibet arkadaşlarım!

Vahdet ve tesanüdü muhafazası için birkaç noktayı beyan etmek lüzum oldu.

Birincisi: Tahliyenizi uzamamak için Ankara’ya Müdafaat Risalesi’ni ve Meyve Risalesi’ni göndermeyecektim. Ama mes’ele Beşinci Şua’ya temas ettiği için göndermek zorunda kaldım.

İkinci Nokta: Müdür ve müddeiumumî muavini, Üstadımızın yazdığı müdafaanın Ankara’ya ulaşmaması için müsadere etmiştir. Sebebi ise müdafaatın cerhedilmez cevabları Ankaraya yetişmeden Denizli mahkemesi aleyhimize hüküm vermek içindir.

Üçüncü Nokta: Müdafaat Risalesi ve Meyve Risalesi Ankara’ya gitseydi mes’eleyi çabuk hallederdi. Fakat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil belki hakaik-i imanîyeyi mülhidlere müdafaa etmek için hapiste kalmak lâzımdır.

Dördüncü Nokta: Risale-i Nur beraet etmezse ve benim müdafaatım nazara alınmazsa; faidesiz, zahirî inkârınız sizi kurtarmayacak.

Beşinci Nokta: Biz, vahdet-i mes’ele cihetiyle tam bir tesanüde şiddetle muhtacız. Sıkıntıdan gelen gücenmekler ve titizlikler ve itirazlar, bizim perişaniyetimizi ikileştirir. Sakın sakın birbirinizin kusuruna bakmayın; hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.

54.  Sayfa 328 Aziz, sıddık ve sadık kardeşlerim!

Ben birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Sadık kelimesini kaldırdım; tâ ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve me’yusiyet cihetiyle zahirî inkâr ve çekinmekle azimetli sadakata muhalif hareket eden kardeşlerimiz o dualardan mahrum kalmasınlar.

55.  Sayfa 328 Aziz kardeşim Hâfız Ali!

Hastalığına merak etme. Belki sen bana yardım etmek için, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.

56.  Sayfa 328 Güzel ve tam yerinde bir ta’ziyename

Ben hem kendimi, hem sizi, hem Risale-i Nur’u ta’ziye ve merhum Hâfız Ali’yi ve Denizli Mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risalesi’nin hakikatını ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda, âlem-i ervahta seyahata gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahata çekildi.

57.  Sayfa 329 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Tahsil-i ulûm anında vefat eden talebe-i ulumun kabirde Sarf ve Nahiv ilmince cevab vermesi gibi merhum Hâfız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risale-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde biliyorum.

58.  Sayfa 330 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Eski zamanlarda bazan böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalâde hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zâtlar yapmasa idi; Kur’ana, İslâmiyete büyük bir zayiat olurdu. Hâfız Ali’nin tavattun ettiği âlem-i berzah; nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş. Aradaki muhabere kesilmemiş. Selâm göndermek için vasıtalara ihtiyaç yok; kuvvetli rabıtası telefon gibidir, hem o gelir alır.

59.  Sayfa 330 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizdeki ihlas ve sadakat ve metanet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebebdir ve Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Birbirinize haşirdeki adalet-i İlahiyye ile bakınız.

60.  Sayfa 331 Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Şimdi ölsem, Nur ve Gül dairesindeki sebatkâr ve metin ve sarsılmaz kardeşlerimle, Kastamonu’lu fedakârlar var diye ferah-ı kalble ecelimi karşılayacağım. Hem beşer zulm eder, kader adalet. Ehl-i dünya, ben onlarla mübareze ediyorum diye asılsız tevehhüm ederek beni hapse attılar. Fakat kader-i İlahî, ben onlarla konuşmadığım ve ıslah-ı hallerine çalışmadığımdan beni hapse attı.

61.  Sayfa 331 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Âhirzaman hâdisatını haber veren hadîsler, müteşabih kısmındandırlar. Hem külli ve umumidirler. Bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddid hadîsler, hem çok işarat-ı Kur’aniye aynı tarihiyle haber veriyorlar. Böyle hadîsleri Risale-i Nur eczaları kat’î bir surette tevillerini beyan etmiş.

62.  Sayfa 332 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Birbirinizi enaniyetle veya sadakatsızlıkla ittiham etmemek için, bir hakikatı beyan etmek ihtar edildi. O hakikat şudur; âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. Hem manevî kıymet ve makam ve meziyet bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. İşte kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizin nefs-i emmareniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, sû’-i zan ve gurur noktasında sizi aldatmasın; Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şübhelendirmesin.

63. Sayfa 333 Risale-i Nur’un Gençlik Rehberi’nde ve Meyve Risalesi’ndeki beş mes’elesinin haylaz gençlerde dokuz tokadı Risale-i Nur’un bir latif kerameti olduğunu o gençler dahi tasdik ediyorlar.

64. Sayfa 334 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Maarif vekilinin beyannamesi ilhadda taassubunu gösterdi. Madem bir kısmın mahiyetleri bu tarzdır. Onlara teslim olmak değil Risale-i Nurdaki kuvvetli hakikatlar ile galib gelmemiz için dua etmek gerektir. Çünkü teslim olmamıza ve tasannu göstermemize razı değiller. Dünyaya dahi çalışınız derler. O vekilin o farfarası ve telaşı, za’fına ve tam korkusuna delalet eder. Tecavüze değil, belki tedafüe mecburiyetini bildiriyor.

65.  Sayfa 335 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bizimle alâkadar bir hanımın, gördüğü rüyanın tabiri Hafız Ali, Homa’lı Ali ve Risale-i Nur’a hapiste tâbi’ olmak isterken asılan Mustafanın vefat haberi ile çıktı. Te’vili ise onlar umumumuzun bedeline âhirete gittiler ve selâmetimizin hesabına feda oldular demektir.

66.  Sayfa 335 Aziz, sıddık, sarsılmaz ve tevekkülün mahiyetini ve kıymetini anlayan kardeşlerim!

Bize en elzem iş, telaş etmemek ve me’yus olmamak ve birbirinin kuvve-i manevîyesini takviye etmek ve korkmamak ve tevekkülle bu musibeti karşılamak ve habbeyi kubbe yapan farfaralı gazetecilerin kubbelerini habbe görüp ehemmiyet vermemektir.

67.  Sayfa 336 Aziz, sıddık kardeşlerim!

İki-üç kardeşlerimiz kendilerini diğer mahpuslara kıyas ederek güzel bir teselli kendilerine bulmuşlar. Ben de dedim ki; beş-on sene hem kendi imanını, hem başkaların imanlarını kurtarmak niyetiyle zevkli, tatlı, hayırlı, kudsî bir hizmet ve yüksek bir ubudiyet-i fikriye yüzünden beş-on ay zahmet çekmek, medar-ı şükür ve iftihardır. Bir hadîste ferman etmiş ki: “Bir tek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır.”

68.  Sayfa 337 Cinlerden de peygamber geldiğine dair bir suale cevabdır.

İnşaallah Risale-i Nur’un bir şakirdi, Sure-i Rahman’ı tefsir edip bu mes’eleyi de halleder. Ancak ispirtizmacıların “cinler ile muhabere” adı altında dine zarar verilme ihitimaline binaenen hem Selef-i Sâlihîn dahi çok bahsetmediğinden Risale-i Nur bu mes’eleye üçüncü derecede bakmış ve maddiyyunluk fikrini ibtal etmek için cinnî ve ruhanîlerin vücudlarını kat’î hüccetler ile isbat etmeye çalışmıştır.

69.  Sayfa 338 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Vefat eden Hâfız Ali, Hâfız Mehmed ve Mehmed Zühdü’nün sistemde inayet-i İlahiye ile yeni kahramanlar meydana çıkacak diye kuvvetle ümidvarız.

70.  Sayfa 338 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin edilmesine mukabil onun mahiyetinin ne olduğunun böyle mahkeme eliyle bilinmesi yüzünden binler adam hapse girse, hattâ i’dam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.

71.  Sayfa 339 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Birinci Şua’ın Beşinci Âyetindeki “Meyten” kelimesinin Risale-i Nur’a üç kuvvetli emaresi ve münasebeti var. Bu mektubda yalnız biri izah edilmiş. Medeniyet hayatı elinde tutmuş onunla insanları dünyaya sevk ediyor. Bizler ölümü elimizde tutmuşuz, başlarına vurarak intibaha getirmek istiyoruz.

72.  Sayfa 341 Risale-i Nur’un kerametlerindendir ki;

“Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risale-i Nur’a ilişmeyiniz! Risale-i Nur, âfâtın def’ine sadaka gibi vesile olmasından, ona karşı olan hücum ve onun ta’tili, âfâta karşı olan müdafaasını zaîfleştirir. Eğer ilişirseniz, yakından bekleyen belalar, sel gibi üstünüze yağacaktır.” diye, olan Üstadımız Hazretlerinin sözünü tasdik ettiğine dair Hüsrev Abi’nin yazdığı bir mektubdur.

73.  Sayfa 341 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bir cilve-i inayet-i Rabbaniye; Beşinci Şua ve Hücumat-ı Sitte’nin Zeyli’nin Ankara’da okunmasıyla şiddet beklerken bize karşı mülayimane belki musalahakârane vaziyet alınmasıdır. Böyle yüksek bir ders, böyle cem’iyetli ve küllî ve umumî dairelerde okunması, büyük bir inayettir ve küfr-ü mutlakı kırdığına bir kuvvetli emaredir. Ayrıca bu kadar sıkıntı ve zararı çeken talebelerin tahliyeden sonra Risale-i Nur’dan ve bizden çekinmemeleri ve ihtiyatla beraber, sadakatı ve irtibatı ve hizmeti değiştirmemek lâzımdır.

74.  Sayfa 342 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bir cilve-i inayet-i Rabbaniye ve bir himayet-i hıfz-ı İlahiyedir ki; Ankara’da ehl-i vukuf heyetinin, Risale-i Nur’a karşı tenkid ve itirazlarının kendilerine göre altı sebebi varken ve bizi ağır cezalarla ittiham etmelerini beklerken, beraatine karar vermeleridir. Hattâ bizi cezalardan kurtarmak fikriyle Üstada “Bir nevi cezbeye mağlup olur ve meczubane hareker eder” demişler. Dinsiz feylesoflar din lehine hareket edenlere, Peygambere varislik ve Müceddidlik gibi tabirlerle iliştikleri gibi Risale-i Nur’a da beş cihetle ilişmişler. Ama Risale-i Nur’un mesleği, terk-i enaniyet ve uhuvvet olmasından Üstadımıza isnad edilmek edilen manayı tam çürütüyor.

75.  Sayfa 343 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu son ehl-i vukuf, bütün kuvvetiyle bizi kurtarmak için Risale-i Nur’u ilmî ve gayr-ı ilmî diye iki kısıma ayırıp isnad edilen bütün suçlardan tebrie ediyorlar. Hem o ehl-i vukuf, bütün kardeşlerimizi ve beni tam tebrie edip derler: “Said’in âlimane ve vâkıfane eserlerine iman ve âhiretleri için bağlanmışlar; hiçbir cihette hükûmete karşı bir sû’-i kasdlarına dair bir sarahat ve bir emare, ne muhaberelerinde ve ne de kitab ve risalelerinde bulmadık.” diye o heyetin ittifakıyla karar verip biri feylesof Necati, biri Yusuf Ziya (âlim), biri de feylesof Yusuf namlarında imza etmişler. Bu iki Yusuf dahi perde altında “Biz dahi o Medrese-i Yusufiye’deki derse hissedarız” lisan-ı halleriyle ifade ediyorlar.

76.  Sayfa 344 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Biz, çok emarelerle inayet altındayız. Meşakkat ve mücahede ve sıkıntıların altında inayet ve rahmetin iltifatlarını görmek Risale-i Nur şakirdlerinin gayretlerini ve ileri atılmasını ve ciddiyetlerini takviye etmek lâzım geliyor.  Bir inayet dahi beni ve kardeşlerimi şiddetli bir mes’uliyetten kurtarmak fikriyle bana mahrem risale cihetiyle arasıra bir cezbe, bir cinnet-i muvakkata isnad etmeleridir. Bu isnada iki cihetle memnunum: Biri Hadîs-i sahihte vardır ki: “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delalet eder.” diye ferman ediyor. Diğeri bu isnad ile kardeşlerimin hapisten kurtulmalarıdır.

77.  Sayfa 345 Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede ve imanîyede hâlis arkadaşlarım ve hak ve hakikat ve berzah ve âhiret yolunda ayrılmaz yoldaşlarım!

Biz birbirimizden ayrılmak zamanı yakın olması cihetiyle, sıkıntıdan neş’et eden gerginlikler ve kusurlar yüzünden “İhlas Risalesi”nin düsturları muhafaza edilmediğinden, siz birbirinizle tamam helâllaşmak lâzımdır ve zarurîdir. Ben burada hilaf-ı me’mul ihtilafınızı ve enaniyetinizi nefs-i emmareye vermiyorum bir nevi muvakkat enaniyet telakki ediyorum.

78.  Sayfa 346 Kardeşlerim!

Ehl-i vukuf raporundan anlaşılıyor ki: Risale-i Nur, bize karşı bütün muarız taifeleri mağlub ediyor ki; “Hüccetullah-il Baliğa” ve “İhtiyar” ve “İhlas” Risalelerine tekrar ile nazar-ı dikkati celbediyorlar. Ve dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar hristiyanlar âhirzamanda bir nevi şehid olabilir dediğimi; baş açık namaz kılmak ve Türkçe ezan okumağa Zeyl’in şiddet-i hücumunu zıd göstermeleri ile iktifa etmeleri, kat’iyyen onların Risale-i Nur’a karşı mağlubiyetlerini gösteriyor kanaatını veriyor.

Ondördüncü Şua

Onüçüncü Şua ile Ondördüncü Şua arasındaki münasebet: Onüçüncü Şua Denizli hapishanesinde Üstadın talebelerine gönderdiği gayet kıymetdar, nurlu teselli mektublarıdır. Bu mektublarda başa gelen her musibete karşı tahkik-i iman sahibi olan Nur Talebelerinin nasıl mukabele etmesi gerektiği gösterilmiştir. Ondördüncü Şua ise Bedîüzzaman’ın Afyon Mahkemesi müdafaası ve mektubları ve Nur talebelerinin Afyon Mahkemesinde yaptıkları hakikatlı müdafaalardır.

Ondördüncü Şua:

1. Sayfa 347 İfademin Kısacık Bir Tetimmesi Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki:

Üç büyük mahkemelerin hakkımızda iddia ettiği “Risale-i Nur” ve “cem’iyetçilik” ve “tarîkatçılık” ve “ihlâl-i emniyet ve asayişi bozmak” ihtimali gibi suçlamalardan beraat ettiğimiz halde, aynı iddialarla dava açmak o mahkemelerin hürmetlerini kırmak ve haysiyet ve adaletlerine ilişmektir, belki istihfaf etmektir.

2. Sayfa 348 Ankara’ya makamata verilmişken; tekrar vermeğe mecbur olduğum iddianameye karşı itiraznamemdir.

Bu onsekiz-yirmi senedir dünya ile, siyaset ile hiçbir alakam görülmedi. Eğer bir karışık halim olsaydı, oranın adliye ve zabıtası bilmedi veya bildi aldırmadı ise, elbette benden ziyade onlar mes’uldürler. Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet etmemizin sebebleri:

Evvelâ: Kur’an’ın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.

Sâniyen: Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş.

Sâlisen: Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman tesbit ettiği beş esas: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Demek Risale-i Nur’un eczalarına ilişenler, anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur’un büyük faidesini, ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki-üç risalenin mevhum zararları çürütmez. Bununla beraber hayatı ve yaptığı hizmetleri de gösteriyor ki adalet ve kanun namına Üstadımıza ilişilmez.

Eğer derseniz ki: Sen ve bir-iki risalen rejime ve usûlümüze muhalif gidiyorsunuz?

Evvelen: Bu yeni usûlünüzün münzevilerin çilehanelerine girmeğe hiçbir hakkı yoktur.

Sâniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Hem bir mektubda kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir, mütebâkisine izin verilir.

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip “bu risalelerin ile medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun” derseniz.

Ben de derim: “Dinsiz bir millet yaşayamaz”

Madem hakikat budur size ihtar ediyorum; Eskişehir Mahkemesinde yüz risaleden bir ikisine (Tesettür ve Miras) yanlış mana vererek yüzyirmi adamdan onbeşine altışar ay ceza verildi. Denizli hapsinden evvel Isparta da Mehmed Zühdü’nün hadisesinde beraat eden risaleler, Denizli ve Ankara mahkemelerinde tarafımıza iade edildiler. Bu Afyon mahkemesinde müdafaamız Denizli ve Eskişehir mahkemesindeki ile aynıdır. Çünkü biz yalnız buna çalışıyoruz.

Hapiste bulunmakla binler lira zahmet çeken talebelerin vaziyeti Yeni Said’i üzüntüden susturdu. Ancak Eski Said’in Kaya Şükrü’den ve adliye vekâletinden üç suali olacak.

Birincisi: Eskişehir hapsinde yüzyirmi adamdan yüzbeşi dört ay tahkikden sonra beraat etmeleri, Denizli’de yetmiş adamın dokuz ay tahkikden sonra beraat etmelerine karşılık bunları işlerinden alı koymakla maddi zarar vermeleri hangi kanun ve adalet iledir?

İkincisi: Beşinci Şua gibi gaybdan haber veren ve şahısları tayin etmeyen bir risaleye dünyada adliyelerin hiçbir kanununda suç bulunmasına ihtimal vermiyoruz.

Üçüncüsü: Bin seneden beri Milletin gıda ve ilaç gibi bir hacat-ı zaruriyesi olan takvayı ve salahatı bu mazharı enbiya olan Asya’da hükmeden ehl-i siyaset yasak etmez ve edemez biliyoruz. Emirdağı’nda garib ve ihtiyarlığıma şefkaten kardeşlik eden Çalışkanlar ailesini taht-ı tevkife almak Hükümet-i Cumhuriye’nin hangi prensibiyle tevfik edilebilir.

Vatan ve millet ve asayişin menfaatı hesabına bunu da hatırlatayım. Asayişe dindarane menfaati bulunan Nur talebelerine değil ilişmek, gücendirmek belki himaye etmek gerektir.

Hem maslahatı hükümet namına derim: Beşinci Şua’ya itiraz etmek hatadır. Çünkü kuvvetlidir, reddedilmez. Ölmüş gitmiş bir adamın muhabbeti yüzünden ona ilişilmez.

3. Sayfa 357 Afyon Müddeiumumîsi ve Mahkeme Reisi ve A’zalarına Denizli’nin adliyesine hukukumu müdafaa için arzettiğim “Dokuz Esas”ı aynen size de takdim ediyorum.

Birincisi: Madem hükûmet-i Cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette dindarlara ve takvacılara da ilişmemek gerektir.

İkincisi: Madem bir şeyi reddetmek başkadır ve onun ile amel etmemek bütün bütün başkadır.

Üçüncüsü: Beşinci Şua’ya dair, ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazlara tafsilâtlı bir izahtır.

Evvela: Bazı zâtlar, âhirzaman hâdisatını haber veren müteşabih hadîsleri sual etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur’un Beşinci Şua’ı namını aldı. Risale-i Nur’un numaraları, te’lif tertibiyle değil. Meselâ, Otuzüçüncü Mektub, Birinci Mektub’dan daha evvel te’lif edilmiş ve bu Beşinci Şua’nın aslı ve Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, Risale-i Nur’dan evvel te’lif edilmiş.

Bir müddeiumumînin dostluk taassubuna mukabil derim: Nasıl ki ordunun ganîmeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır. Aynen öyle de; Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir.

Eski harb-i umumîden biraz evvel, ben Van’da iken bazı dindar ve müttaki zâtlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”

Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem.”

Dördüncüsü: Beni ve Risale-i Nur’un şakirdlerini ittiham eden ve o gibi kanun namına kanunsuz ve garazla ve hissiyatla bizi muahaze edenler, elbette bizden evvel hem Eskişehir Mahkemesini, hem Kastamonu hükûmetini ve zabıtasını, hem Isparta Adliyesini, hem Denizli Mahkemesini, hem Ankara’nın Ağır Ceza Mahkemesini ittiham edip, onları -varsa- suçumuza tam teşrik ediyorlar. Halbuki bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. 31 Mart’ta Divan-ı Harb-i Örfî’de ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı divan-ı riyasette, şiddetli ve dokunaklı ve serbest müdafaası buna şahittir.

Beşinci Esas: Risale-i Nur şakirdlerinin, dünya siyasetine ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleri olmasının beş sebebi gösterilecektir.

a. Hâlisane hizmet-i Kur’aniye, her şeye bedel kâfi geldiğinden

b. Siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemeyeceğinden

c. Birinin hatasıyla onun masum çok tarafdarlarını ezmek lâzım geleceğinden

d. Kur’an’ın kudsî hakikatlarını bir propaganda-i siyaset derekesine düşürmemek için.

e. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyasete karışmıyoruz.

Altıncısı: Bu mes’elede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ana bağlanmış ve Kur’an dahi arş-ı a’zamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün. Hem bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuzüç âyât-ı Kur’aniyenin işaratıyla ve İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın üç keramet-i gaybiyesi ile ve Gavs-ı A’zam’ın (K.S.) kat’î ihbarıyla tahakkuk eden Risale-i Nur’a ilişilmez. İlişilse belalar hücum eder. Eğer maddî müdafaadan Kur’an men’etmeseydi, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhasıl; madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz, onlar da bizim âhiretimize ve imanî hizmetimize ilişmesinler.

4. Sayfa 363 Cumhuriyet fikri hakkında bir eski hatırayı ve bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise ne yaparsanız yapınız! Benim son sözüm “Hasbünallahü ve ni’melvekil”dir.

Yedincisi: Afyon Mahkemesinin bize bir cem’iyet-i siyasiye noktasında bakmasına binaen deriz.

Evvelâ: Siyaset lisanı olan gazeteyi okumayan ve radyoyu dinlemeyen bir adamın elbette siyasetle hiçbir alâkası yoktur ve siyasî cem’iyetlerle hiçbir münasebeti olmaz.

Sâniyen: Risale-i Nur’un yüzotuz parçaları meydandadır. İçinde imanî hakikatlardan başka bir hedef, bir maksad-ı dünyevî olmadığına Eskişehir ve Denizli mahkemelerinden beraat etmesi siyasî bir cem’iyet olmadığına kat’i bir hüccettir. Hem dinî hissiyatla emniyet-i dâhiliyeyi ne şimdi nede istikbalde ihlâl etmeyeceğine delilimiz birinci esasta beyan edildiği gibi deriz. Evet biz bir cemaatız. Hedefimiz ve proğramımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi i’dam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatlarıyla kendimizi muhafazadır.

Sekizincisi: Risalelerde hem bazı dokunaklı cümleler var diye hemde başka yerlerin nakıs ve sathi tahkikatlarına binaen imkanatı vukuat yerine kullanıp bizi ittiham edenlere deriz Risale-i Nur’un hedefi doğrudan doğruya âhirettir. Dünya ile alış-verişi yoktur.

Dokuzuncusu: Denizli Mahkemesi’nin insaflı müddeiumumîsinin başka yerlerin insafsız ve sathî zabıtnamelerine binaen iddianamede kaydettiği maddeler gibi Afyon Mahkemesi dahi Denizli mahkemesinde beraat gören mektub ve risalelerde ittihamımıza medar bazı bahaneler bulmuşlar. Beşinci Şua’ın mes’eleleri, Risale-i Nur’un hususî menba’ları olan yüzer âyât-ı meşhureyi büyük bir en’am gibi Hizb-i Kur’anî yapmamızı, Tesettür Risalesini, hürriyet-i vicdan düsturuna muhalefet ve medeniyetin sefahatini tenkid etmemden güya medeniyetin terakkiyat-ı hazırasının aleyhinde bulunmak, Risale-i Nur’u resul yerine koymak gibi ittihamda bulunmuşlar. Bunlara tam ve kat’i cevablar bu dokuzuncu esasta verilmiştir.

Elhasıl biz bütün dünyaya karşı da olsa dini ve Kur’anı ve Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve edilmez ve biz onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Madem öyledir, ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz: “Hasbünallahü ve ni’melvekil”

5. Sayfa 368 Afyon Mahkemesinin bizi ittiham etmesine karşı itiraznamenin tetimmesidir

Evvelen: Doktor Duzi’nin eserlerini okuyanlar, hürriyet-i fikir düsturuyla suçlu sayılmadığı halde; hakikat-ı Kur’aniyeyi ve imanîyeyi müştak olanlara bildiren Risale-i Nur’u okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem yüz risale içinde yanlız iki-üç risalede birkaç cümleyi bahane gösterip ittiham etmiş. Risale-i Nur’u, âdi bahaneler ile ittiham edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.

Bu insafsızlara siyasî cem’iyet vehmini veren üç maddedir:

Birincisi: Talebelerimin benim ile kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları

İkincisi: Risale-i Nur’un bazı şakirdlerinin cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmeleri

Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalalet ve dünya perestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını nâmeşru hevesatlarına müsaid bulduklarından ve bizleri muhalif gördüklerinden bizim için muhalif bir cem’iyet-i siyasiyedir derler.

Ben de derim: Eğer dünya ebedî olsaydı ve insan içinde daimî kalsa idi ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyaset ile işe girseydim, yüz risalelerde on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvari, mübarezekârane bulacaktınız. Eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksadlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyor olsak bu yirmi senede bir vukuatımızı gösterebilirdiniz. Madem gösteremiyorsunuz. Elbette adliye kanunu ile bizleri mes’ul etmezsiniz.

6. Sayfa 371 Afyon hapsini netice veren bu yeni hâdisenin on vecihle kanunsuz olduğunun beyanı

Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun ve Ankara’nın yedi makamatının ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tedkikten edildikten sonra hem talebeler hem risaleler beraat ettiği halde yeniden evrak-ı muzırra gibi dava açmak..

İkincisi: Beraetten sonra üç buçuk sene Emirdağı’nda münzevi yaşayan bir adama dünya siyaseti için kapısının kilidini kırarak eziyet vermek..

Üçüncüsü: Otuz seneden beri siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan bir adama, dehşetli bir siyasî gibi menzilini basmak..

Dördüncüsü: Eskişehir, Isparta, Ankara, Denizli Mahkemelerinden ittifakla cem’iyetçilik, tarikatçılık ve sair bahaneler cihetinde beraet ettikleri halde bir siyasî cem’iyetçi nazarıyla ittiham etmek..

Beşincisi: Risale-i Nur’un mesleğinin esası olan şefkat itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, zâtına zulmeden canilere beddua ile de mukabele etmeyen, üç vilayetin insaflı zabıtalarının itirafıyla idare ve asayişi muhafaza eden ve aleyhlerinde hiçbir vukuat kaydedilmeyen bir adama ihtilalci bir komiteci gibi menzilini basmak..

Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, dünyanın hakikatını anlayan, enaniyeti, maddi ve manevî makamları istemeyen kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Risale-i Nur’a ve şahs-ı manevîsine verip kendini hizmetkar bilmesi kat’i isbat ediyor ki; şahsını beğendirmeğe çalışmıyor, istemiyor ve reddediyor. Buna rağmen Kütahya’da bir vaizin sözleriyle, Kütahya’ya hiç mektub göndermediği halde, bulunan bir mektub ile ve kimin yazısı olduğu bilinmeyen dokunaklı bir kitap Balıkesir’de bulunmasıyla mes’ul gösterip menzilini taharri etmek..

Yedincisi: Çoklu parti sistemine geçilmekle çok diplomatları kendisine taraftar edebilirken etmeyen, hiçbir yakınına yirmi senedir mektub yazmayan, üç mahkeme medar-ı mes’uliyet olacak kitablarının içinde hiçbir maddeyi bulmayan, âlem-i İslâm’ın uhuvvetin tesirli bir surette çabalayan Diyanet Riyasetinin kıymetini takdir ettiği Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermek; acaba hiç bir kanun, hiç bir vicdan, hiç bir insaf buna müsaade eder mi?

Sekizincisi: Yirmiiki sene nefiyden sonra serbestiyet verildiği halde, dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmemek fikriyle memleketine dönmeyen, halkın hürmetinden çekinen, menfi milliyet fikrini taşımayan, müslümanların birbirine muhabbetine çalışan, Türk milleti Kur’an’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu için, o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, Sâbık valinin resmî lisan ile ırkçılık fikriyle halklardan çekindirmeğe çalışması ve kılık kıyafetine ilişmesi hangi kanun iledir.

Dokuzuncusu: Çok mühimdir. İdare ve asayişe bilfiil ilişmeyen muhaliflere kanunca ilişilmez. Hem imkânat, medar-ı mes’uliyet olamaz.

Onuncusu: Bu da, hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiç bir maslahat bulunmadığı ve yalnız manasız evhamdan bir habbeyi kubbeler yapmaktan ileri gelen ve hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur.

7. Sayfa 376 Afyon hükûmet ve mahkemesine ve zabıtasına daha birkaç nokta maruzatım var

Birincisi: Asya’da hüküm süren dindar olmazsa da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.

İkincisi: Kur’an, cazibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ettiği gibi hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur dahi bu asırda bu vatanda bu millete, yirmi seneden beri tesirini gösterdiğinden hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.

Üçüncüsü: Mahkeme-i kübrada milyarlar ehl-i iman olan davacılar tarafından Nur talebelerini mahkûm etmek isteyenlere bir sual; Dinsizlerin eserleri meydanda gezerken niye Risale-i Nur ve talebelerini, hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz

Dördüncüsü: Ankara veya Afyon mahkemelerinden beklenen sualler; Âlem-i İslamda uhuvvet-i İslamiyenin Risale-i Nur’la temin edilebileceğine deliliniz nedir? Ve vatanımızı kominizmden Risale-i Nur’la nasıl muhafaza edebiliriz? Bu sualleri sormak yerine ittihamlarla başka mes’eleler sormak manasızdır.

Beşincisi: Yirmi senedir en muannid feylesofları susturan Risale-i Nur’un kuvvetinden hükümetin, istifade etmesi gerektir.

Altıncısı: Benim ehemmiyetsiz şahsımı çürütmekle Risale-i Nur sükût etmez. Hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlar ile İnşâallah kıyamete kadar devam ettirecekler.

Yedincisi: Bize hücum etmek isteyen resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle; hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler.

Sekizincisi: Risale-i Nur’un kıymetdar hizmet-i milliyesi; hem Mekke-i Mükerreme’de, hem Medine-i Münevvere’de, hem Şam-ı Şerif’te, hem Mısır’da, hem Haleb’de âlimlerin takdirleri altında kısmen risalelerin intişarlarıyla, komünist propagandasını kırarak âlem-i İslâma gösterdi ki: Türk Milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kur’an’ına sahibdir ve sair ehl-i İslâm’ın dindar büyük bir kardeşi ve Kur’an hizmetinde kahraman kumandanıdır.

Dokuzuncusu: Üstadımız, hadîslerin ihbarıyla bir kumandanın mahiyetini göstermekle ordunun şerefini muhafaza etmesine karşılık müddei bir tek dostunun muhabbetinden kahraman ordunun şerefini kırıyor olmasıdır.

Onuncusu: Adliyede adalet hakikatı ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine iki delilden biri İmam-ı Ali (R.A.) hilafeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup, muhakeme olması ve Âdil hâkimin, adalet namına hissiyatını karıştıran memuru azleylemesidir.

İşte madem mahkemede böyle hâlis ve garazsız bir hakikat hükmediyor. Üç mahkeme bizlere beraet verdiği halde Nur talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk hiddetli muameleler yapılıyor olması belaların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu yazmağa mecbur oldum.

Hem medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cem’iyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Buna karşı cevabımız; biz bir cem’iyetiz ve öyle bir cem’iyetimiz var ki; her asırda üçyüz elli milyon dâhil mensubları var.

8. Sayfa 381 Ankara’nın altı makamatına ve Afyon Ağır Ceza Mahkemesine verilen müdafaanın itirazname tetimmesi ve lâhikasıdır

Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki: Artık yeter, sabır ve tahammülüm kalmadı. Yirmiiki seneden beri imkânatı vukuat yerinde istimal etmek cihetiyle ilişmek yeter. Yoksa istikbal ve nesl-i âti sizleri lanetle yâd edecekleri gibi mahkeme-i kübrada cehenneme atmakla intikamımızı alacaklar diye teselli bulup sükut ediyoruz. Yoksa hakkımızı tam müdafaa edebilirdik.

İşte onbeş sene zarfında beş mahkemenin verdiği beraet kararına binaen Afyon mahkemesinden taleb ve ümid ediyoruz ki; (Yalnız Eskişehir mahkemesi Tesettür Risalesinden dolayı Üstadımıza bir yıl, onbeş talebesine altışar ay ceza vermiş.) Risale-i Nur’un tam serbestiyetine karar veriniz. Yoksa şimdi bize ilişenlerin, hükümeti iğfal edip bizi mahkeme mahkeme gezdirenlerin zındıka ve komünist komiteleri olduğuna hiçbir şüphemiz kalmıyor.

Reis Bey! Sizin vicdanlı olmanıza binaen ilk ve son olarak makamınıza bu istirhamname ve şekvayı yazıyorum. Şöyle ki; Neden siyasetle hiç alakam olmadığı halde hukukum iskat ediliyor. Hatta kanunen onbeş günden fazla tecrid verilmemesi gerekirken üç buçuk ay tecrid-i mutlak veriliyor. Hatta kitablarım verilmediği gibi dostlarım ile de görüştürülmüyor. Hatta öyle ki; yapılan iddianameyi okumak ve müdafaamı yazdırmak için bir kardeşimi bile yanıma vermiyorlar. Ben hakikaten bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azab çekiyorum.

Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan Said Nursî

9. Sayfa 383 İddianamede benim hakkımda dört esas var:

Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Mehdilik isnadını hiç kabul etmeyerek demiş ki: Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak.

İkinci Esas: Neşriyatı gizlemesi. Neşriyatı gizlemesinin hikmeti, Beşinci Şua gibi risalelere gizli düşmanların yanlış mana vermemesi içindir. Yoksa siyasete ve dünya asayişine temas cihetiyle değildir. Hem eski harf ile teksir makinesine bir bahane bulmasınlar diyedir.

Üçüncüsü: “Emniyeti ihlâle teşvik ediyor” Halbuki bunun hiçbir emaresi görülmemiş, hiçbir vukuat kaydedilmemiştir.

İddianamede sebebi ittiham üç mes’ele gösterilmiş bunlara karşı itirazım şöyledir.

Birinci Mes’ele: Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemelerinin beraet verdiği Beşinci Şua’ın ölmüş gitmiş bir adama dair bir-iki mes’elesini, bize suç gösteriyorlar.

İkinci Mes’ele: Şapka giymemektir. “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.” demesiyle avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilâlden, hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı ve hiçbir kanun münzevilere böyle şeyleri teklif etmediği halde bir sebeb-i ittihamımız gösterilmiş.

Üçüncü medar-ı ittiham: Emirdağı’nda emniyeti ihlâle teşviktir. Buna karşı itiraz ise:

Evvela: Şimdiye kadar cerhedilmeyen itiraznamelerimdir.

Sâniyen: Emirdağı’nda orada bütün benim ile konuşan zâtların şehadetleriyle ve ahalinin ve zabıtanın tasdikiyle beraetimden sonra bütün kuvvetimle inzivamda dünya siyasetine karışmaktan çekinmişim. Hattâ te’lifi ve muhabereyi de bırakmıştım. Ve haftada bir mektub bir yere Nurlara teşvik için yazardım. Hattâ müftü olan öz kardeşime ve biraderime üç senede üç-dört mektub yazdım. Memleketimdeki biraderime yirmi senede hiç yazmadığım halde iddianamede beni emniyeti ihlâl suçu ile ittiham etmişler. Halbuki yazılan risaleleri okuyan yüz bin adamdan hiçbirisinin emniyeti ihlal etmemesi bu ittihamı reddeder. Demek böyle imkânatı vukuat yerinde zikrederek ittiham ediyorlar. Hem her hükümette muhalifler bulunur. Hükümet ele bakar kalbe bakmaz. Elde bulunan risaleler ise âlem-i İslam’ın takdirine mazhardır. Buna rağmen bu asılsız ittihamları yapanlar, anarşistlik ve koministlik hesabına bilmiyerek istimal ediliyor diye endişe ediyoruz.

Bazı emarelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız Nur’un kıymetini düşürmek fikriyle siyaset manasını hatırlatan mehdilik davasını tevehhüm ile güya Nurlar buna bir alettir diye çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Acaba bu bedbahtlar dünyayı ebedi ve herkesi kendileri gibi dini ve imanı dünyaya âlet ediyor mu zannediyorlar?

10. Sayfa 389 Lâhika

Sorgu hâkimliğinin son tahkikat kararnamesinin arkasında denilmiş ki: “Heyet-i vekile Yirmibeşinci Söz Risalesini; üç âyetin medeniyete karşı beyanatı, şimdiki kanun-u medeniyete uygun gelmediği bahanesiyle resmen dağılmasının yasak edilmesine ve toplanmasına dört ay evvel bir karar vermiş.” diye yazılı gördüm.

Buna cevaben: İlişilen âyetler Biri; tesettür-ü nisvan hakkında, ikincisi ve üçüncüsü; irsiyet hakkında olup otuz sene evvel Kur’an’ın i’cazını göstermek için yazılmıştır. Bu mes’elede yalnız itiraz edilen kelimelerin çıkartılıp kitabımızı almamız hakkımızdır.

11. Sayfa 389 Daha evvel iddianameye karşı verilen itiraznameye tetimme olarak yalnız iki-üç noktayı makam-ı iddiaya hatırlatmak nev’inden derim ki:

Birinci Nokta: Ben iddianameyi nazar-ı itibara alıp cevab vermediğimin sebebi, bizi beraet ettiren üç âdil mahkemenin haysiyetini kırmamak ve ihanet etmemek içindir.

İkinci Nokta: Makam-ı iddia cerbezesiyle binler mesail içinde, bir-iki mes’eleye, hatırımıza gelmeyen bazı manalar vererek bizi ittiham ediyor. Halbuki o mesailler Nur’un büyük mecmualarında bulunup İslâm ülemalarının tedkikinden geçmiş ve daha önce mahkemelerden beraer etmişlerdir.

Üçüncüsü: Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılabdaki bazı kusurata sebeb olmuş bir reis hakkında mahrem ve herkese bildirmediğimiz manalarda bir suç varsa, o manalara nazar-ı dikkati celbeden makam-ı iddia suçlu olur.

Dördüncüsü: Makam-ı İddia’nın üç mahkeme cem’iyet noktasında bize kat’î beraet verdiği halde, yine eski nakarat gibi gizli cem’iyet vehmiyle iddiada bulunması hem yirmi senede yüzbinler Risale-i Nur şakirdlerinin emniyeti ihlâle dair hiçbir vukuatları kaydedilmediği halde, “Dini âlet ederek emniyeti ihlâle halkı teşvik ediyor” diye ittiham etmesi, değil nev’-i beşeri belki zemini de hiddete getirip o ittihamı reddeder.

12. Sayfa 392 Afyon Mahkemesine ve Ağır Ceza Reisine beyan ediyorum

Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için hapsin haricinde, yüzler resmî adamların tahakkümleri altında kalmaktansa hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar siz de bilirsiniz ki, yok. Beni cezalandırmaz. Fakat beni manen cezalandıracak vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Risale-i Nur şakirdlerine medar-ı mes’uliyet cem’iyet namını verenler; hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden rabıtaları inkâr etmekle kızıl tehlikeyi kabul etmekle davalarında haklı olabilirler.

Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin hususan millet-i İslâmiyenin üss-ül esası olan rabıtaları temin eder. O rabıtalar şunlardır.

a. Akrabalar içinde samimane muhabbet

b. Ve kabîle ve taifeler içinde alâkadarane irtibat

c. Ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı, manevî, muavenetkârane bir uhuvvet

d. Ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârane bir alâka

e. Ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur’an hakikatlarına ve naşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık

13. Sayfa 393 Afyon Mahkemesine iddianameye karşı verilen itirazname tetimmesinin bir zeylidir

Evvelâ: Denizli ve Eskişehir Mahkemeleri gibi bu Afyon mahkemesinde de iddia olunan suçların yüzden ziyade yanlışını isbat ettim, isterseniz yanlışların cedvelini takdim edeceğim.

Sâniyen: Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tedkik eden adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni i’dam ile mahkûm etseler; şahid olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum.

Risale-i Nur’un hakkaniyetini kabul eden İslâm ülemaları ve ehl-i vukufların raporlarına rağmen, Kur’an’ın kaç suresi var olduğunu bilmeyen zekâvetli müddei kırk sahifeli iddianamesini bize iki saat dinlettirdiği halde bizim onun yüz yanlışlarını gösteren müdafaamızı iki dakika okumağa müsaade etmediği için, ona mukabil itiraznamemi tamamıyla okumayı, adalet namına sizden istiyorum.

Sâlisen: Herbir hükûmette muhalifler var. Asayişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlara, hayat-ı bakiyesine çalışmayı terkettirip bolşevizime tarafdar olması istenmez. İşte bu hakikata binaen ölmüş gitmiş bir adamın keyfi kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz. Bu yüzden bize edilen bütün zulümlere rağmen siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, asayişi bozmadık. Bizim gibiler için ya kabre veya hapse girmekten başka çare yok.

Râbian: Kur’an’ın mücevherat dükkânının bir bîçare dellâlıyım dediği halde kendi razı olmadığı ve kendini lâyık bulmadığı halde, başkaların onu medhetmeleriyle o bîçareye bir suç tevehhüm edilebilir mi?

Hâmisen: Hiç bir cem’iyetçilik ve cem’iyetlerle ve siyasî cereyanlarla hiçbir alâkası olmayan Nur talebelerini, üç mahkeme beraet ettiği halde halen cem’iyetçilik ve siyasetçilik ile itham etmek; o üç mahkemeyi mahkûm etmek ve itham ve ihanet etmek demektir.

Sâdisen: Millete, vatana, asayişe muzır dinsizlerin ve bazı siyasî zındıkların kitablarına ve mecmualarına hürriyet-i ilmiye serbestiyetiyle ilişilmediği halde; masum ve muhtaç bir gencin imanını kurtarmak ve sû’-i ahlâktan kurtulmak için Nur’a talebe olması elbette değil bir suç, belki hükûmet ve maarif dairesi teşvik ve takdir edecek bir halettir.

14. Sayfa 397 Son Sözüm

Heyet-i hâkimeye beyan ediyorum ki: Benim şahsiyetimi çürütmek suretinde Risale-i Nur’u ve bu vatana ve bu millete fedakâr ve kıymetdar olan şakirdlerini incitmeyiniz. Yoksa bu vatana ve bu millete manevî büyük bir zarar, belki bir tehlikeye vesile olur. Ehl-i siyaset şahsımı çürütmeye çalıştıkları halde, faide vermediğinin sebebi; hakikatı hiç bir şeye feda etmeyen Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin bir mümessili olmasındandır. Hattâ İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı A’zam (K.S.) gibi bazı evliyanın şahsıma ait bir parçacık iltifatlarını za’fiyetim ve yardımcılarımı ürkütecek esbabın çoğaltılmaması ve sözlerime itimadı kazanmak için bazı yerde tevil edip Risale-i Nur’a çevirmediğimden ilişmişler.

15. Sayfa 399 Heyet-i Vekile’ye gayet ehemmiyetli bir ricamdır.

Üçyüz sahifeden ziyade olan Siracünnur’un âhirinde, onbeş sahife kadar olan Beşinci Şua zararlı tevehhüm edildiğinden dolayı çıkarılıp yasak edilse de mütebakisinin neşrine izin verilmesini rica ederiz. Hem dörtyüz sahifelik Zülfikar’da irsiyet ve tesettür hakkındaki iki âyet, hem İşarat-ül İ’caz’da bankaya dair satır, hem Anglikan Kilisesi’ne verilen cevaptan bir satır, şimdiki kanun-u medeniyeye uygun gelmediği bahanesiyle sansür edilse de bâki kısmına izin verilimesini hey’et-i vekileden rica ederiz.

16. Sayfa 400 Diyanet Riyasetindeki ehl-i vukufa bir teşekkürname ve tedkiklerindeki cüz’î ve cevabı zahir ve verilmiş tenkidlerine tashihle yardım etmek için üç noktayı beyan edeceğim.

Birincisi: Üç cihetle ehl-i vukuf âlimlerine teşekkür ederim.

Birincisi: Siracünnur mecmuasının Beşinci Şua’dan başka onüç parçasını takdirkârane hülâsa etmeleridir.

İkincisi: Medar-ı ittihamımız olan, tarîkatçılık ve cem’iyetçilik ve emniyeti ihlâl bahanelerini reddetmeleridir.

Üçüncüsü: Kusurlu olarak yalnız beni görmelerinden Nurculara ilişmemektir.

İkinci Nokta: O ehl-i vukuf, Beşinci Şua’daki rivayetlerin bir kısmına zaîf ve bir kısmına mevzu’ demişler ve tevillerinin bir kısmına yanlış demelerine karşı deriz ki: Tevil demek, yani bu mana bu hadîsten murad olmak mümkündür, muhtemeldir demektir. O ehl-i vukuf, hadis olmadığını ispatlamadan davasını isbat edemez.

Hem iddiacının Bütün rivayetler mevzudur veya zaîftir” demesi üç vecihle yanlıştır.

Birisi: Bütün hadîs kitablarını görmediği halde o rivayetleri külliyetle inkâr etmek on cihetle hatadır.

İkinci Vecih: Mevzu’dur manası; bu rivayet an’aneli, senedli hadîs değil demektir. Yoksa manası yanlıştır demek değildir.

Üçüncü Vecih: Hangi mes’ele veya rivayet var ki; meşrebleri, mezhebleri muhtelif âlimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin. Meselâ: İslâm içinde birkaç deccal geleceğine dair rivayetleri, mezhebi ayrı veya fikri müfrit bir kısım ehl-i içtihad kabul etmemişler, mevzu veya zaîftir demişler. Şimdi bu uzun kıssayı kısa kesmemin sebebi Diyanetten gelen raporun Nurların imdadına yardım etmemesi yüzünden gelen 18.9.1948 tarihindeki iki zelzeledir.

Üçüncü Nokta: Ey müdakkik ve hakikatlı ve insaflı ehl-i vukuf âlimlerimiz! Risale-i Nur’un bir kısım has ve halis şakirdlerinin yazdıkları takrizleri ve şahsıma ait medhiyelerini Nurlara çevirdiğimi bir hodfuruşluk telakki etmenize müteessir oldum. Halbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimlerinin ittifakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik teferruattaki ihtilafı bırakmağa ve medar-ı münakaşa etmemeğe mecburuz.

17. Sayfa 403 Ehl-i vukufun insaflı hocalarından üç sualim var:

Birisi: Bir adam, diğer bir adamı sâfi bir niyetle onu medhetmekle mes’ul olur mu? Hem medhedilen kişinin istemeyerek sükût ile mukabele etmesi hiç hodfüruşluk sayılır mı?

İkinci Sual: Medhiye yazan hakikat âşıkı bir talebe, siz gibi üstadlardan, şefkatle hatasını ihtar etmenizi beklerken böyle adliye eliyle tokatlamak caiz olur mu?

Üçüncü Sual: Ahmed Feyzi’nin medhiyesini ta’dil etmek fikriyle yazdığım bir mektubumu görmelerinden, güya o medihleri ben kendime yapmışım gibi bu tarz tenkid etmek size yakışır mı? Hem arkadaşlara hususî ve tebrik ve teşvik ve taltif için yazılmış bazı mektublardan ahkâm çıkarmak ve sual ve cevaba medar etmek ve siyasete temas ettirmeğe çalışmağa hiç ihtiyaç var mı?

18. Sayfa 405 Hata-Savab Cedveli

Mahkemede aleyhimizdeki iddianamenin kırk sahifesinden, şahsıma ait onbeş sahifede seksenbir yanlışını gösteren bu cedveli takdim ediyorum.

19. Sayfa 422 Hata-Savab Cedvelinin Zeylidir

20. Sayfa 428 Son Posta Gazetesine yazdıranların ve ihbar edenlerin ve mahkemeyi mecbur edip bize ceza verdirenlerin iltibasları, sehiv ve yanlışları

a. Yedinci Rica’da, “saltanatın vefatı” değil, belki “hilafet saltanatının vefatı” demişim. Siz bir “nun”u okumadınız. Sonra sustular.

b. Latin harfinin kabulü değil, belki Kur’an hurufunun dersinin men’ine yirmi sene evvel bir mahrem risalede itiraz etmişim.

c. Denizli ve Temyiz Mahkemelerince beraet kazanan Tesettür Risalesinden birkaç cümleye yanlış mana verip, bize ceza vermesini haklı gören Son Posta Gazetesi düşünsün ki; ne kadar o neşriyatta hata var.

d. Nur’un bir şakirdinin hususî kanaatını umum Nurculara vermesi ve birisinin hususî bir bir mektubunu mevhum bir gizli cem’iyetin naşir-i efkârı telakki etmesi ve otuz-kırk senede te’lif edilen yüzotuz risaleyi bu sene yazılmış gibi göstererek habbeyi kubbe yapmışlardır.

e. Birinci Şua, Keramet-i Aleviye ve Gavsiye gibi risalelerdeki inayet-i İlahiyyeyi şahsımın aleyhinde pek şiddetli propaganda ve eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad başlamasıyla, Nurlara muhtaç ve müştaklar çekinmeğe başlamamak için has kardeşlere gösterilmesini medarı ittiham yapmışlar.

Yirmiiki sene eşedd-i zulme hedef olduğumun ve hukuk-u medeniyeden iskat edildiğimin tek bir nümunesi şudur ki: Onbir ay tecrid-i mutlakta hizmetçilerim ve has kardeşlerim bana temas etmemek için bana kararnameyi ve iddianameyi okuyacak ve benim itiraznamemi yazacak bir talebemin yanıma gelmesine izin vermediniz.

f. Siyaset-i dünyeviye ile ve gizli entrikalar ile alakası olmadığı halde varmış gibi ittiham etmişlerdir. Alâkası olmadığına delil Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase demesi, yirmibeş sene gazeteleri okumaması, on sene harb-i umumîyi bilmemesi, oniki sene zarfında hükûmetin erkânını bilmemesi, dünyanın en hoş mertebelerine hiç ehemmiyet vermemesi, Kur’an’ın bir kudsî nüktesine dünya saltanatından ziyade ehemmiyet vermesi ve dünya ahvalini âhiret işlerine tercih edenleri divane telakki etmesi şahittir.

21. Sayfa 431 Aşağıda yazılan fıkraların mukaddimesidir.

Mahkeme-i Temyiz’in lehimizde olarak aleyhimizdeki Afyon kararnamesini haklı ve hakikatlı deliller ile bozmasına bir cüz’î yardım etmek fikriyle, kararnamede olan sehivlerden bir kısmına kısa işaretler için, aşağıda onların mahrem risalelerden suç mevzuu diye zikrettikleri fıkraları aynen kaydedip yanlışlarını göstererek bizi mahkûm edenleri mes’ul ederiz.

Ezcümle: Kararnamede Üstadımıza isnad edilen suçların fihristesi;

“Saltanat ve hilafetin ilgası.”

“Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, latin harflerinin huruf-u Kur’aniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılab hareketlerini bid’at, dalalet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur.”

22. Sayfa 432 Mahkemenin hayretle -aleyhlerinde iken- aleyhimizde yazdığı Tesettür Risalesine haşiye olan bir fıkradır.

23. Sayfa 432 Mahkemenin taaccüb ve takdir ile kararnamede yazdığı bir fıkra olup, güya aleyhimizdedir. Hâlbuki onları mahkûm eder.

Yirmialtıncı Mektub’da Said Nursî kendisinden bahisle: “Bu bîçare kardeşinizde üç şahsiyet var ki, birbirinden çok uzaktırlar: Birincisi; Kur’an-ı Hakîm’in dellallığı şahsiyeti, ikincisi; Ubudiyet şahsiyeti, üçüncüsü; hakiki şahsiyetidir.

24. Sayfa 433 Mahkemenin dehşetli korkarak, kararnamede aleyhimizde kaydettiği huzur-u İlahîde alınacak intikama dair cümleler.

25. Sayfa 434 Mahkemeyi ifratla ittiham eden bir fıkradır.

Mustafa Kemalle namaz mes’elesi ve Üstadımızın cevabı “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.”

26. Sayfa 435 Aleyhimizde yazılan, fakat mahkemeyi mes’ul eden bir fıkradır.

Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanı sevmemek suç olması imkânı varmı?

27. Sayfa 435 Mahkemenin Said’i cezalandırmak için en kuvvetli tahmin ettikleri fıkradır.

Yeni kanunlarına, cebr-i keyfî-i küfrî; cumhuriyete, istibdad-ı mutlak; rejime, irtidad-ı mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka demesini suç unsuru göstermiş.

28. Sayfa 435 Mahkemenin kararnamesinde hayret ve takdir ile yazılan bir fıkradır.

Risale-i Nur’u yazmanın altı nevi uhrevî ve beş nevi dünyevî pekçok faideleri olduğunu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup üniversitenin bir Nur Mektebi haline döneceği yazılıyor.

29. Sayfa 436 Medar-ı hayrettir ki; “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata bizim gibi bazı bîçarelerin başları da feda olsun” samimî fedakârlığını gösteren cümlesini suç saymışlar.

30. Sayfa 436 Pek acibdir ki; merhum Hasan Feyzi’nin gayet hâlisane ve ayn-ı hakikat ve vakıa mutabık ve hiç zararı olmayan ve çoklara menfaatli olan takrizini ve medhiyesini bir suç mevzuu diye Nur’un bir mecmuasının âhirinde bulunmasıyla o mecmuanın müsaderesine vesile yapmak istenilmiş.

31. Sayfa 436 Risale-i Nur tesmiyesinin dokuz sebebleri içinde yalnız birisine ilişmişler.

Nur isimli has şakirdlerinden göremiyoruz demişler. Haşiyede cevab verildiği gibi, şimdi de Nuri Benli ve Küre’li saatçı Nuri, Nur hizmetinde mümtazdırlar. Demek tenkid edemiyorlar, cüz’î bahanelere mecbur oluyorlar.

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle,

a. Karyem Nurs’tur,

b. Merhum vâlidemin ismi Nuriye’dir,

c. Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir.

d. Kadirî üstadlarımdan Nureddin,

e. Kur’an üstadlarımdan Nuri,

f. Talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlarıdır.

g. Hem kitablarımı en ziyade izah ve tenvir eden nur temsilleridir.

h. Hem hakaik-i İlahiyede müşkilâtımın ekserisini halleden esma-i hüsnadan Nur ism-i nuranîsidir.

i. Hem Kur’ana şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Osman-ı Zinnureyn’dir. (R.A.)

32. Sayfa 438 Hücumat-ı Sitte ve Zeyli,

Hem yirmi sene evvel, hem şiddetli ve zalimane bir tecavüze karşı, hem gayet mahrem, hem mahkemeleri görmüş, hem hiddet zamanında yazılmış, hem ikinci harb-i umumî zamanı o hiddeti haklı göstermişken; şimdi yazılmış gibi suç sayıp müsadere etmek, adaletten çok uzaktır.

33. Sayfa 439 İşarat-ı Seb’ada bir-iki cümleye ilişip müsaderesine ve bize suç yapmağa çalışmışlar.

“Biz Allah Allah diye diye geri kaldık.” diyenlere sükut ile gafillere cevab-ı kat’i verildi.

34. Sayfa 439 Mûcib-i hayrettir ki;

Onaltıncı Lem’ada baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman gelinceye kadar ihtiyat etmelerini naehillerin ellerine hakikatları vermemelerini tavsiye etmemi suç göstermişler.

35. Sayfa 440 Tesettür, İhtiyar Lem’asından ve Rehber’de yazılmış

“Tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!” ve “Hilafet saltanatının vefatı” cümlelerinin yalnız başını yazıp bir suç mevzuu diye müsaderesine yürümek gösteriyor ki; medar-ı tenkid bir şey bulamıyorlar

36. Sayfa 440 Yirmiikinci Lem’a da bahsi geçen şu ki;

Onlar Üstadımızın ehl-i dünyanın dünyasına karışmamasını çok takdir etmeleri lâzım iken tenkid etmişler, suç mevzuu yapmışlar.

37. Sayfa 441 Şefkat-i imanîyeden gelen bu masumane ve hâlisane ve hayretkârane ümid ve arzu ve temenniyi bir suç tevehhüm edenler, elbette kendileri suçludurlar.

Üstadın faytonla gezerken çevresinde dolaşan çocuklar, hiss-i kablel vuku’ ile Risale-i Nurla imanlarını kurtaracaklarını hissettiklerinden O’nun mümessiline karşı alaka göstermelerini bahseden cümleyi suç mevzuu saymışlar.

38. Sayfa 441 Bu fıkra başta lehimde ve âhirde bir arzu ve bir temenni iken suç saymak insaftan hariçtir.

Mehdinin üç vazifesine dair olan mesailin bazı cümlelerini kaldırıp ta’dil ederek gönderme tavsiyesini ve Dâr-ül fünunun kapısında yazılı olan hatt-ı Kur’anîyenin meydana çıkarılmasının işaretiyle Dâr-ül fünunun ileride Nur Mektebi olmasını temenni etmesini suç mevzuu saymışlar.

39. Sayfa 441 Tekbirat-ül Hüccac fî Arafat mektubumda

Mehdi-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi olduğu hakikatının izahına karşı tenkidlerine verilen cevab ve Hüsrev’in âhirdeki haşiyesi tam cevabdır.

40. Sayfa 443 Beni mahzun etmeyiniz, zemin hiddet eder.” dediğimden üç dakika sonra zelzele olmasını, hayret ve taaccüble tahsin etmek şefkatın iktizası olduğu halde, medar-ı tenkid olamaz.

Yüzkırkbir numaralı mektubda, zelzele hadisesi; yüzkırkyedi numaralı mektubda kışın hiddeti ve maarif dairesinin yanması külli bir tokattır dememi suç mevzuu saymışlar.

41. Sayfa 443 Tebrik ve âferin ile mukabele edilecek bir hale, itiraz nazarıyla bakılmaz.

Tebrik ve âferin ile mukabele edilecek ikltisad bereketiyle yaşayan bir adama, neyle yaşıyorsun diyerek itiraz nazarıyla bakılmaz.

42. Sayfa 444 Zübeyr’in mahkemede okuduğu müdafaası gibi, parlak medhiyesi inşâallah onları takdir ve tahsine sevketmiş ki, taaccüble kararnamede yazmışlar.

43. Sayfa 444 Bu gelen parça tam lehimdedir. Şöyle ki;

“Dine ve terbiye-i Muhammediyeye (A.S.M.) zehir diyen Saraçoğlu’nu bırakıp, hakikat-ı Kur’aniyeyi güneş gibi gösteren Siracünnur ile münakaşa etmek, onun müsaderesine yardım etmek” demek olduğunu beyan etmek ayn-ı hakikat iken, kararnamede suç mevzuları içine konulmamalı idi.

44. Sayfa 446 Temyiz Mahkemesi Riyasetine

Afyon Mahkemesinden hakkımızda sadır olan haksız hükmün temyizen bozulması üzerine yapılan duruşmamızda yazdığım bu şekvamı layiha-i temyizim olarak takdim ediyorum.

45. Sayfa 446 Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir ve dergâh-ı İlahîye bir şekvadır.

Yirmiüç senede yüzer işkenceli musibetlerden (on tanesini) âdil Hâkim-i Zülcelal’in dergâh-ı adaletine müştekiyane takdim ediyorum.

Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettiğim halde Afyon mahkemesinde üç defa ve her defasında iki saate yakın dinlettirdikleri ittihamnameye karşı bir iki dakikadan fazla müsaade etmediler ki hakkımı müdafaa edeyim. Ben yirmi ay tecrid-i mutlakta durdurulduğum halde yalnız üç-dört saat bir-iki arkadaşıma izin verildi. Müddeînin onbeş sahifesinde seksenbir hatasını isbat ettiğim halde konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı diyecektim: Din düşmanlarının neşriyatlarına hürriyet-i vicdan düsturuyla ilişilmediği halde, benim kırk senede yüz otuz risalelerimi hangi suç ile mahkûm ediyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübra-i haşirde sizden sorulacak.

İkincisi: Beni cezalandırmağa gösterdikleri bir sebeb: Benim tesettür, irsiyet, zikrullah, taaddüd-ü zevcat hakkında Kur’an’ın gayet sarih âyetlerine, medeniyetin itirazlarına karşı onları susturacak tefsirimdir.

Üçüncüsü: Mahkûmiyetime gösterdikleri bir sebeb; emniyeti ihlâl ve asayişi bozmaktır. İmkânatı vukuat yerinde koyup, bazı mahrem risale ve hususî mektublara yanlış mana vererek bizi ittiham ve cezalandırmak istiyorlar.

Tarihçe-i hayatımı bilenlerce malumdur. Hayatım dine hizmetle geçmiştir. Otuzbir Mart vaka’sında isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve mahkemelerde, bu milletin din selâmeti için ölümü hiçe sayan bir adama inkılab ve hükûmet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor. diyenleri vicdanlarına havale ediyorum.

Dördüncüsü: Şapka giymediğimi mahkûmiyetime ehemmiyetli bir sebeb göstermeleridir.

Beşincisi: Risale-i Nur’un parçaları içerisinde Zülfikar mecmuasında iki âyetin tefsirini bahane ederek o pek çok menfaatli ve kıymetdar mecmuanın müsaderesine sebeb oldular.

Altıncısı: Nur’un şakirdlerinden bazılarının ziyade hüsn-ü zan ile müfritane medhetmelerini suç unsuru gösterenlere derim. Kardeşlerimin, müflis şahsıma karşı medh ü senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevî mu’cize-i Kur’aniye olan Risale-i Nur’a ve has şakirdlerinin şahsiyet-i manevîyesine çeviriyordum. Acaba kendi razı olmadığı halde başkaları onu medhetse o adam suçlu olur mu?

Yedincisi: Eskiden beraet ettiği mes’elelerle tekrar dava edilen yeni eser neşretmeyip eski neşredilen eserlerin tashihi ile uğraşan mahkeme memleketine dönmesine izin verdiği halde dünya siyasetine temas etmemek için gurbeti kabul eden bir adam hakkında iddianamedeki asılsız isnadlar ve yalan bahislerle suçlu yapmaya çalışanı mahkeme-i kübraya havale ediyorum.

Sekizincisi: Müteaddid mahkemeler Beşinci Şua risalesini tedkik edip teşhirine sebeb olmakla beraber, bize iade ettikleri halde, şimdi beni tekrar onunla suçlu yapmak ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu, bizi kanaat-ı vicdaniye ile mahkûm edenlerin vicdanlarına ve onları dahi mahkeme-i kübraya havale ederek “Hasbünallahü ve ni’melvekil” deriz.

Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenlerin, Risale-i Nur’u mütalaalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.

Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.

46. Sayfa 455 Onbeş sene evvel Eskişehir Mahkemesinde, Heyet-i Vekile’ye yazılan arzuhalin bir parçasıdır.

Ey ehl-i hall ü akd! Ya benim i’damımı ve yüzbir sene cezayı istilzam edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz veyahut bütün bütün divane olduğumu isbat ediniz; veyahut benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip zarar ve ziyanımızı müsebbiblerinden alınız. Benim emsalim ya i’dam olur, darağacına müftehirane çıkarlar veyahut lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.

Ey ehl-i hall ü akd! Acaba hiç mümkün müdür ki; yirmibeş sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makale ile otuz bin adamı kendi fikrine çeviren ve koca Hareket Ordusu’nun nazar-ı dikkatini kendine döndüren ve İngiliz başpapazının altıyüz kelime ile istediği suallerine altı kelime ile cevab veren ve bidayet-i hürriyette en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyleyen bir adamın yüzyirmi risalesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız onbeş kelime mi bulunur?

Ben hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri cinayetle ittiham ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini elbette hükûmet-i cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.

47. Sayfa 460 Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir nümune

Eskişehir ve Denizli Mahkemelerinden ondokuz sene evvel te’lif edilen bu Onaltıncı Mektub, güya üç mahkemeyi görmüş gibi bütün medar-ı itiraz şeyleri reddetmesi, inayet-i İlahiyenin bir nevi ikram kerametine mazhar olduğunu zahir gösteriyor.

48. Sayfa 461 Onaltıncı Mektub

Çoklar tarafından sarihan ve manen gelen bir suale Eski Said lisanıyla, dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için; hakikat-ı hâli hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için “Beş Nokta” ile verilen cevabdır.

Birinci Nokta: (Siyasete girmenin zararı mı var sualine bir cevabdır.)

Denilmiş: “Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?”

Elcevab: Siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet etmek meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur.

(Siyasetin zararları nelerdir?)

a. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.

b. Hem siyasette hem muvafıkda hemde muhalifte taraftarları çoklukla var.

c. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak;

(Siyaseti terk ettiğine) kat’î şahid,

a. Sekiz senedir birtek gazete okuyup ve ne dinlememsi

b. Hem beş senedir siyasetvari bir tereşşuh görülmemesi

c. Siyasete iştihası ve arzusu olmaması

İkinci Nokta: (Siyasete girmekten daha büyük bir mes’ele mi var sualine bir cevabdır.)

Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

Elcevab: (Siyasetten tecennübün iki sebebi var.)

Birinci Sebeb: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için..

İkinci Sebeb: hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.

Eğer derseniz: Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler.

Ben de derim: Ben şeyh değilim, ben hocayım. Bir tek adama tarîkat dersi vermedim. İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.

Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fikri var; o işimize gelmiyor.

Ben de derim: Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Ben eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım.

Üçüncü Nokta: “Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin, edna bir tahkire tahammül edemezdin?”

Elcevab: İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız:

Birinci hikâye: Tahkirler ve kusurlar,

Şahsıma ve nefsime ait ise beni gururdan ve şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.

İmana ve Kur’ana hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ana havale ediyorum.

Sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev’inden ise; beni müdafaa etmek misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir.

İkinci hikâye: Ehl-i dünya beni ihtilattan men’ediyordu. Bunun sebebi;

Nefsim için ise, helâl ediyorum.

İmana ve Kur’ana hizmetkârlığım cihetiyle ise, onu Aziz-i Cebbar’a havale ediyorum.

Teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise onlara rahmet.

Hakaik-i imanîye ve Kur’aniyeye ait ise beyhudedir.

Dördüncü Nokta: (Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler hayatın hakiki gayesine koşmak noktasında pek çok lütuf ve ikramlara mahar olurlar. Cevabında bu lütuf ve ikramlara misaller verilmiştir.)

Evhamlı birkaç sualin cevabıdır:

Birincisi: “Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun?

Elcevab: Ben iktisad ve bereketle yaşıyorum.

Hem halkların malını kabul etmemek, maaşı kabul etmemek ve maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır.

Cenâb-ı Hakk’ın bana ettiği ihsanatı yâdedip, bir şükr-ü manevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim.

İşte birisi: Şu altı aydır otuzaltı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi.

İkincisi: Şu mübarek Ramazanda, üç ekmek, bir kıyye (kilo demek) pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, onbeş gün Ramazandan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, -hergün ekmekle beraber yemek şartıyla- kâfi geldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim.

Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır veya hizmet-i Kur’aniyeye bir ikramdır veya iktisadın bereketli bir menfaatıdır veyahut “Yâ Rahîm, Yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi gibi pek az fasıla ile her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu.

İkinci vehimli sual: İki kısımdır.

Birinci kısım: Sana nasıl emniyet edeceğiz ki, sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak, belki dünyamıza karışırsın.

İkinci kısım: Hem nasıl bileceğiz ki, sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya gösterip halkın malını zahiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?

İkinci kısıma cevab: Değil kurnazlık belki edna bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellukkârane bir müracaat edilecekti. Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez; iğfal ve aldatmaya daima çalışır.

Birinci kısıma cevab: Zahiren târik-i dünya, bâtınen talib-i dünya şübhesi ise, Ben nefsimi tebrie etmiyorum, nefsim her fenalığı ister. Fakat nefs-i emmarem ister istemez akla tâbi’ olmuştur.

Üçüncü vehimli sual: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?

Elcevab: Hâl-i âlemin salahını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, çünki elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünki ne vazifemdir, ne de iktidarım var.

Dördüncü şübheli sual: O kadar belalar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki; fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?

Elcevab: Fırsat varken memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hâdiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde; diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garib, zaîf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilattan, muhabereden kesilmiş vaziyette hiç karışmam.

Beşinci Nokta: (Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler muarızlara maddi mukabele ile değil hakkı göstermek şeklinde mukabele etmişlerdir.)

Beş küçük mes’eleye dairdir:

Birincisi: Ehl-i dünya bana diyorlar ki: Bizim usûl-ü medeniyetimizi, tarz-ı hayatımızı ve suret-i telebbüsümüzü ne için sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın?

Elcevab: Ne vakit beni serbest bırakıp memleketime iade edip hukukumu verdiniz, o vakit usûlünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.

İkinci Mes’ele: Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salahiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun?

Elcevab: Hakaik-i imanîye ve esasat-ı Kur’aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.

Sâniyen: Yazdığım hakaik-i imanîyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.

Üçüncü Mes’ele: Benim Kur’ana hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünki inşâallah benden size zarar gelmez.

Dördüncü Mes’ele: Hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirane, rakibane bir nazarla bakıyorlar. Hâlbuki ben imanın cereyanındayım. Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adamların o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

Beşinci Mes’ele:

· Dünya madem fânidir.

· Hem madem ömür kısadır.

· Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.

· Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.

· Hem madem dünya sahibsiz değil.

· Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var.

· Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır.

· Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.

· Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.

· Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki:

· Dünya için âhireti unutmasın,

· Âhiretini dünyaya feda etmesin,

· Hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın,

· Malayani şeylerle ömrünü telef etmesin;

· Kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin;

· Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

{(Haşiye): Bu mademler içindir ki; şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. “Meraka değmiyor” diyorum ve dünyaya karışmıyorum.}

49. Sayfa 473 Onaltıncı Mektub’un Zeyli

(Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler dava edindiği hakikatın hakkaniyetini o hakikatları yaşayarak gösterirler. Üstadımız hakikatları yaşarak elli bin değil milyonlar kuvvetinde olduğunu fiilen göstermiştir.)

Eğer Deseniz: “Said ellibin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz.”

Eğer korkunuz şahsımdan ise; ellibin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’ana ait dellâllığımdan ve kuvve-i manevîye-i imanîyeden ise; ellibin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!

Mükerrer sual; Neden vesika için müracaat etmiyorsun? İstida vermiyorsun?

Elcevab: Beş-altı sebeb için müracaat etmiyorum ve edemiyorum:

Birincisi: Ben, kader-i İlahînin mahkûmuyum ve ona müracaat ediyorum.

İkincisi: Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakînen iman ettiğim için istida vermiyorum.

Üçüncüsü: Fevkalkanun muamele edenlere, kanun namına müracaat manasız olur.

Dördüncüsü: ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse, zillet içinde faidesiz bir tezellül olur.

Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dava etmek ve onlara müracaat etmek; bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir.

Altıncı Sebeb: Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; benim dine merbutiyetimden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.

Yedinci Sebeb: Heyet-i içtimaiyeye muzır eşhasa meydan veren ve nâfi’lere zulüm eden ve evhamlarından bana yanaşmayan ve görüşmeyen memurlara müracaat etmek, kâr-ı akıl değil, beyhude bir zillettir.

Sekizincisi: “Gayr-ı meşru’ bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adavet olduğu” kaidesince, âdil olan kader-i İlahî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle beni tazib ediyor.

İşte böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Hak’tan başka kime müracaat eder?

50.  Sayfa 478 Hapis musibetine düşenlere merhametkârane, sadakatla, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere Üç Nokta’da kuvvetli bir tesellidir.

Birinci Nokta: Ehl-i iman için hapis musibeti farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmek şartıyla hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir.

İkinci Nokta: Musibete karşı sabır kuvvetini hazır zamana tahşid etmek gerekir. Zira zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir. Hattâ şekva olmasın, ben bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve manevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nur’un hizmetinden mahrumiyetimden gelen me’yusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inayet-i İlahiye bu mezkûr hakikatı gösterdi.

Üçüncü Nokta: Farz namazını kılmak, sadakat, şefkat, sevinç ile ve minnet ettirmemek şartıyla; Hasta, ihtiyar, garip, fakir mahpuslara hizmet etmenin sadaka hükmüne geçtiğini izah ediyor.

51.  Sayfa 479 Gençlik Rehberi’nin küçük bir haşiyesi

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye gençlik darbesini yiyenler, zulmen mahkûm olanlar, fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlarına müştak olan mahpuslar çok muhtaçtırlar. Evet, bilhassa şimalde koca bir devlet gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. İşte bu asırda İslam Türk gençleri kahramane davranıp bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un keskin kılıncıyla mukabele etmeleri elzemdir. Eğer terbiye-i Kur’aniye ve Nur’un hakikatlariyle kendilerini muhafaza etseler, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur. Terbiye için onbeş sene hapse atmaktan ise, onbeş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder. En bahtiyar odur ki; sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde, imanına ve Kur’ana hizmete çalışmaktır. Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.

52.  Sayfa 481 Kader-i İlahînin bizi bu üçüncü Medrese-i Yusufiye’ye sevketmesinin hikmetleri

a. Yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı.

b. İnayet-i İlahiye bizi buraya sevketmiş.

c. Herkesten ziyade yeni kardeşler Nurlardaki teselliye muhtaçtırlar.

d. Hizmet tevakkuf etmiyor kesretle hariçte de devam ediyor.

e. Her bir fâni saat, bâki ibadet saatleri hükmüne geçer.

53.  Sayfa 482 Bu üçüncü Medrese-i Yusufiye’nin bazı güzel neticeleri şunlardır.

Evvelâ: Risale-i Nur’un hakikî sahibleri olan müftüler, vaizler, imamlar, hocalardan manevî kahramanlar meydana çıktılar. Edhem İbrahimler, Ali Osmanlar ehl-i medresenin yüzlerini ak ettiler.

Sâniyen: İnşâallah bu üçüncü Medrese-i Yusufiye, ikinciden geri kalmayacak. Zahmet pek az, faide-i manevîye pek çok olacak.

Sâlisen: Meşakkat derecesinde sevabın ziyadeleşmesi cihetinde, bu şiddetli hale şükretmeliyiz.

54. Sayfa 482 Başta müdür olarak hapsin heyet-i idaresine sureten ehemmiyetsiz, fakat bence çok ehemmiyetli bir maruzatım var.

Beni hastahaneye sevketmeyiniz. Bütün hayatımda, hususan bu yirmiiki sene tecrid-i mutlak ömrümde tahammül edemediğim bir vaziyete, yani tanımadığım hastabakıcıların hükmü altına mecbur etmeyiniz. Vücudumun aşılara tahammülü yoktur.

55. Sayfa 483 İnayet-i İlahiyeye birkaç nümune

Evvelâ: Risale-i Nur’da bir kusur bulamadıklarından, onun bedeline benim ehemmiyetsiz ve çok kusurlu şahsımla uğraşmalarıdır.

Sâniyen: Pek geniş ve şiddetli ve merhametsiz bu taarruzun yirmiden bire inmesidir.

Sâlisen: İki sene aleyhimizde plân çeviren sâbık vali def’olması ve dâhiliye Vekili’nin dehşetli hücumunun pek çok hafifleşleşmesidir.

Râbian: Risale-i Nur’un perde altında teksir makinesiyle intişarı ile bu kış emsalsiz bir tarzda yaz gibi gülmesi ve her tarafta taharri ve müsadere endişesiyle tevakkuf edip birdenbire kış dehşetli hiddeti ve ağlamasıyla tetabukudur.

56. Sayfa 483 Mes’ele-i Nuriye münasebetiyle bu medreseye kader-i İlahî ve kısmetin sevkiyle gelenleri ta’ziye yerine tebrik edilecek dört noktadır.

a. Az bir kısmına gelen musibet ekser kardeşlerimizi bir derece zahmetten kurtarıyor.

b. Herbirinin az zamanda çok hizmet etmesidir.

c. Bu yeni Medrese-i Yusufiye’nin kıymetdar neticelerine bilfiil hissedar olmak için bu zahmetli mücahedeye giriyorlar.

d. Müştak oldukları hâlis, sadık kardeşlerini görüp tatlı bir ders alıp veriyorlar.

e. İstirahat zamanları devam etmeyip, boşu boşuna gitmesinden manayı münafi ile herbir fâni saat, bâki ibadet saatler hükmüne geçiyor.

Bu hadiseler gösteriyor ki; Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder ve mağlub olmaz. Yalnız “sırran tenevverat” perdesi altına girer.

57. Sayfa 484 Garib ve latif iki halimi beyan etmek lâzım geldi.

Birincisi: Emirdağı’nda iken görüşmek için gelipte vaktimin dar olmasından ve inzivadan gelen halet-i ruhiyemden ve hizmet-i Nuriye müsaade etmemesinden o fedakâr dostlar ile tam sohbet edemediğim gibi bu hapisteki tecrid-i mutlakta da sohbet edip görüşemiyorum.

İkincisi: Sikke-i Gaybî Mecmuasındaki Nurlara itimad kazandıran ve makbuliyetine imza basan hakikartlar benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetimin pek cüz’î hârika hallerine ihtiyaç bırakmıyor.

58. Sayfa 486 Beni merak etmeyiniz,

Ben sizinle beraber bir binada bulunduğumdan bahtiyarım, memnun ve mesrurum. Şimdi vazifemiz: Bir müdafaa nüshası Isparta’ya, oranın müddeiumumuna, avukatımıza, dava vekilimize, Ankara makamatına gönderilsin. Hem vekilimiz Ahmed Bey’e haber veriniz ki, müdafaayı makine ile yazdığı vakit sıhhatine pekçok dikkat etsin. Çünki ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazan bir noktanın yanlışıyla bir mes’ele değişir, mana bozulur.

59. Sayfa 486 Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür.

Derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor.

Dehşetli ve tezahür etmiş iki muannid; hem zındıka, hem komünist hesabına -biri Emirdağı’nda malûm olmuş, biri de burada- gayet dessasane, aleyhimizde iftiralarla memurları ürkütmeğe çalışıyorlar.

60. Sayfa 487 Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim!

Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat-ı Kur’aniye; Hakikat ve maslahat sulhtur. Affetmektir. Onun içindir ki; “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor.

61. Sayfa 488 Bu sene hacca gidenler

Mekke-i Mükerreme’de Nur’un kuvvetli mecmualarını büyük âlimlerin hem Arabça, hem Hindçe tercüme ve neşre çalışmaları gibi; Medine-i Münevvere’de dahi o derece makbul olmuş ki, Ravza-i Mutahhara’da makber-i saadet üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Musa mecmuasını kabr-i Peygamberî (A.S.M.) üzerinde görmüş.

62. Sayfa 488 Müjdeli ve tabiri çıkmış latif bir rü’ya

Ali Abi, rüyasında Üstadımızla beraber Hüsrev Abi’yi Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın elini öperken görmüş. Bu rüyanın tabiri Asâ-yı Musa mecmuasını kabr-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm üzerinde hacıların görmesiyle çıkmıştır ki rıza-yı Nebeviyeye mazhar olduğuna bir işarettir.

63. Sayfa 489 Aziz, sıddık kardeşlerim ve hapis arkadaşlarım!

Evvelâ: Sureten görüşemediğimizin ehemmiyeti yok. Siz hangi risaleyi okusanız veya dinleseniz Kur’an’ın bir hâdimi haysiyetiyle Üstadınızla görüşürsünüz.

Sâniyen: Yeni talebelerine deriz: Risale-i Nur’un kazandırdığı iki faide ve netice, biri; iman ile kabre girmek, diğeri; şirket-i manevîye-i Nuriyenin feyziyle umum kardeşlerinin manevî kazançlarına ve dualarına hissedar olmaktır.

64. Sayfa 489 Afyon müdafaanamesinin hem bize, hem bu Nurlara, hem bu memlekete, hem âlem-i İslâmla alâkadar ehemmiyetli hakikatları var.

Bizi tahliye ve tecziye etseler de o müdafaattaki hakikatları hem hükûmete, hem adliyelere, hem millete bildirmek bir vazifemizdir.

65. Sayfa 490 Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar!

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki; buraya girmemizin inayet-i İlahiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatlarıyla tam bir teselli size vermektir.

66. Sayfa 491  Aziz, sıddık kardeşlerim!

İman-ı tahkikî hizmet-i kudsîyesinde bulunan Nur talebeleri dahi kader-i İlahînin emriyle ve inayet-i Rabbaniyenin tensibi ve sevkiyle bu Medrese-i Yusufiye kongresine gelmesinde inşâallah pek çok kıymetdar manevî faide ve ehemmiyetli neticeler ihsan edilecek.

67. Sayfa 491 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının sebebi, mahpuslarla muarefe ve selâmlaşmamaktır. Bununla beraber hiç endişe etmeyiniz. Biz inayet-i İlahiye altındayız ve bütün meşakkatlara karşı kemal-i sabırla belki şükür ile mukabele etmeğe azmetmişiz.

68. Sayfa 492 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ben bütün vazife-i müdafaatı buraya gelen ve gelecek Nur erkânlarına (Hüsrev, Re’fet, Tahir, Feyzi, Sabri) bırakmağa kalben mecbur oldum. Risale-i Nur’un hârika yüksekliklerini ve ilmî tahkikatını benim fikrimden zannedip konuşturmamaları müdafaalarımı sizlere bırakmamın birinci sebebidir. İkinci sebeb ise gayet kuvvetli bir vazife-i uhreviye ve tesirli bir halet-i ruhiye benim bu mes’elenin teferruatıyla iştigal etmeme kat’iyyen mani olmasıdır.

69. Sayfa 492 Aziz, sıddık kardeşlerim! Namazda kalbe gelen bir hâtıra:

Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil etmelisin.

70. Sayfa 493 Aziz, sıddık kardeşlerim! İki gün zarfında iki küçük patlak.

Birincisi: Koğuşumda muhkem sobanın patlamasıdır.

İkincisi: İkinci gün Feyzilerin koğuşundaki bardağın parça parça olmasıdır. Bu iki hadisede soba haber veriyor ki; “Bu zindan ve hapishaneden gideceksin, bana ihtiyaç kalmadı.”

71. Sayfa 493 Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i maişet için endişe eden kardeşlere bir müjde

Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevablı ibadet ayları olan şuhur-u selâse gelecekler. Üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i imana temin eden şuhur-u selâseyi böyle bire on kâr veren Medrese-i Yusufiye’de geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse ayn-ı rahmettir. İbadet cihetinde böyle olduğu gibi, Nur hizmeti dahi nisbeten -kemmiyet değilse de keyfiyet itibariyle- bire beştir. Çünki bu misafirhanede mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nur’un derslerinin intişarına bir vasıtadır.

Derd-i maişet ciheti ise: Herbiriniz çok şakirdlerin bedeline, hattâ bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin haricî işlerinize yardımları olur.

72. Sayfa 494 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Receb-i Şerifinizi ve yarınki Leyle-i Regaibinizi ruh-u canımızla tebrik ederiz.

Sâniyen: Benim sobam ve Feyzilerin su bardağı ve Hüsrev’in iki su bardaklarının verdikleri haber doğru çıktı. Fakat dehşetli değil, hafif oldu. İnşâallah o ateş tamamen sönecek. Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nur’un fütuhatına bulantı vermektir. Emirdağı’ndaki malûm münafıktan daha muzır ve gizli zındıkların elinde âlet bir adam ve bid’atkâr bir yarım hoca ile beraber bütün kuvvetleriyle bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş.

73. Sayfa 495 Başbakanlığa, Adliye Bakanlığına, Dâhiliye Bakanlığına

Hürriyet ilânını, Birinci Harb-i Umumîyi, mütareke zamanlarını, Millî Hükûmetin ilk teşekkülünü ve Cumhuriyet zamanını birden derkeden bütün hükûmet ricali, beni pek iyi tanırlar. Eski Said bütün hayatını vatan ve milletin saadeti uğrunda sarfetmişken, bütün bütün dünyadan el çekmiş, yetmişbeş yaşına gelmiş Yeni Said, nasıl olur da siyasetle iştigal eder. Bana şunları isnad ediyorlar:

a. Sen siyasî bir cem’iyet kurmuşsun.

b. Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun.

c. Siyasî bir gaye peşindesin.

Bunların esbab-ı mûcibe ve delilleri de, risalelerimin iki-üçünden on-onbeş cümleleridir. Sayın bakan!. Napolyon’un dediği gibi, “Bana tevili kabil olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla i’dam edeyim.” Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir.

74. Sayfa 498 Nur şakirdlerindeki dehşetli sıkıntılara karşı en tesirli çare,

Birbirinin kuvve-i manevîyesini takviye etmektir. Sekiz gündür Nur’un iki rüknü zahirî birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hâdise gerçi pek cüz’î ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zenbereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve manevî üç müşahedeler tam tamına haber verdiler.

75. Sayfa 499 (Hüsrev Abi’ye gücenmeyin.)

Sobamın ve Feyzilerin ve Sabri ve Hüsrev’in iki su bardakları parça parça olması dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakikî tesanüd ve birbirinin kusuruna bakmamak ve gücenmemek elzemdir.

76. Sayfa 499 Leyle-i Mi’rac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir.

Leyle-i Mi’rac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar.

77. Sayfa 499 Bu parça beş fıkradır.

Evvelâ: Sizin Leyle-i Mi’racınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim.

Sâniyen: Sizin sadakat ve ihlasınız, inayet-i İlahiye ile hârika bir tarzda bu hapis hâdisesinde yirmi seneden beri bir davamız olan Nur şakirdlerinin asayişe dokunmadığını isbat etti. Yoksa habbeyi kubbe yapanlar bundan istifade edecekti.

Sâlisen: Beni merak etmeyiniz. Sizinle bir binada bulunmam, her zahmetimi ve sıkıntımı hiçe indirir.

Râbian: Nurlarla meşguliyet hem sıkıntıları izale eder, hem beş nevi ibadet sayılabilir.

Hâmisen: Nur’un dersleri vasıtasıyla, geçen musibet yüzden bire indi. “Nur dersini dinleyenler karışmadılar.”

78. Sayfa 500 Has kardeşlere soğukluk vermek için tayin edilen üç adam

Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlas’ın düsturlarını ve hakikî ihlasın sırrını mabeynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek, vücub derecesine gelmiş. Kat’î haber aldım ki, üç aydan beri buradaki has kardeşleri birbirine karşı meşreb veya fikir ihtilafıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin Nurcuları usandırmakla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evhamlandırmak ve hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek için sebebsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın sakın!. Şimdiye kadar mabeyninizdeki fedakârane uhuvvet ve samimane muhabbet sarsılmasın.

79. Sayfa 501 Ehemmiyetli bir vazife küsmemek ve barışmaktır.

Ehemmiyetli bir vazifemiz Medrese-i Yusufiye’de musibetzede bîçare mahpuslar içinde ikilik ve garazkârane tarafgirlik düşmemek için Nur dersleriyle çalışmaktır. Yeni kardeşlerimiz dahi Denizli mahpusları gibi, kardeşliğimiz hatırı için, şaban ve ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak adavetini ve inadını feda etmeleri lâzımdır. Yoksa hem yüz bîçare mahpuslara, hem Nur’un masum talebelerine, hem bu Afyon memleketine ehemmiyetli zahmetlere, sarsıntılara, belki memlekete giren ecnebi komitesi parmaklarının ilişmesine bir vesile olur.

80. Sayfa 502 İki parçalı bir fıkradır.

Evvelâ: İnşâallah mahkememizin te’hirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var. Böyle heyecanlı toplamalar ile umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatlarına celbediyor. Biz küçücük sıkıntılarımızı kinin gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz.

Sâniyen: Fransız İhtilâl-i Kebiri ve Bolşevizm’in fırtınası en evvel mahpuslardan başlamasına binaen; biz Nur şakirdleri, mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Bunun delili Afyon hapsinde çıkan isyanda hiç bir Nur talebesinin karışmamasıdır.

81. Sayfa 503 Aziz, sıddık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez kardeşlerim!

Buradaki kardeşlerin tek birisiyle yakında görüşmek için bu zahmet ve meşakkatin başka surette on mislini çekseydiniz yine ucuz olurdu. Hem Nur’un takvadarane ve riyazetkârane meşrebi, hem umuma ve en muhtaçlara hattâ muarızlara ders vermek mesleği, hem dairesindeki şahs-ı manevîyi konuşturmak için eski zamanda ehl-i hakikatın senede hiç olmazsa bir-iki defa içtimaları ve sohbetleri gibi; Nur şakirdlerinin de, birkaç senede en müsaid olan Medrese-i Yusufiye’de bir defa toplanmalarının lüzumu cihetinde bin sıkıntı ve meşakkat dahi olsa ehemmiyeti yoktur.

82. Sayfa 503 Mahkeme reisine ve Üstadın teşekkürü ve bir ricasıdır.

Pencereleri açtıkları için teşekkük etmekle beraber hiçbir kimsenin yanına gelmesine müddeiumumîn müsaade etmediğini bildiriyor. Hem zâtınızdan çok rica eder ki, mahkemede bulunan mu’cizatlı ve antika Kur’anım ile beraber Risale-i Nur’un mahkemedeki mecmualardan birisini sizden istiyor ki, bu tecrid-i mutlakta ve yalnızlıkta ve şiddetli sıkıntılarında mütalaasıyla bir medar-ı tesellisi ve bir arkadaşı olsun.

83. Sayfa 504 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hizb-i Nurî’ye, Ramazaniye Risalesi ve matbu’ Âyet-ül Kübra burada bulunmak lâzımdır. Hem sıkıntıdan gelen hislere kapılmayınız. Sobamın patlaması bu musibete işaret idi.

84. Sayfa 504 Aziz, sıddık kardeşlerim Hüsrev ve Mehmed Feyzi, Sabri!

Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatınız ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeğe mükellefsiniz. Yoksa kat’iyyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. (Sobanın patlaması bu musibete işaret idi.)

85. Sayfa 505 Gücenmeğe ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz!

Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeğe ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz. Hüsrev’le Feyzi birbirine bir derece meşrebce ayrıdırlar. Ve Sabri ise, akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile birkaç vecihte alâkadar ve ihtiyata mecbur olduğundan bu ihtilafı sebebiyet verdi.

86. Sayfa 505 Leyle-i Berat, kudsî çekirdek hükmündedir.

Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin proğramı nev’inden olması cihetiyle Leyle-i Kadr’in kudsîyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadir’de otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Berat’ta herbir amel-i sâlihin ve herbir harf-i Kur’an’ın sevabı yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyali-i meşhurede onbinler, yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’anla ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır.

87. Sayfa 505 Elli senelik bir manevî ibadet ömrünü ehl-i imana kazandırabilen Leyle-i Beratınızı ruh u canımızla tebrik ederiz.

88. Sayfa 506 Deccala dair hadîsteki ihbar-ı gaybî olan kat’î iki mu’cizeye işarettir.

Evvelâ: Bid’akâr bazı hocaların telkinatıyla iddianamede, İslâm Deccalı ve müteaddid birkaç deccalın gelmesini kabul etmiyor gibi Beşinci Şua’ın bir mes’elesine itiraz etmişler. Hadîsteki ihbar-ı gaybîyi olan kat’î iki mu’cizeyi kabul etmemişler. Biri; hilafet-i Abbasiye vücuda gelecek, beşyüz sene devam edecek. İkincisi; Cengiz Hülâgu denilen üç deccaldan birisi o saltanat-ı hilafeti mahvedecek; deccalane, İslâm içinde hükûmet sürecek.

89. Sayfa 507 Meskenet hakkındaki âyet-i celilenin bir nüktesi.

Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar. Fakat Enbiya-i Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin mes’elesinde, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.

90. Sayfa 507 Emirdağlı Ali Hoca’nın Suali:

Küre-i Arz’ın kürevî olduğuna dair bir âyet var mı ve hangi surededir?

Risale-i Nur bu çeşit mesaili halletmiş. Küreviyet-i Arz ülema-i İslâmca kabul edilmiş. Âyetteki satıh demesi, kürevî olmadığına delalet etmiyor. Müçtehidlerce “istikbal-i kıble” namazda şart olması ve şart ise bütün erkânda bulunması sırrıyla, Kâ’be-i Mükerreme’nin üstü tâ arşa kadar ve altı ferşe kadar bir amud-u nuranî olmasından küreviyetle istikbal erkânda bulunabilir.

91. Sayfa 508 Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faidesi var.

Evvelâ: Mübarek ramazan-ı şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Sâniyen: Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faidesi ve hayrı olduğuna kanaatım var. Şimdi tahliye olsaydık, bu Medrese-i Yusufiye’deki hayırlardan mahrum kaldığımız gibi, sırf uhrevî olan ramazan-ı şerifi; dünya meşgaleleriyle huzur-u manevîmizi haleldar edecekti. Ben şahsıma gelen bütün zahmetleri manevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Sizlerde ramazan-ı şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmî derslerimizle bu cüz’î, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeğe çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır.

92. Sayfa 509 Leyle-i Kadr’i nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız.

Evvelâ: Rivayat-ı sahiha ile “Leyle-i Kadr’i nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız.”

Sâniyen: “Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur” sırrıyla, “Herşeyin güzel cihetine bakınız” kaidesinin sırrıyla, “Sözleri dinleyip en güzeline tâbi’ olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Mealinde âyet-i kerime ile amel edip Sekizinci Söz’deki bahtiyar kardeş olmaya çalışmalıyız.

93. Sayfa 510 Yarın gece Leyle-i Kadir olmak ihtimali var. Dört parçalı bir fıkradır.

Evvelâ: Yarın gece Leyle-i Kadir olmak ihtimali çok kuvvetli olmasından bir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadr’i tahsis etmişler.

Sâniyen: Altıncı koğuştaki casusa dikkat ve ihtiyat ediniz.

Sâlisen: Avukata, reise okutmak için parçayı gönderdiniz mi? Hem Halil Hilmi, vahdet-i mes’ele itibariyle yalnız Sabri’nin değil, belki umumumuzun avukatıdır.

Râbian: Taşköprülü Sadık Bey’in mukaddeme ve manzumesinin istinsah edilmesi

94. Sayfa 511 Aziz, Bayram tebriki ve patlayan mataranın hikmeti

Evvelâ: Hem sizin, hem hapisteki arkadaşlarınızın bayramınızı tebrik ederiz.

Sâniyen: Ballı mataramın acib bir tarzda küçücük parçalara inkısam etmesi, bize tekrar tam bir temkine ve tahammüle ve ihtiyata sarılmamızın lüzumunu haber veriyor. Aldığım manevî bir ihtarla, gizli münafıklar, dindarlara karşı namazsız sefahetçileri ve mürted komünistleri istimal etmek istiyorlar, hattâ parmaklarını buraya da sokmuşlar.

95. Sayfa 511 Patlayan matara haber verdi ki;

Şimdi en ziyade bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşreb ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır. Sizi ruh u canımla tebrik ederim ki, çabuk yaramızı tedavi ettiniz. İhlas Lem’ası bu noktada mükemmel nâsihtir.

96. Sayfa 512 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Talebelerin itiraznameleri Diyanet Riyaseti’ne ve Ankara’nın Ağır Ceza dairesine gönderilsin. Hem Diyanet Riyasetine bu melde bir başlık yazın. Mes’elemiz dinî ve ilmî olmasından, her daireden ve adliye ve zabıtadan evvel Diyanet Dairesi alâkadardır. Onun için hem Denizli’de, hem Afyon’da en evvel o dairelere müracaat edip şekvamızı oradaki âlimlere yazdık.

97. Sayfa 512 Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey birbirinize gücenmekten vazgeçin!

Sizi kasemle temin ederim ki; biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’aniye ve imanîye ve Nuriyeden vazgeçmezse ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeğe çalışırım. Madem cüz’î bir yabanilikten düşmanlarımız istifadeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Manasız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa bir kısmımız Şemsi, Şefik, Tevfik gibi; muarızlara sureten iltihak edip, hizmet-i imanîyemize büyük bir zarar ve noksaniyet olacak.

98. Sayfa 513 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Müdür, Âyet-ül Kübra ve Rehber’i çok beğenmiş. Şimdi Asâ-yı Musa ve Zülfikar’ı istiyor.

99. Sayfa 513 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Ehl-i vukuf bizi medar-ı ittiham noktalardan tebrie etmek içinde onlara hoş görünmek ve Nurcu olmadıklarını göstermek fikriyle, Vehhabîlik damarıyla, bir parça ilmî tenkidiyle hücum etmişler.

Sâniyen: Siracünnur, Hücumat-ı Sitte’nin müsaderesiyle ve ehl-i vukufun Nurlara nazarı çevirmeleriyle ve gizli düşmanlarımızın desiseleriyle bu vatanın bir medar-ı rahatı olan Risale-i Nur’a bir nevi hücum olmasından zelzele ve harb korkusu başladı.

100. Sayfa 514 Ehl-i vukufun kalbleri Nurcu olmuş.

Merak etmeyiniz, biz inayet altındayız. Zahiren zahmetler altında rahmetler var. Ehl-i vukufu mecbur etmişler ki, bir parçasını çürütsünler. Elbette onların kalbleri Nurcu olmuş.

101. Sayfa 514 Burada kalmamızın hizmet-i imanîye itibariyle iki faidesi var.

Bir parça daha burada kalmaktan mahzun olmayınız. Burada kalmamızın hizmet-i imanîye itibariyle iki faidesi var. Biri; uhrevî meyveleri diğeri; ehl-i vukufun hocaları, tam dikkatle Siracünnur’u okumağa mecbur etmesidir. Ben sizlerden şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak istemiyorum. Siz de mümkün olduğu kadar sabır ve tahammüle ve bu tarz-ı hayata alışmağa ve Nurları yazmak ve okumaktan teselli ve ferah bulmağa çalışınız.

102. Sayfa 515 Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Yeni harfle müdafaatın âhirindeki cedvelden iki tanesini, ehl-i vukufa ve cevabla beraber Diyanet Riyasetine ve Ankara’nın Ağır Ceza Mahkemesine göndermek için lüzum varsa size göndereceğim.

Sâniyen: Mes’elemizi genişlettirmeleri hayırdır. Şimdiye kadar kıymetini düşürmek fikriyle zahiren küçük, ehemmiyetsiz gösterip gizli çok ehemmiyet veriyordular.

103. Sayfa 515 Hacca gidemeyenlere teselli ve Tefsirin tarifi

Evvelâ: Bu sene serbest olsaydık belki bir kısmımız hacca gidecekti. İnşâallah bu niyetimiz bilfiil gitmiş gibi kabul olup, bu sıkıntılı halimizde hizmet-i imanîye ve Nuriyemiz öyle büyük bir hac sevabını verecek.

Sâniyen: “Risale-i Nur Kur’an’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir” Tefsir iki kısımdır:

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’an’ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Risale-i Nur; doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş.

Sâlisen: Yarın sabah Heyet-i Vekile’ye bir istida yazmak için Hüsrev ve Tahirî yanıma gelsinler.

104. Sayfa 516 Hükümete tavsiye;

Bolşevizme karşı Müslüman bir toplum din terbiyesine muhtaçtır. Çünkü bir Müslüman, Bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez. Biz Nur talebeleri hem idareye, hem asayişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz.

105. Sayfa 516 Hasların tahliye edilmeleri gösteriyor ki; Nurlara ilişemiyorlar.

Re’fet, Edhem ve Çalışkanlar ve Burhan gibi Nur naşirlerini tahliye etmeleri gösteriyor ki, Nurların intişarı yasak değil ve mahkeme ilişemiyor. Hem cem’iyetçilik bulunmadığına bir karar alâmetidir. Hem mes’elemizin uzatılması ilanat kabilinden geniş dairede okunmasına vesiledir.

106. Sayfa 517 Re’fet, Mehmed Feyzi, Sabri kardeşlerim Hüsrevle barışınız!

Gizli düşmanlarımız iki plânı takib edip.. biri beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki; Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.

107. Sayfa 517 Yirmi gün kadar, bizim bu vaziyetimiz lâzım ve elzemdir.

Çünki bu bayramda beraber bulunmamız hem bize, hem Nurlara, hem hizmetimize, hem manevî ve maddî istirahatımıza ve hacıların dualarından tam bir hisse almamıza ve Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un müsadereden kurtulmasına ve bizim mazlumiyetimize acıyıp Nurlara sarılanların çoğalmasına ve hazır büyük hatalara rıza ile vatan ve millet ve din hainlerine dehalet etmediğimize bir hüccet olması lâzımdı.

108. Sayfa 518 Ehl-i vukufun tenkidleri!

Ehl-i vukufun insafsızca ve hatalı ve haksız tenkidleri, Vehhabîlik damarıyla İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü Anhü) Nurlarla ciddî alâkasını ve takdirini çekemeyerek ve geçen sene zemzem suyunu döktüren ve bu sene haccı men’eden evhamın tesiri altında o yanlış ve hasudane itirazları Beşinci Şua’a etmişler. Bu sırada, böyle evhamlı ve telaşlı bir zamanda, bizim için en selâmetli yer hapistir.

109. Sayfa 519 Âyet-ül Kübra’yı mütalaa etmek.

Ben bu defa Âyet-ül Kübra’yı mütalaa ederken, İkinci Makamını -âhire kadar- ve âhirdeki manevî muhavereyi pekçok ehemmiyetli gördüm ve çok istifade ettim. Sizin istifadeniz için biri okusun, biri dinlesin. Tashihle beraber muattal kalmasınlar, ikişer kardeşlerimiz mütalaa etsinler.

110. Sayfa 519 Celcelutiye’nin, Kader ve Zerrat Risalesi’ne işareti

Ben şimdi Celcelutiye’yi okurken yirmialtıncı mertebede “Nun” kelimesinin Risale-i Kader’e işaret ettiğini gördüm. “Zeriyat” kelimeside Zerrat Risalesi’ne işarettir.

111. Sayfa 520 Zahmette rahmet ve ballı matara

Evvelâ: Mes’elemizin te’hirinde hayır var. Nurların yazması ve mütalaalarıyla bu geçici zahmetin noktasını siler rahmet kalır.

Sâniyen: Madem bayramlaşmamız mahkemenin muvakkat hapis menzilinde oldu, benden bayram tatlısı olarak; zemzemli balı, kemal-i âfiyetle içiniz.

112. Sayfa 520 Ehemmiyetli ve manidar bir sual

Nurcularda öyle hârika bir alâka var ki hiç bir cem’iyette, hiçbir komitede yoktur. Bunun sebebi nedir?

Cevaben dedim ki: İslâm fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarından irsiyet almışlar ki, bu hârika alâkayı gösterip umum hesabına Üstadımıza bu sözü söyletmiş. “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun”

113. Sayfa 521 Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual

Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları, fedailik derecesine geldiğinden, Ermeni komitesinin dehşetli fedaileri, siz Van’da Erek Dağı’na çıktığınız zaman, sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?”

Cevaben diyordum: Menfî milliyetin muvakkat menfaati ve selâmeti için bu hârika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşısında İslâm milliyet-i kudsîyesinin müsbet menfaatlerine çalışan ve “Ecel birdir” itikad eden talebeleri görünce korkuyorlar.

114. Sayfa 522 Bu hapis imtihanına girmenin hikmeti

Sual: “Neden bu tazib oluyor, hizmetimize faidesi nedir?”

Elcevab: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge vurulmanızın hâlisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pekçok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor. Eğer perde altında kalsaydı, çok manalar verilebilirdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşâallah.

115. Sayfa 523 Esarette başımdan geçen

Esaretimdeki hâdisenin gazete ile ilânı şiddetli yasaklarla ahaliyi her tarafta bizden kaçırmağa çalışmakla beraber teveccüh-ü âmmeyi ziyadeleştirmiş.

Kardeşlerim, ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Demek vazifemiz Nurlarla iştigaldir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir.

116. Sayfa 524 Bedîüzzaman’ın akıllara hayret veren bir seciyesi

Ehl-i Sünnet mecmuasının 15 Teşrin-i evvel 1948 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Ehl-i Sünnet gazetesi sahibi avukat bir zâtın makalesidir. Üstadımızın Rusya’da esir kampında Nikola Nikolaviçle görüşmesinde takdir-i şayan hali: Bedîüzzaman, önünden geçen Nikola Nikolaviç’e o hiç ehemmiyet vermeyip yerinden kımıldanmaması üzerine divan-ı harbde idam edilmesine karar veriliyor. İdam edileceği sırada Nikola Nikolaviç’in özür dileyerek idam kararını iptal etmesi hadisesidir.

117. Sayfa 525 Üstadımızın ihtiyacından fazla olan hissesini geri göndermesi

Üstadımız, hissesine düşen paydan zaruri ihtiyaçları için kullandıktan sonra geri kalanlarını muhtaca, hem bir parça ucuz, hem lâyıklara sattırıyor ki hem kendisine, hem alanlara ilâçlı bir teberrük olsun.

118. Sayfa 526 Rus kumandan ile resmi memurların kıyası

Evvelâ: Rus’un cebbar bir kumandanı, gösterdiğin izzet-i imanîye karşısında hiddetini bırakıp tarziye verdiği halde.. Risale-i Nur’u gören resmî memurlar kalben insafa gelmezlerse, elbette Cehennem’den başka hiç bir ceza onları temizlemez.

119. Sayfa 526 Rusyada doksan esir zabite ders verdiği halde burda verdirilmemesi

Medar-ı ibret ve hayret iki esaretimde şahsıma karşı bir muameleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki: Rusya’da Kosturma’da doksan esir zabite dinî ve ahlâkî ders vermesine izin verildiği halde; Bu hapiste adliye memuru tarafından kardeşlerimin ders alması yasak edildi.

120. Sayfa 527 Hüsrev Abi’in müdafaatın sonuna ilâve edilen mektublardan istifadeleri

Birinci mektubda hiç bir komitede görülmeyen Nurculardaki Üstadlarına karşı hârika alâkanın sırrı sorulmuş. Cevab olarak İslâm fedailerinin ahfadları ve evlâdları, o fedailiği ecdadlarından irsiyet aldıkları içindir ki; talebelerde görülen hakikî, hâlis, sırf rıza-yı İlahî ve müsbet ve uhrevî fedakârlığın karşısında, menfî cemaat ve komitelerin mağlub olduklarını, hem Nurcuları dağıtmak isteyenlerin inşâallah muvaffak olamayacağını ve hem Nur’un ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekleri izah edilmiştir.

İkinci mektubda ehl-i imanı titreten Ermeni fedailerini korkutan Vandaki eski talebelerinin harika kuvvetinin nereden geldiği sorulmuş. Cevab olarak Ermeni fedailerinden görülen hârika fedakârlığa mukabil, hayat-ı bâkiyeye ve İslâm millet-i kudsîyesinin müsbet menfaatlerine çalışan ve ecel birdir itikad eden ve üstadlarına olan şiddet-i rabıtaları fedailik derecesine varmasından harika bir kuvvet göstermişlerdir.

Üçüncü mektubda Neden bu tazib oluyor, hizmetimize faidesi nedir sorusuna cevab olarak bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge vurulmanızın hâlisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pekçok lüzumu gösteriliyor. En muannid ve vesveseli olanları dahi teslime mecbur eden ve bir zahmete mukabil inşâallah bin kâr bırakan bu hizmetimiz eğer perde altında kalsaydı, çok manalar verilmekle beraber avam-ı ehl-i iman ile havas kısmı birer bahane ile tam kanaat etmeyeceklerinden olduğu bildirilmektedir.

Dördüncü mektub olan Hüve Nüktesi ise ehl-i dalaletin arkasında saklanacağı hiçbir şey bırakmıyor. Havanın vazifeleri içinde ve Hüve lafzında Vâhid-i Ehad’in vücudunu isbat ediyor. Bu risale, tahavvülât-ı zerrat hakkındaki Otuzuncu Söz’le, Tabiat Risalesi olan Yirmiüçüncü Lem’anın bir nevi hülâsası olabilir.

121. Sayfa 529 Üçüncü Said’in târik-i dünya olarak zuhuru

Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılab-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Ve üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış.

122. Sayfa 530 İki parçalı bir fıkradır.

Evvelâ: “Hüve Nüktesi” gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış.

Sâniyen: Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın gazetesi, hem Zübeyr’in hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri güzel bir ilânat hükmüne geçtiler.

123. Sayfa 530 İhtiyat hakkında tedbir ve Afyon’dan çıkan Hasanlar hakkındadır.

Evvelâ: Hararetli sohbetinizi casus kulaklar dinlemek ihtimali var. Bu nazik sırada ihtiyat lâzımdır.

Sâniyen: Hoca Hasan, Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi sisteminde bir Nur naşiri olacak. İnşâallah onun gibi Afyon’da dahi Hasan Feyziler çıkacaklar.

124. Sayfa 531 Ehl-i Sünnet ve Sebilürreşad

Ehl-i Sünnet, hem Sebilürreşad’ın lehimizdeki yazıları gizli düşman zındıkları şaşırtmış.

125. Sayfa 531 Sıkıntılı musibetlerimi hiçe indiren bir hakikatlı tesellidir

Birinci: Hakkımızda zahmet rahmete dönmesi.

İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ferahı.

Üçüncü: İnayet-i hâssanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç.

Dördüncü: Geçici olmasından zevalinde lezzet.

Beşinci: Ehemmiyetli sevablar.

Altıncı: Vazife-i İlahiyeye karışmamak.

Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar.

Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok derece hafif.

Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek ilânatın tesiratındaki sürur.

126. Sayfa 532 Resmi memurların desisesi bir şakirdi dahi sarsmadı

On aydan beri, münafıkların bir resmî memuru elde edip bütün desiseleriyle yaptıkları hücum en küçük bir şakirdi sarsmadı.

127. Sayfa 532 İki parçalı bir fıkradır.

Evvelâ: Bir inayettir ki, o adamın müfteriyane iddianamesini işitemedim.

Sâniyen: Savcının isnadatına karşı eski müdafaatımız kâfi midir?

Sâlisen: Abiler, bu iddianamenin nur dairesine fena tesir etmeyeceğini telakki etmişler.

Râbian: Zannederim ki, şimdi küfür ve dalalet, komiteler ve cem’iyetler şeklinde hücum etmelerine mukabil bizler cemaat şekline girmediğimiz için kaderin adalet tokadını yeriz.

128. Sayfa 533 Müstebid kabinenin hücumu ve kader-i İlahînin tokadı

Evvelâ: Müstebid kabinenin zamanında en rahat yer hapistir.

Sâniyen: Cemaat halinde hücum eden ehl-i dalalete karşı tam ihlasla, tam bir tesanüdle, tam bir Hizbullah olamadığımız için kader-i İlahî bizi onların eliyle tokatladı.

129. Sayfa 534 Üç parçalı bir fıkradır.

Evvelâ: Tam haksız ve kanunsuz, yalnız evhamdan ve za’fiyetten gelen bu son hücumda, Sizi teselliye muhtaç bilmiyorum. Karşımdaki levha dahi bana kâfi geliyor.

Sâniyen: İmkânatı vukuat yerinde istimal ederek acib evhamla bize hücum ettiler.

Sâlisen: Kışta herşey tevakkuf eder. İnşâallah inayet-i İlahiye yine imdadımıza yetişir.

130. Sayfa 534 Hüsrev’in bir mektubudur

Ehl-i vukuf ülemasına, karşı Üstadımızın verdiği yazıları mütalaa eden Hüsrev Abi, Risale-i Nur’a hücum edildiğinde zeminin hiddete geldiğini bu Afyon Hapsinde de müşahede etmiş.

131. Sayfa 535 Dört parçalı bir fıkradır.

Evvelâ: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâzımdır.

Sâniyen: Abdurrahman yerine Zübeyr Abi, Fuad bedeline Ceylan Abi Üstada talebe olarak verilmiş.

Sâlisen: Çok çalışan cesur fakat ihtiyatsız Ahmed Feyzi’nin “Maidet-ül Kur’an” başında malûm mektubunu mahkeme heyeti bahane ederek Üstadımızın mahkûmiyetime bir sebeb gösterilmiş.

Râbian: Üstadımız, Ahmed Feyzi Abiye, Tahirî Abi gibi davranmasını tenbih etti. Tahirî Abi gidenlerin yerinde, onların şakirdlerini Kur’an ve Nur dersleriyle ve yazılarıyla teşvik ederdi.

132. Sayfa 536 Bu defa pek geniş bir dairede hücum edildi.

Gizli münafıkların yalan jurnalleri ve desiseleriyle bizi hilafet komitesiyle ve Nakşî tarîkatının gizli cem’iyetiyle tam alâkadar gösterip hükûmeti korkutup, kıskanç resmî hocaları ve vehham memurları aleyhimize insafsızca çevirdiler. Bütün taharrilerde hiç bir cem’iyet ve komitelerle bir alâkamızı bulamadılar. Yoktur ki, bulsunlar. Onun için savcı iftiralara, yanlış manalara, medar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î isnadlara mecbur olmuş.

133. Sayfa 537 Ahmed Feyzi Abiye Maidet-ül Kur’an ile yaptığı müdafaya ikaz!

Ahmed Feyzi Abi ve Üstadımızın sen diye hitab ettiği Abinin mahkemede okudukları parçalar Nurlara çok zarar vermiş. Bunun tamiri için Üstadımız tarzında davranmak lâzımdır.

134. Sayfa 537 Aziz kardeşlerim!

Üstada ve Nurlara ait kırk küsur sahife ile beraber Hata-Savab Cedveli ve zeyli Posta gazetesine cevabı, hem yeni harfle, hem eski harflebasmak lazımdır. Daha sonra Üstadın büyük müdafaatıyla Abilerin itiraznameleri de inşâallah bastırılacak.

135. Sayfa 537 İki saat zarfında olan iki hâdiseyi size yazmak ihtarı aldım.

İki saat zarfında olan iki hâdiseyi size yazmak ihtarı aldım.

Birincisi: Eski Said’in, onbeş yaşında iken medrese usûlünce onbeş senede okunan ilmi onbeş haftada okumağa inayet-i İlahiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbaniye ile Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatta ve imanîyede onbeş seneye mukabil -bu medresesiz zamanda- onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar.

İkincisi: Aynı saatte, ağır penceremiz yemeklerim üzerine düştüğü halde zayiat olmadı.

136. Sayfa 538 Kardeşlerim!

Bu mahkeme tarafından temyize gönderilmeyen evrak ve layihalarımızın gönderilmesine avukatlar bir çare bulsunlar. Bu mahkemenin onbir ayda haksız muamelelerine karşı, başka bir vilayette muhakeme olunmaya çalışmak lazımdır.

137. Sayfa 539 Sırr-ı İnna A’tayna hiç yanımda bulunmadığının sebebi,

Eski zamanda iki hiss-i kabl-el vukuumda bir iltibas olmuş.

Birincisi: Dar dairede hissettiği hadisenin, oniki sene sonra büyük dairede olmasıdır.

İkincisi: Kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye olan müjdeleri geniş dairede çıkacağını zannederdim. Halbuki o Nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirdlerinin dairesini umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.

138. Sayfa 539 Müdür Bey’e teşekkür

Size teşekkür ederim ki, kurtuluş bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız.

139. Sayfa 540 1948 senesinde açılan Afyon Mahkemesinde, birinci defa hüküm verilip nihayet umum Nur Risalelerinin iadesiyle neticelenen ve başlangıçta i’dam plânlarıyla propagandalar yapılan bir mahkemede Risale-i Nur talebelerinin müdafaatıdır.

Nur şakirdleri çekinmeyerek Kur’an hakikatlarına karşı alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebi ile gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerini ve hakikat-ı hali olduğu gibi mahkeme-i âdilenize itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavukluk ile, yalanlarla kendilerini müdafaa etmeğe tenezzül etmiyorlar.

140. Sayfa 541 Hüsrev’in müdafaasıdır.

İddia makamının Risale-i Nur’a hizmetimden dolayı Üstadımın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine mukabil derim ki: Üstadımın mevhum suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Nurlara hizmetimde gördüğümüz muvaffakıyetin kat’î bir delili şudur: Benim Kur’an hattım pek noksan iken, üç Kur’anı ve Nur eserlerinden altıyüze yakın nüshalarını yazmaklığımda muvaffakıyetimdir.

Üstadımın bu vatana ve millete ettiği kudsî hizmetlerini ben ve arkadaşlarımız tasdik ettiğimiz gibi, İttihad-Terakki hükûmetindeki vatanperverler, Cumhuriyet rejimindeki milliyetperverler dahi Üstadımızın Van’daki Medreset-üz Zehra namındaki dâr-ül fünununa ondokuz bin altun lira vererek tasdik etmişler.

141. Sayfa 542 Tahirî Mutlu’nun müdafaasıdır.

Afyon C. Savcılığınca tarafıma tebliğ edilen, iki suçtan birincisi; dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşviktir. Buna karşı derim ki; Kendisinde ve eserlerinde ve talebelerinde, hükûmetin emniyetini ihlâle teşebbüs edecek hiç bir fiil olmadığına yakînen ve kat’iyyen şahidim. İttihamın ikinci sebebi; Ruhsatsız kitab tab’etmektir. Bizim kitab bedelleriyle idare-i maişetimizi temine hiç bir cihetle ihtiyacımız olmayıp satılan mecmuaların bedelleriyle mürekkeb ve kâğıt alınıp sırf Allah rızası için hizmet ettiğimizdir.

142. Sayfa 544 Zübeyr’in müdafaasıdır

Gizli cem’iyet kurmak ve devletin emniyetini bozmak suçuyla müttehem bulunmaktayım. Sorgu hâkimliğinde: “Sen Risale-i Nur’un talebesi imişsin?” denildi.

Bedîüzzaman Said Nursî gibi bir dâhînin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla “Evet Risale-i Nur şakirdiyim” derim.

Bedîüzzaman Said Nursî, müteaddid defalar gizli düşmanları tarafından iftira edilerek mahkemeye verilmiş ve hepsinde de beraet etmiştir. Risale-i Nur Külliyatı profesör ve İslâm âlimlerinden müteşekkil bir heyet tarafından takdir edilerek raporlar verilmiştir. Hakikat böyle iken, Risale-i Nur’u bu vatan ve memlekette istemeyenler; kendi zehirli ideolojilerini ve ahlaksızlığı gençlere aşılamaya çalışan kominist ve masonlardır. Hem Risale-i Nur’a safdilane inanmamışım. Otuzüç âyât-ı Kur’aniye ve Hazret-i Ali (R.A.) ve Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) Hazretleri, Risale-i Nur’un te’lif edilip bu asırdaki insanları irşad edeceğini gaybî bir surette bildiriyorlar. İlmî ve imanî şübhelerden kurtaran aklî ve imanî isbatları onda buldum. Risale-i Nur, iddia makamınca muzır eserler diye tavsif ediliyor. Muzır eserler olduğunun isbatını isteriz.

Risale-i Nur okuyucularının Kur’ana hizmet uğrunda müslümanlık bağları ile birbirlerine görülmemiş bir şekilde bağlanan tesanüdünü gizli düşmanlar kırmak maksadıyla resmi memurları elde edip ilişiyorlar. Komünistlerin gizli plânlarından birisi de, halkı hükûmet aleyhine teşviktir.

Muhterem Heyet-i Hâkime!

Risale-i Nur tahsili, hakikaten hârika ve orijinaldir. Okuyucularının gayesi, Kur’an ve imana hizmet etmektir. Defalarca yazıp okuyanlar, mahkeme kapılarında hayatları tehlikeye düştüğü halde, bu hârika eserleri okuduklarını itiraf ve okuyacaklarını ilân ediyorlar. yüzbinlerle okuyucunun çoğu onu görmeden, ona sarsılmaz ve kopmaz bir bağla talebe olarak Risale-i Nur’dan derslerini alıyorlar.

Sayın savcı, “Bedîüzzaman’a olan hürmetin şekli diğer müfessirlerde görülemiyor.” dedi.

Doğrudur. Hürmet ve ta’zim büyüklük ve kemalâtın derecesine, minnet ve şükran da elde edilen istifadenin mikdarına göre olduğuna nazaran, Bedîüzzaman’ın eserlerinden azîm faideler elde ediliyor ki, ona olan ta’zim ve minnetdarlıklar da görülmemiş bir şekilde oluyor. Risale-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nur’dan herkes derecesine göre istifade etmektedir.  Bunun için, sizin vereceğiniz beraet kararını bütün bir millet bekleşiyor.

Baş müddeiumumî, Said Nursî ve Risale-i Nur şakirdlerinin kanun çerçevesine gizli bir cem’iyet olduğunu neden isbat edemiyor? İsbatı kanunla yapmaktan âciz midir? Hâyır, kat’iyyen âciz değildir. Ortada gizli bir cem’iyet diyecek bir teşkilat yoktur. Ve onun için cem’iyetçilik isbat edilemiyor.

Sayın Hâkimler! Teessür ve ızdırab karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir. İşte sizin vereceğiniz beraet kararı; İslâm gençliğinin, İslâm dünyasının bu dehşetli âfetten tesirli bir şekilde kurtulmasına sebeb olacaktır.

143. Sayfa 551 Zübeyr Gündüzalp’in Temyiz Mahkemesi Lâyihasından bir parçadır.

Dinsiz komitelerin neşriyatlarının vesvese ve şübheleri neticesinde yıkılan imanları Risale-i Nur eserleri isbatçılıkla imar ediyor. İşte gençliğimizin Risale-i Nur’a sarılmalarının hikmeti de budur. Yeni harf ile teksir edilebilen Asâ-yı Musa eserini okuyan gençler, Kur’an harfleri ile yazılmış mütebâki eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bir milletin gençliği ne zaman Kur’an ve ondan lemaan eden ilimlerle techiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet terakki ve teâli etmeğe başlamıştır.

Not: Bu müdafaa ve temyiz lâyihası Temyiz Mahkemesine gönderildikten sonra, Temyiz Reisliği Zübeyr’in hapisten tahliyesi için telgrafla emir vermiştir.

144. Sayfa 553 Mustafa Sungur’un müdafaasıdır.

İddia makamı, benim de Nurcular cem’iyetine dâhil olup halkı hükûmet aleyhine teşvik ettiğim iddiasıyla cezalandırılmamı istiyor.

Evvelâ: Ben İslâmiyet cem’iyetine mensubum. Talebeliği, hakkımda bir suç sayılan Risale-i Nur ise, bana dinî ve imanî vazifelerimi, Kur’anı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öğreten bir mu’cize-i Kur’andır. Bu itibarla semavîdir, arşîdir. Acaba böyle muhterem ve çok yüksek ve ahlâk ve fazileti ve hakaik-i imanîyeyi kat’î ders veren Risale-i Nur’u okumak ve eser sahibini ziyaret etmek ve Risale-i Nur talebeleriyle kardeşlik peyda etmek bir cem’iyet kurmak mıdır?

145. Sayfa 556 Mustafa Sungur’un Temyiz Lâyihasıdır.

Risale-i Nur, “Halkı hükûmet aleyhine teşvik ediyor” ithamına karşı derim. O, bütün eczalarıyla hakaik-i imanîyeyi ders verip, okuyan ve yazanlara en büyük saadeti bahşediyor. Onun hedefi, Allah’ın rızasıdır.

Ben şahidim ki: Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsü’nde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Bizler Nur-u Kur’an’ın birkaç risalesini okumakla bütün o zehirli fikirlerini atıp imanı elde ederek duyduğu sonsuz sevinci Üstadı Bedîüzzaman hazretlerine arzetmesi ve halka hakaik-i imanîyeyi ders vermesi suç mudur?

146. Sayfa 561 Mehmed Feyzi’nin müdafaasıdır.

İddianame beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle hem Risale-i Nur’la şiddetli alâkamı medar-ı mes’uliyet saymış. Ben de buna karşı, bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum. Çünki fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak var. Bir delili şudur ki: Denizli hâdisesinde menzilim taharri edildiği vakit beşyüzseksen aded mütenevvi kütüb-ü ilmi kitab bulunmasıdır. Bendeki fıtrî aşk-ı ilmî, Üstadımda hârika bir surette bulunuyor.

Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için, sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi talebelerini de men’eder.

Böyle vatan ve millete hakikî fedakâr bir Üstadın -farz-ı muhal olarak- yüz kusuru da olsa nazar-ı müsamaha ile bakıp itiraz etmemek gerektir.

147. Sayfa 563 Ortaklar Bucağı’ndan Ahmed Feyzi’nin müdafaasıdır.

Sayın Hâkimler! Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesab vermeğe mecbur değiliz. Âhirzamanda hadîsin haber verdiği şahısların mes’elesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuddur.

Sayın Savcı, Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir mes’elesidir. Biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Müellifinin velayetine ve daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz. İşte biz Bedîüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz.

Sayın Hâkimler! Biz aslâ siyasetçi değiliz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumu ile mübareze ithamını şiddetle reddediyoruz.

148. Sayfa 566 Emirdağ’lı Ceylan Çalışkan‘ın müdafaasıdır.

Makam-ı iddianın habbeyi kubbe yaparak, iftiharla kabul ettiğim dinî ve imanî ve ahlâkî eserlerini okumakla, o uğurda hayatımı tereddüdsüz feda eder derecesinde istifade ettiğim Üstadım Bedîüzzaman’la yakından alâkadarım. Kendisi “Bâki ve güneş gibi ve elmas misillü hakikatler, fâni şahıslar üzerine bina edilmez ve fâni şahıslar o kıymetdar hakikatlara sahib çıkamazlar.” diye risale ve mektublarında tekrarla zikrettiği halde, o zâtın tefahuruna hükmetmek ve Mehdilik ve müceddidlik dava ettiğini iddia etmek, hiç bir akl-ı selimin kârı değildir. Ve mahkeme-i âdilenizden, ruhumuzun gıdası ve sebeb-i necatımız ve ebedî saadetimizin anahtarı olan Nur Risalelerinin serbestiyetine karar vermenizi taleb eder, eğer yukarıda bir kısmını zikr ü ta’dad ettiğim vaziyetler nazarınızda bir cürüm teşkil ediyorsa, vereceğiniz en ağır cezanızı kemal-i rıza-yı kalb ile kabul edeceğimi arzederim.

149. Sayfa 568 Safranbolu’lu Mustafa Osman’ın müdafaasıdır.

Gizli cem’iyet kurmak ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlerde bulunmaktan zanlı Bedîüzzaman Said Nursî’nin, rejim aleyhindeki mevhum faaliyetine iştirak ettiğim iddia edilerek suç konusu olarak gösterilen mes’elelere karşı derim.

a. Bütün dünyayı titreten kızıl veba komünizm tehlikesine karşı dinî ve müessir telkinatı bakımından manevî bir mücahid olan Bedîüzzaman ve onun manevî mücahedesinin nurlu ve müessir silâhı olan olan Nur Risalelerini okutmak ne derece şahsım için bir suç mevzuu ve müellif-i muhteremi için sebeb-i itham olabilir? Vicdanınıza soruyorum.

b. Beşinci Şua’ın aslı kırk sene evvel yazılmış muteber hadîslerin tevilidir.

c. “Bedîüzzaman’ın resimlerini mukaddes bir şey imiş gibi taşımak ve mektubatını toplamak ve mektublaşmak ve onu sevenlerle tanışmak suç mevzuu edilmiştir.

150. Sayfa 571 Hıfzı Bayram’ın müdafaasıdır

a. Müellifi ve eserleri beraet eden bir te’lifatı okumayı ve okutmayı, devlet emniyetini ihlâl ve rejime hıyanet gibi çok ağır bir cürme delil ve sebeb-i itham olarak göstermek, ne derece îcab-ı adalettir bilmiyorum; vicdanlarınıza havale ediyorum.

b. Sebeb-i ithamım arasındaki risaleyi görmedim. İçindekilerden bîhaberim. Eğer Risale-i Nur ise kabul ediyorum. Mehdilik dava ettiği mes’elesine karşı derim: Bizler kendisini hubb-u câhtan müberra, zamanın en yüksek bir âlimi ve bir ilm-i tahkik hocası olarak biliyoruz.

151. Sayfa 572 Emirdağlı Mustafa Acet’in müdafaasıdır

Makam-ı iddianın, Üstadım Bedîüzzaman’ın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine karşı kısaca derim ki: İntisabımdan zerre kadar pişman olmayarak ebedî hayatımı kurtarmağa vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeğe her an hazırım. Biz Türk gençliğinin Risale-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifiri karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çöldeki aç ve susuz kalmış bir insanın suya ve gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binler derece daha ziyadedir.

152. Sayfa 573 Emirdağ’lı Halil Çalışkan’ın müdafaasıdır.

1944 senesinde Emirdağı’na gelen Üstadıma ve Risale-i Nur’a müftehirane üç sene arasıra hizmetim, adalet huzurunda bir suç mu teşkil ediyor? Ve bu hususta yine suç olarak gösterilen, hizmet için terziliğimi de terk ettiğimi yazıyor ki; Risale-i Nur’a ve Üstadıma canımı dahi feda etsem, büyük bir suç sayılıp vatan haini olarak mı tanınırım, sizden soruyorum?

Sayın Reis Bey! Risale-i Nur’un bir kısım parçalarını okudum ve yazdım. içinde, ne halkı hükûmet aleyhine teşvik ve ne de emniyeti bozacak ve gizli bir cem’iyet kurmağa dair hiçbir şey görmediğim gibi, Üstadımdan da gerek mehdiliğe ve müceddidliğe ve gerekse bu hareketlere dair hiçbir şey işitmedim.

İşte muhterem heyet-i hâkime! Sizin, biz Risale-i Nur talebelerinin gaye ve maksadlarını ve mahiyetlerini anladığınıza ve iddia makamının bize isnad ettiği suçlarla alâkamızın olmadığına kanaat getirdiğinize inanıyoruz. Bu vesile ile yüksek mahkemenizden ve vicdanlarınızdan kitablarımızın serbest olarak iadesini ve kendimizin beraetini taleb ederiz.

153. Sayfa 575 Isparta’lı Mustafa Gül’ün müdafaasıdır.

Büyük Üstad Said Nursî Hazretlerinin talebesiyim. Ona ve Risale-i Nur’a bütün ruh u canımla bağlıyım. Bu bağ, i’dam edilsem dahi çözülmez ve kırılmaz. Üstadım eserleriyle, benim imanımı ve âhiret hayatımı kurtarmıştır. Onun gayesi, bütün müslümanları ve vatandaşlarımızı imansızlıktan kurtarıp saadet-i ebediyeye nâil etmektir. Bizlerin siyasî bir maksadla alâkamız olmadığı bütün mahkemelerde tebeyyün etmiştir. Ben ve bütün kardeşlerim masumuz. Risale-i Nur’un serbest bırakılmasını bütün kuvvetimizle taleb ediyoruz.

154. Sayfa 575 İnebolu’lu Küçük İbrahim’in müdafaasıdır.

Sayın Hâkimler! Gerek Risale-i Nur’un kıymetli müellifine hürmetimiz ve bağlılığımız ve gerekse Risale-i Nur’un okunması, yazılması ve Nur talebeleriyle muhabere ve münasebetimiz, doğrudan doğruya uhrevîdir. Öyle ki: Risale-i Nur’dan aldığımız fikirle, bu nurlu varlıkları hiçbir suretle dünyevî ve maddî kıymetlere değişmeyiz. Risale-i Nur’un gösterdiği fevkalâde ıslahat ile bütün halkın gözü önünde şu on seneyi mütecaviz bir zamanda başta kendim olmak üzere birçok kimseler var ki, evlerinin yollarını öğrenmişler. Süflî gidişatları aile saadetine döndüğünü beyan etmek, benim için memleket ve vicdan borcu olmuştur.

Beşinci Şua

Ondördüncü Şua ile Beşinci Şua arasındaki münasebet: Ondördüncü Şua Bedîüzzaman’ın Afyon Mahkemesi müdafaası ve mektubları ve Nur talebelerinin Afyon Mahkemesinde yaptıkları hakikatlı müdafaalardır. Hülasa Mehdiyet cereyanının müdafaa tarzı gösterilmiştir. Beşinci Şuada ise Mehdiyet ve Süfyaniyet cereyanına dair müteşabih hadislerin tevili yapılmıştır.

Beşinci Şua: Otuzbirinci Mektub’dan Otuzbirinci Lem’anın Beşinci Şua’ıdır.

“Muhakemat-ı Bedîiye”de bahsedilen “Sedd-i Zülkarneyn” ve “Ye’cüc Me’cüc” ve sair eşrat-ı kıyametten yirmi mes’eledir.

“Onun işaretleri gelmiştir.” 47:18 âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

“Halbulki o âyetlerin tefsirini Allah’tan ve ilimde derinlik ve istikamet sahibi olanlardan başkası bilemez. 3:7

Mukaddime

Bu Beşinci Şua’ın bir mukaddimesi ve yirmiüç mes’elesi vardır. Mukaddime beş noktadır.

Birinci Nokta

İman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan mu’cizeler, alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat gibi nazarî mes’eleler, herkes ister istemez tasdik edecek derecede bedihî olmaz. Bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi tabir ve tevile muhtaçtır.

İkinci Nokta

Peygambere bildirilen umûr-u gaybiye, bir kısmı icmal ile bildirilir, tafsilât ve tasviratı onun içtihadına havale edilir. İmana girmeyen hâdisat-ı kevniyeye ve vukuat-ı istikbaliyeye dair hadîsler gibi.

İhtar: Hakaik-i imanîyeye girmeyen cüz’î hâdisat-ı istikbaliye, nazar-ı nübüvvette ehemmiyetsiz olduğundan Peygamberimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm) belâgatıyla -temsiller suretinde- sırr-ı teklif hikmetine muvafık tafsil ve tasvir eder.

Üçüncü Nokta

İki Nükte’dir.

Birincisi: Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadîsler, mürur-u zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden ayn-ı hakikat olduğu halde vakıa mutabakatı görünmüyor.

İkincisi: Bir kısım hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında hususî bulunduğu halde, küllî ve âmm telakki edilmiş.

Dördüncü Nokta

Kıyamet vaktinin muayyen olmamasının hikmeti; her asırda dahi hem kıyamet kopacağını, hem dünyanın devamını düşünebildiği için; hem dünyanın fâniliğinde hayat-ı bâkiyeye, hem hiç ölmeyecek gibi imaret-i dünyaya çalışabilir. Hem de musibet vaktinin muayyen olmamasının hikmeti; musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevî bir musibet -o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış.

Beşinci Nokta:

Hem her iki Deccal’ın asırlarına ait olan hârikaları, onların bahsiyle ve münasebetiyle rivayet edildiğinden onların şahıslarından sudûr edeceği telakki ve tevehhüm edilmesinden, o rivayet müteşabih olmuş, manası gizlenmiş. Meselâ, tayyare ve şimendiferle gezmesi, Radyodan öldüğünün işitilmesi, rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garib halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsından beklenmesi…

Hem bir kısım râvilerin kabil-i hata içtihadlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadîs zannedilir, mana gizlenir.

Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cem’iyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galib olduğundan, cemaatin sıfât-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatın başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslardan külli sıfatlar ve büyük harekât beklenilmiş.

Hem iki Deccal’ın sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor, biri öteki zannedilir.

Hem “Büyük Mehdi”nin halleri sâbık Mehdilere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (R.A.) yalnız İslâm Deccalından bahseder.

Mukaddime bitti, mes’elelere başlıyoruz.

Beşinci Şua’ın İkinci Makamı ve Mes’eleleri

Birinci Mes’ele

“Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.” Yani İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer diye haber verir.

İkinci Mes’ele

“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında “Hâzâ kâfir” yazılmış bulunur.” Yani O Süfyan, kendi başına firenklerin serpuşunu koyup herkese de cebir ve kanun ile tamim ederek giydirir.

Üçüncü Mes’ele

“Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan Deccal’ın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.” Yani hükûmet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan hapishane ile lise mektebi, biri huri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azab ve zindan suretine girecek diye bir işarettir.

Dördüncü Mes’ele

“Âhirzamanda, Allah Allah diyecek kalmaz.” Yani Allah!. Allah!. Allah!. deyip zikreden tekyeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim konulacak” demektir. Hem kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için, mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedileceğine işarettir.

Beşinci Mes’ele

“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.” Yani tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir.

Altıncı Mes’ele

“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Yani o fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.

Yedinci Mes’ele

“Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi’ olacaklar.” Yani zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle padişah gibi bir mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.

Sekizinci Mes’ele

Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş. Yani İslâmların Deccal’ı Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ayrıdır.

Dokuzuncu Mes’ele

Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş. Yani bu hadis Süfyan’ın merkez-i hilafette zuhur edeceğine işarettir. Fakat hadisin manası umumi iken hususi yerlere tatbik edildiğinden birbirine muhalif mana lar çıkmış.

Onuncu Mes’ele

Rivayetlerde, eşhas-ı âhirzamanın fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.  Deccalın azametini tasvirden maksad, o şahısların temsil ettikleri manevî şahsiyetin azametinden kinayedir. Amma fevkalâde ve hârika iktidarları ise, ekser icraatları tahribat ve müştehiyat olduğundan fevkalâde bir iktidar görünür, çünki tahrib kolaydır.

Onbirinci Mes’ele

“Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder.” bunun iki tevili var:

Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya kalkar. Birtek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur.

İkinci tevili: O fitne zamanında, harblerde erkeklerin çoğu telef olmasından, hem kadınlık şehveti şiddetle ateşlenmesinden binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir.

Onikinci Mes’ele

“Deccal’ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.” Bunun iki tevili vardır:

Birisi: Büyük Deccal’ın kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir.

İkinci tevili ise: Hem büyük Deccal’ın, hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdadları manasında üç eyyam var.

Onüçüncü Mes’ele

“İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.” bunun da iki vechi var.

Bir vechi şudur ki: Deccal’ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; İsa Aleyhisselâm’dır.

İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini din-i İsevî’nin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir.

Ondördüncü Mes’ele

“Deccal’ın mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler severek tâbi’ olurlar.”

Onbeşinci Mes’ele

Kur’an’ın lisan-ı semavîsinde Ye’cüc ve Me’cüc namı verilen Mançur ve Moğol kabîleleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka kabîleleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır. Çünki kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabîleler olacak.

Onaltıncı Mes’ele

“Deccal’ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu” gösterir. Yani İsa Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tâbi’ olan cemaat-ı ruhaniye-i mücahidînin kemmiyeti, Deccal’ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.

Onyedinci Mes’ele

“Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır.” Yani “Deccal zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hâdise bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark garb işitir ve umum ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıt’asını ve yetmiş hükûmetini görecek ve gezecek.” diye zuhurundan on asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu’cizane haber verir.

Onsekizinci Mes’ele

“Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.” Yani bin sene hâkimane ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani ancak beşyüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.

Ondokuzuncu Mes’ele

Âhirzamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevî’den Hazret-i Mehdi’nin (Radıyallahü Anh) hakkında ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi’nin siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki dairelerde çok vazifeleri olduğu gibi.. herbir asır me’yusiyet vaktinde, kuvve-i manevîyesini teyid edecek bir nevi Mehdi’ye veyahut Mehdi’nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan rivayetler kıyamete kadar mehdiyet cereyanının bütün yapacağı vazifelere baktığından ayrı ayrı olmuştur.

Yirminci Mes’ele

Güneş’in mağribden çıkması tövbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, tevile ihtiyacı yoktur. Amma zeminden dâbbet-ül arzın zuhurudur. Allahu a’lem, o dabbe, dinsizliğe, küfr ü küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek bir nevdir. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû’-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulurlar.

Mes’elelerin tetimmesi

Sâbık yirmi aded mes’elelere bir tetimme olarak üç küçük mes’eledir.

Birinci Mes’ele

Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a “Mesih” namı verildiği gibi, her iki Deccal’a dahi “Mesih” namı verilmiş hikmeti ve tevili nedir?

Elcevab: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırmış, Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldıracak ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmağa çalışacağından her üçüne de mesih namı verilmiştir.

İkinci Mes’ele

Rivayetlerde her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmesinin hikmeti nedir?

Elcevab: İki Deccal’ın da icraatlarının ekseri tahribat ve hevesata sevk etmek olduğundan büyük ve hârikulâde görülmüş. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise, dört sebebi var:

Birincisi: İstidrac eseri olarak, müsbet terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare milletlerine verilmesiyle iktidarları fevkalâde görülmüş.

İkincisi: Her iki Deccal, a’zamî bir istibdad ve a’zamî bir zulüm ve a’zamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, a’zamî bir iktidar görünür.

Üçüncüsü: Her iki Deccal, Yahudi ve mason komitelerinden destek aldığından dehşetli bir iktidarı var zannedilir. Hem Süfyanî Deccal, bir sadrazam ve bir seraskerin icraatlarını şahsına isnad ettirerek şahsında pek acib ve hârika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işaa ettirir.

Dördüncü cihet ve sebeb: Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hâssaları bulunduğundan iktidarlı görünür. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve akibeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.

Üçüncü Küçük Mes’ele

Medar-ı garabet üç hâdisedir.

Birincisi: Süfyan, yahudiler içinde tevellüd edecek, nun sureti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görünecek ve en çok beğendiği ve takdir ettiği ve çok defa ondan senakârane bahsedeceği bir memduhu, Hazret-i Ömer olacakmış.

İkincisi: İslâm Deccalı, Tin suresini kendiyle alâkadar hisseder. Ancak komşusu olan Alak suresinin işaret ettiği azgın insan olduğunu ehl-i salâte ve câmilere tâgiyane tecavüz ederek göstermiştir.

Üçüncüsü: “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmekle Süfyanî Deccal’ın Türkler içinde zuhur edeceğine işaret eder. O Süfyanî Deccal, Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyet’in bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.

Onbeşinci Şua

Beşinci Şua ve Ondördüncü Şua ile Onbeşinci Şua arasındaki münasebet: Ondördüncü Şua Mehdiyet cereyanının hakikatı müdafaa tarzı gösterilmiştir. Beşinci Şuada ise Mehdiyet ve Süfyaniyet cereyanına dair müteşabih hadislerin tevili yapılmıştır. Onbeşinci Şua’da da Mehdiyet cereyanının bu makama liyakatını gösteren hakikatlar ders verilmiştir.

Onbeşinci Şua: Elhüccetüzzehra Risalesi,

Üçüncü Medrese-i Yusufiye’de verilen bu ders iki makamdır. Birinci Makam üç kısımdır.

Birinci Kısım Yirminci Mektub’un hülâsat-ül hülâsasıdır.

İsm-i a’zamı taşıyan kelâm-ı tevhid’e dair Yirminci Mektub’da söylenmeyen bazı kelime ve nüktelerin izahatıdır.

İşte o kelâm-ı tevhidin onbir kelimesinden, yalnız iman-ı billah ve iman-ı bil’âhirete dair hüccetlere gayet kısa bir işaret edilecektir.

Birinci Kelime

“Lâ İlahe İllalah”dır. Bundaki hüccet ise, matbu’ Âyet-ül Kübra Risalesidir. Evet, Âyet-ül Kübra Şuaı otuzüç icma-i azîmi ve küllî hüccetleri mevcudatın heyet-i mecmuasında gösterip, herbir hüccet-i külliyede hadsiz bürhanlara işaret ederek başta semavat, yıldızlar kelimeleriyle; arz, hayvanat ve nebatat kelâmları ve cümleleriyle; gitgide tâ kâinat mecmuası, müştemilât ve mevcudat ve hudûs ve imkân ve tegayyür hakikatlarının kelimeleriyle Vâcib-ül Vücud’un mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneş zuhurunda ve gündüz kat’iyyetinde isbat ediyor. Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılınç arayanlar, Âyet-ül Kübra’ya müracaat etsinler.

İkinci Kelime

“Vahde hu”dur. Kâinat şehrinde, sarayında, kitabında herbir ferdin mu’cizekâr bir Kur’an hükmünde bulunmasıyla bir vahdet ve birlik gösterdiği gibi, Bütün mevcudatın (lamba, kandil, ateşli aşçı, sakacı sünger gibi) tek bir maksad ve manaya hizmet etmeleri, bu maksad ve manaları takib eden sahib, hâkim, kâtib, musannifin bilbedahe mevcud ve vâhid ve bir olduğunu kat’î isbat eder.

Üçüncü Kelime

“Lâ şerike leh” Kâinattaki intizam şeriklerin muhaliyetine ve madumiyetine delalet ettiği gibi, bir Vâcib-ül Vücud’un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder. Bu kelimenin tafsilli izahını isteyen Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfına müracaat etsin. Bu risale vahdaniyet-i İlahiyeye dair olup şirki reddeder.

Dördüncü Kelime

“Lehül Mülk” Zemin yüzü tarlasına beraber, karışık olarak ekilen yüzbin nevi nebatatın tohumlarından, ayrı ayrı, mahsulatın kaldırılması ve ikiyüzbin nevi hayvanata ondan erzak ve tayinatın hiç karıştırılmayarak, kemal-i intizamla ihtiyaçlarına göre verilmesi kudret ve ilim sahibi bir Mutasarrıf-ı Hakîm’in ve Mâlik-i Rahîm’in mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.

Beşinci Kelime

“Velehül Hamd” Zemini bir sefine-i tüccariye ve erzak getiren bir şimendifer şeklinde ve yüzündeki bahar mevsimini bir vagon tarzında yüzbin nevi muntazam nimetler ve muayyen rızıklarla doldurulması kendi nimetlerine mukabil hamd ve şükrettirmek isteyen bir Rezzak-ı Rahîm ve Muhsin-i Kerim’in mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.

Altıncı Kelime

“Yuhyi” Her baharda, rûy-i zeminde üçyüzbin nevi zîhayattan mürekkeb bir ordu-yu Sübhanîyeye, hayat ve levazımat-ı hayatiyenin kemal-i intizamla verilmesi Haşr-i A’zam’ın yüzbin nümunelerini, belki emarelerini gösterdiği gibi bir Zât-ı Hayy-u Kayyum ve Muhyî bir Hallak-ı Alîm’in mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.

Yedinci Kelime

“Yumit” Güz mevsiminde vefat eden üçyüzbin nevi zîhayat, terhis edilirken, amellerinin ve gelen bahardaki nesillerinin bir nevi ruhları hükmünde olan tohumlarında bir Hafîz-i Zülcelal’in yed-i hikmetine emanet edilmesi bir Hallak-ı Hakîm, bir Hayy-ı Lâyemut’un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder. Bu mezkûr hakîmane ef’al, kör, aciz, şuursuz, sağır, camid, karmakarışık, istilacı olan toprak ve hava gibi esbaba isnad edilse hebir zerrede nihayetsiz kudret, hikmet, sanatkârlık ve kabiliyetin varlığını kabul etmek icab eder.

Sekizinci Kelime

“Ve Hayy-ül La Yemut” Denizin yüzünde kabarcıklar parlamasıyla güneşin vücuduna ve sönmeleriyle bekasına delalet ederler. Aynen öyle de mahlûkatın zahiri sebebleriyle beraber zeval ve fenaya uğraması ve yeniden yeniye hayatlanması bir Hayy-ı Lâyemut’un, bir Şems-i Sermedî’nin, bir Hallak-ı Bâki’nin ve bir Kumandan-ı Akdes’in vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet ederler.

Dokuzuncu Kelime

“Biyedihil Hayr” Bu kâinatta her bir şeyin mahsulatını taşıyan bir mahzeni ve deposu olduğu gibi levazımatını tedarik eden tarlası ve hazineside vardır. Mes’ela; Dağlar, maden ve ilaçların; Zemin, erzakların; İnsandaki hücre, gıdaların mahzeni ve deposu olduğu gibi; dünya, âhiretin; İslâmiyet, Cennet’in; pis maddeler ise Cehennemin tarlasıdır.

Çekirdek hazinesinin kapıcığını uyan emriyle ve irade anahtarıyla, zemin hazinesinin yağmur anahtarıyla, habbeler ve nutfelerin inkişaf emriyle açılması; hem bütün hazine ve depoların hikmet ve irade ve rahmet ve meşiet eliyle herbirine mahsus bir anahtarla açılması herşeyin anahtarı elinde bulunan bir Mutasarrıf-ı Rahîm’i, bir Rabb-ı Hakîm’in vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterir.

Onuncu Kelime

“Ve hüve ala Külli Şeyin Kadir” Kâinatta, zerrat ve seyyarat ordusundan zemin ve hava sahifesine kadar bütün mahlukatta aynı kanun ve kudretle mizan-ı ilim ve nizam-ı hikmet içinde tasarruf edilmesi; herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan Kudret sahibi bir Zâtın hikmetini, rahmetini gösterdiği gibi kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen mutlak Rububiyet sahibi bir Rahman-ı Rahîm’in vücub-u vücudunu ve vahdetini dahi gösterir.

Onbirinci Kelime

“Ve iley hil Mesır” Dönüş Ona olduğu gibi herşeyde Ondandır. Bütün zahirî sebebler izzetini ve haşmetini muhafaza için, yalnız birer perdedirler. Bu kelimedeki hüccete gayet kısa bir işaret ederiz.

Evvela; Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözler, Üçüncü Şua ve Onbirinci Şua’ın Yedinci Mes’elesi âhireti ve dönüşün Ona olduğu isbat ediyor.

Sâniyen; Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün Peygamberler Aleyhimüsselâm ve sair erkan-ı imanîye âhirete ve hayat-ı bâkiyeye şehadet ederler.

Sâlisen; Kemalâtını ve kudret ve rububiyetini izhar etmek için kâinatı halkedip mevcudatı vazifelerle çalıştıran, hadsiz esmasını mahdut zerratla mevcudatı tazelendirmekle gösterip esmasına ayinedarlık ettirmekle herşeyin Ondan olduğunu bildiren Sâni’-i Zülcelal, Hâlık-ı Zülcemal, Allah-ı Zülkemal bütün maksadlarına karşı mukabele eden insan için âhireti yaratacaktır.

İkinci Kısım Fatiha-i Şerife’nin Bir Muhtasar Hülâsası

Fatiha-i Şerife’nin bir kısım nüktelerini Yirmidokuzuncu Mektub’un birinci kısmında ve Rumuzat-ı Semaniye’de ve İşârat-ül İ’caz tefsirinde yazılmıştır. Biz burada Fatiha-i Şerife’nin iman rükünlerine ve hüccetlerine işaretine bakacağız. Besmele-i Şerif’i Nur’un iki-üç risalelerine havale edip Elhamdülillah’tan başlıyorum.

Birinci Kelime

“Elhamdülillah”dır. Kâinatta hamd ve şükrü gerektiren kasdi in’amlar, ni’metler, ihsanlar pek kat’i bir surette bir Mâbud-u Mahmud, bir Mün’im-i Rahim’in mevcudiyetini ve umumi rububiyetini güneş gibi göstrir.

İkinci Kelime

“Rabbül Âlemin”dir. Bu kâinatta her bir âlemi mükemmel terbiye, tedbir, idare eden ilim, hikmet ve kudret arkasında Rabbül Âlemin’in vücub-u vücudu ve vahdeti görünür. Zerreden şemse kadar aynı kanun ve hikmet ile idare eden bir rububiyet inkar edilmez.

Üçüncü Kelime

“Errahmanirrahim”dir. Bu kâinatta, bütün zîhayatların hususan acizlerin, yavruların, iktidarsızların rahmetle rızıklanmasında bir Rahman-ı Rezzak, bir Rahim-i Kerimi bütün bütün kör olmayana gösterir.

Eğer denilse: Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler o ihatalı rahmete münafidir, bulandırıyor.

Elcevab: Risale-i Kaderde bunun tam cevabı verilmiştir. Kısacası; bir hayrın ademi şer ve bir güzelliğin bozulması çirkin olduğundan herbir unsurun, herbir nev’in, herbir mevcud’un külli ve cüz’i müteaddid vazifeleri terk edilse; o neticeler adedince şerler, çirkinlikler, merhametsizlikler hasıl olur. Peki musibetler kimlere gelir; az bir kısmı, kabiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret edenlere veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara veya çok hayırları sünbül vermeye vesile olanlara rastgelir. Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve akibeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan olamaz.

Dördüncü Kelime

“Melik-i Yevmiddin”dir. Hüccetine gayet kısa bir işarettir.

Evvelâ; Birinci Makam Birinci Kısım Onbirinci Kelime “Ve iley hil Mesır”deki bütün âhiret in varlığına delil olan hakikatlar burada da aynen geçerlidir.

Sâniyen; Onuncu Söz’de isbat edilen Cenâb-ı Hakkın sıfat ve yüzer isimleri, Kur’an’ın binler ayatı ve Muhammed (A.S.M.) yüzer mu’cizatı âhiret in gelmesini isbat eder.

Sâlisen; Yevmiddin remziyle büyük ve kuvvetli bir hüccet-i haşriyeye işaret eder. Fakat perde indi.

Beşinci Kelime

“İyya ke Na’büdü ve İyya ke Nestain”dir. Yirmidokuzuncu Mektubdaki Na’büdu Nestaindeki Nun buradaki seyahat-i fikrîye bu makamda bir mukaddime oldu. Şöyle ki; Nun-u Mütekellim içinde zikredilen dört cemaat, Beyazıt Camîi, Mekke-i Mükerreme ve bütün insanlık, kâinat ve bütün cüz’leri ve cesed ve bütün zerratım benim davama, dua, tasdik, şefaatçi olduklarını gördüm. Şimdi sadede geliyoruz. İyya ke Na’büdü ve İyya ke Nestain’in işaret ettikleri hüccete gayet kısa bir işarettir.

Evvelâ; Kâinatta Hallakıyet içindeki rububiyete, hikmet ve inayet içindeki uluhiyet-i mutlakaya ve bir mabudiyet-i ammenin tecelliyatına karşı umum mahlukatın ibadetlerle mukabelesini akl-ı selim ve iman gözü gördüğü gibi bütün semavi fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.

Sâniyenin; Na’büdu’nun remziyle üç cemaatin şükürleriyle, ibadetleriyle yaptıkları ubudiyet, bir Mabud-u Mukaddese işarettir. (Üç cemaat; İnsan, Kâinat ve zerrattır.)

Ve Nestain’deki Nun’un remziyle üç cemaatin her biri dualarına kabul ile cevab veren ve onlara yardım eden şefkat gösteren müdebbire şehadet ederler. Yirmiüçüncü Söz’de denildiği gibi zemindeki mahlukatın üç nevi dualarının kabulü bir Rabb-i Rahîm ve Mucîbe kat’i şehadet eder. (Üç dua; İhtiyaç, istidat ve ıztırardır.)

Altıncı Kelime

“İhdinassıradal müstakim”dir. Bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlâka işaret eder. İstenilen istikamet itikad ve amel itibariyledir. İtikadda istikamet tevhid, amelde istikamet güzel ahlâkın menşei olan; kuvve-i şeheviye, akliye ve gadabiyenin vasatını istemektir. Bundaki hikmet ise en kısa yolu tercih etmektir. Manevî yollarda ve kalbi mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa en kolayıdır. İman ve tevhid yolu gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür ve inkar yolları gayet uzun ve müşkilatlı ve tehlikelidir.

Hem ahlak-ı insaniye, hayat-ı şahsiye, hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısa olanıdır. Mesela kuvve-i akliyede hikmet, kuvve-i şehviyede iffet ve kuvve-i gadabiyede şecaattir.

Yedinci Kelime

“Sıradallezine En’amte Aleyhim”dir. Aleyhim ile işaret olunan dört taife nebiler, Sıddıklar, şehidler ve salihlerin mu’cizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlar ile tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid elbette güneş gibi kat’idir.

Sekizinci Kelime

“Ğayril Meğzubi Aleyhim velezzaallin”dir. Peygamberlere gelen gaybi imdatlar, münkirlere inen semavi tokatlar gösteriyor ki; bu Kâinatın ve içindeki nev’i beşerin Hakîm ve Âdil ve Muhsin ve Kerim ve Aziz ve Kahhar bir mutasarrıfı bir Rabbi var.

Dokuzuncu Kelime

“Âmin”dir. O Âmin kelimesiyle o üç cemaati muvahhid-in ve musallinin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin, istianelerinin makbuliyetlerini rica etmekle cüz’i ubudiyet ve dua davamızıkülli, geniş bir ubudiyete çevirip külli umumi rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i imanîye vahdet-i İslamiye sırrıyle Fatihadaki Âmin külliyet kesbeder.

Haşiye: Herkesin bu hakikattan hissesi var. Çekirdekten hurma ağacına kadar mertebeler olduğu gibi; Ancak bu manalar kasden hatıra getirilmez. O manalar kendisi gelir. Eğer kasden hatıra getirilse huzura zarar verir.

Haşiyecik: Kasden hatıra getirilmemeli, belki mücmel ve kısa manaları gafleti dağıtır, ubudiyeti ve münacatı parlattığını Üstad zikrediyor.

Üçüncü Kısım Bir Mukaddime Üç İşarettir.

Mukaddime

Teşehhüddeki “Ve eşhedü enne Muhammederresulullah” cümlesinin diliyle, manevî ihtarıyla ve Sure-i Feth’in âhirinde beş mu’cize-i gaybiyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla yazılmıştır.

Birinci İşaret

Bu işarette üç cihette risaletin hakkaniyetine şehadet edilmiştir.

Birinci Cihet: Hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) ve Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile kâinatın yaratılışındaki kudsî hikmet tahakkuk ettiğinden kâinat, Fahr-i Âlem’in (A.S.M.) risaletinin hakkaniyetine şehadet eder.

İkinci Cihet: Başta âlem-i İslâm, bütün beşer ve bütün zîşuur; nev’-i beşerin medar-ı iftiharı ve eşref-i mahlukat olan Üstad-ı Azam’ın (ASM) risaletinin hakkaniyetine şehadet eder.

Üçüncü Cihet: “Es-sebebü ke-l fâil” sırrınca, tahakkuk eden Şahsiyet-i Muhammediye (A.S.M.) ve O’na verilen Makam-ı Mahmud risaletinin hakkaniyetine şehadet eder.

İkinci İşaret

Tefekkür-ü Arabî’den Muhammed’in (A.S.M.) risaletine dair onbeş şehadetdir.

Birinci Şehadet

Onbir hâlâtından çıkan bir hüccet-i risalettir. Evet ümmiliğiyle beraber defaten zuhur eden ekmel bir din ve gösterdiği misilsiz bir İslâmiyet ve emsalsiz bir şeriat, hem mu’cizane kavî bir iman ve itikad taşımasıyla beraber, a’la bir ibadet ve fevkalâde bir münacat ve duada bulunması hem cihanpesendane umumi davet ve tebliği, hem hârika bir semere veren emsalsiz tam metaneti Muhammed’in (A.S.M.) risaletinin hakkaniyetine şehadet eder.

İkinci Şehadet

İmanın altı rükünlerinin hakikatları ve tahakkukları ve hakkaniyetleri, Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine kat’î şehadet eder.

Üçüncü Şehadet

O Zât (A.S.M.) Güneş gibi kendi kendine delildir. Binler mu’cizat ve kemalât ve yüksek, güzel ahlâkıyla risaletine ve sadıkıyetine pek kuvvetli şehadet eder.

Dördüncü Şehadet

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hadsiz hakikatlar ve hüccetleriyle risaletine, sadıkıyetine şehadet eder.

Beşinci Şehadet

“Cevşen-ül Kebir” münacatı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine şehade eder.

Altıncı Şehadet

Resail-in Nur, yüzotuz parçasıyla risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) bütün hakikatlarını aklen ve mantıken isbat etmesi ve ders vermesi Muhammed’in (A.S.M.) sadıkıyetine ve risaletine küllî bir surette şehadet eder.

Yedinci Şehadet

Nübüvvetinden evvel zuhur eden irhasat denilen hadiseler risaletine şehadet eder.

Sekizinci Şehadet

Vefatından sonra haber verdiği hâdiselerin aynen haber verdiği gibi çıkması, risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) ve sadıkıyetine şehadet eder.

Dokuzuncu Şehadet

Büyük evliya ve Ali (R.A.), Hasan (R.A.), Hüseyin (R.A.) ve ehl-i beytin oniki imamı ve aktablar imamlar risalet ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye (A.S.M.) imanları ve şehadetleriyle imza basıyorlar.

Onuncusu Şehadet

Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife olan sahabelerin bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârane bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) sadıkıyetine ve risaletine imanları; sarsılmaz, küllî bir şehadettir.

Onbirinci Şehadet

Asfiya ve sıddıkîn denilen müçtehidler, imamlar, allâmelerin şübhesiz binler hüccetlere ve kat’î bürhanlara istinaden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine imanları, küllî bir şehadettir.

Onbirinci Şehadet

Aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve hakikatın, ruhanî terakkilerinde Muhammed’in (A.S.M.) risaletini ve sadıkıyetini ve en yüksek mertebe-i hakkaniyette bulunduğunu keşfen ve şuhuden görüp müttefikan ve mütetabıkan şehadetleridir.

Onüçüncü Şehadet

Dört küllî ve çok geniş ve kat’î hüccetlerden ibarettir: Enbiyanın mukaddes semavî kitablarıyla; Kâhinlerden Şık ve Satih’in ruhani ve cin vasıtasıyla; Ârif-i billah kısmından Kâ’b İbn-i Lüeyy, Seyf İbn-i Zîyezen ve Tübba’ gibi ârifler şiirleriyle; şahısları görünmeyen hâtif denilen ruhanîler, pek sarih bir surette Muhammed’in (A.S.M.) nübüvvetinden haber verirler.

Ondördüncü Şehadet

Kâinatın kemalâtı ve hikmetli tahavvülâtı ve sermedî manaları, kuvvetli bir tarzda “Neşhedü Enne Muhammederresulullah” der.

Onbeşinci Şehadet

Pekçok kudsî şehadetleri ihtiva eden, bu kâinatta tasarruf ederek zerrattan seyyarata kadar bütün tahavvülât ve harekât ve sekenat ve hayat ve memat gibi bütün tasarrufat emriyle, iradesiyle, kuvvetiyle bulunan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un icraat-ı rububiyeti ve ef’al-i Rahmaniyeti cihetinde risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) mukaddes şehadetine işaret eder.

Yâ Erhamerrâhimîn! Bu Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) hürmetine, bizi onun şefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaına muvaffak ve dâr-ı saadette onun âl ü ashabına komşu eyle! Âmîn.. âmîn.. âmîn..

Elhüccetüzzehra’nın İkinci Makamı

Fatiha’nın ahirinde ehl-i hidayet ve ehl-i dalaletin müvazenesi gibi Yirmidokuzuncu Mektubdaki (Nun-u Na’büdu) Nur ve Zülumat müvazenesi gibi Âyet-ül Kübra da hâlıkını arayan seyyahın müşahedatına benzer üç menzilde yapılan mukayeseye kısa bir işarettir.

Birinci Menzil

İlim ve Hikmet, Kudret ve İrade gibi kudsî sıfatlarının kâinatta tecellilerinden ve isimlerinin cilvelerinden tezahür eden Küre-i Arz’a ehl-i dalalet nazarıyla bakan seyyah, korktu ve dehşet aldı. Hikmet-i Kur’aniye nazarıyla baktığında Sevr ve Hut namında iki melaikenin nezaretinde Küre-i Arz’ı seyahat eder vaziyette gördü.

İkinci Menzil

Ehl-i dalalet nazarıyla hayvanat ve insanlar âlemine bakan seyyah gördü ki; hayvanat ve insanlar, aciz, zaif ve fakir bir vaziyette muzır düşmanlar ve merhametsiz hadiseler içinde perişan vaziyettedirler. Hikmet-i Kur’aniye nazarıyla baktığı vakit o âlemi Rahman, Rahim, Rezzak, Mün’im, Kerim, Hafiz gibi çok esma-i İlahiyyenin tecellileriyle cennete çevirdiğini gördü.

Üçüncü Menzil

Semavat âlemine giren seyyah, dini dinlemeyen felsefe nazarıyla baktığında yıldızların vaziyetinden dehşet ve hayret ve korkmak aldı. Ehl-i hidayet nazarıyla baktığında semavatı, nurla, meleklerle dolu, büyük bir cami, mescid ve ordugâha çevirdiklerini gördü.

Biz dahi bu seyyah gibi Arabî Hizb-i Nurî’nin hülâsat-ül hülâsasının bir nevi tercümesi içinde kısa işaretlerle hâlıkımızı bildiren kudsî sıfatlardan ve sıfât-ı seb’asından yalnız “İlim” ve “İrade” ve “Kudret” gibi üç mühim sıfatların eserleriyle, tecellileriyle ve tahakkuklarının hüccetleriyle kâinat hâlıkını tanımağa çalışacağız. Lakin ilm-i İlahînin delillerini beyan etmeden evvel, o kudsî sıfatın kâinatın enva’ındaki tecellileriyle Zât-ı Akdes’i pek zahir bir tarzda göstermesine delalet ve şehadet eden Mi’rac-ı Muhammedî (A.S.M.) gecesinde huzur ve hitab-ı İlahîye mazhar olduğu zaman söylediği kudsî kelimelerin gayet kısa dört işaretle bir manasını beyan edeceğiz:

Birincisi

“Ettahiyyatü lillah”dır. Mi’rac gecesinde bütün zîhayat namına Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Vâcib-ül Vücud’un huzurunda selâm yerinde Ettahiyyatü lillah deyip bütün zîhayat taifelerinin tahiyye ve hediye ve manevî selâmlarını takdim etmiş. Bu hakikatı makinatemsiliyle ve yıldız böceğinin güneşe nisbet edilmesi ile ders veriyor. Şöyle ki; Makine güzel çalışmasıyla onu yapan ustayı takdis eder. Temsilin işaret ettiği hakikat; beşer’in san’atını yıldız böceği farzetsek, Cenâb-ı Hakkın san’atı güneş gibi Sani’ini gösterir.

İkincisi

“Elmüberaketü”dür. Bütün zîruhun masum, mübarek yavrularını ve bütün zîhayatın mukadderat ve proğramlarının kutucukları olan tohum ve çekirdekleri başta olarak o mübarekât âlemi onbeş dil ile ustalarının hârika meharetini ve mu’cizatlı ilmini göze gösterip Allâm-ül Guyub, Vacib-ül Vücud Sani’lerini güneş gibi bildiriyorlar. Mezkur onbeş dil; (1) ilim, (2) nizam, (3) mizan, (4) tanzim, (5) tezyin, (6) temyiz, (7) tezyin, (8) tasvir, (9) ihtilaf, (10) zinetler, (11) tatlar, (12) kesret, (13) sür’at, (14) vüs’at-i mutlaka ve (15) devamdır.

Üçüncüsü

“Essalâvetü”dür. Zîruh, zîşuur taifelerinin acib âlemine bakıldığında, ilm-i ezelînin cilveleriyle hâlıkımızın vahdet ve mevcudiyeti içinde kemal-i rahmaniyeti ve rahîmiyeti ve azamet-i kudret ve şümul-ü iradeti şöylelikle görünür. Zîruh, zîşuur taifelerinin acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç içinde manen ve fıtraten kendilerine mahsus lisanlarla yaptıkları duaları, ubudiyetleri işiten bir Alîm-i Mutlak bir Kadîr-i Hakîm, imdadlarına yetişmesi bir Mücîb-i Mugîs, bir Rahîm-i Kerim’i bildirir. Onun için Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm mi’racda, bütün ümmet ise namazda Essalâvetü diyerek ziruh âleminin bütün salavat ve ubudiyetlerini Ona takdim ve tahsis eder.

Dördüncüsü

“Ettayyibat”dır. İns ve cinn ve melek ve ruhanîlerin Cemil-i Mutlak’ın hadsiz cemal ve güzelliklerini ve kâinatı süslendiren isimlerinin daimî güzelliklerini tam bilen ve aşk u şevkle küllî ubudiyetler ile mukabele eden ve parlak iman ve geniş marifetler ve medh ü senaların revaih-i tayyibe ve hoş kokularıyla Hâlıklarına karşı o hadsiz tayyibatlar manasıyla Mi’racda Ettayyibat-ü Lillah denmiştir. Bu koku ve kelimelerin dergâh-ı Uluhiyyete takdim edilmesi için hava âlemine neşir vazifesi verilmiştir.

İşte ins ve melek, nasılki imanları ve ubudiyetleriyle Mabud-u Zülcelal’i bildiriyorlar; öyle de: O Hakîm-i Zülcelal dahi o ilâncılara verdiği çok câmi’ istidadlarla, pek hârika cihazlarla ve dekaik-i ilmiyeleriyle herbirisini bütün kâinatla alâkadar bir küçük kâinat hükmüne getirmekle kendini pek parlak bir tarzda bildiriyor.

İlm-i muhitin Onbeş Delil gösterilecektir.

İlm-i muhitin küllî hüccetlerine işaret eden Onbeş Delil gösterilecektir.

Birincisi

Bütün mahlûkatta müşahede edilen ölçülü düzgünlük, mizanlı intizam; ihatalı bir ilme şehadet eder. Meselâ, kâinattaki bütün mevcudatın hareketlerinin tekmil edilmelerinde fesad çıkmayarak mizanî düzgünlük ve tam intizam bulunmasına bak!

İkincisi

Bütün kâinattaki masnuatta, gayet düzgün bir ölçü, mütenasib bir mizan bulunması; bedahetle muhit bir ilme delalet ve kat’î şehadet eder. Meselâ, bir küll’ün bütün cüz’leri ile arasında düzgün ölçü hükmetmesinden muntazam bir tenasübün ortaya çıkmasına bak!

Üçüncüsü

Bütün kâinattaki masnuata kasdî ve bilerek takılan hikmetler ve faideler ve vazifeler nihayetsiz bir ilme delalet ve şehadet eder. Meselâ: Dil’in, bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermesine ve rahmet-i İlahiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmasına ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmasına bak!

Dördüncüsü

Bütün zîhayat, zîşuur âleminde, her nev’e ve her ferde, hususî ve ona münasib ve umuma şamil inayetler, şefkatler, himayetler; bedahet derecesinde ihatalı bir ilme delalet ve o inayetlere mazhar olanları ve ihtiyaçlarını bilen bir alîm-i inayetkârın vücub-u vücuduna hadsiz şehadetler eder. Meselâ insanlık ve yavrular aleminde rızık, ilaç ve madenlerle ihtiyaçlarını yerine getirmesine bak!

Beşincisi ve Altıncısı

Kaza ve kader pergâr ve kalemiyle herbir mahluka münasib hikmetli bir şekil verilmesi nihayetsiz bir ilme delalet eder. Meselâ tek bir ağaç ve bir ferd-i insanın dış ve iç miktarlarına ve suretlerinin hakimane verilmesine bak!

Yedincisi ve Sekizincisi

Her zîhayatın eceli mukadder ve muayyen olup tekaddüm ve teahhur etmeyip kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde bir Alîm-i Hafîz’in hikmetli kanunuyla yazıldığı gibi her zîruhun rızkıda tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında bir Rezzak-ı Alîm-i Rahîm’in şefkatli düsturuyla yazılmasıyla bir ilm-i muhite delalet eder.

Dokuzuncusu ve Onuncusu

Her masnu’un hilkatlerinde ve suretlerinde ve cihazatlarında mu’cizane bir meharet ve dikkat ve hârika bir san’at, bir ittikan bulunması gayet meharetli ve fünunlu bir meleke-i ilmiyeye kat’î delalet ve şehadet ettiği gibi o güzel masnu’larda ihtimamkârane tezyin ve tahsin, bedahetle hadsiz ve herşeye muhit bir ilme delalet eder.

Onbirincisi

Ef’al-i İlahiyeyeye dair zıddiyet itibariyle beyan edilen altı delil hadsiz bir ilme delalet eder.

1. Sühulet ile beraber düzgün, ölçülü, emsalinden farikalı yapılmaları;

2. Kesret ile beraber san’atlı, mükemmel icadları;

3. Sür’at-i mutlaka ile beraber gayet derece mizanlı, ölçülü icadları;

4. Vüs’at-i mutlaka ile beraber kemal-i hüsn-ü san’at ile yapılmaları;

5. Bu’d-u mutlak ile beraber teşahhusça imtiyazlı bir surette vücuda gelmeleri;

6. İhtilat-ı mutlakla beraber imtiyaz ve alâmet-i farika ile yaratılmaları;

İrade-i İlahiyenin birtek küllî ve uzun delildir.

Hem ilm-i İlahînin bütün mezkûr delilleri, aynen iradenin dahi delilidir. Çünki her masnu’da ilim ve iradenin beraber cilveleri, eserleri görünüyor. Herşey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse, hiçbir şey olmaz. Mes’ela herbir mahlukun yüzlerinin sîmaları hikmetli bir tarzda birbirinden farikalı ve ayrı olması kat’î delalet eder ki: O Sâni’-i Vâhid-i Ehad, bir fâil-i muhtardır. İrade ve ihtiyar ve meşiet ve kasd ile herşeyi yaratır.

Kudret Mes’elesinin Dokuz Basamak ile isbatı yapılacaktır.

Kudretin vücudu, kâinatın vücudundan daha ziyade kat’î olmasından kudretin isbatına ihtiyaç yoktur. Bu makamda, bütün akıllar ona yol bulamadıklarından, hayrette, acizde, bir kısmı inkârda kaldıkları kudrete ait “Ey cinn ve ins! Bütün sizlerin yaratılmanız, icadınız ve haşirde ihyanız, diriltilmeniz; birtek nefsin icadı gibi kudretime kolaydır.” âyetinin dava ettiği dehşetli hakikatın haşr u neşrin anlaşılması “Dokuz Basamak” ile isbatı yapılacaktır. Şu dokuz basamağın işaret ettiği esas; Kudret-i İlahiyyenin Zatî’dir, hem onun zıddı olan acz hiçbir cihetle içine giremez, hem o kudret-i mutlakada mertebeler bulunmaz. Netice olarak bir baharı, tek bir çiçek misillü sühuletle icad eder. Cüz’î, küllî, küçük, büyük, az, çok; farkı yoktur.

Birinci Basamak

Hilkat-ı eşyada gördüğümüz kemal-i san’at, nizam, mizan, temyiz, kesret, sür’at-i mutlakada sühulet-i mutlaka ve tam kolay kudretin birinci delilidir.

İkinci Basamak

Kudretin nisbeti kanunîdir.

1. Nuranîyet Sırrı: Güneş temsiliyle Zât-ı Nur-ul Envâr’ın nuranî kudretinin herşeye taalluku bir olduğu anlatılıyor.

2. Şeffafiyet Sırrı: Güneş’e mukabil ayine temsiliyle masnuatın melekûtiyet ve mahiyet yüzleri şeffaf ve parlak olduğundan dolayı kudret ile eşyanın münasebetinde manilerin tedahül edemediği anlatılıyor.

3. Müvazene Sırrı: Terazi temsiliyle vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademlerinin, bir sebeb bulunmazsa müsavi olduğu anlatılıyor.

4. İntizam Sırrı: Sefine veya tayyare temsilleriyle kudretin manevî kalıba göre ilim, irade ve hikmetiyle vücud verdiğini anlatılıyor.

5. İtaat ve İmtisal ve Emir Dinlemek Sırrı: Ordu temsiliyle eşyanın evamir-i tekviniyesine kemal-i imtisali anlatılıyor.

Üçüncü Basamak

Şu basamağın sırr-ı hikmeti üç menbadır.

1. İmdad-ı Vahidiyet: Sultan-ı Ezel ve Ebed, Sani’-i Kadir, vahidiyet-i saltanat ve hakimiyet-i mutlaka cihetiyle, suhuletle bir insanı bir küçük kâinat hükmüne getirir. Yani nasılki bir padişah ve kumandan-ı a’zam’ın bütün memleketi irade etmesi, onun için köy ehlini idare etmesi kadar kolaydır.

2. Yüsr-ü Vahdet: Herşey Vahid-i Ehade verilse, birtek şey gibi kolay olur. Nasıl ki, bir ordu teçhizatı bir tek elden, bir tek fabrikadan gelmesiyle, bir tek neferin teçhizat-ı askeriyesi gibi kolaylaşır. Ayrıca Üçüncü Mektub da denildiği gibi Küre-i Arz’a dön ve gez emri verilmezse gece gündüzdeki, mevsimlerdeki tahavvülatın olabilmesi için binler yıldızlar ve güneşler, her gece ve her sene milyonlar ve milyarlar senelik mesafeleri kesmek gerekebilir.

3. Tecelli-i Ehadiyet: Güneşin tecellisiyle her şeffaf şeyde timsali ve aksi ve yedi renkli ziyasiyle ve zatının suretiyle bulunması misalinde olduğu gibi; Sani’-i Zülcelal de Ehadiyet tecellisiyle herşeyin hususan zihayatın yanında isimleri ve sıfatları ile bulunur ki; kolayca bir anda sineği kartal sisteminde, bir insanı küçük bir kâinat sisteminde icad eder.

Dördüncü ve Beşinci Basamak

Dördüncü basamak iki, beşinci basamak bir sır olmak üzere yekünü üç sırdır.

1. Birinci Sır: Sani’deki vücub ile tecerrüddür. Yani, vücud mertebelerinin en kuvvetli ve sarsılmaz olan vücub mertebesinde ve ezeli ve ebedi derecesinde bir vücud sahibi ve maddiyattan münezzeh ve mücerred ve bütün mahiyetlere mübayin bir mahiyet-i kudsîyeyi taşıyan bir Kadir-i Mutlak’ın kudretine nisbeten, yıldızlar zerreler gibi ve haşir, bir bahar misüllü ve haşirde bütün insanların diriltilmesi, bir nefsin ihyası derecesinde kolaydır.

2. İkinci Sır: Mahiyetinin mübayeneti ile âdem-i takayyüddür. Sani’-i kâinat elbette kâinat cinsinden değildir.

3. Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir. Sani’-i Kadir, mekândan münezzehtir.

Altıncı Basamak

Kâinat ve bütün mahlukatın icadında bütün maniler bir cilve-i irade ve teveccüh-ü emr-i Rabbaniyeye karşı mümaneatı bırak kolaylığa alet olmasından, kudret-i sermediyye, o tek ağacı icad kolaylığında, Kâinatı ve zemindeki enva-i mahlukatı icad eder, hiçbir şey ona ağır gelmez.

Yedinci Basamak

Zerrenin, cüz’ ve cüz’i ve çekirdek ve bir insanın Halıkı, Sani’i, Rabbi kim ise; elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın Halıkı, Sani’i, Rabbi aynen O’dur. Başkası olması muhal ve mümtenidir.

Sekizinci Basamak:

Bir tek tohumu, bir tek ferdi yaratan elbette o büyük küll ve külliyatı ve onları ihata eden ve onlardan çok büyük olan diğer külliyatları ve cinsleri yaratan yine odur, başka olamaz. Öyle ise bir tek nefsi yaratan, bütün insanları yaratabilir. Ve bir tek ölüyü dirilten, haşirde bütün cin ve ins ölülerini diriltebilir ve diriltecek.

Dokuzuncu Basamak:

Nasıl ki faraza kabil-i inkısam olmayan ve ilm-i kelâm ve felsefede cevher-i fert namını alan bir zerrede, ondan daha küçücük olan madde-i esîriye zerreleriyle bir Kur’an-ı Azîmüşşan yazılsa ve semavat sahifelerinde dahi yıldızlar ve güneşlerle diğer bir Kur’an-ı Kebir yazılsa ikisi muvazene edilse elbette cevher-i fert zerresinden yazılan hurdebînî Kur’an, gökler yüzlerini yaldızlayan Kur’an-ı Azîm ve Kebir’den acayipçe ve sanatın i’cazında geri değil belki bir cihette ileri olduğu gibi; aynen öyle de Hâlık-ı kâinat’ın kudretine nisbeten masnuiyetindeki garabet ve cezalet noktasında zühre çiçeği, Zühre yıldızından geri değil ve karınca, filden aşağı olmaz ve mikrop, gergedandan hilkatçe daha acib ve arı sineği, hurma ağacından fıtrat-ı acibesiyle daha ileridir.

Demek bir arıyı yaratan, bütün hayvanları yaratabilir. Bir nefsi dirilten, haşirde bütün insanları ihya edip haşir meydanında toplayabilir ve toplayacak. Hiçbir şey ona ağır gelmez ki gözümüz önünde gayet çabuk ve kolaylıkla her baharda haşrin yüz bin numunelerini yaratıyor.

Risale-i Nur nedir ve hakikatlar müvacehesinde Risale-i Nur ve Tercümanı ne mahiyettedirler diye bir takriznamedir.

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi değil, müttebi’dirler. Bu memurîn-i Rabbaniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i imanîyelerinin ve ihlaslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (asm) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (asm) ve hilye-i Nebeviyenin (asm) hakiki lâbisi olduklarını gösterirler. Hülâsa: Amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye (asm) ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’e (asm) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve numune-i iktida teşkil ederler.

Bunların Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-yı nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-i vahiy olan Zat-ı Pâk-i Risalet’in (asm) manevî ilham ve telkinatıdır.

Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nâil olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’an’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan onun esası, nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi (asm) hâmil bulunduğu ve Zat-ı Pâk-i Risalet’in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zatın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattir.

Üçüncü Medrese-i Yusufiyenin El-Hüccetü’z-Zehra ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirdleri namına

Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin, Zübeyr, Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsi namına kabul ettim.

Said Nursî

Risale-i Nur Talebeleri namına üç risalenin kıymetini gösteren bir mektubdur.

Fezailini tariften âciz bulunduğumuz, fakat okuması ruhumuzda pek büyük bir inşiraha vesile olan ve maddî elemlerimizi sürura kalbeden ve iman bahçesinden hadsiz meyveleri getiren bu üç küçük risaleden birisi, zamanımızdaki mevcud küfür, dalalet, tabiat karanlıklarını dağıtacak ve izale edecek onbir hüccet-i tevhidi; ikincisi; Risale-i Nur’un bütün müvazenelerinin menbaı ve esası ve üstadı içinde bulunan Fatiha-i Şerife’nin imanî ve kudsî hüccetlerini hâvi bir şirin tefsirini; üçüncüsü, yine Afyon Medrese-i Yusufiyesinde siz sevgili üstadımızın kalb-i mübareklerine hutur eden risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair kısmının gayet parlak ve tam bir itminan temin eden bir mükemmel tercümesini beyan buyuruyordu.

El-Hutbetü’ş-Şâmiye Namındaki Arabî Dersin Tercümesinin Mukaddimesidir

Çoklar tarafından hem bana hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalalete mukabil Risale-i Nur mağlup olmuyor? diye bu mealde çok suallere karşı elcevap deriz ki:

Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı i’cazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir manevî cehennemi dalalette gösterdiği gibi imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü bu zamanda iki dehşetli hal var:

Birincisi

Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi; aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlup etmektir. Ve يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا âyetinin işaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki Risale-i Nur o meslekten gidiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hal

Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi.

Şimdi ise eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imanîyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi –bu dünyada onların temellerini parça parça edecek– bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mu’cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlup olmayıp galebe etmiş ve ediyor.

Said Nursî

***

Sual: “Böyle şeyler kitapta yazılmamalı idi, keramet izhar edilmez. Ve ne için izhar ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum” diye sual edildi.

Elcevap: Beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan men’etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garib, kimsesiz bîçareye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerde maddî bir hastalık nevinde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla –başkalarına muhtaç olmayarak– bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Manevî bir ihtar: “Risale-i Nur’un makbuliyetini Kur’an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acib sual karşısında bulundum.

Ben de Kur’an’dan istimdad eyledim. Birden otuz üç âyetin mana-yı sarîhinin teferruatı nevindeki tabakattan mana-yı işarî tabakasından ve o mana-yı işarî külliyetinde dâhil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu hissettim.

Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’ad edip böyle itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse elbette bizim gibi âciz-i mutlak ve fakir-i mutlakta böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eser zuhuru, vüs’at-i rahmet-i İlahiyeye delildir demeye mecbur olur.

Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenâb-ı Hak fazl u keremiyle şu hizmette hâlisane, muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim ve muvaffak eylesin, âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Said Nursî

***

Yirmidokuzuncu Lem’a’dan İkinci Bab

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Bu İkinci Bab “Elhamdülillah” hakkındadır. Şu risalecikte “Elhamdülillah” cümlesini insanlara dedirten imanın sonsuz fayda ve nurlarından yalnız dokuz tane beyan edilecektir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Birinci Nokta

Evvela iki şey ihtar edilecektir:

1- Felsefe; her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.

2- Bütün mahlukatla alâkadar ve her şeyle bir nevi alışverişi olan ve kendisini abluka eden şeyler ile lafzen ve manen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır.

İnsan mezkûr iki gözlüğü gözüne takmakla, mezkûr cihetlerde bulunan mahlukatı, ahvali görebilir.

Sağ Cihet: Geçmiş zamandır.

Sol Cihet: Gelecek zamandır.

Üst Cihet: Semavata bakıyoruz.

Alt Cihet: Arz âlemine bakıyoruz.

Ön Cihet: Gidenlere bakıyoruz.

Arka Cihet: Yani geride gelenlere bakıyoruz.

İhtar: Cihat-ı sittenin zulümatını izale etmekle def’u’l-bela kabîlinden büyük bir nimet olan iman nimetine “Elhamdülillah” diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan ona da bir hamd lâzımdır.

İkinci Nokta

Cihat-ı sitteyi tenvir eden iman nimetine de “Elhamdülillah” demesi lâzımdır. Çünkü cihat-ı sitteyi tenvir eden iman sayesinde insanın şu dar zaman ve mekânı geniş ve rahat bir âleme inkılab eder. Ve bu büyük âlem, bir insanın hanesi gibi olur. Ve mazi, müstakbel zamanları; insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor.

Üçüncü Nokta

İmanın istinad ve istimdad noktalarını hâvi olmasından da “Elhamdülillah” demesini iktiza eder. Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır.

Dördüncü Nokta

İman nuru, lezaiz-i meşruanın zevale başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vürûd ve gelmekte olduklarını göstermekle izale eder. Ve keza nimetlerin devam edip tenakus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder.

Ve keza ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş’et eden elemlerdir. Nur-u iman, o elemleri teceddüd-ü emsal ve tahaddüs-ü visal ümidiyle izale eder.

Beşinci Nokta

İnsan, şu mevcudattan kendisine düşman ve ecnebi tevehhüm ettiği veya ölüler, yetimler gibi hayatsız, perişan vehmettiği şeyleri nur-u iman, ahbap ve kardeş sıfatıyla gösterir ve hayattar tesbihhan (tesbih eden) şeklinde irae eder.

Altıncı Nokta

Nur-u iman, dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere zarf iki sofra ile tasvir eder ki mü’min olan kimse iman eliyle ve zahirî, bâtınî duygularıyla ve manevî, ruhî olan letaifiyle o sofralardan istifade ediyor. Dalalet nazarında ise zevi’l-hayatın daire-i istifadesi küçülür, maddî lezzetlere münhasırdır.

Yedinci Nokta

Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır. Binaenaleyh esma-i İlahiyenin envaı nimetlerin envaı iktiza eder. Zira insanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. Ve “Vâris” isminin tecelliyatı adedince hafîziyet nimeti “Elhamdülillah” ister.

Şu zikredilen dört isme bâki kalan esma-i hüsnayı kıyas et ki her bir isminde sonsuz nimetler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam ederler.

Ve keza bütün nimet hazinelerini açmak salahiyetinde olan nimet-i imana vesile olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dahi öyle büyük bir nimettir ki nev-i beşer ile’l-ebed o zatı (ASM) medh ü sena etmeye borçludur.

Ve keza maddî ve manevî bütün nimetlerin envaına fihriste ve kaynak olan İslâmiyet ve Kur’an nimeti de gayr-ı mütenahî hamdleri bi’l-istihkak istilzam eder.

Sekizinci Nokta

Öyle bir Allah’a hamdolsun ki kâinat ile tabir edilen şu kitab-ı kebir ve onun tefsiri olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın beyanına göre, bütün bablarıyla fasılları ve bütün sahifeleriyle satırları ve bütün kelimatıyla harfleri, o Zat-ı Akdes’e sıfât-ı cemaliye ve kemaliyesini izhar ile hamd ü senahandır.

Dokuzuncu Nokta

Said Nursî

***

اَلدَّاعٖى

(*) Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde

Said’den yetmiş dokuz emvat (**) bâ-âsam âlâma.

Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş

Beraber ağlıyor (***) hüsran-ı İslâm’a.

Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.

Zira yemin-i yümn-ü imandır

Verir emni eman ile enama…

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i a’zamın hakkına ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını cennetü’l-firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmin! Ve hizmet-i imanîye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmin! Ve defter-i hasenatlarına Şuâlar mecmuasının her bir harfine mukabil bin hasene yazdır, âmin! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle, âmin! Yâ Erhame’r-râhimîn! Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mesud eyle, âmin! İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmin! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle, âmin!

Umum Nur Şakirdleri namına

Said Nursî

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir