Mesnevî-i Nuriye

MESNEVÎ-İ NURİYE

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

Mütercimi

Abdülmecid Nursî

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

İtizar

Risale-i Nur Külliyatı’ndan “El-Mesneviyy-ül Arabî” ile muanven büyük Üstad’ın cihanbhaha pek kıymetdar şu eserini de Allah’ın avn ü inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet o cevher-baha hakikatlara zarf olacak ne bir harf ve ne bir lafız bulamadım. Tercüme lisanı da, fikrim gibi nâkıs ve kāsır olduğundan, o azîm imanî ve cesîm Kur’anî hakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatın hatırı kalmış. Fabrika-i dimağiyemin bozukluğundan bu kadarını da müellif-i muhterem Bedîüzzaman’ın manevî yardımları ile dokuyabildim.

Evet bir tavuk kendi uçuşuyla, şahinin veya kartalın uçuşlarını taklid ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir. (Pek kısa bir meal, bazan da tayyedilmiş, tercüme edememiş.) Çok yerlerde yalnız mealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak aslındaki hakaikı, evlâd-ı vatana gösteren küçük bir âyinedir…

Risale-i Nur müellifinin neseben küçük kardeşi ve onbeş sene ondan ders alan

Abdülmecid Nursî

Risale-i Nur’un bir nevi Arabî Mesnevî-i Şerif’i hükmünde olan bu mecmuanın mukaddemesi “Beş Nokta”dır.

Birinci Nokta: Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş; yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

“Üstad-ı hakikî Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risale-i Nur’uyla göstermiş.

(Risalet-ün Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir. Kastamonu Lahikası 12)

İkinci Nokta: Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) ve İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillahilhamd Eski Said Yeni Said’e inkılab etmiş. Aslı Farisî sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arabça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab’etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dâhilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalette giden ehl-i felsefeye karşı Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

Üçüncü Nokta: O Yeni Said’in münazarasıyla, nefis ve şeytanın tam mağlub edilmesi ve susturulması gibi, Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikatı kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor.

(Hem Risalet-ün Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna’ eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevî-i dalalet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder.

Hem Risalet-ün Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir. Kastamonu Lahikası 11 )

Demek bu Arabî Mesnevî Mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dâhilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhudat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

Dördüncü Nokta: Eski Said ilm-i hikmet ve ilm-i hakikatın çok derin mes’eleleriyle meşgul olması ve büyük ülemalarla derin mes’eleler üzerinde münazarası ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre yazması ve Eski Said’in de terakkiyat-ı fikriye ve kalbiyesinde, yalnız kendisi anlayacak bir surette, gayet kısa cümlelerle ve gayet muhtasar bir ifade ile uzun hakikatlara kısa kelimelerle işaretler nev’inde o mecmuayı yazdığı için, bir kısmını en müdakkik âlimler de zorla anlayabilir. Eğer tam izah olsa idi, Risale-i Nur’un mühim bir vazifesini görecekti. Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekserî cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Âdeta Musa Aleyhisselâm’ın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…

Hem Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.

Beşinci Nokta: Eski Said’in Yeni Said’e inkılab etmesi zamanında, yüzer ilimlerle alâkadar binler hakikatlar, ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken, o Said te’lif ederken, mes’elelerin başında “İ’lem, İ’lem, İ’lem”lerle, her bir hakikatı -ki, bir risale olacak derecede ehemmiyetli iken- birkaç satırda, bazan bir sahifede, bazan bir-iki satırda zikrediyorlar. Âdeta her bir “İ’lem”, bir risalenin şifresidir.

Hem “İ’lem”ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatların fihristeleri hükmünde yazıldığından, o mecmuayı okuyanlar, bu noktaları nazara alıp itiraz etmesinler.

Said Nursî

Lem’alar

(Türkçe Risale-i Nur’un Yirmiikinci Sözü ile aynı mealdedir)

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ ۞ لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ ۞ فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ۞ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ ۞ مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hâdiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebligatı o daireden yapılıyor. Çünki izzet (İzzetin muhafazası için haksız şekvaların Cenab-ı Hakka gitmesini engelleyen perdelere ihtiyaç vardır. Göstermeyen perde) ve azamet (Cenab-ı Hakk’ın azametini anlamamız için âyinelere ihtiyaç vardır. Gösteren sinema perdesi gibi azameti gösteriyor.) perdeyi iktiza eder; tevhid ve celal dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.

(Sual: Tevhid ve celal esbabın tesir-i hakikîden ellerini çekmesini istediği halde izzet ve azamet neden aklın nazarında esbabın, kudret eline perde olmasını istiyor?

Elcevab: Gelecek cümlelerde esbabın vaz’edilmesinin izzet ve azamet noktasında iki hikmeti izah edilmiştir.

Birinci Hikmet: Aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini muhafaza için esbab vaz’edilmiştir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Zira eşyanın mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır. Yani eşyanın mahiyetindeki noksan ve kusurdan dolayı esmanın güzelliğini ya bir derece göstermek veya gösterememek gibi halat vardır.

İkinci Hikmet: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemekle izzetini muhafaza için esbab vaz’edilmiştir. Tâ şekvalar esbaba gidip Rahmet-i İlahiye küsmesin. Zira zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlât vardır.)

Evet Sultan-ı Ezelî’nin memurları vardır amma, icraatçıları değillerdir ki, saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki, kudretin icraatını ilân ediyorlar.

(Ve bu dellâllara kulak ver ki, mu’ciznüma bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemalâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemal-i manevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letaifinden bahsediyorlar. Sözler 51)

Veya o memurlar, nâzır müşahidlerdir ki, gördükleri evamir-i tekviniyeye karşı yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidadlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek esbab, ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vaz’edilmiş bir takım vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacı için muavenet eden yardımcı değillerdir.

Beşer sultanlarının memurları ise; sultanların ihtiyaç ve aczlerini def’ için tayinlerine zaruret hasıl olan yardımcı ve ortaklarıdır. Binaenaleyh Allah’ın memurlarıyla insanın memurları arasında münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahil olanlar hâdiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzellikleri göremediklerinden, Cenab-ı Hak’tan şekva ve şikayetlere başlarlar. İşte o şekva ve şikayetlerin hedefini değiştirmek için esbab vaz’edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latîf suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:

Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki:

–Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler.

Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki:

–Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.

Evet nasılki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. Öyle de Hazret-i Azrail Aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.

Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…

(Cebriye, sebebleri inkar etmekle ifrat ettiği gibi mu’tezile de sebeblere tesir vermekle tefrit ediyor.)

(Yirmiüçüncü Lem’ada, Yirmibeşinci Söz’ün İkinci Şulesi’nin İkinci Nur’unun Yedinci Sırr-ı Belâgatında, Otuzikinci Sözde ve Otuzüçüncü Söz’ün Yirmiyedinci Penceresinde sebeblerin icraat sahibi olamayacağının izahı vardır.)

TENBİH

Arkadaş! Tevhid iki çeşit olur:

Birisi âmiyane tevhiddir ki: “Allah’ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür.” der. Bu kısım tevhid sahiblerinin fikirce gaflet ve dalalete düşmeleri korkusu vardır.

(Tevhid-i âmi Lailahe İllallahı zahiren der ama İllallah’ın delillerini gösteremez. Bir kısım insanlar da iman taklidi dahi olsa ameli ve takvası bulunabilir. Böyle bir kişiye imanı kavi ve taklidi denilebilir.)

İkincisi hakikî tevhiddir ki: “Allah birdir, mülk Onundur, vücud Onundur, her şey Onundur.” der; lâ-yetezelzel bir itikada sahibdirler. Bu kısım tevhid sahibleri, her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk’ın sikkesini görür ve her şeyin cebhesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.

(Tevhid-i hakikî ise hem La İlâhe hem de İllallah der. Her şey de tevhidin delillerini görür. Şeriki reddeder. Bunuda meleke haline getirmek gerektir.)

(Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar. Mektubat 330

Marifet-i Sâni’ denilen kemalât arşına uzanan mi’racların usûlü dörttür:

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır.

Bu iki asıl, çendan Kur’andan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalmamışlar.

Üçüncüsü: Şübehat-âlûd hükema mesleğidir.

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’aniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anîdir. Mesnevi-i Nuriye 252)

Kur’an-ı Hakîm’den istifade ettiğimiz ikinci kısım tevhidin birkaç mertebelerini birkaç lem’a zımnında izah edeceğiz:

BİRİNCİ LEM’A: Bakınız! Her bir masnuun yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halkeden Hâlık’a mahsustur. (Sikke, kıymetsiz bir şeyi kıymetli hale getiriyor. Demiri taşı toprağı gaybi avcuna alıp kıymetdar hayatın verilmesine işarettir.)

Ve her bir mahlukun cebhesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâni’den mâadâ kimsede o hâtem bulunmaz. (Hatem, Padişahın vazifelendirdiği memurların vurduğu mühürdür. Mahlûkat canibinden âlem-i şehadetteki zihayatlar üstünde görülen hatemdir.)

Ve kudretin neşrettiği mektublarından her bir mektubun âhirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed’e hastır. (Doğrudan doğruya padişahın bastığı mühre turra denir. Yani Cenab-ı Hakkın doğrudan doğruya yaptığı öyle bir icraatı var ki ihya gibi esbab perde olamıyor. Leyl-ü nehar, yaz ve baharı sahifeye, kudreti kaleme teşbih dilmiştir.)

O gibi sikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i’caza bakınız ki; hayat ile bir şeyden pek çok şeyler husule gelir, icad edilir. Ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vâhide emr-i Rabbaniyle inkılab ederler. (Evet, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, şu destgâh-ı dünyada, hikmetiyle hayatı öyle bir kanun-u emriye-i mu’ciz-nüma (mu’ciznüma emri kanunlar, Cenab-ı Hakkın ilminde olan kaderi programlardır.) ile idare ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek; bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir zâta mahsustur. Sözler 294)

Meselâ: Su, bir şey-i vâhid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah’ın izni ile menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule getirir. (Bu Lem’ada bir şey-i vahidden herşeyin yapılması ve herşeyden bir şeyin yapılması ile hayat üstündeki sikke-i tevhid görülüyor. Hayat üstündeki sikkede üç hayat mertebesinden biri olan itibari vücutların imkanî vücutlara çıkmasındaki tevhid delilleri gösterilmiştir.)

İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri icad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi halkeden ve her şeyi yapan Sâni’a mahsus bir sikkedir.

(Hayat üstündeki sikkenin izahatı: Bir şeyden her şeyi yapmaktaki her şeyi yapmak tabiri nisbidir. Yani bir şeye çok sıfat ve vasıfların takılması demektir; nutfe bir su iken suya ait bir tek sıfattan görmek, işitmek gibi sıfatları yapmağa işarettir. Aynı manayı her şeyden bir şey yapmak için düşündüğümüzde, bir çok şeyde bulunan sıfatlardan bir tek sıfat yapılması insanın yediği farklı sıfatlı taamlardan, o insanda basit birtek sıfatlı cild ve kan ve et yapmaya işarettir. Aslında bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak bir şeyin daha önce her şey ile münasebetdar olduğunun bilinmesinin zahiri halidir. Hakikatı ise vücud-u ilmilerin bilinmesidir. Bir şey vücuda gelmezden evvel bilinmezse onunla münasebettar her şeyle alakadar bir surette yaratılamaz. Buna delil bir şey – her şey misalidir.)

İKİNCİ LEM’A: Sayısız hâtemlerden canlı mahlukata vaz’edilen hayat hâtemine bakınız! Evet canlı bir mahluk,

  • câmiiyeti itibariyle, kâinata küçük bir misaldir, (Canlı bir mahlûku yapan kâinatı yapan Zât olabilir.)
  • şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir, (Ağaç meyveye teveccüh edip onun vücuda gelmesine hizmet ettiği gibi âlemde herşey canlı mahlûkata hizmet etmektedir.)
  • kevn ve vücuda bir nüvedir ki, (O canlı mahluk esas alınarak kevn ve vücud üzerine bina edilmiştir.)

Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zîhayat gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücudlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zîhayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak’tan mâadâ hiçbir şeye isnad edilemez.

(Birinci Remiz: Ey esbabperest insan! Acaba garib cevherlerden yapılmış bir acib kasrı görsen ki, yapılıyor. Onun binasında sarfedilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs’te, bir kısmı Yemen’de, bir kısmı Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında aynı günde şark, şimal, garb, cenubdan o cevherli taşlar kolaylıkla celbolup yapıldığını görsen; hiç şübhen kalır mı ki; o kasrı yapan usta, bütün Küre-i Arz’a hükmeden bir hâkim-i mu’cizekârdır.

İşte herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlahîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz’dan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi; hacatı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvarında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir.

İşte ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zât olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir zât olabilir. Öyle ise insanın mabudu ve melcei ve halaskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir. Mesnevi-i Nuriye 175 – 176)

(Zihayat üstündeki hatemde imkani vücuda çıkmış mevcudatdaki tevhide olan deliller gösterilmiştir. Mahlukat canibinden âlem-i şehadetteki zihayatlar üstünde görülen hatemdir. Zihayat üstündeki san’at, imkani vücut mertebesindeki mevcudata basılan bir hatemdir. Hâtem memurların padişah namına bastığı mühre denir. Yani zahiren neticeler, san’atlar sebeblerin elinde gibi görünür ama sebebler neticeyi vücuda getirmekte aciz olduğundan anlıyoruz ki esbab olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.)

Evet aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü neticesinde anlar ki: Meselâ

  • bal arısını pek çok şeylere fihriste yapan
  • ve kitab-ı kâinatın ekser mesailini insanın mahiyetinde yazan
  • ve incir nüvesinde incir ağacının proğramını derceden
  • ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan (Binlerce esmaya ayinedarlık yapan âlemler olduğu gibi insanın kalbi de binlerce esmaya ayinedarlık yapar.)
  • ve beşerin kuvve-i hâfızasında tarih-i hayatını taallukatıyla beraber yazan,

ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabb-ül Âlemîn’e mahsus bir hâtemdir.

ÜÇÜNCÜ LEM’A: Cenab-ı Hakk’ın canlı mahlukata bastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenahî nakış ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. (Tevhidin ihya yani hayat vermek cihetindeki turraları anlatılıyor. Cenab-ı Hak canibinden ihya etmekteki turradır. Nasıl güneş nuraniyet sırrıyla herbir şeffaf şeyde yedi rengi ile onun yanında o şeyin nokta-i mihrakiyesi hükmünde bulunur. Aynen öyle de herbir zihayat Şems-i Ezelî’nin ekser esmanın bir nokta-i mihrakiyesi hükmündedir. Eğer o zihayat olan insan, sinek, çiçek Zat-ı Ehadi Samede verilmediği takdirde adeta herbir zihayata nihayetsiz Kudret, İlim, İrade sahibi bir ilah nazarı ile bakıp adeta o zihayatın herbir zerresine bir Uluhiyyet vermek lazım gelir.)

Şöyle ki:

Nasıl ki suyun katrelerinden, şişenin parçalarından tut, seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi her şeyde şemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, bir cilve bulunur. Kezalik Şems-i Ezelî’nin de bütün canlı mahlukatta “ihya ve nefh-i hayat” cihetiyle bir tecelli-i ehadiyeti vardır ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyar sahibi oldukları farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktan âcizdirler. Buna binaen şeffaf şeylerde görünen o timsaller şemsin timsali olup, şemsten o şeffaf şeylere in’ikas etmiş olduklarına hükmedilmediği takdirde, o sayısız katrelerde ve zerrelerde her birisinde hakikî bir şemsin maddesiyle mevcud bulunduğuna hükmetmek lâzım gelir.

Kezalik Şems-i Ezelî’nin şualar menzilesinde olan tecelli-i esmasının nokta-i merkeziyesi olan hayat, Şems-i Ezelî’ye isnad edilmediği takdirde, bir sineğe, bir çiçeğe varıncaya kadar her bir zîhayatta nihayetsiz bir kudret, muhit bir ilim, mutlak bir irade gibi Vâcib-ül Vücud’dan mâadâ hiçbir şeyde vücudu mümkün olmayan sair sıfatların mevcud olmasına cahilane, ahmakane, gülünç bir bâtıl hüküm lâzım gelir. Ve aynı zamanda, şu bâtıl hüküm ile her bir zerreye ve her bir sebebe bir uluhiyet-i mutlakayı isnad etmekle sayısız şerikleri isbat etmek mecburiyeti hasıl olur.

Maahâza tohum olacak bir habbe veya bir çekirdekteki garib, acib, muntazam vaziyete bakınız ki; o habbe, tohumu olacak cismin bütün eczasıyla münasebetdar olduğu gibi, nev’iyle yani ebna-yı cinsiyle de ve bütün mevcudat ile de münasebetleri vardır. Ve onlara karşı o münasebetleri nisbetinde vazifeleri vardır. Eğer o tohumcuk habbenin Kādir-i Mutlak’tan nisbeti kesilip kendi nefsine isnad edilirse, yani kendi kendine olmuştur denilirse, her bir tohumda, her şeyi görecek bir gözün ve her şeye muhit bir ilmin bulunmasını itikad etmek lâzım gelir. Bu ise, sâbık temsilde her bir şeffaf zerrede hakikî bir şemsin vücudunu iddia etmek gibi gülünç bir hamakattır.

DÖRDÜNCÜ LEM’A: Bir kitab el yazısıyla yazılırsa, yalnız bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardır. Fakat matbaada basılırsa, kalem işini gören pek çok demir kalemler lâzımdır. Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât ve edevat ve mürettibler gibi çok şeylere ihtiyaç olur. Kezalik şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vâhid-i Ehad’in kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve makul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünki bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab’ ve bastırılması için ekser kâinatın tab’ını lâzım olan techizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir.

Ve keza toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince manevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun herbir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mizanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünki bu üç unsurun her bir cüz’ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar.

BEŞİNCİ LEM’A: Bir kitabda yazılı bir harf, yalnız bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delalet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delalet eder ve nakkaşını tarif eder.

Kezalik kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi mikdarınca kendini gösterirse de pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâni’ini gösterir, esmasını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla âdeta Sâni’ini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni’-i Zülcelal’in inkârına gitmemek gerektir.

ALTINCI LEM’A:

(Kâinatın bütününde yani küll de görünen idare hakikatı ve bu idarenin zıtları içtima etmesi ile görünen idarenin keyfiyeti tevhide delil oluyor. Bu hakikata bir misal; bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzünde yüzbinler muhtelif mahlûkat nevlerinin, birbiri içinde beraber icad edilip galatsız, kusursuz, kemal-i intizamla mahiyetçe nev’ine benzer, fakat suretçe nev’inden ayrı olarak idaresinde görünen kudretin, ilmin ve iradenin keyfiyetidir. Hemde icaddaki vüs’at, sür’at, sehavet, kıymetdarlık, mebzuliyet, kesret ve ihtilat içinde intizamlı, san’atlı mevzun, mükemmel, ucuzluk, suhulet, imtiyaz ve tefrik ile beraber ihtimamkarane yapılış tevhide zıddıyet noktasında idarenin keyfiyetini gösterir. Altıncı Lem’ada sür’atle yapılan icraatatafsilli olarak izah edilmeyip kısa bir iaret edilmiştir.)

Cenab-ı Hak, bütün cüz’ ve cüz’îlerde sikke-i mahsusasını ve bütün küll ve küllîlerde has hâtemini vaz’ettiği gibi, aktar-ı semavat ve arzı, hâtem-i vâhidiyetle ve mecmu-u kâinatı sikke-i ehadiyetle mühürlemiştir. Mezkûr sikke ve hâtemlerden, meselâ

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

 اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ 

âyetinin işaret ettiği ihya ve nefh-i ruh keyfiyetindeki hâtem-i İlahîye bakınız ki, pek çok garib garib haşirleri, acib acib neşirleri göresiniz!

Evet bilhâssa arzın ihyasında, her sene üç yüz binden fazla saha-i vücuda getirilen mahlukatın nevilerinde haşir ve neşirler vardır. Lâkin, bilinmez bir hikmete binaen, şu haşir ve neşirlerin ekserîsinde iade edilen emsal aralarındaki misliyet o kadar ayniyete karibdir ki, hemen hemen, dirilen evvelkinin ne aynı ve ne gayrıdır, denilebilir.

(Fâtır-ı Hakîm’in âdetidir, ehemmiyetli ve kıymetdar şeyleri aynıyla iade ediyor. Elbette kat’î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde beşerin herbir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir. Lem’alar 115)

Her ne ise misliyet, ayniyet mevzuubahis değildir. Her nasıl olursa olsun, o haşir neşirler beşerin sühulet-i haşrine delalet ettikleri gibi, beşerin haşrine birer misal ve birer örnek olabilirler.

İşte birbirine muhalif nihayet derecede karışık olan o enva’-ı kesîreyi kemal-i imtiyaz ile ihya etmek ve hatasız, haltsız, galatsız olarak mümtazane iade etmek nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme sahib olan Zât-ı Zülcelal’in hâtem-i has ve sikke-i mahsusasıdır.

Ve keza sath-ı arz sahifesinde kusursuz, noksansız, sehivsiz kemal-i intizamla üç yüz binden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır ki, her şeyin içyüzü, her şeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbir şey onun teveccühünü başkasından çevirip kendisine hasredemez.

Hülâsa: Sath-ı arzda altı ay zarfında, beşerin haşrini temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünen rububiyetin o tasarruf-u azîminde pek yüksek, büyük ve ince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlukatın icadında görünen şu intizamlar, sühuletler, sür’atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet her bahar mevsiminde pek hakîmane, basîrane, kerimane faaliyetler başlar ve hârikulâde san’atlar yapılır. Ve bütün bu ameliyat, kemal-i sür’atle, sühuletle muntazaman cereyan etmekte olduğu görünür.

İşte, bu hârikulâde faaliyetler öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir mekânda olmadığı halde, her mekânda ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırdır.

YEDİNCİ LEM’A:

(Kâinatın heyet-i mecmuasında yani külli de görünen teavün, tecavüb, tesanüd, teanuk hakikatları arkasında bir mürebbi ve müdebbir görünür.)

Bakınız! Aktar-ı semavat ve arz sahifeleri üstünde hâtem-i ehadiyet göründüğü gibi, kâinatın heyet-i mecmuasının büyük sahifesi üzerinde de pek vazıh bir surette hâtem-i tevhid görünmektedir.

Evet bu âlem pek muhteşem bir saray (Saray denilince akla san’at gelir. San’atın kıymeti ise eşyanın birbiriyle olan alâkası nisbetinde artar.) veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir şehirdir. (Şehir denilince akla intizam gelir. İntizam ise taat ile olur. Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir. Muhakemat 58) Bu fabrika-i kâinatın eczası, efradı ve enva’ı, âlât ve edevatı arasında hakîmane bir muarefe ve tanışmak ve dostane bir mükâleme ve konuşmak ve pek kerimane bir muavenet ve yardımlaşmak vardır ki, kemal-i sür’atle pek uzun mesafelerden birbirinin savtını işitir ve ihtiyacını görür gibi derhal imdadına yetişir, ihtiyacını defeder. Evet semadaki ecram ve yıldızların birbirine ve arza verdikleri ziya, hararet, bilhâssa arza yaptıkları sair yardımlarını görüyorsunuz. Ve keza bulut ile arz arasında cereyan eden su alış-verişine bakınız ki, arz suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor. Sanki o camid cirmler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşur ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar. Bilhâssa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, kemal-i ciddiyetle zevilhayata lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde sa’y ediyorlar ve bir Müdebbir’in emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh ediyorlar.

Evet şu teavün kanununa ittibaen, şems, kamer, gece ve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlar sayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren nebatat izn-i İlahî ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbanî ile beşerin ihtiyacatını yerine getirir. Bal arısıyla ipek böceğinin insanlara yaptıkları yardımlar, bu davayı isbat eder.

Evet bu gibi eşya-yı camidenin yekdiğerine yaptıkları şu yardımlar, pek aşikâr bir delildir ki; onlar kerim bir Müdebbir’in hademesi ve amelesi olup, onun emri ile, izni ile iş görürler.

SEKİZİNCİ LEM’A:

(Her şeyin metalib ve ihtiyaçlarının intizamla yerine getirilmesi arkasında görünen geniş ve muntazam rahmet ve inayetler, bir Mürebbi-i Hakîm-i Zülcelal’i, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemal’i gösterir.)

Gıda olarak mahlukata, bilhâssa hayvanata taksim edilen rızıklara dikkat lâzımdır ki, bu rızık vakt-i muayyeninde yetişir, vakt-i ihtiyaçta sevkedilir. Ve derece-i ihtiyaç nisbetinde yapılan sevkiyatta büyük bir intizam vardır. İşte, bu umumî rızık hakkında görünen geniş ve muntazam rahmet ve inayetler, ancak her şeyin mürebbisi ve her şeyin müdebbiri ve her şey yed-i teshirinde bulunan bir zâtın hâtem-i hâssı olabilir.

DOKUZUNCU LEM’A: Bakınız! Âlem-i arz ve bütün cüz’iyat üstünde hâtem-i ehadiyet bulunduğu gibi, dağınık neviler ve muhit unsurlar üstünde de aynen o hâtem-i ehadiyet bulunur.

Evet bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarla sahibinin malıdır. Yani o buna, bu da ona şehadet ediyorlar.

Kezalik kâinattaki masnuat, tohum gibidir. Âlem ve anasır da tarla gibidir. Her iki tarafın lisan-ı halleriyle ettikleri şehadete göre, masnuat ile âlem-i anasır, yani tohum ile tarla ve muhit ile muhat, (hep) bir Sâni’-i Vâhid’in yed-i tasarrufundadır. Demek edna bir mahluka yapılan tasarruf-u hakikî ve zaîf bir mevcuda edilen tevcih-i rububiyet, âlem ve anasır kabza-i tasarrufunda bulunan Zâta mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-i rububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur. İşte, hâtem-i tevhid dediğimiz budur. Eğer bir şeye temellük etmeğe niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar! En cüz’î bir ferd, “Ancak nev’imi yaratan beni yaratabilir.” diyor. Çünki efrad arasında misliyet vardır. Ve arzın her tarafında dağınık bir surette bulunan en küçük bir nev’, “Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır.” söylüyor.

Arza bak ne söylüyor? Sema ile aralarında alış-verişi bulunduğu için “Beni halkedebilen, ancak mecmu-u kâinatı halkeden Zâttır.” diyor. Çünki aralarında tesanüd vardır.

(Otuzikinci Söz’ün Birinci mevkıfı Yirmiikinci Söz’ün Sekizinci Lem’asını izah eden bir zeyildir. Sözler 590 Birinci Mevkıfta üç şekilde vahdet isbat ediliyor. Zerreden seyyarata kadar herşey, gördüğü vazifeler itibariyle kendinde vazifeyi görecek ilim, irade ve kudretin olmaması lisanıyla o vazifeyi ona gördüren bir Zâtı gösterir. Hem o şeye sahib olabilmesi için bütün misline sahib olması lazımdır. Hemde bütüne sahib olabilmek için o şeyin en küçük cüz’üne de sahib olması lazımdır.)

ONUNCU LEM’A:

(Yirmiikinci Söz’ün Dokuzuncu Lem’asını izah edilmiştir. Nevilerde hesabsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz. Şöyle ki; her nevide bilmüşahede görünen sühulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve sühuletin eseridir.)

Arkadaş! Hayat ve ihya ve zevilhayat ile her bir cüz’ ve cüz’îye ve her bir küll ve küllîye ve kâinatın heyet-i mecmuasına darbedilen tevhid hâtemlerinden bir kısım misalleri, mezkûr beyanattan anlaşıldı. Şimdi dinle! Enva’ ve külliyat üstüne vaz’edilen vahdaniyet sikkelerinden bir taneyi zikredeceğiz. Şöyle ki:

Tek bir semere ile semeredar şecerenin yaradılışlarındaki suubet ve sühulet birdir. Çünki ikisi de bir merkeze bakar, bir kanuna bağlıdır, terbiye ve keyfiyetleri birdir. Malûmdur ki, merkezin ittihadı, kanunun vahdeti, terbiyenin vahdaniyeti sayesinde külfet, meşakkat, masraf azalır ve öyle bir kolaylık hasıl olur ki,

(Yüsr-ü vahdetin kaidesi iki temsil ile gösterilecek; kesret vahdete verilmesi ile suhulet olur.)

pek çok semereleri olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapılışı da eyâdi-i kesîreye tevdi edildiği zaman, her iki tarafın yapılışları sühuletçe bir olur. Ve aralarında yaradılışça fark yoktur. Çok adamlar tarafından yapılan bir semerenin terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlât ü edevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar şecerenin terbiye ve yapılması için de aynen o kadar malzeme lâzımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir. Meselâ:

Bir ordu askere yapılan elbise tedariki için ne kadar âlât, edevat ve makine lâzımdır; bir neferin elbisesi için de o kadar âlât ü edevat lâzımdır. Ve keza bir kitabın bin nüshasıyla bir nüshasının ücreti matbaaca birdir. Bazan da tek bir nüshanın tab’ı daha fazla bir ücrete tâbi tutulur. Buna kıyasen, bir matbaayı bırakıp çok matbaalara baş vurulursa, birkaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzım gelir. Evet kesret vahdete isnad edilmediği takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hasıl olur. Demek, dağınık bir nev’in icadındaki sühulet-i hârika, vahdet ve tevhid sırrına bağlıdır.

ONBİRİNCİ LEM’A:

(Yirmiikinci Söz’ün Sekizinci Lem’asında izah edilmiştir. Mümaselet ve müşabehet sikkesi: Bir cinsin bütün enva’ı, bir nev’in bütün efradı âza-yı esasîde muvafakat ve müşabehetleri nasıl isbat ederler ki, tek bir Sâni’in masnularıdır. Çünki vahdet-i kalem ve ittihad-ı sikke öyle ister.)

Arkadaş! Bir nev’in efradı arasındaki tevafuk ve bir cinsin enva’ı arasında a’zâ-yı esasiyede bulunan müşabehet, sikkenin ittihadına, kalemin vahdetine delalet ettiklerinden anlaşılıyor ki, bütün mütevafık ve müteşabihler, yani birbirine benzeyen çokluk, bir Zât-ı Vâhid’in eser-i san’atıdır.

Kezalik inşa ve icadlarda görünen şu sühulet-i mutlaka, bütün mevcudatın bir Sâni’-i Vâhid’in eseri olduğunu, vücub derecesinde istilzam ediyor. Aksi halde, suubet, güçlük öyle bir derece-i imtina ve muhaliyete çıkacaktır ki, o cins ve nevilerin ademden vücuda çıkmalarına bir sed çekilmiş olur. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi -çünki intizam bozulur, âlem fesada gider- fiilinde de şeriki yoktur. Çünki suubetten, güçlükten dolayı âlemin ademden çıkmamasına sebeb olur.

ONİKİNCİ LEM’A:

(Yirmiikinci Söz’ün Onuncu Lem’asında izah edilmiştir. Tecelli-i celali izhar eden memat, bir bürhan-ı vâhidiyettir. Şu saray-ı muhteşemde eşyanın sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı vaziyet alması gösteriyor ki; zevalsiz daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, san’atlarıdır. Hem en büyük bir şeyin en küçük bir şey gibi tanzim, idare ve tebdil edip değiştirilmesi kudretli, haşmetli birtek zâtın icraatı olduğunu gösteriyor.)

Arkadaş! Hayat, Hâlık’ın ehadiyetine bürhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir. Evet nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsin ziya ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi; o kabarcık gibi şeffaflar ölüp, söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziya ve timsallerini gösterdiklerinden, şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuaat, celevat ve timsallerin bir Şems-i Vâhid’in eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar, vücudlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delalet ediyorlar.

Kezalik mevcudat, vücuduyla Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsül ile yerlerine gelen emsali, Sâni’in ezelî ve ebedî vâhidiyetine şehadet ediyorlar.

Evet leyl ve neharın ihtilafı, fusul-i erbaanın tahavvülü ve unsurların tebeddülü hengâmlarında meydana çıkan şu güzel mevcudat ve bu latîf masnuatta devamla cereyan eden mübadele ve devr ü teslim muamelesi kat’î bir şehadetle, sermedî, âlî, daim-üt tecelli bir Sahib-i Cemal’in vücuduna ve bekasına ve vahdetine şehadet eden kat’î bir bürhandır.

Ve keza senevî inkılablarda, müsebbebat ile esbabın birlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikte iadeleri, esbabın da müsebbebat gibi âciz masnu ve mahluklardan olduğuna delalet ettiği gibi; bu masnuat ve mevcudatın, bir Zât-ı Vâhid’in müteceddid bir san’atı olduğuna da şehadet eder.

ONÜÇÜNCÜ LEM’A: Arkadaş! Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadar her şey, zâtında, hakikatında sabit olan “acz ve fakr”ın lisan-ı haliyle Sâni’in vücub-u vücudunu ilân eder.

Ve keza acziyle beraber, nizam-ı umumînin bozulmaması için, hâmil bulunduğu acib ve mühim vazifeler cihetiyle Sâni’in vahdetine delalet eder. Binaenaleyh Sâni’in vâcib ve vâhid olduğuna her şeyde iki şahid olduğu gibi, Hâlık’ın Ehad u Samed olduğuna da her bir zîhayatta iki âyet vardır. (*)

(Dördüncü Lem’ada geçtiği gibi: Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni’a iki şahid-i sadık daha var.

  1. Birisi; herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor
  2. Ve cümudiyeti ile beraber bir şuur-u küllî gösteren intizamperverane nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder.

Demek herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder. Sözler 298)

ONDÖRDÜNCÜ LEM’A:

(18. Pencere: Eser, fiil, isim, vasıf, şen, zat’a şehadet eder.)

Arkadaş! Mevcudat, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettiği gibi, celalî, cemalî, kemalî olan cemi’ sıfâtına da delalet etmekle Hâlık’ın zâtında naks ve kusur olmadığını ve şuunatında, sıfâtında ve esmasında ve ef’alinde de naks ve kusur bulunmadığını ilân ediyor.

Zira, eserin kemali bilmüşahede fiilin kemaline, fiilin kemali bilbedahe ismin kemaline, ismin kemali bizzarure sıfatın kemaline, sıfatın kemali hads-i yakînle şuunatın kemaline delalet eder. Şe’nin kemali ise, hakkalyakîn bir suretle Zâtın kemalini gösterir.

Binaenaleyh bir kasrın ve bir sarayın nukuş ve tezyinatındaki mükemmeliyet, sâni’ ve mühendisin yaptıkları o nakışlar üstünde ve tezyinat altında görünen ef’alin mükemmeliyetine delalet eder.

Ef’alin mükemmeliyeti dahi, o Sâni’in taktığı isim ve lakabların mükemmeliyetini gösterir. Esmanın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetine delalet eder. Sıfâtın mükemmeliyeti, şuunatın mükemmeliyetini tasrih eder. Şuunatın mükemmeliyeti dahi o nakkaşın mükemmeliyet-i zâtına delalet eder.

Kezalik kâinatta görünen âsârın kemali, hadsî bir müşahede ile ef’alin mükemmeliyetine, ef’alin kemali de fâilin kemal-i esmasına, esmanın kemali sıfâtın kemaline, sıfâtın kemali şuunat-ı zâtiyenin kemaline, şuunatın kemali Zât-ı Zülcelal’in kemaline delalet eder.

Reşhalar

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

TENBİH

Hâlık-ı Âlem’i bize tarif ve ilân eden deliller ve bürhanlar, lâyüadd ve lâyuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür:

Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu “kitab-ı kebir-i kâinat”tır. (Mesnevi-i Nuriye’nin Arabî onüç lem’ası Türkçe Risale-i Nur’un Yirmiikinci Sözü ile aynı mealdedir. Yirmiikinci Sözde cüz’de cüz’îde, küllde küllîde, küll-i âlemde, ferdde nevde, hayatta, zîhayatta, ihyada, Resul-i Ekrem’in Aleyhissalâtü Vesselâm ve Furkan-ı Ahkem’in tasdikiyle tevhidi hakiki gösteriliyor. Bürhan-ı lisan-ı hali)

İkincisi: Bu kitabın âyet-ül kübrası ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. (Bütün âyetler onunla tanındığı için kitab-ı kebirin ayet-ül kübrası olmuştur. Bürhan-ı nâtıkî)

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlukata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’an’dır. (Kur’an-ı Azîmüşşan Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bazan bir harfte ve takdim – te’hir, tarif – tenkir ve hazf – zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder. Sözler 455 Bütün âyetlerin yazıya dökülmüş halidir. Bürhan-ı kelami)

(Dördüncü Bürhan: Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Mesnevi-i Nuriye 254)

(Beşinci büyük, küllî muarrif: Herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuaatı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz. Şualar 144)

Şimdi, birkaç reşha zımnında ikinci bürhanı tariften sonra sözlerini dinleyeceğiz.

BİRİNCİ REŞHA:

(Şahsiyet-i Manevîyyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.)

Arkadaş! Hâlıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye mâlik,

(Müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Sözler – 165)

(Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin a’zâlarıyız.. Enbiya ve evliya hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) şahs-ı manevîsinin a’zâlarıdır.

Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. Enbiya ve evliya hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) fabrikasının çarklarıdır.

Ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Enbiya ve evliya hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) sefinesinde çalışan birer hademedir. Lem’alar – 161)

bürhan-ı nâtık dediğimiz “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?” diye yapılan suale cevaben deriz ki:

Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttır ki, azamet-i maneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın Mescid-i Aksa’sıdır.

(Peygamber’in ASM şahs-ı manevisinin dersi ile ve hizmetinin neticesinde sadece insanlar değil bütün Sath-ı Arzdaki mahlûkat O Zâtın (ASM) arkasında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder bir vaziyet alıyor.)

Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, (Bütün akılları, kalbleri, duyguları bir noktaya tevcih ettiriyor. Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Mektubat 263) 

Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemalidir. (Bütün akıllara, kalblere, hissiyatlara tek bir noktadan hakaiki en yüksek, en geniş bir seviyede ders veriyor.)

Cemaat-ı mü’minîne en son ve en âlî imam (Bütün ehl-i iman, hem esasatı hem füruatı hem güzel ahlakın düsturlarını ondan öğrenmiş.)

ve nev’-i beşerin hatib-i şehîridir; (Minberden muhtelif, tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî-Âdeme hitab ediyor, ders veriyor. Sözler 395)

saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünki dini bütün dinlerin esasatına câmi’dir. (Ondokuzuncu Mektub Ondokuzuncu Nükteli İşaret İkinci Esas: Hem o delil-i sadık ve musaddak, madem umum enbiyanın fevkinde binler mu’cizat ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cinn ü inse şamil bir davet sahibi olduğundan, elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise, umum enbiyanın mu’cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmi’dir. Demek bütün enbiyanın kuvvet-i icma’ı ve mu’cizatlarının şehadeti, onun sıdk u hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. Mektubat 192)

Ve bütün evliyanın başıdır. Şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor. (Ondokuzuncu Mektub Ondokuzuncu Nükteli İşaret İkinci Esas: Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatıyla kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icma’kârane tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmi’dir. Çünki onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikatı bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icma’ları, o mukaddes üstadlarının sıdk u hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder. Mektubat 192)

O zât (A.S.M.) öyle bir kutub ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiya u ahyar, ebrar u sadıkîn onun kelimesine müttefik ve kelâm-ı nutkuyla nâtıktırlar. (Hak ve hakikatın serzakiri)

Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyanın esasat-ı semaviyesidir. Dal ve budakları, evliyanın maarif-i ilhamiyesidir.

(Peygamberler’in köke teşbih edilmesi çektikleri zorluklara bir işarettir. Kökler, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Lem’alar 124)

Bu itibarla, herhangi bir davayı iddia etmiş ise, bütün enbiya mu’cizelerine istinaden (Mu’cizeleri iki kısımdır. Mu’cizat-ı bahire hissi olan mucizlerdir. Hissedilebilen görülen mu’cizeler; şakk-ı kamer veya on parmağından su akması gibi.. Mucizatı zahire; kudret mucizesi olan eşyanın hakikatının ne olduğunun Peygamberlerin dersleri ile anlaşılması, beşerin tüm akılları toplansa eşyanın hakikatına ulaşmakta aciz kalmaları sonucu görünen mu’cizelerdir.)

ve bütün evliya kerametlerine müsteniden ona şehadet etmişlerdir. (Keramet iki kısımdır. Keramet-i kevniye; adat-ı beşeriye fevkinde harikulade hallerdir. Keramet-i ilmiye hak ve hakikatın kıl kadar şüphe kalmayacak derecede talim edilmesidir.)

Evet bütün davalarının tasdiklerini iş’ar eden, bütün kâmillerin hâtem ve mühürleri vardır. Ezcümle:

O zâtın (A.S.M.) davalarından biri “Tevhid”dir. Bu davayı tasrih ve ifade eden لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ kelime-i mübarekesidir.

(İmam-ı A’zam demiş: “Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir.” Mektubat 341 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, “Lâ ilahe illallah” kelâmıdır.” Şualar 9

Hz. Musa ile hitabdan sonra, gelecek peygambere hitaben şöyle diyor:

يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا وَحِرْزًا ِلْلاُمِّيِّينَ اَنْتَ عَبْدِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ صَخَّابٍ فِى اْلاَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰهُ حَتَّى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰه

Mektubat 166

Hazret-i Ömer, İslâmiyetten evvel saneme kesilen bir kurbandan böyle işitmiş:

 يَا آلَ الذَّبِيحِ اَمْرٌ نَجِيحٌ رَجُلٌ فَصِيحٌ يَقُولُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰه

Mektubat 176)

O zâtın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-ü iman ve vird-i zeban etmişlerdir. Demek, o davanın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itminan ve iz’anları hasıl olmuş ki, zaman ve mekâna şamil bir tarzda, o kelime-i mübareke, meşrebleri, meslekleri, an’aneleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevlevîler gibi semavî deveran ve cevelan ediyor.

Binaenaleyh gayr-ı mütenahî şahidlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiçbir vehmin haddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin!

İKİNCİ REŞHA:

(Delail-i âfâkıye denilen haricî deliller risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zâtına ait harici deliller dört tanedir.)

Arkadaş! Tevhidi isbat ve nev’-i beşeri irşad eden o nuranî bürhan; biri sağında, diğeri solunda, biri mütevatir, diğeri mecma-i aleyh bulunan nübüvvet ve velayetle mücehhezdir.

Ve aynı zamanda, irhasat denilen kabl-en nübüvvet kendisinden zuhur eden hârika hallerin rumuzatıyla (İrhasat” denilen nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden hârikulâde hallerdir. Mektubat – 91 Doğumu öncesi, doğumu anı ve nübüvvetine kadar zuhur eden harikulade hallerdir.)

ve kütüb-ü semaviyenin beşaratıyla {(Haşiye): Hüseyin-i Cisrî (Suriyeli bir alim) “Risale-i Hamîdiye”sinde yüzondört işaratı, o kitablardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış.}

ve hevatif denilen -gaybdan verilen- tebşirat-ı müteaddide ile musaddaktır. (Hâtif Risale-i Nurda hem cin, hemde ruhani manasını ifade eder. (“Hâtif” denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın geleceğini mükerreren haber vermişler. Mektubat – 175) (Onbeşinci Şua da risalet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) gaybî haber veren ve sözleri işitilen ve şahısları görünmeyen hâtif denilen ruhanîler.. denilmiştir. Şualar 629)

Ve keza o bürhan-ı nuranîden zuhur eden inşikak-ı Kamer, parmaklarından fışkıran sular, ağaçların onun davetine icabetleri, duasının akabinde yağmurun nüzulü, pek az bir yemekten çokların yiyip doymaları ve kurt, ceylan, deve, taş ve sairenin konuşmaları gibi mu’cizelerinin delalet ve şehadetiyle tasdik edilmiş bir zâttır. (A.S.M.) (Kesret, keyfiyet ve her nevde mu’cize göstermiş olması Peygamberimizin ASM diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu gösterir.)

Ve keza dünya ve âhiret saadetlerini temine kâfil ve kâfi olan şeriatı, nübüvvetini tasdik ve isbata kâfidir. Geçen derslerde, şems-i şeriatından bazı şuaları gördük. Tatvil-i kelâmı mûcib tekrarları lâzım değildir. (Şeriat, hem din hem de ahkâm demektir.)

ÜÇÜNCÜ REŞHA:

(Delail-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sabit delil ve işaretler risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zâtına ait enfüsî deliller altı tanedir.)

Arkadaş! O zât (A.S.M.), delail-i âfâkıye denilen haricî deliller ile musaddak olduğu gibi, delail-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sabit delil ve işaretler ile dahi musaddaktır. Çünki O zât şems gibidir; zâtını zâtı ile ziyalandırarak gösterir. Meselâ: Bütün ahlâk-ı hamîdenin en yüksekleri o zâtta içtima etmiş olduğuna bütün âlem şehadet ediyor. (Ahlâk-ı hamîdesinin vazife başında ki haline seciye diyoruz. Ahlâk-ı hamîdesinin ümmetine dini talim ederken irşad vaziyetine haslet diyoruz. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde, en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymetdar ve makbul hasletleri bulunuyor; elbette o zât, mevcudattaki kemalâtın ve ahlâk-ı âliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyle ise, zâtında ve vazifesinde ve dininde şu kemalât ise; hakkaniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz. Mektubat 192)

Ve keza en nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri câmi’ bir şahsiyet-i maneviye sahibi olduğuna icma vardır. Ve keza o zâtın en yüksek derecede bulunan zühd ve takva ve ubudiyeti şehadetleriyle mâlik olduğu kuvvet-i imaniye ile musaddaktır. Ve keza siyer-i Nebeviyenin şehadetiyle derece-i vüsuku (Nihayet vüsukunu gösteren)

ve kemal-i ciddiyet (Ciddi bir insan rüzgarın önündeki yaprak gibi değildir. Yani rüzgar nerden eserse oraya gitmekle eğilmez, bükülmez. Esen rüzgar farklılık gösterir. Nefsin, hevanın, hadisatın rüzgarları gibi ama ciddi insan, bunlar karşısında eğilmez, bükülmez. Hakikatın iktizasına göre dimdik durur. Zira imanın kuvveti lakaydlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkimdir. 22. Lem’a 169)

ve metaneti (Dağların metanetinde olmak yani maniler ve zorluklar karşısında yıkılmamak ve meşakkatlere karşı dayanmak gibi.)

ve bütün işlerinde ve harekâtında kuvvet-i emniyeti, (Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. İşarat-ül İ’caz – 107) 

hakka mütemessik ve hakikate sâlik olduğunu tasdik eden kat’î delillerdir. Evet yaprakların yeşilliği, çiçeklerin taravet ve güzelliği ve semerelerin tazeliği; ağacın canlı, hayatlı, hayy olduğuna sadık şahiddirler.

DÖRDÜNCÜ REŞHA:

(Risalet’e ait vazifeleri hakkıyla yerine getirmesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Üç müşkil ve müdhiş sual-i azîme mukni ve makbul cevab vermesi vazifelerine bir misaldir.)

Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahâza, لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ düsturuna ittibaen, şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekân ile, hayalen Ceziret-ül Arab’a gidelim ve Medine-i Münevvere’de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev’-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzât görüp, sözlerini dinlemeliyiz.

İşte hayalen oraya gittik. Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle (Sadece suret itibari ile bir güzellik değil belki hakikatın iktiza ettiği hal ve davranışlarda bulunmanın getirdiği bir suret davranış güzelliğini de düşünebiliriz.)

hüsn-ü sîreti cem’eden (Hüsn-ü sîreti konunun akışına göre düşündüğümüzde Esmanın iktiza ettiği hakikatı en güzel anlamanın hüsnü diyebiliriz. Adalet nezafetin iktisat gibi)

o Mürşid-i Umumî, o Hatib-i Kudsî cevahir dolu bir kitab-ı mu’ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a’lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün benî-Âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-i âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev’-i beşere “Siz kimlersiniz? (Kainat canibinden bakarsak hakaik-i kevniyenin anlaşılması ile kainatta eşyanın birbirine münasebeti ve mevcudatın vazifelerinin ne olduğu sırrı anlaşılıyor. Otuzuncu Sözde necisin yani zerrattan mürekkeb kâinatın hakikatı ve mevcudatın vazifesinin ne olduğunun izahatı yapılmıştır.)

Nereden geliyorsunuz? (Cenab-ı Hakk canibinden bakarsak hakaik-i İlahiyyenin anlaşılması ile hilkat-ı âlemin sırrı anlaşılıp kâinatın yaratılma maksadı ortaya çıkıyor. Yirmidördüncü Mektubda nereden geliyorsun yani yaratılmanın yaratıcı canibinden maksadı ne olduğuna izahatı yapılmıştır.)

Nereye gidiyorsunuz?” (Sırr-ı netaic-i kâinat ise hakaik-i uhreviye ile anlaşılır. Yirmidokuzuncu Sözde nereye gidiyorsun sualinin izahatı yapılmıştır.)

diye îrad ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevab veriyor.

BEŞİNCİ REŞHA:

(Neşrettiği hakikatın nuruyla, hakkın ziyasıyla ile kâinata, mevcudata, camidata ve bütün zevil-hayata, harekâta, tenevvüata, tegayyürata (hulasa eşya ve hadisata) bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görüldüğü gibi o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla insana bakıldığında insan bütün mahlukat üstüne çıkıp bir halife-i zemin olduğu gibi mazi ve istikbal dahi nuranî bir vaziyet almasıylada risaletinin hakkaniyeti görülür.)

Arkadaş! Şu zât-ı nuranî (A.S.M.), mürşid-i imanî, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bak nasıl neşrettiği hakikatın nuruyla, hakkın ziyasıyla, nev’-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılab ile âlemin şeklini değiştirerek nuranî bir şekle sokmuştur. Evet o zâtın nuranî gözlüğüyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir matem-i umumî içinde görünecekti. (Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Sözler 16) 

Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi (hiçbir ortak noktası olmayan mevcudat birbirine ecnebive düşman (hiçbir ortak noktası olmayan mevcudat birbirine zarar da veriyorsa düşman vaziyeti alıyor.durumunda bulunacaktı. Cemadat, birer cenaze suretini gösterecekti. (Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler. Sözler 17)

Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vaveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tegayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhâssa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.

İşte, O Zât’ın telkin ettiği iman nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir.

Evet kâinat iman nuruyla matem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telakki edilen mevcudat, birbirine ahbab (ortak noktası az olana ahbab) ve kardeş (ortak noktası çok olana kardeş) olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemadat, ünsiyetli birer hayatdar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtını nâtık birer müsahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekki ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Hâlık’ına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, (küre-i arzı aynı anda, aynı kanunla bir senede yirmidört bin senelik bir dairede yine bir meczub mevlevî misillü gezdirmesindeki harekât) tenevvüat, tegayyürat (Hidrojen ve oksijen birleşmesinden suyun yaratılması tegayyürat) ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. (Abes değil hikmetli bir sahife-i âyât-ı tekviniye) Rabbanî mektublar, (Manasız değil manidar bir mektubat-ı Rabbaniye) âyât-ı tekviniyeye sahifeler, esma-i İlahiyeye âyineler suretine inkılab ederler. (Tesadüfî değil birer meraya-yı esma-i İlahiye)

Hülâsa: İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki: “Hikmet-i Samedaniye Kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; za’fının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuaıyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilafet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanın ziyasıyla ziyadar ve nuranî görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur’anın ziyasıyla tenevvür eder. Cennet’in bostanları şekline girer. Buna binaen, O zât-ı nuranî olmasa idi kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.

Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i hârika lâzımdır. “Eğer bu zât (A.S.M.) olmasa idi kâinat da olmazdı.” mealinde, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ olan hadîs-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor.

(Hem meselâ: لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ beyanında “Bu hitab zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata raci’dir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünki küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. Emirdağ Lahikası-1 175 )

ALTINCI REŞHA:

(Ubudiyet ve Risalet cihetiyle bakıldığında görülen hakikatlar risaletinin hakkaniyetine bir delildir.)

Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zât,

  1. kâinatın kemalâtını keşfeden canlı bir güneştir.
  2. Saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor.
  3. Nihayetsiz rahmeti keşfetmiş, ilân ediyor.
  4. Saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı
  5. ve esma-i İlahiyenin gizli definelerinin keşşafıdır.

(Yani yukarıda geçen dört vazifeyi insan ne kadar yerine getirebilir ise o nisbette ubudiyeti kâmile sahibi olur.)

Evet! O Zât (A.S.M.) vazifesi itibariyle,

  1. hakkın bürhanı, (Cenab-ı Hakkın tek başına bir bürhanı)
  2. hakikatın ziyası, (Hakikat-ı İlahiye, kevniyye ve uhreviyeyi gösteren bir ziya.)
  3. hidayetin güneşi, (Hidayetin dört esası vardır. En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak bilmek kuvvetli delillerini anlamak, hakkın güzel neticelerini görüp imtisal etmek, bâtılı bâtıl görüp delillerini anlamak, bâtılın çirkin neticelerini görüp ictinab etmektir. İşarat-ül İ’caz 22)
  4. saadetin vesilesidir. (Hakkın hakikatın neticesi maddi ve manevi saadettir.)

Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle,

  1. muhabbet-i Rahmaniyenin misali, (Öyle bir saadet-i ebediyeden haber vermiş ve müjde etmiş ki misal-i muhabbet olmuş.)
  2. rahmet-i Rabbaniyenin timsali, (Öyle bir rahmet-i bînihayeyi keşf edip ve ilân etmiş ki bir timsal-i rahmet olmuş.)
  3. hakikat-ı insaniyenin şerefi, (Öyle bir saltanat-ı rububiyetin mehasinine dellâl ve seyirci olmuş ki bir şeref-i insaniyeti kazanmış.)
  4. şecere-i hilkatin en kıymetdar ve kıymetli bahadar bir semeresidir.  (Öyle bir künuz-u esma-i İlahiyeyi keşf edip göstermiş ki en nurani bir semere-i şecere-i hilkat olmuş.)

Tebliğ ettiği dini de hârika bir sür’atle şark ve garbı ihata etmiş, nev’-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zâtın davalarında, nefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkân var mıdır?

YEDİNCİ REŞHA:

(Muhtelif akvamın akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini fetih ve teshir edip def’aten devlet kurması, diğer devletlere galib getirmesi ve manevi hizmetlerinin neticesi olarak maddî ve manevî hâkimiyet ile bir saltanat kurması, bir şahs-ı manevi oluşturması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.)

Arkadaş! O zâtı harekete getirip o inkılabları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet bilhâssa Ceziret-ül Arab’da yaptığı inkılab ve icraata bak!..

O sahralarda, o çöllerde,

  1. âdetlerini muhafazada çok mutaassıb
  2. ve asabiyetlerinde fevkalâde inadcı
  3. ve kasavet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi

kavimler oturmakta idiler. O zât-ı nuranî kısa bir zamanda o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerini kaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ o zât-ı mürşidin (A.S.M.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşi insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. O zâtın (A.S.M.) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celbetmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.

(Âlemce malûmdur ki,

  • Devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir.
  • Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır.

Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî manevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği değil midir?    

  • Üçüncü Nükte: Evet kahr u cebr ile zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük hârika olmakla- ancak nübüvvetin hâssalarından olabilir.    
  • Dördüncü Nükte: Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.

Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, (Hürriyet-i kelâma serbestî vermek yani Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam kendisi hak ve hakikatı bildiği ve ilan ettiği gibi insanlarında fikirlerini söylemelerine müsaade ediyor. Böylece onların manevi yaralarını teşhis edip tedavi edebilmiştir.) ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir.   

Evet asr-ı saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-%B