Fihriste-i Mektubat

FİHRİSTE-İ MEKTUBAT

BİRİNCİ MEKTUB: 5

(Birinci Sual de hayatın tabakaları üzerine durulmuş, ikinci sualde hayatın beşinci tabakası olan kabir hayatının başlangıcı olan ölümün halk edilmesi ve nimetiyet ciheti üzerine durulmuş, Üçüncü Sualde ölümün iki neticesi olan cennet ve cehennemim isbatı yapılmış, cennetin isbatı manayı münafi olarak cehennemin isbatı ile yapılmış. Dördüncü Sualde ise insanı cennete ve cehenneme götüren yolun izahatı yapılmıştır. Aşk-ı mecazî insanı cehenneme götürürken aşk-ı hakikî ise cennete götüren bir yoldur.)

Dört sualin cevabıdır.

Birinci Sual:

Hazret-i Hızır’ın hayatı hakkında ve o münasebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni’ bir tarzda beyan eder.

Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ülema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevab: Hayattadır, fakat meratib-i hayat beştir.

Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.

İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın hayatlarıdır ki, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilir ve beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir.

Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder.

Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Onlar kendilerini ölmemiş ve daha iyi bir âleme gitmiş biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar.

Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İ’dam ve adem ve fena değildir. Ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri bu tabakat-ı hayatiyeyi isbat etmiştir.

   İkinci Sual:

 اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ âyetindeki mevti, nimet suretinde ve mahluk olduğunun sırrını gayet güzel bir surette isbat eder ki, mevt dahi hayat gibi bir nimet ve hayat gibi mahluktur.

Sual: Mevt, nasıl mahlûk ve nimet olabilir?

Elcevab: Mevtin mahluk olması; nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Mevt; elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, Âlem-i Berzah’ta, elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir.

Amma mevt, nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz:

Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah’ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırabsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbub-u Bâki’nin daire-i rahmetine girmektir.

Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir.

Dördüncüsü: Musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.

Üçüncü Sual:

“Cehennem nerededir?” cevabında, gayet makul bir surette yerini beyan eder ve gösterir. Cehennem-i Suğra ve Kübra’yı tefrik edip, fennî bir tarzda ve mantıkî bir surette isbat etmekle beraber; âhirinde gayet muhteşem ve parlak bir surette, azamet ve rububiyet-i İlahiyenin bir sırr-ı azîmini ve Cehennem-i Kübra’nın bir hikmet-i hilkatini gösterdiği gibi; Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatin iki meyvesi ve silsile-i kâinatın iki neticesi ve seyl-i şuunatın ve mahsulât-ı maneviye-i Arziyenin iki mahzeni, lütuf ve kahrın iki tecelligâhı olduğunu gösterir.

Elcevab: Cehennem ikidir: Biri suğra, biri kübradır. Cehennem-i Suğra yerin altında, yani merkezindedir. Cehennem-i Kübra ise Arz’ın hareket-i seneviyesiyle ileride mecma-ı haşir olacak meydanın altındadır.

“Cehennem sonradan halkedilecektir.” denilmesi görülmediğinden ve hâl-i hazırda tamamıyla inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasib bir tarzda inkişaf etmediğindendir.

Fakat bazı rivayatın işaratıyla ve ism-i Hakîm’in nuruyla bakıldığında âhiretteki Cennet ve Cehennemin bu dünyamızla münasebetdar olduğu görülür.

Amma Cennet ve Cehennem’in vücudları ise, Onuncu ve Yirmisekizinci ve Yirmidokuzuncu Sözler’de gayet kat’î bir surette isbat edilmiştir.

Dördüncü Sual’in cevabında;

mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, koca dünyaya karşı insanın aşk-ı mecazîsi dahi, sırr-ı iman ile makbul bir aşk-ı hakikîye inkılab edebildiğini gayet güzel ve mukni’ bir surette isbat eder.

Sual: Ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?

Elcevab: Evet. Amma şartları vardır.

  • Kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmeyerek, zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse,
  • Bâki bir mahbub arasa,
  • Dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa,

O gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar.  Yoksa nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususî kararsız dünyasını, aynı umumî dünya gibi sabit bilip, kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. Şu hakikatı tenvir için endam aynası temsili verilmiştir.

İKİNCİ MEKTUB: 13

(Kalben dünyayı sevmemenin bir alameti maddi manevi her şeyden istiğna etmek olduğundan Üstadımız hayatı ile Kalben dünyayı sevmediğini isbatlamış oluyor. İstiğna Nübüvvet mesleği olduğu gibi velayet-i kübra mesleğinde gidenlerinde bir hassası olmuştur.)

Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeble beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

Bu İkinci Mektub İstiğna düsturuna dair altı sebebdir.

Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Biz ücreimizi Allahi’tan bekleriz. Ve insanlarda ücret istemeyenlere ittiba ederler.

Üçüncüsü: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzım iken ya veren gafildir; kendi namına verir, ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikî’ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad hazinesini insanlardan ahz-ı mal edip kapatmamak için insanlardan istiğna etmek gerekir.

Beşincisi: Üç kısımdır.

  1. Gayrın malını almamağa manen bir emir ve almaktan bir nehiy olduğu için,
  2. Hatırlarını sayıp çok haklarımdan mahrum kalmamak için istemiyorum.
  3. Tasannu’ ve temelluktan kurtulmak ve minnet altında kalmamak için insanlardan istiğna etmek gerekir.

Altıncısı ve istiğna sebebinin en mühimmi: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.” Öyle ise eğer hâşâ ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

    ÜÇÜNCÜ MEKTUB: 15

(Nübüvvet mesleğini esas alıp velayet-i kübrada giden Üstadımıza halinin nasıl olduğu sorulduğunda tazyikatın altında ezilmeyip kâinata yaratılış maksadına göre bakarak tefekkür ettiği binler hakikatlardan biri dört nükte içinde gösterilmiştir.)

فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ َالْجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ve yeminindeki ulvî bir nur-u i’cazîyi ve (Kainat kitabının büyük ayetleri olan yıldızların üzerindeki ibret levhalarını okumayı ayet emrediyor.

İnsanlık âlemini yıldızların vaziyetine teşbih ettiğimizde mütevatiren nev’-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları hükmünde olan peygamberler, evliyalar ve asfiyalar fetret asrının karanlığında etrafa nur saçtıkları gibi gün ağarmadan evvel yarı fetret asrında da görünmüşlerdir.)

 وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ âyetinin teşbihindeki parlak bir lem’a-i i’caziyeyi ve (Kuranın lisanında kainat saraya, ağaca, memlekete teşbih edilmiştir.)

 هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا âyetinde, Küre-i Arz’ı, feza-yı kâinatta yüzen bir sefine-i Rabbaniye olduğunu gösteren parlak bir hakikatı tasvir ederek, Küre-i Arz’dan Cehennem’e göçmek için ehl-i dalaletin seyahatini ve (Küre-i Arz’ın insana musahhar bir binek kılınması ile maddi manevi mahsulatın temin edilmesi mümkün olmuştur. Manevi mahsulat insanların amelleri iken, maddi mahsulat ise cehennem ehlinin küre-i arz ile cehenneme taşınması düşünülebilir.)

Bütün eşya bir tek zâta isnad edilse, vücub derecesinde sühulet ve kolaylık olduğunu; eşyanın icadı müteaddid esbablara isnad edilse, imtina’ derecesinde bir suubet ve müşkilât olduğunu gayet güzel ve mukni’ ve muhtasar bir surette beyanıyla iki nükte-i mühimme-i i’caziyeyi tefsir eder.

Üçüncü Mektub malum talebesinin Üstadın hissiyatına hissedar olmak arzusuna binaen yazılmıştır. Üstadın bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne bakarken gördüğü Kur’an-ı Hakîm’in nur-u i’cazından parlak bir sırr-ı belâgatı dört cihette gösteriyor.

Birincisi: Seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden gayet âlî bir nakş-ı san’at ve

âlî bir levha-i ibret, nazar-ı temaşaya gösteriyor.

İkincisi: Kamer’e baktım. âyetinin gayet parlak bir nur-u i’cazı ifade ettiğini gördüm.

Üçüncüsü: Zeminin müsahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret eden ayetten hatıra gelen bir mana ders veriliyor.

Dördüncüsü: Küre-i Arzın az bir masrafla çok ve büyük ve garib ve acib, âlî ve gâlî işler görmesinden hatıra gelen iki nükte-i imaniye ders verilmiştir.

Hatıra gelen birinci nükte: Ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennemin haşir meydanına geliş keyfiyetleri ders veriliyor.

Hatıra gelen ikinci nükte: Vahdette nihayetsiz sühulet ve kesrette nihayetsiz suubet bulunmasıdır.

DÖRDÜNCÜ MEKTUB: 19

(Kudsi hikmeti ders alan Üstadımız, Risale-i Nur’un Onikinci Söz gibi risalelerinde hikmet-i kudsiyeyi ders vermiştir. Risale-i Nur’un hikmet-i kusiyeye mazhar olduğu Birinci Şua’ın Onikinci ayetinde izahatı yapılmıştır.)

  وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا âyetinin bir sırrı, Risale-i Nur hakkında tecelli ettiğini beyan eder.

  Hem: (Kudsi hikmeti ders veren Risale-i Nur ile diğer hak mesleklerin farkı nazara veriliyor. Risale-i Nur mesleği eşyayı unutmak değil eşya ile kâinatın yaradanına bakmaktır.)

  “Der Tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:

  Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk”

düsturuna mukabil, acz-mendî tarîkında pek mühim bir düsturu beyan eder.

  Hem (Kudsi hikmeti ders veren Risale-i Nur’un yıldızların vaziyetine nasıl baktığı izah edilmiştir.)

 اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا âyetinin bir sırrını; şiire benzer fakat şiir olmayan, muntazam fakat manzum olmayan, gayet parlak fakat hayal olmayan, yıldızları konuşturan bir yıldızname ile tefsir eder.

  BEŞİNCİ MEKTUB: 22

(Kudsi hikmet ile kâinata bakmak mesleği, velayeti kübranın bir esası olduğu Beşinci Mektub da gösterilmektedir. Velayet-i kübra mesleği ise diğer mesleklerin neticesi olan velayet-i suğradan daha yüksektir.)

  Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkata mensub bazı zâtların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek, hakaik-i imaniyenin neşrinde tenbellik ve lâkaydlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış. Ve velayetin üç kısmını beyan edip, en mühim tarîkat olan velayet-i kübra, sırr-ı verasetle Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ve neşr-i hakaik-i imaniyede ihtimam olduğunu isbat eder. Ve tarîkatların en mühim gayesi ve faidesi ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imaniye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.

  ALTINCI MEKTUB: 24

(Beşeriyet âleminde en nurlu sahifeler gurbetin neticesinde elde edilen acz ve fakrını anlamakla elde edilir. Bu ise hikmet-i kudsiye ile kâinata bakıldığı gibi hadisata da bakmakla mümkün olabilir.  Mevlana Hazretleri bu Kudsi hikmet dersini kendi lisanı ile farisi olarak beyan etmiştir.)

  حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ٭ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ âyetlerinin bir sırrını, birbiri içinde hissedilmiş beş nevi hazîn gurbetler zulmetinde nur-u iman ve feyz-i Kur’an ve lütf-u Rahman’dan gelen bir nur-u tesellinin beyanıyla o sırrı tefsir ediyor. Bu mektub en katı kalbi de ağlattıracak derecede rikkatlidir. Ve en me’yus ve mükedder kalbi dahi ferahlandıracak derecede nurludur.

(Sema mutlak fena içinde beka zevkini tatmaktır demiştir.)

  YEDİNCİ MEKTUB: 27

(Velayet-i kübra mesleğinde hadisata bakmanın ölçüsüne bir misal olarak çok evlilik hadisatının arkasındaki hikmetler gösterilerek ders verilmiştir.)

  Münafıkların ittihamından beraet-i Nebeviye hakkında gelen

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيِّينَ ٭ فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لاَ يَكُونُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِى اَزْوَاجِ اَدْعِيَائِهِمْ

âyetlerinin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Bu risalede iki kısım hakikat anlatılmıştır.

Birincisi: “Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kesret-i tezevvücünün hikmeti: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kesret-i izdivacı nefsanî olmadığını; belki akval ve ef’ali gibi, ahval ve etvarından tezahür eden ahkâm-ı şeriata vasıta olmak için hususî dairesinde ziyade şakirdleri bulunmasıdır.

İkincisi: Hazret-i Zeyneb ile tezevvücünün hikmetini Yirmibeşinci Söz’ün Birinci Şu’lesinin Üçüncü Şuaında ders verilen âyetle insanların tabakatına göre birtek âyet, müteaddid vücuhlarla, herbir tabakanın fehmine göre bir mana ifade ettiğini izah ediyor.

Ve Hazret-i Zeyneb’i tezevvücü, sırf bir emr-i İlahî ve kader-i Rabbanî ile olduğunu beyan ediyor. Eski zaman münafıkları gibi, yeni zaman zındıklarının tenkidlerini kat’î bir surette kırıyor.

Birinci bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Şahsiyet: Her insanın hayat-ı içtimaiyede farklı şahsiyetleri olduğunu ders vermektir. Peygamber ASM size risalet şahsiyeti ile hakkı tebliğ ederken beşeriyet itibariyle sizlerden birisi ile evlenebilir.

İkinci bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Şefkat: Efkâr-ı âmmede, Ümmetin şefkatli Peygambere bakış açısını düzeltiyor. Şöyle ki Peygamber ümmetine pederane şefkat eder. Ama ümmeti onun hakiki evladı değildir.

Üçüncü bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Peygamberin Şefkatini su-i istimal ederek namazımız kılınmış demeyin.

Dördüncü bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: İhbar-ı gaybi olarak erkek evladlarının hayatta kalmayacağını haber veriyor.

  SEKİZİNCİ MEKTUB: 30

(Velayet-i kübra mesleğinde hadisata bakmanın ölçüsüne bir misal olarak Yakub’un AS Yusuf AS olan şefkati gösterilmiştir. Çok şefkatli olan Yakub’un AS kıssası ile şefkatin keskin, geniş ve halis olduğu hakikatı ders verilmiştir. Yakub’a AS hadisatı tevil etmek ilmi, Yusuf’a AS rüyayı tabir etmek ilmi mu’cize olarak verilmiştir.)

  فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ diyen Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’a karşı hissiyatı aşk olmadığını, belki ulvî bir mertebe-i şefkat olduğunu ve şefkat aşktan çok yüksek ve keskin bulunduğunu ve ism-i Rahman ve ism-i Rahîm’in vesilesi şefkattir diye beyan ederek بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in güzel bir sırrını, فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ in parlak bir nüktesini tefsir ediyor.

Sekizinci Mektub Rahman ve Rahîm isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek derecede nurlu ve kuvvetlidir. Ve bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır.

Şu mes’ele münasebetiyle Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı şedid ve parlak hissiyatının muhabbet ve aşk değil belki şefkat olduğunun izahatı yapılmıştır. Çünkü

  • Şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır.
  • Hem şefkat pek geniştir.
  • Hem şefkat hâlistir.
  • En son olarak âyetin işaret ettiği ince bir manada vardır ki O da şefkatin artması ile şefkat duyulan mahlûkata karşı elinden bir şey gelememekten dolayı çekilecek bir azabta vardır. Bunun çare-i yegânesi Rahmet edenlerin en merhametlisi olan Allah’ın hayırlı muhafazasına işini bırakmaktır.

  DOKUZUNCU MEKTUB: 32

(Velayet-i kübra mesleğinde hadisata bakmanın ölçüsü; verilen nimetleri kendimizden bilmeyip Cenab-ı Hakktan bilmek gerektir. Yoksa istihraç olacağı saniyen ve salisen kısmında izah edilmiştir. Rabian kısmında ise verilen nimetleri Cenab-ı Hakktan bilmenin neticesi gösterilmiştir.

Saniyen: Hizmette husule gelen ikramların Allah’ın bir inayeti olduğunu anlamak gerekir yoksa kendinden bilmek istihraç olduğu izah edilmektedir.

Salisen: Dünyanın bir misafirhane-i askerî olduğunu telakki edip bütün duygu ve hissiyatlarını verilme maksadına göre kullanarak bâki umûr-u uhreviyeyi kazanmak gerektiğini yoksa verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa,  istihraç olacağı izah edilmektedir.

Rabian: Verilen duygu ve hissiyatları Allah’tan bilip hissiyatlarını Allah’ın rıza dairesinde kullanmanın neticesi hakikatlara tarafgirlik göstermektir. Doğru kullanmaya misal olarak İman ve İslamiyetin arasındaki fark gösterilerek ders verilmiştir.

İnayetleri celb etmenin, hakikatları en güzel şekilde anlamanın ve yaşamanın ve hakikatlara tarafgirlik göstermenin en kısa yolu Allah’ın verdiği duygu ve hissiyatları doğru yerde doğru ölçülerde kullanmaktır.)

Sâniyen: Keramet ve ikram ve inayet ve istidraca dair mühim bir kaideyi beyan eder. Kerametin izharı zarar olduğu gibi, ikramın izharı şükür olduğunu ve en selâmetli keramet ise, bilmediği halde mazhar olmak olduğunu ve hakikî keramet ise, kendi nefsine değil belki Rabbine itimadını ziyadeleştiren olduğunu, yoksa istidrac olduğunu;

Keramet ve ikramın farkı izah edilmiştir. Keramet bilerek veya bilmeyerek hârika bir emre mazhar olmak şeklinde iki nev’i dir. Amma ikram ise; kerametin bilmeyerek hârika bir emre mazhar olmak nev’inden daha âlîdir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez. İşte Kur’an hizmetinde gördüğümüz ihsanat-ı İlahiye bir ikramdır; izharı, tahdis-i nimettir.

Sâlisen: Hem hayat-ı dünyeviyeyi bahtiyarane geçirmenin çaresi, âhiret için verilen hissiyat-ı şedideyi dünyanın fâni umûruna sarf etmemek olduğunu ve aşkın mecazî ve hakikî iki nev’i olduğu gibi; hırs ve inad ve endişe-i istikbal gibi hissiyat-ı şedidenin dahi, mecazî ve hakikî olarak ikişer kısmı bulunduğunu; mecazîleri gayet zararlı ve sû’-i ahlâka menşe’ ve hakikîleri gayet nâfi’ ve hüsn-ü ahlâka medar olduğunu isbat eder.

Şu dünya hayatında en bahtiyar, dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki edip öyle de iz’an eden ve ona göre hareket ederek en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edenlerdir. Onlar ki; kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiatlarını vermek demektir.

Râbian: Hem İslâm ve imanın mühim bir farkını beyan eder. Yani: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve iltizamdır; iman ise, hakkı iz’an ve tasdiktir. Yirmi sene evvel dinsiz bir müslüman bulunduğu gibi, şimdi de gayr-ı müslim mü’min dahi bulunur gibi göründüğünü gösterir.

Ülema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı “ikisi birdir”, diğer kısmı “ikisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:     İslâmiyet, iltizamdır; iman, iz’andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.

Sual: Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?

Elcevab: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillahilhamdü velminnetü, Kur’anın i’caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i Kur’aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki; dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâmın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki; gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, iman eder.

Hem Risale-i Nur eczaları ne derece şiddetli bir surette İslâmiyete tarafgirlik hissini verdiğini ve erkân-ı imaniyeyi ne derece kuvvetli ve kat’î isbat ettiğini beyan eder. Şöyle ki Hakkın çok ve kuvvetli delillerini görmekle tarafgirlik meyli artar.

  ONUNCU MEKTUB: 36

  İki sualin cevabıdır.

  BİRİNCİSİ: Hikmet-i kudsiyeyi ders veren Velayet-i Kübra mesleği zerratın harekâtına ne suretle bakar sualinin cevabıdır.

وَلاَ اَصْغَرَ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرَ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ٭ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ

âyetlerinin bir sırrını tefsir eder. “İmam-ı Mübin”, “Kitab-ı Mübin” neden ibaret olduğunu beyan eder.

Otuzuncu Söz’ün İkinci Maksadının tahavvülât-ı zerrat tarifine dair olan uzun cümlesinin haşiyesidir: “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin” hakkında ehl-i tefsir, “İkisi birdir”; bir kısmı, “Ayrı ayrıdır” demişler. Hülâsa: “İlm-i İlahînin ünvanlarıdır” demişler.

Üstadımızda diyor ki: “İmam-ı Mübin”, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki; âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele bakıyor. “İmam-ı Mübin”, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlâsı ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevkedilir.

Amma “Kitab-ı Mübin” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete hal-i hazıra bakar. Mevcudatın ilimden kudrete geçmelerinde kudret-i İlahiyenin bir defteridir.

“İmam-ı Mübin”, kader defteri ise; “Kitab-ı Mübin”, kudret defteridir.

İşte “İmam-ı Mübin”in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor.

Amma “Levh-i Mahv-İsbat” ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur.

  İKİNCİ SUAL: Hikmet-i kudsiyeyi ders veren Velayet-i Kübra mesleği zerratın harekâtını ders verdiği gibi semavatın harekatının hikmetini ders verir.”Meydan-ı Haşir nerededir?” cevabında, gayet makul ve mühim ve parlak bir cevab veriyor. Hâlık-ı Hakîm’in herşeyde gösterdiği hikmet-i âliye işaret ediyor ki: Küre-i Arz, yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şam-ı Şerif kıt’ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak bir meydan-ı haşir etrafında gezip, mahsulât-ı maneviyesini ona devrediyor ki; ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir.

  ONBİRİNCİ MEKTUB: 39

Bu mektub, mühim bir ilâç olup, dört âyetin hazinesinden dört küçük cevherine işaret eder. Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) ders verdiği bütün ahkâm-ı Kur’aniye, bizim için rahmettir.

  Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

  Bu küçük mektubları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzımgeldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes’eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden, bu mektub da -zülf-ü perişan tarzında- soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.

    BU MEKTUBUN BİRİNCİ MEBHASI: Hikmet-i kudsiyeyi ders veren Velayet-i Kübra mesleği Vesveseye ne suretle baktığı ders verilmiştir.

  اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا âyetinin bir sırrını tefsir ile, vesvese-i şeytana mübtela olan adamlara mühim bir ilâç ve merhemdir. (Sû’-i vesveseye dair iki hükümdür.

1- Tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetm, şetm değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır.

2- Bir şey’in şer’an çirkinliği, pisliği; nehy-i İlahî sebebiyledir.

    İKİNCİ MEBHAS: Hikmet-i kudsiye ile eşyaya bakmakla aklı, kalbi, nefsi, hayali ve ulvi hisleri tatmin etmenin yolu gösterilmiştir.

  Barla Yaylası, Tepelice, çam, katran, karakavağın bir meyvesi olup, Sözler Mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır.

    ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ MES’ELELERİ: Hikmet-i kudsiye ehli olan Velayet-i Kübra mesleği fıtrat kanunları ile şer’i hükümlerin birbirine karşı olan münasebetini anlayıp hayat-ı ictimaiyeye saadet getirecek binler esasları va’z etmiştir. Buna dair iki misal verilmiştir.

  İ’caz-ı Kur’ana karşı medeniyetin aczini gösteren yüzer misallerden iki misaldir. Kur’ana muhalif olan hukuk-u medeniyet ne kadar haksız olduğunu isbat eden iki nümunedir.

    Birinci Misal: فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ Mahz-ı adalet olan hükm-ü Kur’anî, kıza nısıf veriyor. Medeniyet, irsiyet hususunda kızın hakkında fazla hak vermekle büyük bir haksızlık etmiş ve merhamete muhtaç kıza zulmetmiş olduğunu kat’î bir surette isbat ediyor. “Eğer kardeşler erkek ve kız olurlarsa, erkeğin hissesi, iki kızın hissesi kadardır.” Nisa (4/176) olan hükm-ü Kur’anî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Oysaki mimsiz medeniyet, kız hakkında, hakkından fazla hak vererek büyük bir haksızlığa sebeb oluyor.

    İkinci Misal: َفِلاُمِّهِ السُّدُسُ âyetinin bir sırrına dairdir ki, mimsiz medeniyet nasıl kıza hakkından fazla hak verdiğinden haksızlık etmiş; öyle de, vâlide hakkında hakkını kesmekle daha ziyade haksızlık ettiğini ve en muhterem bir hakikat olan vâlidelik şefkatine karşı dehşetli bir haksızlık ve vahşetli bir hürmetsizlik ve cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiyenin tiryak gibi bir rabıta-i şefkatine bir zehir katmak hükmünde bir hata olduğunu isbat eder.

Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır.” Nisa (4/11) hükmü, ayn-ı hak ve mahz-ı adalettir. Oysaki Vâlide hakkında hakkını kesmekle daha dehşetli haksızlık ediyor. Vâlidenin evladına şefkat etmesi hakaik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakikattır.

  ONİKİNCİ MEKTUB: 42

Hikmet-i kudsiye ehli olan Velayet-i Kübra mesleği zahiren çirkin ve hikmetsiz görünen eşyanın ve hadisatın yaratılmasının hikmetini ders vermiştir.

  Mütefennin bazı dostların münakaşa ettikleri üç mes’eleye dair üç suallerine muhtasar üç cevabdır.

  BİRİNCİ SUAL: “Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı ve bir kısım Benî-Âdem’in Cehennem’e idhali hikmeti nedir?” sualine, gayet kat’î bir cevab veriyor.

ELCEVAB: Hikmeti, tavziftir. Bu vazifenin iki neticesi vardır.

  1. Beşerin manevi terakkisi ve istidadatının inkişaf ve inbisatları etmesidir.
  2. Mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olmasıdır.

Demek Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem’e idhalleri, haktır ve adalettir. Çünkü Küfrün üç neticesi vardır.

  • Bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve
  • Bütün masnuatın vahdaniyete şehadetlerini tekzibdir ve
  • Mevcudat âyinelerinde cilveleri görünen esma-i İlahiyeyi tezyiftir.

  İKİNCİ SUAL: “Şeytanların ve şerlerin halk ve icadı, şer değil mi, çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Alelıtlak’ın cemal-i rahmeti nasıl müsaade etmiş?” sualine karşı gayet kat’î bir surette cevab veriyor.

ELCEVAB: Hâşâ!..

3- Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar.

2- Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur.

1- Kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünki şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Ve bunun neticesinde âlem-i insaniyette nihayetsiz meratib-i terakkiyat ve tedenniyat ortaya çıkmıştır.

Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor. Bu sebebden bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir mi?

Elcevab: Elbette diyemezsin. Çünki kemmiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Keyfiyetli yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya bütün insanlığa mukabil gelir.

  ÜÇÜNCÜ SUAL: “Masum insanlara ve hayvanlara musibet ve belaları musallat etmek, zulüm değil mi? Âdil-i Mutlak’ın adaleti nasıl müsaade ediyor?” diye sualin cevabında gayet mukni’ ve kat’î bir tarzda cevab veriyor.

ELCEVAB: Hâşâ! Zulüm değildir. Çünki Mülk Onundur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Cenab-ı Hakkın musibetleri verip belaları musallat etmesinde iki hikmet vardır.

  • Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek
  • Cilve-i esmasını göstermek

Mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Bu sebeble münakaşa suretinde bahsedilen üç suale sonradan gayet muhtasar cevablar verilmiştir.

Şöyle ki mesail-i imaniyenin bahsi üç halde caiz olur.

  • İtidal-i demle,
  • İnsafla,
  • Bir müdavele-i efkâr suretinde olmasıyla…

 ONÜÇÜNCÜ MEKTUB: 46

Hikmet-i kudsiye ehli olan Velayet-i Kübra mesleğinin Cenab-ı Hakkın musibetleri verip belaları musallat etmesindeki hikmeti anlayıp ona göre mukabele ettiğine misal olarak makam münasebeti ile bu Onüçüncü Mektub yazdırılmıştır. Şöyleki ehl-i dünya ve siyasetin mahiyetindeki zulüm istidadının ortaya çıkmasına karşılık olarak Üstadın mahiyetindeki ulviyet ortaya çıksın. Hem ehl-i dünyanın şer tercihlerinin yaratılması şer olmadığı gibi hikmet ve rahmetin iktizasıdır. Hem zahiren çirkin hikmetsiz görünen Üstadın hayatındaki musibetlerin yaratılmasının hikmeti ders verilmiştir.

         Ehl-i dünya ve ehl-i siyasetin bana ettikleri zulüm ve tazyik karşısındaki sükût ve tahammülümü merak eden çok kardeşlerimin müteaddid suallerine karşı, Eski Said lisanıyla ve Yeni Said’in kalbiyle verilmiş ibretli ve merak-aver bir cevabdır.

Birinci Sualiniz: İstirahatın nasıl? Hâlin nedir?

Elcevab: Esası şudur ki: Hâlık-ı Rahîm’in rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar; eğer yâr değilse, herşey kalbe bârdır, herkes de düşmandır. Felillahilhamd rahmet-i İlahiye yâr olduğu için; ehl-i dünyanın bana ettikleri enva’-ı zulmü, o rahmet-i İlahiye enva’-ı merhamete çevirmiştir. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e yüzbin şükür ediyorum ki; ehl-i dünyanın bana ettiği enva’-ı zulmü, enva’-ı rahmete çevirdi. (İman-ı tahkikinin kuvveti derecesinde görünen dört hadisedeki rahmet tecellileri anlatılmıştır.)

İkinci Sualiniz: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?

Elcevab: Serbestlik vesikası almak ve kanunsuz tazyikattan kurtulmak için adem-i müracaatımın bir-iki mühim sebebini beyan eder. Hülâsası: Zalim insanların mahkûmu değilim; belki ben, âdil kaderin mahkûmuyum, ona müracaat ediyorum.

Hem haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, bir nevi haksızlıktır ve hakka karşı bir nevi hürmetsizliktir.

Üçüncü Sualiniz: Hem dünya siyasetinden sırr-ı içtinabımın sebebini, mühim bir hakikatla beyan ediyor. Hizmet-i Kur’an’ın hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men’etmesinin sebebini topuz ve nur temsili ile izah ediyor.

  • Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaydsın?
  • Bu kadar safahat-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun?
  • Bu safahatı hoş mu görüyorsun?
  • Veyahut korkuyor musun ki, sükût ediyorsun?

Elcevab:

Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men’ettiği için

  • Dünyanın siyasetine karşı lâkayd kalıyor.
  • Safahat-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyor.
  • Safahatı hoş görmediğine delil nur göstermesidir.

Korkmadığına delil

  • Bütün sergüzeşt-i hayatım şahiddir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men’ edememiş ve edemiyor.

  ONDÖRDÜNCÜ MEKTUB: 50

  Te’lif edilmemiştir.

  ONBEŞİNCİ MEKTUB: 50

Velayet-i Kübra Mesleğinin Tafsilli İzahatı Yapılmıştır.

Birinci Sual Birinci Makamdaki Velayet-i Kübra Mesleğinin Esası: Velayet-i Kübra mesleğinde harika haller esas değildir.

Birinci Sual İkinci Makamdaki Velayet-i Kübra Mesleğinin Esası: Velayet-i kübra sahibi her ne kadar fâil-i muhtar görünse de, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkim olduğundan Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler fitne çeviren müfsidleri nazar-ı velayetle keşfedemeyebilirler.

İkinci Sualdeki Velayet-i Kübra Mesleğinin Birinci Esası: Velayet-i Kübra mesleği Adalet-i mahza ile Adalet-i izafiye çatışsa Adalet-i mahzayı esas tutar. Bir ferdi dahi, umumun selâmeti için feda etmez.

Velayet-i Kübra mesleği Hak ve hakikatla kendi menfaati çatışsa hak ve hakikatı esas tutar.

İkinci Sualdeki Velayet-i Kübra Mesleğinin İkinci Esası: Velayet-i Kübra mesleği hilafet ile saltanat çatışsa hilafeti esas tutar. Saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını değil ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup ona göre amel eder.

İkinci Sualdeki Velayet-i Kübra Mesleğinin Üçüncü Esası: Velayet-i Kübra mesleği din ile milliyet çatışsa dini esas tutar. Menfi Milliyeti değil İslam milliyetini esas tutar.

Üçüncü Sualdeki Velayet-i Kübra Mesleğinin Esası: Velayet-i Kübra mesleği ehli olan madi ve manevi Âl-i Beytin, katle ve belaya ve nefye maruz kalacaklarını Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm haber vermiştir.

Dördüncü Sualdeki Velayet-i Kübra Mesleğinin Esası: Velayet-i Kübra mesleği ehli olan Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

Beşinci Sualdeki Velayet-i Kübra Mesleğinin Esası: Velayet-i Kübra mesleği ehli olanlar herhangi bir mes’elede hükmü Kur’andan ve Hadisten çıkarıp enfüsi ve afaki delillerlede isbatını yapar.

Altıncı Sualdeki Velayet-i Kübra Mesleğinin Esası: Velayet-i Kübra mesleği ehli olanlar, ehl-i tahkik ve ehl-i keşif ve ehl-i velayetin medar-ı bahsi olmuş ittifaklı olan mes’eleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eder.

Kur’an-ı Hakimdeki her bir ayetin en yüksek manalarına nüfuz ettiği gibi ayetin kendine bakan ince manalarınıda fehmeder ve ona göre hareket eder.

  Altı mühim suale, altı ehemmiyetli cevabdır.

    BİRİNCİ SUAL: “Sahabeler, velilerden büyük oldukları halde; Sahabenin içindeki fitneyi çeviren müfsidleri neden nazar-ı velayetle keşfedemediler? Tâ, dört Hulefa-yı Raşidîn’den üçünün şehadetleriyle neticelendi?” İki mühim makamla cevab veriliyor.

Elcevab: Bunda iki makam var.

Birinci Makam: Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Dolayısıyla Velayet-i Kübra mesleğinde harika haller esas değildir. Esas, zahirden hakikata geçmek olduğundan Sahabeler fitneyi çeviren müfsidleri nazar-ı velayetle keşfedemediler.

   Birinci temsilde zahirden hakikata geçme mesleği, dün geceki Leyle-i Kadr’e ulaşmada gidilen iki yol ile anlatılmış.

   İkinci temsilde ise akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı, güneşin bize yakınlığı fakat bizim ondan uzaklımız ile birlikte yakınlaşmak için gidilen iki yol ile anlatılmış.

İkinci Makam: Velayet-i kübra sahibi her ne kadar fâil-i muhtar görünse de, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkim olduğundan Sahabeler fitneyi çeviren müfsidleri nazar-ı velayetle keşfedemediler.

Hikmet-i İlahiyenin müfsidleri bildirmemesinin hikmeti ise Sahabeler nazar-ı velayetle müfsidleri keşfetmiş olsaydılar bile fesadın önü alınamazdı. Çünki o hâdisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.

Eğer denilse sualine cevab: Velayet-i kübra sahibi her ne kadar fâil-i muhtar görünse de, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkimdir.

    İKİNCİ SUAL: “Hazret-i Ali’nin (R.A.) zamanındaki muharebelerin mahiyeti nedir? O harpte ölen ve öldürenlere ne nam verilir?” Gayet mühim ve merak-âver bir cevab verilmiş.

Elcevab: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddıka (Radıyallahü Teâlâ anhüm ecmaîn) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tir, ikisi de ehl-i sevabdır.

Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz’ü feda eder.

Eğer desen: İmam-ı Ali’nin seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, “Şah-ı Velayet” ünvanı ile kıyamete kadar bâki saltanat-ı manevîye lâyık idi.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bırakılmasının iki zararı;

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder.

Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı?

Elcevab: Hazret-i Hüseyin’in taraftarları arasında gurur-u milliyeleri yaralanmış Arab milletine karşı intikam fikrini taşıyan Milel-i sairenin bulunmasıdır.

Eğer denilse: Neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiye onların feci bir akibete uğramasına müsaade etmiş?

Elcevab: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci’ oldular.

    ÜÇÜNCÜ SUAL: Âl-i Beyt’in başına gelen feci’ ve gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” Gayet mühim bir cevab veriliyor.

Elcevab: Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:

Birisi: “Hükûmetin selâmeti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir.”

İkincisi: “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı bulunması

Dördüncü bir sebeb de gurur-u milliyeleri kırılan, milel-i sairenin Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkûr dört esbab, zahirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit; Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı maneviye o kadar kıymetdardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer.

    DÖRDÜNCÜ SUAL: “Âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzulü ve Deccal’ı öldürmesi ve insanlar umumiyetle din-i hakkı kabul etmesi ve kıyamet vaktinde Allah Allah diyenler bulunmaması rivayet ediliyor. Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl küfre gidilir?” Suallerine karşı, merak-âver ve hakikî bir mühim cevab veriliyor.

Elcevab: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek ve şeriat-ı İslâmiye ile amel edecek, Deccal’ı öldürecek” Bu hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.

İşte böyle bir sırada, yani âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, Hâl-i hazır Hristiyanlık dini Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan İsevî ruhanîleri tarafından tasaffi edecek; o ruhanîler, din-i İsevî’nin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle Deccal’ın şahs-ı manevîsini dağıtacak, manen öldürecek istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan “Hazret-i İsa Aleyhisselâm o din-i hak cereyanının başına geçerek âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkiye sahib olacak bir surette “Allah Allah” diyen kalmaz. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacak;  yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

Sual: Rivayetlerde gelmiş ki:

  1. “Deccal’ın bir yalancı Cennet’i var; kendine tâbi’ olanları ona atar.
  2. Hem yalancı bir Cehennemi var; tâbi’ olmayanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını Cennet gibi, bir kulağını da Cehennem gibi yapmış.
  3. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır…” diye tarifat var?

Elcevab:

  1. Amma Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.
  2. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki bir başında ateş ocağı bulunur, kendine tâbi’ olmayanları bazan ateşe atar.
  3. Deccal’ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder.

   BEŞİNCİ SUAL:“Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?” cevabında, mühim bir hakikat beyan ediliyor.

Elcevab: Zîşuur olan ervah-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azab ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane, istiğrabkârane, belki bir cihette istibşarkârane teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor.

    ALTINCI SUAL: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyetinin hükmü; âhirete, Cennet’e ve Cehennem’e ve ehillerine şümulü var mı, yok mu? cevabında, gayet mühim ve merak-âver ve kuvvetli bir cevab verilir. Bu risaledeki sualleri merak edenlere bu risale bir iksir-i a’zamdır.

Elcevab: Zât-ı Akdes-i İlahînin sıfâtı ve esması daimî ve sermedî olduğu için sıfât ve esmasının âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fena-yı mutlaka bizzarure gidemez.

Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden bu âyetle alakadar hatıra gelen iki noktayı icmalen yazacağız:

Birincisi: Fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u manevîye ve daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girmektir.

İkincisi: Herşey, Cenab-ı Hakk’a bakan vecihte, yani mana-yı harfiyle mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. Allah hesabıyla bakmazsa, herşey masiva olur, fenaya gider.

  ONALTINCI MEKTUB: 61

  اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyetinin bir sırrını, başıma gelen bir hâdise münasebetiyle “Beş Nokta” ile tefsir ediyor.

    BİRİNCİ NOKTA: (Siyasete girmenin zararı mı var sualine bir cevabdır.)

  Hak ve hakikat olan hizmet-i Kur’aniye, şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibaret ve bid’a ve dalalet olan siyasetten beni kat’iyyen men’ettiğine dairdir.

Elcevab: Siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet etmek meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur.

(Siyasetin zararları nelerdir?)

  1. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.
  2. Hem siyasette hem muvafıkda hemde muhalifte taraftarları çoklukla var.
  3. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak;

(Siyaseti terk ettiğine) kat’î şahid,

  1. Sekiz senedir birtek gazete okuyup ve ne dinlememsi
  2. Hem beş senedir siyasetvari bir tereşşuh görülmemesi
  3. Siyasete iştihası ve arzusu olmaması

    İKİNCİ NOKTA: (Siyasete girmekten daha büyük bir mes’ele mi var sualine bir cevabdır.)

  Hayat-ı ebediyeye ciddî çalışmak ve zararsız ve müstakim yol ile Kur’ana hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyasetten çekilmeyi iktiza ettiğinden, ehl-i dünyanın hata ve harekâtlarını hoş görmek değil, belki kalblerimizi bulandırmamak için bakmamaktayız.

Elcevab: (Siyasetten tecennübün iki sebebi var.)

Birinci Sebeb: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için..

İkinci Sebeb: Hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.

Eğer derseniz: Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler.

Ben de derim: Ben şeyh değilim, ben hocayım. Bir tek adama tarîkat dersi vermedim. İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.

Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fikri var; o işimize gelmiyor.

Ben de derim: Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Ben eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım.

    ÜÇÜNCÜ NOKTA: Başıma gelen ağır tazyikat ve musibetlere karşı tahammülümün mühim bir sebebini iki vakıa ile beyan eder.

Elcevab: İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız:

Birinci hikâye: Tahkirler ve kusurlar,

Şahsıma ve nefsime ait ise beni gururdan ve şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.

İmana ve Kur’ana hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ana havale ediyorum.

Sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev’inden ise; beni müdafaa etmek misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir.

İkinci hikâye: Ehl-i dünya beni ihtilattan men’ediyordu. Bunun sebebi;

Nefsim için ise, helâl ediyorum.

İmana ve Kur’ana hizmetkârlığım cihetiyle ise, onu Aziz-i Cebbar’a havale ediyorum.

Teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise onlara rahmet.

Hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye ait ise beyhudedir.

    DÖRDÜNCÜ NOKTA: (Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler hayatın hakiki gayesine koşmak noktasında pek çok lütuf ve ikramlara mahar olurlar.)

  Ehl-i dünyanın evhamlı suallerine karşı cevabdır. O cevabda bilmecburiye hizmet-i Kur’aniyeye ait bir keramet olarak hakkımızda göz ile görülen ve hiçbir cihette inkâr edilemeyen birkaç inayet-i İlahiyeyi beyan ediyor.

Birincisi: “Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun?

Elcevab: Ben iktisad ve bereketle yaşıyorum.

Hem halkların malını kabul etmemek, maaşı kabul etmemek ve maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır.

Cenab-ı Hakk’ın bana ettiği ihsanatı yâdedip, bir şükr-ü manevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim.

İşte birisi: Şu altı aydır otuzaltı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi.

İkincisi: Şu mübarek Ramazanda, üç ekmek, bir kıyye (kilo demek) pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, onbeş gün Ramazandan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, -hergün ekmekle beraber yemek şartıyla- kâfi geldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim.

Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır veya hizmet-i Kur’aniyeye bir ikramdır veya iktisadın bereketli bir menfaatıdır veyahut “Yâ Rahîm, Yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi gibi pek az fasıla ile her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu.

İkinci vehimli sual: İki kısımdır.

Birinci kısım: Sana nasıl emniyet edeceğiz ki, sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak, belki dünyamıza karışırsın.

İkinci kısım: Hem nasıl bileceğiz ki, sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya gösterip halkın malını zahiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?

İkinci kısıma cevab: Değil kurnazlık belki edna bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellukkârane bir müracaat edilecekti. Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez; iğfal ve aldatmaya daima çalışır.

Birinci kısıma cevab: Zahiren târik-i dünya, bâtınen talib-i dünya şübhesi ise, Ben nefsimi tebrie etmiyorum, nefsim her fenalığı ister. Fakat nefs-i emmarem ister istemez akla tâbi’ olmuştur.

Üçüncü vehimli sual: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?

Elcevab: Hâl-i âlemin salahını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, çünki elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünki ne vazifemdir, ne de iktidarım var.

Dördüncü şübheli sual: O kadar belalar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki; fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?

Elcevab: Fırsat varken memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hâdiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde; diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garib, zaîf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilattan, muhabereden kesilmiş vaziyette hiç karışmam.

    BEŞİNCİ NOKTA: (Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler muarızlara maddi mukabele ile değil hakkı göstermek şeklinde mukabele etmişlerdir.)

  Ehl-i dünyanın katmerli bir zulüm ile bana teklif ettikleri bid’akârane kaidelerine karşı, onları tam susturacak bir cevabdır.

Birincisi: Ehl-i dünya bana diyorlar ki: Bizim usûl-ü medeniyetimizi, tarz-ı hayatımızı ve suret-i telebbüsümüzü ne için sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın?

Elcevab: Ne vakit beni serbest bırakıp memleketime iade edip hukukumu verdiniz, o vakit usûlünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.

İkinci Mes’ele: Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salahiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun?

Elcevab: Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur’aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.

Sâniyen: Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.

Üçüncü Mes’ele: Benim Kur’ana hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünki inşâallah benden size zarar gelmez.

Dördüncü Mes’ele: Hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirane, rakibane bir nazarla bakıyorlar. Hâlbuki ben imanın cereyanındayım. Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adamların o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

Beşinci Mes’ele:

Dünya madem fânidir.

Hem madem ömür kısadır.

Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.

Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.

Hem madem dünya sahibsiz değil.

Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var.

Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır.

Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.

Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.

Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

   Elbette en bahtiyar odur ki:

Dünya için âhireti unutmasın,

âhiretini dünyaya feda etmesin,

hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın,

malayani şeylerle ömrünü telef etmesin;

kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin;

selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

{(Haşiye): Bu mademler içindir ki; şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. “Meraka değmiyor” diyorum ve dünyaya karışmıyorum.}

  BU ONALTINCI MEKTUBUN ZEYLİ: 72

(Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler dava edindiği hakikatın hakkaniyetini o hakikatları yaşayarak gösterirler. Üstadımız hakikatları yaşarak elli bin değil milyonlar kuvvetinde olduğunu fiilen göstermiştir.)

  Zalim ehl-i dünyanın ve mülhidlerin dünyalarından ve siyasetlerinden bütün bütün çekildiğim halde, kendi hainliklerinden habbeyi kubbe yaparak hakkımda gösterdikleri evham ve telaşa karşı Eski Said lisanıyla, izzet-i ilmiyeyi muhafaza noktasında ağızlarına şiddetli bir tokat vurarak, başlarındaki evhamı uçurur.

Eğer Deseniz: “Said ellibin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz.”

Eğer korkunuz şahsımdan ise; ellibin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’ana ait dellâllığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise; ellibin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!

Mükerrer sual; Neden vesika için müracaat etmiyorsun? İstida vermiyorsun?

Elcevab: Beş-altı sebeb için müracaat etmiyorum ve edemiyorum:

Birincisi: Ben, kader-i İlahînin mahkûmuyum ve ona müracaat ediyorum.

İkincisi: Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakînen iman ettiğim için istida vermiyorum.

Üçüncüsü: Fevkalkanun muamele edenlere, kanun namına müracaat manasız olur.

Dördüncüsü: ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse, zillet içinde faidesiz bir tezellül olur.

Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dava etmek ve onlara müracaat etmek; bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir.

Altıncı Sebeb: Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; benim dine merbutiyetimden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.

Yedinci Sebeb: Heyet-i içtimaiyeye muzır eşhasa meydan veren ve nâfi’lere zulüm eden ve evhamlarından bana yanaşmayan ve görüşmeyen memurlara müracaat etmek, kâr-ı akıl değil, beyhude bir zillettir.

Sekizincisi: “Gayr-ı meşru’ bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adavet olduğu” kaidesince, âdil olan kader-i İlahî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle beni tazib ediyor.

İşte böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Hak’tan başka kime müracaat eder?

  ONYEDİNCİ MEKTUB: 77

(Onaltıncı Mektub ile münasebeti eşyanın zeval ve fenasını anlamanın neticesinde Üstadımız şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyor ve ehemmiyet vermiyor. “Meraka değmiyor” diyor ve dünyaya karışmıyor. Aynen bunun gibi evladı vefat edenlere veya daha geniş manada eşyanın zeval ve fenasını görenlere nasıl mukabelede bulunmalarının gösteren tam hakikat bir derstir.)

  Has bir kardeşime yazılmış küçük bir ta’ziyenamedir. Çendan bu mektub sureten küçüktür; fakat faidesi büyük olup, ona karşı ihtiyaç umumîdir. Hadd-i büluğa ermeden çocukları vefat eden peder ve vâlidelere mühim bir müjdedir. Bu ta’ziye ile en me’yus ve mükedder bir kalb, hakikî bir teselli ve ferah bulur. Küçük olarak vefat eden çocuklar, âlem-i bekada ebedî sevimli çocuk olarak kalıp, peder ve vâlidelerinin kucaklarına verilmesi, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrıyla, ebedî medar-ı sürurları olduklarını isbat eder.

Yirmibeşinci Lem’anın zeyli olan bu çocuk ta’ziyenamesi kabl-el büluğ çocukları vefat eden müttaki mü’minlere büyük bir müjde ve hakikî bir teselli gösterecek “Beş Nokta”yı beyan eder:

Birinci Nokta: Kur’an-ı Hakîm’de وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ âyetinin sırrı ve meali ehl-i imanın en büyük saadetine medar beş müjde ve hakiki bir tesellidir.

İkinci Nokta: Evladı vefat eden Allaha emniyeti ve itaati olan müttaki mü’minlere bir temsille Allah, evlad ve ebeveyn cihetinden hikmet dolu bir derstir.

Üçüncü Nokta: Binden dokuzyüz doksandokuz hisse sahibi olan O Hâlık-ı Rahîme karşı şekvayı andıracak bir tarzda me’yusane hüzün ve feryad etmek ehl-i imana yakışmaz.

Dördüncü Nokta: Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî olsaydı; elîmane teessürat ve me’yusane teellümatın bir manası olurdu.

Beşinci Nokta: Rahmet-i İlahiyenin en latif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat; bir iksir-i nuranîdir. Veledi elinden alınan ehl-i iman evladına şefkat vasıtasıyla dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakikî’yi bulur.

  ONSEKİZİNCİ MEKTUB: 81

(Onbeşinci Mektub da Velayet-i Kübra mesleğini sair velayetlerle mukayesesi bir nebze yapılmıştı. Burada o mukayese daha geniş bir surette yapılacaktır.)

  Üç mes’ele-i mühimmedir.

    BİRİNCİSİ: (Eşyanın veya hadisatın âlem-i misal veya manadaki suretlerini âlem-i şehadete tatbikinde Velayet-i Suğra ile Velayet-i Kübra ehlinin arasındaki farklar gösterilmiştir.)

  Muhakkikîn-i evliyanın keşf ile hak gördüğü ve büyük mikyasta müşahede ettikleri hâdiseler, âlem-i şehadette bazan hilaf-ı vaki’ ve bazan küçük bir mikyasta tezahür etmesinin sırrını, şirin ve güzel bir temsil ile beyan eder.

Ehl-i velayet ve şuhud ihatasız olan halet-i şuhudda gördüklerini o halde iken kendileri tabir edemezler. “Asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkiki makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla gördüklerini Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru olarak tabir ederler. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. Şu hakikat iki çobanın hikâye-i temsiliyesiyle izah edilmiştir. Evliyalar

Âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır.

Âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür.

Âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırır.

Âlem-i mana ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta, (küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek) ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadardır. Öyle de âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i maneviye yerleşir.

    İKİNCİ MES’ELESİ: (İkinci mes’elede Vahdet-ül Vücud mesleğinde gidenler gördüğü bir hakikatı diğer hakikatlarla müvazne edemediğinden vartalara düşebilirler. Velayet-i Kübra mesleğinde gidenler ise hakikatları bütünüyle görüp hakikakatların birbirine olan münasebetlerin kurarak vartaya düşmeden hakikatı tam ve doğru olarak anlamışlardır.)

  Vahdet-ül Vücud meşrebine dair gayet mühim bir hakikat ve güzel bir izahtır. Vahdet-ül Vücuddan dem vuran ve o mes’eleyi merak eden, bu İkinci Mes’eleyi dikkatle okumalı. Çünki bu Vahdet-ül Vücud mes’elesi, medar-ı iltibas olmuş mühim bir meşrebdir. Ve ehl-i hakikatın medar-ı ihtilafı olmuş bir acib meslektir. Bu İkinci Mes’ele, onun mahiyetini gösterir ve isbat eder ki; o meşreb, ehl-i sahvın meşrebi değil, hem en yüksek değil! Ve ehl-i sahv olan Sahabe ve Sıddıkîn ve veresenin meşrebleri; Vahdet-ül Vücud meşrebinden daha yüksek, daha selâmetli, daha makbul olduğunu isbat eder.

Velayet-i kübra sahibleri olan asfiya denilen sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir. Vahdet-ül Vücud ise, bir meşreb ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Ehl-i vahdet-ül vücudun dedikleri gibi; mevcudat, evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi, Cenab-ı Hakk’ın âsârıdır. “Heme Ost” değil, “Heme Ezost”tur. Yani herşey O değil, belki herşey Ondandır. Çünki hâdisat, ayn-ı Kadîm olamaz. Şu mes’eleyi fehme takrib için padişah ve ayine misalleri verilmiştir.

    ÜÇÜNCÜ MES’ELESİ: (Velayet-i Kübra mesleğinin hakikatı tam ve doğru anladığına delil tılsım-ı kâinatın muammalarını açmasıdır. Açılan tılsımlara misal olarak üç risale nazara verilmiştir.)

  Tılsım-ı kâinatın üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar bir işarettir ki: O muammalardan birisi Yirmidokuzuncu Söz’de, ikincisi Otuzuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmidördüncü Mektub’da Kur’an-ı Hakîm’in sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır.

Şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayret-nüma hadsiz faaliyet, iki kısım esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir. Bir hikmeti şudur ki her bir cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi vazifeye terettüb eden maslahat, semere ve faidelerdir ki; ona “ille-i gaiye” denilir. Diğer bir hikmeti de şuunat tabir edilen mahlûkatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahman-ı Rahîm’e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ona “dâî ve muktezi” tabir edilir.

  ONDOKUZUNCU MEKTUB: 88

(İsm-i A’zam’a mazhar Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletinin delilleri tevhidinde delilleridir. Velayeti sair velayetlerin fevkinde olduğunun delili keyfiyetli, kesretli ve her nevden olan mu’cizeleridir. Hem Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) tevhid’in en büyük bir delilidir.)

  Mu’cizat-ı Ahmediyeye (A.S.M.) dairdir. Üçyüzden fazla mu’cizatı beyan eder. Bu risale, risalet-i Ahmediyenin (A.S.M.) mu’cizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mu’cizenin bir kerametidir ki, üç-dört nev’ ile hârika olmuştur.

(Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-ün Nur’un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-ı ilmiyeye münasib olarak, birkaç nevide ve bilhâssa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zahiresi bulunan Mu’cizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmidokuzuncu Söz ve Âyet-ül Kübra gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kat’î bir kanaat vermiş. Kastamonu – 10)

    Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüzelli sahifeden {(Haşiye): Asıl nüshasına göredir.} fazla olduğu halde, kitablara müracaat edilmeden ezber olarak dağ ve bağ köşelerinde, üç-dört gün zarfında, her günde iki-üç saat çalışmak şartıyla mecmuu oniki saatte te’lif edilmesi hârika bir vakıadır ki, bu risaledeki mu’cizat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) bir şu’le-i kerameti olmuştur. (Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde, şiddet-i tenasübden sanki bir defada nâzil olmuştur. Mesnevi-i Nuriye – 126)

    İkincisi: Şu risale, uzunluğuyla beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir şevk u gayrete getirdi ki; bu sıkıntılı ve usançlı zamanda, bir sene zarfında civarımızda yetmiş adede yakın nüshaları yazıldı. O mu’cize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi.

    Üçüncüsü: Acemî ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel yazdıkları nüshalarda, lafz-ı “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm” kelimesi bütün risalelerde ve lafz-ı “Kur’an”, beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk {(Haşiye): Asıl nüshasına göredir.} etmeleri göründü ki; zerre mikdar insafı olan tesadüfe veremez. Kim görmüş ise, kat’î hükmediyor ki: “Bu bir sırr-ı gaybîdir, mu’cizat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) bir kerametidir.”

  Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler.

  Hem şu risaledeki ehadîs hemen umumen eimme-i hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’î hâdisat-ı risaleti beyan ediyorlar.

  O risalenin bütün mezayasını söylemek lâzımgelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları onu bir kerre okumasına havale ediyoruz.

    ONDOKUZUNCU MEKTUBUN BEŞİNCİ VE ALTINCI NÜKTELERİNİN FİHRİSTESİDİR:

  Bu nükteler, umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaçını zikretmiştir.

  1. Hem Hazret-i Hasan (R.A.) ile Hazret-i Muaviye’nin (R.A.) muharebe ve musalahasını;
  2. Hem Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Zübeyr’in (R.A.) muharebe edeceğini;
  3. Hem ezvac-ı tahiratın içinden birisinin mühim bir fitnenin başına geçeceğini;
  4. Hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) katlini haber vermiş.
  5. Hem Hazret-i Hüseyin’in (R.A.) Kerbelâ’da katlini;
  6. Hem zâtından (A.S.M.) sonra Âl-i Beyti, katl ve nefye maruz kalacaklarını;
  7. Hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) hilafetinin te’hirini; mucize değil hikmetin beyanıdır.
  8. Hem hilafet ne için Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmediğini; mucize değil hikmetin beyanıdır.
  9. Hem asr-ı saadetin başına gelen o dehşetli fitnenin hikmetini; mucize değil hikmetin beyanıdır.
  10. Hem ehl-i İslâm, umum devletlere galebe çalacaklarını;
  11. Hem Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) ve Hazret-i Ömer’in (R.A.) mahiyet-i hilafetlerini;
  12. Hem müşrik Kureyş reislerinin nerede katlolunacaklarını;
  13. Hem bir ay uzun mesafede Mûte Harbi’nden aynen haber verdiğini; (Zaman değil mekan itibari ile de gaybdan verdiği bir haberdir.)
  14. Hem Hazret-i Hasan’ın (R.A.) hilafetini;
  15. Hem Hazret-i Osman’ın (R.A.) Kur’an okurken şehid olacağını;
  16. Hem Devlet-i Abbasiyeyi;
  17. Hem Cengiz ve Hülâgu’yu;
  18. Hem İran’ın fethini;
  19. Hem Habeş Meliki’nin cenaze namazını, vefatından haberi olmadan aynı vakitte kıldığını bildirir.
  20. Hem Hazret-i Fatıma’nın (R.A.) vefatını;
  21. Hem Ebu Zerr’in (R.A.) yalnız bir dağda vefat edeceğini;
  22. Hem Ümm-ü Haram’ın Kıbrıs’ta vefat edeceğini;
  23. Hem yüzbin adamı öldüren Haccac-ı Zalim’i;
  24. Hem İstanbul’un fethini;
  25. Hem İmam-ı Ebu Hanife’yi (R.A.) (200 sene sonrası)
  26. Hem İmam-ı Şafiî’yi (R.A.) (250 sene sonrası)
  27. Hem ümmetinin yetmişüç fırka olacağını;
  28. Hem Kaderiye Taifesini,
  29. Hem Râfızîleri;
  30. Hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) yüzünden insanlar iki kısım olacaklarını;
  31. Hem Fars ve Rum kızlarını;
  32. Hem Hayber Kal’asının fethini;
  33. Hem Hazret-i Ali (R.A.) ile Muaviye’nin harbini;
  34. Hem Hazret-i Ömer (R.A.) sağ kaldıkça fitnelerin zuhur etmeyeceğini;
  35. Hem Sehl İbn-i Amr’ın (R.A.) mühim bir vazifesini;
  36. Hem Kisra’nın oğlu babasını öldürdüğünü aynı dakikada haber verdiğini;
  37. Hem Hâtıb’ın, Kureyş’e gizli mektub yazdığını;
  38. Hem Ebu Leheb’in oğlu Utbe’yi bir arslanın parçalamasına ettiği bedduasının kabul olup aynen çıktığını;
  39. Hem Bilâl-i Habeşî’nin (R.A.) ezan okuduğu zaman, Kureyşîlerin gizli tenkid ettiklerini aynen haber verdiğini;
  40. Hem Hazret-i Abbas (R.A.) iman etmeden evvel onun gizli parasından haber verdiğini;
  41. Hem Hazret-i Peygamber’e (A.S.M.) bir yahudinin sihir ettiğini;
  42. Hem Sahabe meclisinde birinin irtidad edeceğini;
  43. Hem Hazret-i Peygamber’in (A.S.M.) katlini niyet edenlerin iman ettiklerini;
  44. Hem müşriklerin Kâ’be duvarındaki yazılarını kurtların yediğini ve yalnız o yazılar içindeki Allah isimlerini yemediklerini;
  45. Hem Beyt-ül Makdis’in fethinde büyük bir taun çıkacağını;
  46. Hem Yezid ve Velid gibi şerir reisleri haber verdiğini;
  47. Hem “Bundan sonra onlar bize değil, biz onlara hücum edeceğiz” diye haber verdiğini ve bunlar gibi çok ihbarat-ı gaybiye bu iki nüktede beyan edilmiştir.

  MU’CİZAT-I AHMEDİYENİN BİRİNCİ ZEYLİ: 197

  يس وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ âyetinin mealinde yüzer âyâtın en mühim hakikatları olan risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) “Ondört Reşha” namıyla ondört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve isbat ediyor. Ve en muannid hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi izhar ediyor. (Cenab-ı Hak, Kur’anda çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı Kur’aniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var. Hem

يس ٭ وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ deki kasem ile, i’cazat-ı Kur’aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder. Mektubat – 389)

Birinci Reşha: Şahsiyet-i Maneviyyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

İkinci Reşha: Zat-ı Ahmediye öyle bir nurdur ki mazidekiler risaletinin hakkaniyetine bir delil olduğu gibi kendi zatıda büyük bir delildir.

Üçüncü Reşha: Risalet’e ait vazifeleri hakkıyla yerine getirmesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Üç müşkil ve müdhiş sual-i azîme mukni ve makbul cevab vermesi vazifelerine bir örnektir.

Dördüncü Reşha: Neşrettiği ziya-yı hakikat ile kâinata, mevcudata, camidata ve bütün zevil-hayata bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görülür.

Beşinci Reşha: Onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla kâinattaki harekâta, tenevvüata, tebeddülata, tegayyürata (hulasa hadisata) bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görüldüğü gibi o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla insana bakıldığında insan bütün mahlûkat üstüne çıkıp bir halife-i zemin olmasıylada risaletinin hakkaniyeti görülür.

Altıncı Reşha: Ubudiyet ve Risalet cihetiyle bakıldığında görülen hakikatlar risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Yedinci Reşha: Muhtelif akvamın akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini fetih ve teshir edip def’aten devlet kurması, diğer devletlere galib getirmesi ve manevi hizmetlerinin neticesi olarak maddî manevî hâkimiyet ile bir saltanat kurması bir şahs-ı manevi oluşturması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Sekizinci Reşha: Büyük ve çok âdetleri, hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit eylemesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Dokuzuncu Reşha: Hakkıyla yerine getirdiği tebliğ vazifesi ve tebliğdeki usulü risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Ve bizim içinde tebliğ hususunda bir rehber-i mutlaktır.

Onuncu Reşha: Merak-âver bir alemden, cazibedar bir inkılabdan, lüzumlu bir istikbalden, dehşetli bir saadetten haber vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. (Ders verdiği hakikatların merak-âver, cazibedar, lüzumlu ve dehşetli olması risaletinin hakkaniyetine delildir.)

Onbirinci Reşha: Kâinatın perde-i zahiriyesi altındaki acaibi yani hakaik-i uhreviyeyi ve hakaik-i kevniyeyi haber vermesi ve bu hakaiki gözüyle görerek hakikat-ı İslamiyeti o hakaikin üstüne bina edip kendi bizzat tatbik edip talim etmesi ve marziyat-ı İlahiyeyi pek sağlam olarak bize ders vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Onikinci Reşha: Haşrin ve saadet-i ebediyenin bütün delilleri Zât-ı Ahmediyenin (ASM) risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira Zât-ı Ahmediyenin (ASM) bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Bu yüzden Peygamber (ASM) haşrin ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesi için Cenab-ı Hakka dua etmiştir.

Yedi kısıma ayrılan duası anlatılıyor.

  1. Nasıl bir salât-ı kübrada dua ediyor.
  2. Nasıl bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor.
  3. Nasıl bir hacet-i âmme için dua ediyor.
  4. Nasıl bir halet-i ruhiyede dua ediyor.
  5. Nasıl bir maksad ve gaye için dua ediyor.
  6. Hangi kelimelerle isteyip, yalvarıyor.
  7. Nasıl bir Allahtan hacetini istiyor.

Onüçüncü Reşha: Cenab-ı Hakkın bütün esma-i kudsiyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira haşir ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesi bütün esma-i kudsiye-i İlahiyenin tecelliyatı ile mümkündür. Cenab-ı Hakkın bütün esması Peygamber’in (ASM) ubudiyetini ve duasını netice vermiştir. Bu ubudiyet ve dua ise haşir ve saadet-i ebediyeyi netice vermiştir.

Ondördüncü Reşha:

Kâinatın şehadeti ile tarifi yapılan Kur’an-ı Hakîme tercümanlık yapan Zâtın risaletinin hakkaniyetine Kur’an bir delildir. Hatta Kur’anın itiraz edildiği tekrarında ve mesail-i kevniyeyi icmal ve ibham etmesinde mu’cizeliğin bulunması da risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Ve Kur’andaki tekrarın hikmetini altı vecihle anlatıyor.

  1. Kur’an zikir, dua, davet kitabı olduğu için tekrar müstahsendir.
  2. Herkes her vakit bütün Kur’anı okuyamadığı için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçtiğinden tekrar müstahsendir.
  3. Hem cismani ihtiyaç gibi manevi ihtiyaçta tekerrür ettiğinden tekrar müstahsendir.
  4. Kur’an Müessistir. Bir Din-i Mübinin Esasatını ders verdiği için tekrar müstahsendir.
  5. Öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikakadan bahsediyor ki tekrar müstahsendir.
  6. Herbir âyet herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikredildiğinden tekrar müstahsendir.

Kur’anın medar-ı tenkid olmuş diğer bir i’cazı ise irşadıdır. Zira Kur’an mesail-i kevniyeyi icmal ve ibham ederek mevcudata kendileri için değil, belki Mucidi için baktırır. Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; ta Zat ve Sıfat Ve Esma-i İlahiyyeyi bildirsin.

  ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DAİR: 207

  Şu risale, Şakk-ı Kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını “Beş Nokta” ile gayet kat’î bir surette reddedip inşikak-ı Kamer’in vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma’ ile şakk-ı Kamer’in vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette isbat eder ve şakk-ı Kamer mu’cize-i Ahmediyesini (A.S.M.) Güneş gibi gösterir.

Feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı Kamer vuku bulsa idi umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi?”

Birinci Nokta: Kur’an-ı Hakîm’i inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız “sihirdir” demişler.

İkinci Nokta: Sa’d-ı Taftazanî gibi eazım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: yüzer mu’cizatının delaletiyle tevatürle vücudu kat’îdir.

Üçüncü Nokta: Mu’cize; dava-yı nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna’ etmek içindir, icbar için değildir. Çünki “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.

Dördüncü Nokta: Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette vuku bulduğundan etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek.

Beşinci Nokta: Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i rububiyetin istediği insanlara ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir.

Elhasıl: Şakk-ı Kamer’in vukuuna delalet eden çok bürhanlarından altısına işaret ederiz. Şöyle ki: sahabeler, müfessirler, muhaddisîn, evliya ve sıddıkîn, mütebahhir ülemanın tasdiki, ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak’ayı telakki-i bilkabul etmesi; güneş gibi inşikak-ı Kamer’i isbat eder.

Elhasıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namına ve iman hesabınadır. Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki Mi’rac ile âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi. Öyle de: Şakk-ı Kamer mucizesiyle arz’ın sekenesine rüchaniyetini göstermiş

  MU’CİZAT-I AHMEDİYE ZEYLİNİN BİR PARÇASI: 211

  Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) hakkında olup, Mi’rac Risalesinin Üçüncü Esasının nihayetindeki üç mühim müşkilden birinci müşkile ait “Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur?” sualine muhtasar bir fihriste suretinde verilen cevabdır.

Elcevap: Yedi kısımda sair peygamberlerden rüchaniyeti izah edilmiştir.

  1. Bütün peygamberler ve kitapların tasdiki
  2. Kahinlerin ihbarı
  3. İrhasat
  4. Keyfiyet, külliyet, her nev’i mu’cizeleri
  5. Zatı (İslamiyet ve şeriatı)
  6. Onuncu Söz’ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Peygamberlerin esasat olan dokuz vazifesini nihayet derece yapmasıdır.
  7. Onsekizinci Söz işaret edildiği gibi: İnsanda ve Kâinatta görünen güzelliklerin tarif edicisi ve Daire-i Rububiyyete karşı Ubudiyetle mukabele eden Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyyesillimmnin esası ders veriliyor.

Haşiye Külliyet-i hukuk Kongresinde düşmanlarının dahi Onun (ASM) faziletini tasdik etmesidir.

  ÂYET-ÜL KÜBRA RİSALESİNİN, RİSALET-İ AHMEDİYEDEN BAHSEDEN ONALTINCI MERTEBESİ: 216

  Kâinatın erkânından Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatından bir parça olup, makam münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.

Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vahdaniyete şehadetinden evvel, bu fevkalade Zâtın (ASM) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini dokuz külli delille izah ediyor.

Birincisi: Bu zâtta yüzer mu’cizatın onun elinde zahir olmasıdır.

İkincisi: Elinde ayn-ı hak ve hakikat olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın olmasıdır.

Üçüncüsü: O zât’ın (A.S.M.) emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu’cizane bir imana sahib olmasıdır.

Dördüncüsü: Enbiyaların lisan-ı kal ve icma’ ile ve lisan-ı hal ve ittifakla bu zâtın doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehad etmeleridir.

Beşincisi: Hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binler evliya üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icma’ ve ittifak ile şehad etmeleridir.

Altıncısı: Mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minîn, bu zâtın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehad etmeleridir.

Yedincisi: Âl ve Ashab’ın bu zâtın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde, bu zâtın sözlerinin hak ve hakikat olduğuna ittifakla şehad etmeleridir.

Sekizincisi: Kâinatın hilkatindeki, tahavvülâtındaki, harekâtındaki, mahiyetindeki ve içindeki mevcudatın manaları bilen ve ilan eden bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna kâinat şehadet ediyor.

Dokuzuncusu: Muhammed-i Kureyşî’nin (A.S.M.), hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi; olduğuna delil; o gaybî zâtın maksadlarına tam hizmet etmesi, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfetmesi ve daima o Hâlıkının namına hareket etmesi ve ondan istimdad etmesi ve muvaffakıyet istemesi ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olmasıdır.

Bu hârika zâtın bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir.

Habibullah’ın şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden, aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma’ var:

Birincisi: Binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-ı nuraniyenin icma’ ile tasdikleridir.

İkincisi: Sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin ittifak ile; can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli iman ile tasdikleridir.

Üçüncüsü: Ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasının cemaat-ı uzmasının tevafuk ile ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.

  YİRMİNCİ MEKTUB: 222

(Ondokuzuncu Mektub’un Yirminci Mektubla münasebeti: Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) tevhid’in en büyük bir delili olmasıdır. Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.. İşarat-ül İ’caz 86)

  فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ âyetinin en mühim bir hakikatını bildiren ve

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

kelâmının onbir kelimesinde onbir beşaret ve onbir bürhan-ı kat’î bulunduğuna dair bir mektubdur. Elhak meratib-i tevhid-i hakikînin hakkında bu mektub bir kibrit-i ahmerdir ve bir iksir-i a’zamdır. O derece parlak ve o mertebede kuvvetli delilleri ve hüccetleri gösteriyor ki, en mütemerrid zındıkları dahi imana getiriyor. Ondokuzuncu Mektub olan Risale-i Ahmediye (A.S.M.) kelime-i şehadetin ikinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ hükmünü ne derece kat’î ve kuvvetli isbat etmiştir; öyle de bu Yirminci Mektub, kelime-i şehadetin birinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ hükmünü, o kat’iyyet ve kuvvetle isbat ediyor. Hakikî ve kuvvetli imanı kazanmak isteyenler bunu okusunlar. Ve bilhâssa Dokuzuncu Kelime bahsinde, ilim ve irade-i İlahiyenin isbatını çok vâzıh bir surette beyan ettiği gibi; (Onbeşinci Şuada ilim ve iradenin delilleri daha vâzıh bir surette izah edilmiştir.)

Onuncu Kelime bahsinde de وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ bürhanıyla مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin mühim bir sırrını ve en muazzam bir hakikatını “Beş Nükte”de beyan ediyor. Hakaik-i imaniyenin bir tılsım-ı a’zamını o beş nükte ile hallediyor. (İşte bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması; hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve isbat etmekle Kur’anın tılsımı açılır ve hilkat-ı kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz bırakan muamması bilinir. Hâlık-ı Rahîmime yüzbin defa Risalet-ün Nur’un hurufatı adedince şükr ve hamdolsun ki, Risalet-ün Nur bu acib tılsımı ve bu garib muammayı hall ve keşf ve isbat etmiş. Ve bilhâssa Yirminci Mektub’un âhirlerinde وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ bahsinde ve haşre dair Yirmidokuzuncu Söz’ün “Fâil muktedirdir” bahsinde, Yirmidokuzuncu Lem’a-i Arabiye’nin “Allahü Ekber” mertebelerinden kudret-i İlahiyenin isbatında, kat’î bürhanlarla -iki kerre iki dört eder derecesinde- isbat edilmiş. Şualar – 158)

Cümle-i tevhidiyenin onbir kelimesinin herbir kelimesinde

  • Hem birer müjde ve beşaret,
  • Hem birer mertebe-i tevhid-i rububiyet,
  • Hem bir ism-i a’zam noktasında bir kibriya-i vahdet ve bir kemal-i vahdaniyet vardır.

Mukaddime iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, lezzet-i ruhaniye

Birinci Makam Şu kelâm-ı tevhidînin, onbir kelimesinin her birinde birer müjde var. Ve o müjdede birer şifa ve o şifada birer lezzet-i maneviye bulunur.

Birinci Kelime: لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ da hadsiz hacata karşı nokta-i istimdad olan rahmeti, nihayetsiz a’daya karşı nokta-i istinad olan kudreti göstererek müjde verir.

İkinci Kelime: وَحْدَهُ da herşey’in anahtarı yanında, her şey’in dizgini elinde, herşey emriyle halledilen bir olan Allahı göstererek müjde verir.

Üçüncü Kelime: لاَ شَرِيكَ لَهُ de Ezel, Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi; icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç olmadığını göstererek müjde verir.

Dördüncü Kelime: لَهُ الْمُلْكُ de kendini idare edemeyen, sevdiği ve alâkadar olduğu kâinatı ıslah edemeyen insana umumen mülkün sahibi olan Kadîr, Rahîm ve Hakîm olan Mâlik’ini göstermekle müjde verir.

Beşinci Kelime: وَ لَهُ الْحَمْدُ de nimetin zevalinden elem çeken insana, nimetin lezzeti içinde Hamd ü senaya, medih ve minnete layık olan Mün’imin rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in’amının devamını göstererek müjde verir.

Altıncı Kelime: يُحْيِى de hayatın ağır tekâlifi altında ezilen insana hayatı veren ve hayatı rızık ile idame eden ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden ve hayatın âlî gayeleri ona ait olan ve mühim neticeleri ona bakan Hayy-u Kayyum’un Kerim ve Rahîm olduğunu ve bir hayat-ı bâkiyeyi temin edeceğini göstererek müjde verir.

Yedinci Kelime: وَ يُمِيتُ de Mevti i’dam, hiçlik, fena, inkıraz, sönmek, firak-ı ebedî, adem, tesadüf, fâilsiz bir in’idam zanneden insana bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhis, bir tebdil-i mekân, Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyat, yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısı göstererek müjde verir.

Sekizinci Kelime: وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ de İnsanın mahbublarının nihayetsiz firaklarından neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan bir Mahbub-u Bâki’nin var olduğunu ve bütün kâinatın mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın O Mabud-u Lemyezel ve Mahbub-u Lâyezal’in birtek cilvesi olduğunu göstermekle müjde verir.

Dokuzuncu Kelime: بِيَدِهِ الْخَيْرُ de malının harab olup, sa’yinin heba olmasından feryad edip me’yus olan cinn ü inse netaic-i hayatlarıını muhafaza eden hizmetlerinin mükâfatını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelal’i göstermekle müjde verir.

Onuncu Kelime: وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ de Yaptığı hizmete ettiği ubudiyete mukabil  bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet isteyen insana kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet olmayan va’dini yerine getirmeye muktedir olan Kadîr-i Zülcelal’i, Hakîm-i Zülkemal’i, Rahîm-i Zülcemal’i göstermekle müjde verir.

Onbirinci Kelime: وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ de Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğini tevehhüm eden insana bekaya, vücud-u daimîye, âlem-i nura, Sahib ve Mâlik-i Hakikî’nin tarafına ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına döneceğini  göstermekle müjde verir.

İkinci Makam İsm-i A’zam noktasında, tevhidin isbatına muhtasar bir işarettir.

Birinci Kelime: لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ da, bir tevhid-i uluhiyet ve mabudiyet vardır. Şu kâinat yüzünde, hususan zeminin sahifesinde, görünen faaliyet, hallakıyet, fettahiyet ve vehhabiyet bu işleri yapan Faal, Hallak, Fettah, Vehhab bir Zât-ı Zülcelal’in bir Vâhid-i Ehad’in vücub-u vücudunun ve vahdetinin ve uluhiyet ve mabudiyetinin gayet kuvvetli bir bürhanıdır. Şahid-i Ezelî bütün kütüb ve suhufuyla ve ehl-i şuhud bütün tahkikat ve küşûfuyla ve âlem-i şehadet bütün muntazam ahval ve hakîmane şuunatıyla o mertebe-i tevhidde bil’icma’ ittifak ediyorlar.

İkinci Kelime: وَحْدَهُ de bir mertebe-i tevhid vardır. Şu kâinat ve şu mevcudattaki nizam ve mizana ve tanzim ve tevzine baktıkça; birtek, yekta, Vâhid, Ehad, Kadîr, Mürîd, Alîm, Hakîm bir zât vahdaniyet mertebesinde görünür. Hem herşey’in evveline ve âhirine, zahirine ve bâtınına baktıkça; bir Kadîr-i Mürid, bir Rahman-ı Rahîm ve bir Hannan-ı Mennan görünür. Evet her şeyde bir birlik var. Aynı maksada ve gayeye hizmet etmekteki vazifede birlik ise, biri gösterir.

Üçüncü Kelime: لاَ شَرِيكَ لَهُ deki vahdaniyet, Otuzikinci Söz’ün Birinci Makamında gayet kuvvetli ve şaşaalı bir surette isbat ettiğinden, ona havale ederiz.

Dördüncü Kelime: لَهُ الْمُلْكُ de, mâlikiyet mertebe-i uzması, tevhid-i a’zam suretinde vardır.  Şu mertebe-i uzma-i mâlikiyet ve makam-ı a’zam-ı tevhidin bir hüccet-i kübrası, gelecek arabî ibarede izah edilecektir.

Birinci Fıkra: Şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musaggarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delailini gösteriyorlar.

İkinci Fıkra: Sâni’-i Hakîm, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş ve insanı dahi o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır.

Üçüncü Fıkra: O Mâlik-ül Mülk-i Zülcelal, âlem-i ekberi, bir tarla hükmünde yaratıp eker, biçer, mahsulât alır. Ve bir model hükmünde inşa ederek, mensucat-ı san’atını onlara giydirir; cilve-i esmasını, mu’cizat-ı kudretini izhar eder. Ve bir sahife hükmünde inşa ederek manidar mektubatını yazar; hikmetinin âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur. Şu âlem-i ekberi, mülk şeklinde inşa etmekle beraber; şu insanı dahi öyle bir surette halketmiştir ki; o geniş mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memluk hükmüne getirmiştir.

Dördüncü Fıkra: Sâni’-i Zülcelal’in âlem-i ekberdeki san’atı kemal-i intizamından kitab şekline girdiği gibi insandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi, hitab çiçeğini açtı. Kitab derecesine gelen bütün mevcudattaki san’ata ve hitab makamına gelen insandaki o sıbgata, Vâhid-i Ehad’den başkası karışabilsin? Hâşâ!..

Beşinci Fıkra: Kudret-i İlahiye âlem-i ekberde, haşmet-i rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbaniye ise âlem-i asgar olan insanda, nimetleri tanzim ediyor.

Altıncı Fıkra: Kâinatın heyet-i mecmuasında tezahür eden celal ve haşmet-i rububiyet, vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat edip gösterdiği gibi;

Zîhayatların cüz’iyatlarına mukannen erzaklarını veren nimet-i Rabbaniye ve ihsan dahi, cemal ve rahmet noktasında ehadiyet-i İlahiyeyi isbat edip gösterir.

Yedinci Fıkra: Sâni’-i Zülcelal âlem-i ekberin heyet-i mecmuasında bir sikke-i kübrası olduğu gibi, bütün eczasında ve enva’ında dahi birer sikke-i vahdet koymuştur.

Âlem-i asgar olan insanın cisminde ve yüzünde birer hâtem-i vahdaniyet bastığı gibi, herbir azasında dahi, birer mühr-ü vahdeti vardır.

Beşinci Kelime: لَهُ الْحَمْدُ de Bağistan-ı kâinattaki ecram ve mevcudatta, Küre-i Arz bahçesindeki nebatat ve hayvanatta ve Eşcar ve nebatatın başlarındaki ezhar ve semeratta görünen sebeb-i medh olan nimet ve ihsan ve kemal ve cemal ve medar-ı hamd olan herşey onundur, ona aittir. Şu kâinat ağacının zîşuur ve en mükemmel meyvesi ve en mühim neticesi ve makasıd-ı Rabbaniyenin medarı olan insana ilim, hikmet ve kudretiyle kainatı hizmetkar eden Mabud-u Bilhak ve Mahmud-u Bil’ıtlak o zîşuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip hikmet-i bahiresini hiçe indirmez veyahut kudret-i mutlakasını acze kalbettirmez veyahut ilm-i muhitini cehle çevirmez. Evet âyât-ı Kur’aniyenin işaratıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlahiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senadır ki; daimî o dergâha gidiyor.

Altıncı Kelime: يُحْيِى de Hayatı verenin yalnız Hayy u Kayyum olduğunu üçyüzbinden ziyade milletlerden oluşan mevcudat ordusuna, ayrı ayrı techizat-ı hayatiyesini vermesi ve idare ve terbiye ve iaşe etmesiyle anlıyoruz. Çünkü o orduyu bütün şuunatıyla ihata eden bir ilm-i muhitin ve o orduyu bütün levazımatıyla idare eden bir kudret-i mutlakanın sahibinden başkası olamaz.

Yedinci Kelime: وَ يُمِيتُ de Mevti verenin bir Kadîr-i Zülcelal, bir Hakîm-i Zülkemal olduğunu mütemadiyen tavaif-i mevcudatı ve her taife içindeki cüz’iyatı ve o taifelerden teşekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif etmesiyle, sonra hikmetiyle terhis edip, mevte mazhar ederek âlem-i gayba göndermesiyle anlıyoruz.

Sekizinci Kelime: وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ de Hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Mevt ve fena, adem ve zeval ona ârız olamamasından O Hayy-ı Lâyemut’un ezelî ve ebedî, Kadîm ve bâki, Vâcib-ül Vücud vesermedî ve hayatının zâtî olduğunu anlıyoruz. Şu hakikata şahid-i katı’, şu kâinatın zeval ve fenasına karşılık bütün mevcudatın, küllî ve cüz’î herbirisinin birer Veysel Karanî gibi, bir münacat-ı maneviye suretinde acz ve fakr ve kusurlarıyla, zıddıyet itibariyle kudret ve kemal-i İlahîyeye esma adedince âyine olmasıdır.

Dokuzuncu Kelime: بِيَدِهِ الْخَيْرُ de Bütün hayrat elinde, bütün hasenat defterinde, bütün ihsanat hazinesinden çıkan Alîm-i Zülcelal’in muhit bir ilmi vardır. Ve herşey’i bütün şuunatıyla bilir, sonra yapar. Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir, hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek.

   Şu hakikata işaret eden kâinatın hadd ü hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardır. Onuna işaret edeceğiz. Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, inayetler, tezyinatlar, intizamlı mevcudat, mizanlı ve ölçülü hey’at, muntazam miktarlar, şekiller, suretler, bütün zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasib vakitte, ummadığı yerde rızıklarını vermek; umum zîhayatın, ibham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan ecelleri, bütün mevcudata şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin taltifatı; bütün eşyanın san’atındaki ihtimamat ve san’atkârane tasvirat ve mahirane tezyinat, icad ve ibda’-ı eşyada kemal-i sühulet, bir ilm-i ekmele delalet eder.

Eğer denilse: Yalnız ilim kâfi değildir, irade dahi lâzımdır. İrade olmazsa, ilim kâfi gelmez?

Elcevab: Bütün mevcudat, ilm-i muhit sahibinin irade-i külliyesine delalet eder. Buna dair iki külli delil nazara verilecektir. Birincisi hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihab etmek; ikincisi hayvanatın ayrı ayrı teşahhusları ve sîmalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri bir irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir.

Onuncu Kelime: وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ de Kadîr-i Zülcelal’in kudretine karşı eşyanın nihayet derecede müsahhariyet ve itaatinin ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve sühuletle iş görmesinin hadsiz esrarından beş sırrını beş nüktede beyan edeceğiz:

Birincisi: Kudret-i İlahiyenin nisbeti kanunîdir. Kudret-i İlahiyeye nisbeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad bir ferd kadar külfetsiz ve rahatça icad edilmesi “nuraniyet sırrı”, “şeffafiyet sırrı”, “mukabele sırrı”, “müvazene sırrı”, “intizam sırrı”, “itaat sırrı”, ile isbat edilerek gösterilmiştir.

İkincisi: Sehavet ve kesret içinde itkan ve hüsn-ü san’at, karışıklık ve ihtilat içinde imtiyaz ve tefrik, mebzuliyet ve vüs’at içinde san’atça kıymetdarlık ve hilkatça güzellik, Şu ef’alin menba’ı olan kudrete nisbeten; en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır ve hadsiz efradın icadı ve idareleri, bir ferd kadar rahatça icad ve idare edilir.

Üçüncüsü: Şu kâinatta, şu görünen tasarrufat ve ef’al ile hükmeden Sâni’-i Kadîr’in kudretine nisbeten, en büyük küll en küçük cüz’ kadar kolay gelir. Efradça kesretli bir küllînin icadı, bir tek cüz’înin icadı kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz’îde, en yüksek bir kıymet-i san’at gösterilebilir. Şu hakikatın sırr-ı hikmeti üç menba’dan çıkar:

Evvelâ: İmdad-ı vâhidiyetten. Yani herşey ve bütün eşya, bir tek zâtın mülkü olsa; o vakit vâhidiyet cihetiyle herbir şey’in arkasında, bütün eşyanın kuvvetini tahşid edebilir. Ve bütün eşya, birtek şey gibi kolayca idare edilir. Bu sırr bir tek zatın arkasına ordular tahşid edilmesi temsili ile izah edilmiştir. Bu sırrın delili şu kâinatta nihayet derecede mebzuliyet ve ucuzluk içinde, nihayet derecede san’atça ve kıymetçe yüksek ve âlî bir keyfiyet görünmesidir.

Sâniyen: Yüsr-ü vahdetten. Yani birlik usûlüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler; gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddid merkezlere, müteaddid kanuna, müteaddid ellere dağılsa müşkilât peyda eder. Hem birtek şeyi, san’atça bütün eşya kadar kıymetli yapabilir. Ve hadsiz efradı, gayet kıymetdar bir surette icad ederek; şu görünen hadsiz mebzuliyet ve nihayetsiz ucuzluk lisanıyla, cûd-u mutlakını gösterir ve hadsiz sehavetini ve nihayetsiz hallakıyetini izhar eder. Bu sırr ordunun teçhiz edilmesi ve ağaca takılı duran meyvenin tek kökten yetişmesi temsili ile izah edilmiştir.

Sâlisen: Tecelli-i ehadiyetten. Yani Sâni’-i Zülcelal’inin nur olan bütün sıfâtıyla ve nuranî olan bütün esmasıyla, teveccüh-ü ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellisi var ki; hiçbir yerde olmadığı halde, heryerde hazır ve nâzırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz her işi yapar. Onun içindir ki; bir çekirdekte koca bir ağacı manen dercettiği gibi, bir âlemi birtek ferdde dercedebilir. Bu sırr bir tek güneşin hadsiz eşyaya bir anda tecezzi etmeksizin o şeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi temsili ile izah edilmiştir.

Dördüncüsü: Şu kâinatta şu görünen ef’al ile tasarruf eden Zât-ı Kadîr’in kudretine nisbeten Cennet’in icadı, bir bahar kadar kolay ve bir baharın icadı, bir çiçek kadar kolaydır. Ve bir çiçeğin mehasin-i san’atı ve letaif-i hilkati, bir bahar kadar letafetli ve kıymetli olabilir. Şu hakikatın sırrı üç şeydir:

Birincisi: Sâni’deki vücub ile tecerrüd. Yani şu kâinatın Sâni’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Cennet’in icadı, bir bahar kadar kolay ve bir baharın icadı, bir çiçek kadar kolaydır. Ve bir çiçeğin mehasin-i san’atı ve letaif-i hilkati, bir bahar kadar letafetli ve kıymetli olabilir. Hususan vücud rüsuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıd altına girmezse; o vakit cüz’î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir. Bu sırrı izah için misal olarak âyine ve hâfıza verilmiştir.

İkincisi: Mahiyetinin mübayenetiyle adem-i takayyüd. Yani Sâni’-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyet-i mukaddesesi hem Vâcib-ül Vücud’dur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir; misli, misali, mesîli yoktur. Elbette o Zât-ı Zülcelal’in o kudret-i ezeliyesine nisbeten bütün kâinatın idaresi ve terbiyesi; bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-i a’zam ve dâr-ı âhiret, Cennet ve Cehennem’in icadı; bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda ihyaları kadar kolaydır. Bu sırrı izah için iki misal verilmiştir. Biri kemerli kubbelerdeki ustalık san’atının bir ustaya verilmesi diğeri taburun idaresinin bir zabite  verilmesidir.

Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir. Yani mekândan münezzehiyetiyle beraber her mekânda hazır olması ve tecezzi ve inkısam olmaması ile birlikte her şeye karşı, bütün esmasıyla müteveccih olması nihayet derecede kolaylığa sebebiyet verir.

Elhasıl: Sâni’-i Kadîr külfetsiz, mualecesiz, sür’atle, sühuletle herşey’i o şey’e lâyık bir surette halkeder. Külliyatı, cüz’iyat kadar kolay icad eder. Cüz’iyatı, külliyat kadar san’atlı halkeder.

Beşincisi: Şu nihayetsiz sür’at ve hadsiz sühuletle vücud-u eşya, ehl-i hidayet için kudret-i Sâni’in kemaline ve herşey ona nisbeten kolay olduğuna delil-i kat’î ve bürhan-ı yakînî olduğu halde; ehl-i dalaletin ise nihayetsiz bir kudretin delilini, onun ademine delil yapar; nihayetsiz muhalât kapısını açar.

Onbirinci Kelime: وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ de Dâr-ı fâniden dâr-ı bâkiye ve saadet-i ebediye ile Cennet’e dönüleceğinin isbatını Onuncu Söz’ün oniki bürhanına ve Yirmidokuzuncu Söz’ün altı esasına havale ederiz. Bu Onbirinci kelimede o Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Külli Şey’in bütün semavî kitabları ve fermanlarıyla va’dettiği Cennet’i ve saadet-i ebediyeyi nev’-i beşerin ehl-i imanına vereceğini  isbat ediyor.  Çünki va’dini îfa etmemek, ya cehilden veya aczden ileri gelir. Hâlbuki Yirminci Mektub’un ilk on kelimesinde şu kâinatın Sâni’-i Hakîm’inin ve şu insanların Hâlık-ı Rahîm’inin nihayetsiz bir ilm-i muhit ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olduğu isbat edildikten sonra Kadîm-i Bâki’nin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidileceğine zerre miktar şübhe yeri kalmaz. Hem başta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün insanlığın istediği, kâinatta tecelli eden bütün esma-i hüsnanın iktiza ettiği, bütün mevcudatın bütün hakaikıyla işaret ettiği, Kur’an-ı Hakîm binler âyât u beyyinatıyla gösterdiği ve Habib-i Ekrem binler mu’cizat-ı bahiresine istinad ederek ders verdiği saadet-i ebediyeye gidilecektir. Saadet-i ebediyyenin vukuu için merciimiz onun dergâhıdır, melceimiz onun rahmetidir ve hâkeza…

  YİRMİNCİ MEKTUB’UN ONUNCU KELİMESİNE ZEYL: 254

  اَلاَ بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ âyetiyle

ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلاً سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً

âyetinin en mühim ve en muazzam bir hakikatını üç temsil ile tefsir ediyor. Ve herşey ve bütün eşya Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle olsa, birtek şey kadar kolay olduğuna ve kudret-i İlahiyeye verilmediği vakit, birtek şey kâinat kadar müşkilâtlı ve suubetli olduğuna dair en mühim bir sırrını ve en muğlak muammasını, gayet kolay bir tarzda tefsir ederek keşfeder.

Sual: Zerreler memur-u İlahî de olsalar, yine herbir zerrede, ya bir ilm-i muhit veya bir kudret-i mutlaka veya hadsiz manevî makinalar, matbaalar bulunmak lâzım gelir. tâ hadsiz muntazam vazifelerini yapabilsinler. Bunun hallini isterim.

Elcevab: Bütün mevcudat birtek Sâni’a verilse, birtek mevcud gibi kolay ve sühuletli olur. Bu hakikata karşı nefsin itminanını temin edecek üç temsil beyan edeceğiz:

Birinci Temsil: Şeffaf parlak bir zerrecik, Güneş’e intisab edip ona karşı gözünü açıp baksa; o vakit o koca Güneş’i ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla, hararetiyle hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecelli-i a’zamına mazhar olur. Aynen öyle de, eğer zerreler Vâhid-i Ehad’e isnad edilse; o vakit her bir masnu, herbir zerre ona mensub olur, onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı onu tecelliye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisabla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder.

İkinci Temsil: İki kardeş var. Hamiyetli, milliyet-perver kardeş, padişaha intisab etti, askere kaydedildi. O intisab ile, koca bir ordu ona nokta-i istinad oldu. Ve o istinad ile arkasında, padişahın himmetiyle bir ordunun manevî kuvveti tahşid edilebilir bir kuvve-i maneviye ile harbe atıldı. Aynen öyle de, eğer her mahluk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehad’e isnad edilse ve onlar ona intisab etseler; o vakit o intisab kuvvetiyle ve seyyidinin havliyle, emriyle; yüzbin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizat-ı san’ata mazhar olabilir.

Üçüncü Temsil: Meselâ iki arkadaş var. Hiç görmedikleri bir memleketin ahvaline dair istatistikli bir nevi coğrafya yazmak istiyorlar. Birisi, o memleketin padişahına intisab edip, telgraf ve telefon dairesine girer. On paralık bir tel ile, kendi telefon makinasını devletin teline rabteder. Her yer ile görüşür, muhabere eder, malûmat alır. Gayet muntazam ve mükemmel coğrafya istatistiğine ait san’atkârane bir eser yapar. Aynen öyle de, eğer hadsiz eşya ve mahlukat Vâhid-i Ehad’e verilse, o vakit o irtibat ile herşey birer mazhar olur. O Şems-i Ezelî’nin tecellisine mazhariyetle, kavanin-i hikmetine ve desatir-i ilmiyesine ve nevamis-i kudretine irtibat peyda eder. O vakit havl ve kuvvet-i İlahiye ile herşey’i görür bir gözü ve her yere bakar bir yüzü ve her işe geçer bir sözü hükmünde bir cilve-i Rabbaniyeye mazhar olur.

Elhasıl: Vahdet ve iman yolunda, vücub derecesinde bir sühulet ve kolaylık var. Şirk ve esbabda, imtina derecesinde müşkilât ve suubet var. Çünki bir vâhid, külfetsiz olarak kesîr eşyaya bir vaziyet verir ve bir neticeyi istihsal eder. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o eşya-yı kesîreye havale edilse; o vakit pek çok külfetle ve pek çok hareketlerle ancak o vaziyet alınır ve o netice istihsal edilir. Meselâ Üçüncü Mektub’da denildiği gibi: gece gündüzün münavebesi ve mevsimlerin değişmesi gibi büyük maslahatların vücud bulması demek olan o ulvî, hikmetli netice-i Arziye, , eğer vahdete verilse; o Sultan-ı Ezel kolayca Küre-i Arz gibi bir neferi, o vaziyet ve o netice için ecram-ı ulviyeye kumandan tayin eder. O vakit Arz, emir aldıktan sonra, memuriyet neş’esinden mevlevî gibi zikr ü semaa kalkar; az bir masrafla o güzel vaziyet hasıl olur, o mühim netice vücud bulur.

Netice-i Meram: Bütün eşyanın vâhidden sudûru, bir vâhidin hadsiz eşyadan sudûrundan çok derece eshel ve kolaydır. Nasılki bir zabit, bin neferin tedbirini, bir nefer gibi kolay yapar ve bir neferin tedbiri, bin zabite havale edilse; bin nefer kadar müşkilâtlı olur, keşmekeşe sebebiyet verir.

  YİRMİBİRİNCİ MEKTUB: 259

(Yirminci Mektubda tevhid-i hakiki ders verildiği gibi Yirmibirinci mektubda da tevhid-i hakikiya ders alan bir insanın ihtiyar vâlideynine veya akrabasına veya müslüman kardeşlerine şefkatle muamele etmesi gerektiğinin dersi verilmiştir.)

  Küçük bir mektubdur; fakat gayet büyük bir âyetin büyük bir hakikatını beyan ettiği için, ona ihtiyaç büyüktür. (Bu âyetin evvelinde mi’racdan bahseden bir âyet olması hasebiyle âyetin siyak ve sibak itibariyle münasebetine bakıldığında Mi’rac Allah’a olan yakınlığın bir gılafı olduğundan şöyle bir manayı ifade eder ki: Allah’a yakın olan bir insan, Allah nam ve hesabıyla diğer insanlarada yakınlık gösterir, onların hukukunu çiğnemez. Maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa eder.)

 اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ

İsra Suresi 23 Âyetin Birinci Sureti: Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “öf” bile deme

وَلاَ تَنْهَرْهُمَا  23 Âyetin İkinci Sureti: Ve onları azarlama.

وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا 23 Âyetin Üçüncü Sureti: İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.

 وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ 24 Âyetin Dördüncü Sureti: İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını indir.

وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا 24 Âyetin Beşinci Sureti: Ve şöyle de: “Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et.”

 âyeti, beş ayrı ayrı surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbettiğinin sırrını gösteriyor. Hanesinde ihtiyar vâlideyni veya akrabası veya müslüman kardeşleri bulunan zâtlar, bu mektubu okumağa pek çok muhtaçtırlar.

Evvela dünyada en yüksek hakikat, hayatını evlâdlarının hayatına feda eden peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleri olduğu gibi en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır.

Saniyen Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel’ikram, çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını, bereket suretinde gönderip onların iaşelerini, tama’kâr ve bahil insanlara yükletmediğinden hürmet haklarıdır.

Salisen ihtiyarlık halinde bir hanede bulunan peder ve vâlide o hane için vesile-i bereketi olduğundan hürmet haklarıdır.

Rabian ihtiyarlık halinde bir hanede bulunan peder ve vâlide o hane için vasıta-i rahmet olduğundan hürmet haklarıdır.

Hamisen ihtiyarlık halinde bir hanede bulunan peder ve vâlide o hane için sebeb-i def’-i musibet olduğundan hürmet haklarıdır.

  YİRMİİKİNCİ MEKTUB: 262

  “İki Mebhas”tır.

  BİRİNCİ MEBHAS (Yirminci Mektubda tevhid-i hakiki ders verildiği gibi bu birinci mebhasda da ehl-i iman arasındaki vahdet bağlarının bilinmemesinden ileri gelen kin ve adavet ve tarafgirliğin kaldırılması için uhuvvet düsturları gösterilmiştir.)

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ ٭ اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ ٭ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

âyetlerinin sırrıyla; ehl-i imanı, uhuvvet ve muhabbete davet ediyor. Nifak, şikak, kin ve adavetten menedecek mühim esbabı gösteriyor. Kin ve adavet; -ehl-i iman ortasında- hem hakikatça, hem hikmetçe, hem insaniyetçe, hem İslâmiyetçe, hem hayat-ı şahsiyece, hem hayat-ı içtimaiyece, hem hayat-ı maneviyece gayet çirkin ve merdud ve zulüm olduğunu gayet kat’î bir surette isbat edip, mezkûr âyetlerin mühim bir sırrını tefsir eder.

Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; altı vecih ile çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

Birinci Vecih: Hakikat nazarında zulümdür. Bir mü’minin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi yirmi sıfât-ı masume varken; câni sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamak bir zulümdür. Uhuvveti iktiza eden hakikatler çokken az olan sıfatlar yüzünden adavet etmek zulümdür.

İkinci Vecih: Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıddırlar. İkisi, mana-yı hakikîsinde olarak beraber cem’ olamazlar.

Üçüncü Vecih: Hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye nazarında bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden sair masum sıfatlarını mahkûm etmek adalet-i mahzayı ifade eden

 وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى sırrına göre zulümdür.

Dördüncü Vecih: Hayat-ı şahsiye nazarında zulüm olduğunu gösteren dört düsturdur.

Birincisi: “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.

İkinci Düstur: Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur.

Üçüncü Düstur: Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et.

Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adavet

Hem nefsine, Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

Hem mü’min kardeşine, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkûm etmekle mü’min kardeşine zulmeder.

Hem rahmet-i İlahiyeye zulmeder, tecavüz eder. Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlahiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor.

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevab: Sû’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez.

Cây-ı dikkat bir hâdise: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif edip kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medh etmesi tarafgirliğin neticesidir.

Beşinci Vecih: Hayat-ı içtimaiyece, inad ve tarafgirlik, gayet muzır olduğunu beyan eder.

Birinci sual ve cevabdan çıkan hükümler: İhtilaf ikidir. Biri müsbet diğeri menfidir. Hadiste rahmet olan ihtilaf ise müsbet olan ihtilaftır.

İkinci sual ve cevabdan çıkan hükümler: Tarafgirlik ikidir. Biri hak namına diğeri nefis hesabınadır. Mazlum avamı, zalim havassın şerrinden kurtaran tarafgirlik ise hak namına olandır.

Üçüncü sual ve cevabdan çıkan hükümler: Tesadüm-ü efkâr ikidir. Biri hak namına diğeri, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabınadır. Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder.

Elhasıl: Allah namına sev, Allah namına buğz et ve Allah namına hükmet vesselam..

Cây-ı ibret bir hâdise’de İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın nefis hesabına hükmetmeyip Allah namına hükmetmek için kılıncını çekip keseceği zaman, kendisine tüküren kâfiri bırakmış, kesmemiş.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa‘da bir hâkim, bir hırsızın elini şeriat namına, kanun-u İlahî hesabına kesemeyip nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiş.

Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye: “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak”

Kalb-i İslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: Birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır etmek hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.

Medar-ı ibret bir hikâye: Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabîlesinin Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabîle karşılarına çıktığı vakit; haricî düşman aşireti def’edinceye kadar, dâhilî adaveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini alan ehl-i dalalet ve ilhad ve ehl-i küfre karşı uhuvvet düsturları ile hareket etmek iktiza eder. Zira ehadîs-i şerifte Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc edip ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alacağına işaret etmiştir. Bu vaziyete karşı çare-i necat ise uhuvvet düsturlarını ders veren Hazret-i Mehdi’ye iktida etmektir.

Altıncı Vecih: Hayat-ı maneviye ve sıhhat-ı ubudiyet, adavet ve inad ile sarsılır. Zira tarafgir bir muannid, kendi a’mal-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Livechillah için a’mel etmeyip tefevvuk için amel eder. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih ederek adalet edemez.

  İKİNCİ MEBHAS (Yirminci Mektubda tevhid-i hakiki ders verildiği gibi bu ikinci makamda hırsla rızkı aramanın Tevhid-i hakikiye münafi olduğu gösterilmiştir.)

  اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ٭ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

sırrıyla, ehl-i imanı hırstan şiddetli bir surette men’eden esbabı gösterir. Ve hırs dahi, adavet kadar muzır ve çirkin olduğunu kat’î delillerle isbat ederek; şu âyet-i azîmenin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Hırsa mübtela adamlar, bu ikinci mebhası çok dikkatle mütalaa etmelidirler. Kin ve adavet marazıyla hasta olanlar, tam şifalarını birinci mebhasta bulurlar.

  İkinci Mebhasın hâtimesinde, zekatın ehemmiyetini ve bir rükn-ü İslâmî olduğunun hikmetini güzel bir surette beyan etmekle beraber; hakikatlı bir rü’yada güzel bir hakikat beyan ediliyor. (Hırs göstermek ve zekâtı vermemek mülk umumen Allah’ındır manasına muhaliftir. Ve zekât vermemek müminler arasında adavete sebeb oluyor. Namaz kul ile Allah arasında bir bağ olduğu gibi zekâtta fakirle zengin arasında bir köprüdür. Hırs gösteren zekat vermeyerek müminlerle olan manevi bağlarını koparmış olur. İnsanın dini ne kadar anladığının bir ölçüsü Allah’a olan bağlılığını gösteren kişinin kıldığı namazı diğer bir ölçüsü de müminlerle olan muamelatıdır.)

Hayat-ı İslâmiyeye en müdhiş bir maraz-ı muzır olan hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir.

Evet hırs, zîhayat âleminde nebatat ve hayvanattan tut, yavrular ve canavarlara kadar, milletler içinde Yahudi milletinden tut,  en cüz’î bir ferd-i insana kadar sû’-i tesirini gösterir. Tevekkülvari taleb-i rızk ise, bilakis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. Bu hakikatı te’yid eden divanhane temsili verilmiştir.

Hem en cüz’î işlerde de herkesin hırsın sû’-i tesirini hissettiğine  üç misal verilmiştir. (Dilenci, uyku ve bekleme misalleri) Kişinin hırs göstermediğinin delili tertib-i eşyada teenni-i hikmet ile hareket etmesidir.

Hem hırs yolunda erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekatı, terketmekle hem kişiler hemde devletler zarara düşer. Zira zekat, her şahıs ve her devlet için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Hakikatlı bir rü’ya-yı hayaliyede, Birinci Harb-i Umumî’deki vaziyetimiz buna bir delildir.

Beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşe’i iki kelimedir:

Birisi: “Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekattır. Bu iki müdhiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, vücub-u zekat ve hurmet-i ribadır.

İhsanlar zekat namına olmazsa, üç zararı hem riya ve şöhreti, hem kendisine minnet edilme beklentisini hem kendini tevziat memuru makamından tezlil etmeyi kazanıyorsun.

Zekat namına olsa hem farzı eda etmeyi, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanıyorsun.

  Şu risalenin Hâtimesinde, اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ âyeti altı derece zemmi zemmetmekle, altı vecihle gıybetten zecrettiğini ve mu’cizane ve hârika bir i’caz ile, gıybeti hem aklen, hem kalben, hem insaniyeten, hem vicdanen, hem fıtraten, hem milliyeten mezmum ve merdud ve çirkin ve muzır olduğunu gayet kat’î bir surette, Kur’anın i’cazına yakışacak bir tarzda beyan ediyor. Ve gıybet, alçakların silâhı olduğu cihetle, izzet-i nefis sahibi bu pis silâha tenezzül edip istimal etmediğine dair denilmiştir:

اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ٭ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ

Gıybet hakkındadır. Yirmibeşinci Söz’ün Birinci Şu’lesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının makam-ı zemm ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.

Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.

Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir: Birisi: Vazifedar adama şikayet maksadıyla Birisi de: meşveretin hakkını vermek maksadıyla Birisi de: tarif ve tanıttırmak maksadıyla

Birisi de: fısktan sakındırmak maksadıyladır

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et” demeli.

(Yirminci Mektubda tevhid-i hakiki ders verildiği gibi bu hâtimede gıybet etmenin Tevhid-i hakikiye münafi olduğu gösterilmiştir. Gıybetin en tehlikeli şekli âyetin de işaret ettiği; din noktasında herkesin istifade ettiği bir Zâtı, halk arasında küçük düşürmek için yapılan gıybettir. İkinci sırada tehlikeli olan gıybet ise kazf-ı muhsanat nev’idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni’ bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mes’ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Barla Lahikası 267)

  YİRMİÜÇÜNCÜ MEKTUB: 278

(Yirmiikinci Mektub da mü’minler arasındaki uhuvveti temin eden esaslar gösterilmişti. Yirmiüçüncü Mektubta ise mü’minler arasındaki münasebetlerin ölçüsü gösterilecektir.  Şöyle ki:

Birinci sualde mü’minin mü’mine en büyük yardımı dua iledir. Bu yüzden bu sualde mü’minin mü’mine en iyi duasının nasıl olması gerektiğini izah ediyor.

İkinci sualde Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahü Anh denildiği gibi Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu diyerek dua etmemiz gerekmektedir.

Üçüncü sualde âlem-i İslamdaki büyük Zevatın efdaliyet sırası gösterilmiştir. Şöyle ki umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir.

Dördüncü sualde insanın üç sabırla mükellef olduğu üzerine durulmuştur. Allah Uhuvvet noktasında kardeşinden gelen sıkıntılara sabredenlerle beraberdir.

Beşinci sualde sinn-i mükellefiyet onbeş sene kabul edildiğinden sinn-i mükellefiyetten evvel ibadet etmeyen çocuklara karşı uhuvvetle mukabele etmemiz gerektiğine işaret ediyor.

Altıncı sualde meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık halletine giren mü’minlere uhuvvetle mukabele etmemiz gerektiğine işaret ediyor.

Yedinci sualde ahireti esas alan bir gencin uhuvvet düsturlarını kırmayıp mü’minlerle ahiretteki beraberliğini düşünerek muamele etmesi gerektiğine işaret ediyor.

Sekizinci sualde mü’min kardeşinden sana gelen zarar, velev nesebi kardeşlerinin Yusuf’a AS yaptıklar nev’inden olsa dahi uhuvvet düsturlarını kırmayıp mü’minlerle ahiretteki beraberliğini düşünerek muamele etmek gerektiğine işaret ediyor. Hem ahireti esas alan birisi dünyevi zararlara ehemmiyet vermez. Dünyevi en büyük zarar olan ölümü ahirete gitmeye vesile bilir. Daha ölüm gelmeden evvel ölmek ister.)

  Bu mektubun birkaç mebhası var. Öteki mebhaslara bedel latif ve manidar birtek mebhas aynen yazıldı. Şöyle ki:

  Ahsen-ül kasas olan kıssa-i Yusuf’un (A.S.) hâtimesini haber veren تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ âyetinin ulvî ve latif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı, saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberinin acıları ve elemi; kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini, firakını haber vermek daha elemlidir. Dinleyenlere “Eyvah” dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusufiyenin en parlak kısmı ki: Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi ve kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünyaca en saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un (A.S.) mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî, lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve daha ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli bir vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.” İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına hayran ol, bak ki, Kıssa-i Yusuf’un (A.S.) hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberi dinleyenlere elem ve esef değil; belki bir müjde, bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız! Hakikî saadet ve lezzet ondadır.

  Hem Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’ın âlî sıddıkiyetini gösteriyor ve diyor: “Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor.”

(Sıddıkîyetin sıfatları;

Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi sıddıkînlere gaflet vermez onu meftun etmez onlar yine âhireti isterler.

Sıddıkînler, Resul-ü Ekrem’in ASM hayatına gaye edindiği davasının yanındanırlar.

 Böyle bir zamanda böyle ihlaslı sadakat, livechillah uhuvvet ve fisebilillah muavenet ancak âlîhimmet sıddıkînlerde bulunur. Hâlık-ı Zülcelal’e hadsiz hamd ve şükür olsun ki, sizin gibileri Kur’an-ı Hakîm’e hâdim ve Risale-i Nur’a şakird eylemiş. Kastamonu – 20)

Birinci Sualiniz: Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?

Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Hem gıyaben ona dua etmek. Hem hadîste ve Kur’anda gelen me’sur dualarla dua etmek. Hem hulûs ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua etmek. Hem mevâki’-i mübareke ve mevakit-i mübarekede dua etmek.

İkinci Sualiniz: Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahü Anh denildiğine binaen, başkalara da bu manada söylemek muvafık mıdır?

Elcevab: Evet denilir. Fakat örf-ü ülemada Sahabeye, Radıyallahü Anh; Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir.

Üçüncü Sualiniz: Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevab: Umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.

Dördüncü Sualiniz: Allah sabredenlerle beraberdir ayetin de hikmet ve gaye nedir?

Elcevab: Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki, teenni ile hareket eden sabırlı ve tevekküllü adamlarla beraberdir. Çünki sabır üçtür:

Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor.

Beşinci Sualiniz: Sinn-i mükellefiyet onbeş sene kabul ediliyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvetten evvel nasıl ibadet ederdi?

Elcevab: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın, bakiyye-i dini ile; fakat farziyet ve mecburiyet suretiyle değil, belki ihtiyarıyla ve mendubiyet suretiyle ibadet ederdi.

Altıncı Sualiniz: Sinn-i kemal itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmışüç olmasındaki hikmet nedir?

Elcevab: Melekât-ı akliye ve istidadat-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile hevesat-ı nefsaniyenin  tevakkuf zamanı ise kırk yaşıdır.

Amma ömr-ü saadetinin altmışüç olmasının hikmeti ise, meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık hallerini göstermeyerek ümmetinin muhabbetinin devam etmesi ve ümmetinin ömr-ü galibine işaret içindir.

Yedinci Sualiniz: “En hayırlı genç odur ki; ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü gençlere benzemek isteyenlerdir.” hadîs midir; bundan murad nedir?

Elcevab: Hadîs olarak işitmişim.

Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki; Dost istersen Allah yeter. Yârân istersen Kur’an yeter. Mal istersen kanaat yeter. Düşman istersen nefis yeter. Nasihat istersen ölüm yeter.

Yedinci mes’elenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hâtimesi Hazret-i Yusuf’un mevtini haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu.

  YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTUB: 284

(Yirmiüçüncü Mektubun ahirinde Yusuf’un AS ölümü istemesi ile kâinattaki zeval ve firak ihtar ediliyor. Yirmidördüncü Mektubta ise kâinattaki umum zeval ve firakın hikmetleri anlatılmıştır. Aynı mana Onyedinci Mektubta da vardır. Şöyle ki çocuğun vefatı kâinattaki zeval ve firakı ihtar ettiği gibi Onsekizinci Mektubun üçüncü sualinde de kâinattaki zeval ve firakın hikmetinin gösterilmiştir.)

(Bu Yirmidördüncü Mektub Nereden geliyorsun sualinin cevabıdır. Bu sualin cevabı külliyatta Otuzuncu Lem’anın Kayyum ismine dair Altıncı Nüktesinde, Onsekizinci Mektubun Üçüncü Sualinde ve Otuzikinci Sözün İkinci Mevkıfında Rahmet ve Muhabbet şuunatı kısmında izah edilmiştir.)

  {(Haşiye): Bu mektubun mesailini bir derece ihsas etmek arzu edildiğinden; fihristiyet ihtisarı muhafaza edilmedi, uzun oldu.} Kâinatın tılsım-ı acibini ve müşkil muammasının en mühim bir sırrını keşf ve halleden bir mektubdur ve en mühim bir sualin cevabıdır. Şöyle ki:

  “Esma-i İlahiyenin a’zamlarından olan Rahîm, Kerim, Vedud’un iktiza ettikleri şefkatperverane ve maslahatkârane ve muhabbetdarane taltifleri; ne suretle pek müdhiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile, zeval ve firak ile, musibet ve meşakkat ile tevfik edilir?” diye sualin cevabında, tılsım-ı kâinatın üçüncü muammasını halleden ve kâinattaki daimî faaliyetin muktezasını ve esbab-ı mûcibesini gösteren “Beş Remiz” ile ve gayelerini ve faidelerini isbat eden “Beş İşaret” ile cevab veriyor. Şu mektub “İki Makam”dır. Birinci Makamı “Beş Remiz”dir.

    BİRİNCİ REMİZ: İsbat ediyor ki: Sâni’-i Hakîm ne yaparsa haktır. Hiçbir şey ve hiçbir zîhayat, ona karşı hak dava edemediğini ve “Haksız bir iş oldu” diyemediğinin sırrını, kat’î bir tarzda isbat eder.

(Herbir nevi mevcudatın mahiyetinin tebarüz etmesi ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san’atını göstermek için; vücuda gelen mevcudat durmadan fenaya gidiyor. Hem herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal, bir lezzet, bir feyz veriyor. Bu neticeleri almak için mülk sahibi mülkünde istediği gibi hareket eder.)

    İKİNCİ REMİZ: Hayret-nüma, dehşet-engiz, daimî bir suretteki faaliyet-i Rabbaniyenin sırrını ve halk ve tebdil-i eşyadaki hikmet-i azîmesini beyan ediyor ve en mühim bir muamma-yı hilkatı hallediyor.

(Zât-ı Rahman ve Rahîm’in şuunatı hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor. Ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor. Şuunatları sırasıyla sayarasak  muhabbet ve rahmet şuunatı altında şefkat-i mukaddeseden ve muhabbet-i münezzeheden ve şevk-i mukaddese ve sürur-u mukaddese ve lezzet-i mukaddese ve memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes şuunatları vardır.)

    ÜÇÜNCÜ REMİZ: Zevale giden eşya ademe gitmediğini, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçtiğini ve eşyadaki hüsn ü cemale ait istihsan ve şeref ve makam, esma-i İlahiyeye ait olduğunu gayet güzel bir surette isbat eder.

(Eşyanın zeval ve fenası Baki ve sermedi bir Zatın cemal ve kemalini farklı nakışlarda gösterdiği için eşyanın zeval ve fenaya gitmesi iktiza ediyor. Bu hikmete binaen eşyayı bir manevî beka içinde teceddüd eder; tahrib ve fena, i’dam ve zeval değildirler. Eşya, zîruh değilse esma-i İlahiyeye bir âyine olur. Zîruh olup, zevil-ukûlden değilse ervah-ı bâkiyeleri birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider. Zîruh ve zevil- ukûlden ise olanlar için kemalâta kavuşmaktır.)

    DÖRDÜNCÜ REMİZ: Mevcudatın mütemadiyen tebeddül ve tegayyür etmeleri; birtek sahifede, her dakikada ayrı ayrı ve manidar mektubları yazmak nev’inden, sahife-i kâinatta esma-i İlahiyenin cilveleriyle yazılan cemal ve celal ve kemal-i İlahiyenin hadsiz âyâtını, mahdud sahifelerde de hadsiz bir surette yazıldığını isbat eder.

(Her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; Zât-ı Akdes’in, her esmasındaki daimi ve sermedi olan Cemal ve Kemalinin ayrı ayrı nakışlarının görünmesi için, mevcudatın ânen fe-ânen tazelendirilmesi iktiza eder.)

    BEŞİNCİ REMİZ: İki nükte-i mühimmedir.

  Birisi: Vâcib-ül Vücud’a intisabını iman ile hisseden adam, hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olduğunu ve hissetmeyen, nihayetsiz zulümat-ı ademe ve âlâm-ı firaka maruz bulunduğunu gösterir.

(İmanın ne kadar kıymetdar olduğunun anlaşılması eşyanın zeval ve fenaya gitmesini iktiza eder. Zira herbir şey, Vâcib-ül Vücud’a intisab noktasında bütün mevcudatla münasebetdar olur. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyale yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır.)

  İkinci Nükte: Dünyanın üç yüzü bulunduğunu.. zahir yüzünde, zeval, firak, mevt ve adem var; fakat esma-i İlahiyenin âyinesi ve âhiretin mezraası olan içyüzlerinde, zeval ve firak, mevt ve adem ise, tazelenmek ve teceddüddür ve bekanın cilvelerini gösteren bir tavzif ve terhistir.

(Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü var.

Birinci Yüzü: Esma-i İlahiyeye bakar, onların âyineleridir. Dünyanın Esma-i İlahiyeye bakan yüzünün ne kadar kıymetdar olduğunun anlaşılması eşyanın zeval ve fenaya gitmesini iktiza eder. Dai ve muktezi ise bu yüze bakmamızı istemesidir.

İkinci Yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Dünyanın âhirete bakan yüzünün ne kadar kıymetdar olduğunun anlaşılması eşyanın zeval ve fenaya gitmesini iktiza eder.

Üçüncü Yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki; fânilerin ve ehl-i hevesatın maşukası ve ehl-i şuurun ticaretgâhı ve vazifedarların meydan-ı imtihanlarıdır. Dünyanın ilk iki yüzüne bakmayan fanilere ve ehl-i hevesata bakan yüzünün ne kadar kıymetsiz olduğunun anlaşılması eşyanın zeval ve fenaya gitmesini iktiza eder.

Elhasıl: Şu mevcudat-ı seyyale, şu mahlûkat-ı seyyare, Vâcib-ül Vücud’un envâr-ı icad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik âyineler ve değişen mazharlardır.

  BU MEKTUBUN İKİNCİ MAKAMI: 290

  Bir “Mukaddime” ile “Beş İşaret”tir.

    MUKADDİME: Hallakıyet ve tasarrufat-ı İlahiyeden gayet azîm bir hakikatı, muazzam ve muhteşem kanunlarla beyan ediyor.

Meselâ: Bir kuşun tüylü libasını değiştiren Sâni’-i Hakîm, aynı kanunla kâinatın suretini kıyamet vaktinde ve âlem-i şehadetin libasını haşirde o kanun ile değiştirir.

  Hem bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri bulunuyor; herbir çiçeğin o kadar gayeleri, herbir meyvenin o kadar hikmetleri bulunduğunu gösterir.

Birinci Mebhas: Şuunat-ı rububiyeti gösteren gelecek beş işaretteki temsiller hakkındadır.

Bu temsiller; şuunat-ı rububiyetin hakikatını tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz fakat baktırabilir. O gelecek temsilâtta ve geçen remizlerde, Zât-ı Akdes’in şuunatına münasib olmayan tabirat, temsilin kusuruna aittir.

Hem dahi şu temsiller; muhit, azîm bir kanun-u rububiyetin küçük bir misalde ucunu göstermekle, rububiyetin şuunatında o kanunun hakikatını isbat ediyor. Mes’ela kanun-u rububiyetin icraatından olan vücuddan göndermek, libasını değiştirmek, tahrik etmek, tazelendirmek, ihya etmek gibi. Ve hâkeza kıyas et. Bunlar gibi çok kavanin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu’-u âleme kadar cereyan ediyor.

İkinci Mebhas: Her bir şeyin üç kısım hikmetleri vardır.

Bir kısmı Sâni’a bakar, esmasının nakışlarını gösterir.

Bir kısmı zîşuurlara bakar ki, onların nazarlarında kıymetdar mektubat ve manidar kelimattır.

Bir kısmı kendi nefsine ve hayatına ve bekasına bakar ve insana faideli ise insanın menfaatine göre hikmetleri vardır.

Herbir zîhayatın, beş tabaka muhtelif gayeleri bulunur ve hikmetleri vardır. Bu gaye ve hikmetler ile bakılınca mevcudatın zeval ve fenaya gitmesi Rahîm ve Hakîm ve Vedud isimlerine münafi değildir.

   “Beş İşaret” ise: Eşya, vücuddan gittikten sonra verdikleri ehemmiyetli beş netice itibariyle, bir vecihle madum iken, beş vecihle mevcud kalıyor. Şöyle ki:

  • Herbir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır. (Eşyanın zatına bakıyor. Eşyanın manasına bakan gayeleri ve misali hüviyetleri ayinelerde baki kalır.)
  • Hem hayatının etvarıyla “mukadderat-ı hayatiye” denilen sergüzeşte-i hayatiyesi âlem-i misalin defterlerinden olan levh-i misalîde yazılır. Ruhanîlere, daimî mevcud bir mütalaagâh olur. (Âlem-i misale geçen ruhanilere bir mütalaagah olur.)
  • Hem cinn ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i âhirete gönderilecek mahsulâtı bâki kalır. (Cinn ve insin amellerinin ahirete bakan neticeleri baki kalır.)
  • Hem etvar-ı hayatiyeleriyle ettikleri enva’-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor.
  • Hem şuunat-ı Sübhaniyenin zuhuruna medar çok şeyleri arkasında mevcud bırakır, öyle gider.

  Bu beş İşaretteki beş hakikatı, kat’î delil hükmünde beş makul ve makbul temsil ile beyan eder.

Birinci İşaret: Bir mevcud vücuddan gittikten sonra, zahiren kendisi ademe, fenaya gider; fakat ifade ettiği manalar bâki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin nümuneleri olan elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı mahfuzanın nümuneleri olan kuvve-i hâfızalarda kalır. Demek bir vücud-u surî kaybeder, yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanır. Öyle ise mevcudatın zahiren fenaya gitmesinde abesiyet yoktur. Birinci İşaret vücud sahiblerine bakar.

İkinci İşaret: Herbir şey -cüz’î olsun küllî olsun- vücuddan gittikten sonra (hususan zîhayat olsa) çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber; âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde, etvar-ı hayatı adedince suretleri bırakıp, o suretlerden, manidar olan ve mukadderat-ı hayatiye denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri yazılır ve ruhaniyata bir mütalaagâh olur. Demek çok hakaik-i gaybiyeyi netice veren bir vücudu kaybeder, sergüzeşt-i hayatiyeleri adedince ruhaniyata bir mütalaagâh olur. Öyle ise mevcudatın zahiren fenaya gitmesinde abesiyet yoktur. İkinci İşaret gaybi hakikatlarının ruhaniyata mütalaagâh olmasına bakar.

Üçüncü İşaret: Dünya bir destgâh ve bir mezraadır, âhiret pazarına münasib olan mahsulâtı yetiştirir. Demek bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı sermediyeyi teşkil etmek için, bir fabrika destgâhları hükmündedir. Öyle ise mevcudatın zeval ve fenaya gitmesi mukteza-yı ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedud’dur. (Bu işaret hem dai ve muktazi hemde gaye ve hikmettir. Evvelinde ahirette alınacak mahsul düşünülmüş muktazi budur. Neticesinde mahlûkata vücud verilerek ahiretteki gaye ve hikmetler takib ediliyor olması eşyanın zeval ve fenasını abesiyetten kurtarıyor.)

Dördüncü İşaret: Mevcudat etvar-ı hayatıyla, müteaddid enva’-ı tesbihat-ı Rabbaniyeyi yapıyor. Hem esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtı gösteriyor. (Bu işaretteki esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlât, Dördüncü remizde herbir esmanın farklı farklı kemalini göstermesi şeklinde izah edilmiştir. Bu işarette hem dai ve muktazi hemde gaye ve hikmettir. Evvelinde Dördüncü Remizde izah edilen herbir esmanın farklı farklı kemalinin görünmesi düşünülmüş muktazi budur. Neticesinde mevcudatta görünen pek çok esma-i İlahiyenin de nukuşlarını ve mukteziyatını o esmanın ellerine bırakmasıyla gaye ve hikmetler takib ediliyor olması eşyanın zeval ve fenasını abesiyetten kurtarıyor.) Demek mevcudat zeval perdesinde saklandıkları vakit; onların yerinde herbirisinin pek çok tesbihatı bâki kalmakla beraber, pek çok esma-i İlahiyenin de nukuşlarını ve mukteziyatını o esmanın ellerine bırakıyor. Öyle ise Rahîm, Hakîm ve Vedud isimleri; zevale ve firaka muarız değiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar.

Beşinci İşaret: “Mevcudat -hususan zîhayat olanlar- vücud-u surîden gittikten sonra Vâcib-ül Vücud’un bâki şuunatının tezahürüne bâki birer medar olacak manaları, keyfiyetleri, haletleri vücudda bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcud, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvali, ilm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücud dahi bırakıp öyle giderler. Öyle ise her fâni; bir vücudu terkeder, binler bâki vücudları kazanır, kazandırır. (Bu işarette hem dai ve muktazi hemde gaye ve hikmettir. Evvelinde İkinci remizde izah edilen Zât-ı Rahman ve Rahîm’in şuunatı hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ettiği düşünülmüş muktazi budur. Neticesinde mevcudatın Vâcib-ül Vücud’un bâki şuunatının tezahürüne bâki birer medar olacak manaları, keyfiyetleri, haletleri vücudda bırakmasıyla gaye ve hikmetler takib ediliyor olması eşyanın zeval ve fenasını abesiyetten kurtarıyor.)

(Yirmidördüncü Mektub’un Birinci Makamında dai ve mukteziyi gösteren Beş Remizden Birinci Remzinde geçtiği gibi mahlukatın mahiyetinin tezahürü için mahlukat zeval ve fenaya maruz bir surette yaratılıp vazifesini görüp geçip gidiyor. Yirmidördüncü Mektub’un Birinci Zeylinde ise mahlûkatın mahiyetlerinin tezahürü için ettikleri üç nev’i duadan bahsederek dai ve muktezi ile olan münasebetini gösterir.

Hem Yirmidördüncü Mektub’un İkinci Makamda gayeleri ve faideleri gösteren Beş İşarette geçtiği gibi eşyanın hüviyeti misaline, ruhanilere, ahiret ticaretine, mevcudatın tesbihatına ve şuunata bakan gayeler ve faideler için eşya vücuda gelir. Bu vücuda gelmekte üç nev’i duanın kabul edilip eşyanın ademden vücuda çıkması ile olur. Yirmidördüncü Mektub’un İkinci Zeylinde ise mahlûkat içinde bütün mahlukatın mahiyetlerini içinde bulunduran kainat ağacının hem çekirdeği hemde meyvesi hükmünde olan Zât-ı Ahmediyenin Aleyhissalatü Vesselamın velayetinin keramet-i kübrası olan miracından bahsedilmiştir. Birinci zeyilde mi’racın mebdeini ikinci zeyilde ise mi’racın müntehasını gösteriyor. Aynı mana Onsekizinci Mektubun üçüncü sualinde de kâinattaki zeval ve firakın hikmeti gösterildikten sonra Ondokuzuncu Mektubda İsm-i A’zam’a mazhar Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletinin ve velayetinin sair velayetlerin fevkinde olduğunun delili keyfiyetli, kesretli ve her nevden olan mu’cizeleri ile gösterilmiştir.)

  YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTUB’UN BİRİNCİ ZEYLİ: 299

  قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ âyetinin mühim bir sırrını beş nükte ile tefsir ediyor.

Ve dua, bir sırr-ı azîm-i ubudiyet olduğunu ve kâinattan daimî bir surette dergâh-ı rububiyete giden en azîm vesile ise dua olduğunu (Cenab-ı Hakk’ın Rububiyeti, herbir mahiyetin ettiği duayı kabul etmeyi iktiza eder.)

Ve duanın azîm tesiri (Azim tesir, dua edenin aczini ve fakrını göstermesidir.) bulunduğunu kat’î isbat etmekle beraber; Külliyet ve devam kesbeden bir dua, kat’iyyen makbul olduğuna binaen; umum ümmetin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a salavat namıyla dualarının neticesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ne kadar yüksek bir mertebede olduğunu gösterir.

Duanın da üç nev’-i mühimmini zikretmekle beraber, beyan eder ki; duanın en güzel ve en latif meyvesi, en leziz ve en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki; birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli herşeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerim zât var; ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, “Elhamdülillahi Rabb-il âlemîn” der.

Ey insanlar! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” mealindeki âyet beş nüktede izah edilmiştir.

Birinci Nükte: Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi, dua üç nevidir:

Birinci nevi dua: İstidad lisanıyladır. Hem esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır.

İkinci nevi dua: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır.

Üçüncü nevi dua: İhtiyaç dairesinde zîşuurların duasıdır ki, bu da iki kısımdır:

Birinci kısım: Dua, ızdırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebetdar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmış ise veya safi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür.

İkinci kısım: Meşhur duadır. O da iki nevidir. Biri fiilî, biri kavlî. Sair kısımların tafsilâtını tayyedip, yalnız kavlî duanın bir-iki sırlarını gelecek iki-üç nüktede söyleyeceğiz.

İkinci Nükte: Dua külliyet kesbederek devam etse; netice vermesi galibdir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki: Sebeb-i hilkat-ı âlemin birisi de duadır. Hem bin üçyüz elli senede, her vakitte, nev’-i beşerden üçyüz milyon, cinn ve ins ve melek ve ruhaniyattan hadd ü hesaba gelmez mübarek zâtlar bil’ittifak Zât-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, rahmet-i uzma-yı İlahiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duaları külliyet ve vüs’at ve devam kesbedip lisan-ı istidad ve ihtiyac-ı fıtrî derecesine geldiğinden elbette o Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir.

Eğer desen: Madem o Habibullahtır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var?

Elcevab: Umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve hadsiz enva’-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zât (A.S.M.), elbette hadsiz salavat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.

Eğer desen: Bazan kat’î olacak işler için hem bazan hiç olmayacak şeyler için dua edilir?

Elcevab: Dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zahirî maksadlar ise; o duanın ve o ibadet-i duaiyenin vakitleridir, hakikî faideleri değil.

Üçüncü Nükte: Dua-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir. Ya aynı matlubu ile makbul olur veyahud daha evlâsı verilir.

Dördüncü Nükte: Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder.

Beşinci Nükte: Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.

  İKİNCİ ZEYLİ: 303

  Mi’rac-ı Nebevî ve Mevlid-i Nebevîye (A.S.M.) dair üç mühim suale, gayet mukni’ ve mantıkî ve parlak bir cevabdır. Bu zeyil çendan kısadır, fakat gayet kıymetdardır. Mevlid-i Nebevîye (A.S.M.) iştiyakı olanlar buna çok müştaktırlar.

  Hâtimesinde gayet mühim bir düstur-u mantıkî ile, kâinatta en büyük ferd-i ekmel ve üstad-ı küll ve habib-i a’zam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu isbat eder.

(Mevlid-i Nebevînin Mi’raciye kısmında beş nükteyi beyan edeceğiz.)

Birinci Nükte: Cennet’ten getirilen Burak’a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi’nin beyan ettiği hazîn aşk macerasının hakikatı şu olmak gerektir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği nurla cennet’in ins ve cin ile şenlenecek olmasından Âlem-i bekanın mahlûkatı, o zâta karşı pek alâkadardırlar. Bu alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyat-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.

İkinci Nükte: Süleyman Efendi’nin mevlidinde, Cenab-ı Hakk’ın Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı muhabbet-i münezzehesini, “Sana âşık olmuşum” tabiriyle ifade etmiştir. O tabirin hakikatı şudur ki: her cemal ve kemal sahibi, bilbedahe cemal ve kemalini sevmesi gibi, Zât-ı Vâcib-ül Vücud dahi

San’at-ını bir velvele-i zikr ü tesbih ile teşhir eden ve istihsan edeni sever.

Hem esmasındaki cemal ve kemal hazinelerini, lisan-ı Kur’an ile açanı sever.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâni’inin kemaline delaletlerini, parlak ve kat’î bir surette lisan-ı Kur’anla beyan edeni sever.

Hem küllî ubudiyetiyle, rububiyetine âyinedarlık edeni sever.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmasına bir mazhar-ı etemm olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever.

İşte bu mezkûr beş vech-i muhabbetin herbir vechinde en yüksek makam-ı mahbubiyet Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur ki, bu hakikatı Süleyman Efendi mevlidinde “Ben sana âşık olmuşum” tabiriyle ifade etmiştir. Hâlbuki şu tabir yerine şe’n-i rububiyete en münasib olan “Ben senden razı olmuşum” denilmeli idi.

Üçüncü Nükte: “Ben sana âşık olmuşum” tabiratını, müteşabihat nev’inden tutup deriz ki: Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve kemal-i mutlakına muvafık bir surette, muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki, Mi’raciye macerasıyla onu ihtar ediyor. Mi’rac-ı Nebeviyeye dair Otuzbirinci Söz, hakaik-i Mi’raciyeyi usûl-ü imaniye dairesinde izah etmiştir.

Dördüncü Nükte: “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş” tabiri Otuzbirinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmesine binaen burada yalnız şu kadar deriz ki: Şems-i Ezelî, her şey’e herşeyden daha yakındır. Çünki Vâcib-ül Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede ondan uzaktır. Ona yakınlaşmak ise en a’zam mertebede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın velayetinin keramet-i kübrası olan Mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkıp “Kab-ı Kavseyn” makamında hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan İman-ı Billah ve İman-ı Bil’âhireti aynelyakîn gözüyle, hem kalbiyle, hem ruhu ile, hem cismiyle, hem havassıyla, hem letaifiyle, müşahede etmek ile olur. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın o Mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi’racın gölgesi içinde derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine gidiyorlar.

Beşinci Nükte: Mevlid-i Nebevî ile Mi’raciyenin okunması, yazılması ve dinlemesinin fevaidinden bahsedilmiştir.

Hâtime Şu kâinatın Hâlıkı, mevcudat içinde zihayatı, zihayat içinde insan nev’ini, insan nevin’de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. O Zât bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.

  YİRMİBEŞİNCİ MEKTUB: 308

  Sure-i Yâsin’in yirmibeş âyetine dair “Yirmibeş Nükte” olmak üzere rahmet-i İlahiyeden istenilmiş; fakat daha zamanı gelmediğinden yazılmamıştır.

(Yirmidördüncü Mektubla Yirmibeşinci Mektub arasındaki münasebet: Yirmidördüncü Mektubta kâinattaki umum zeval ve firakın dai ve muktezileri ve gaye ve faideleri anlatılmıştı. Zeyillerinde ise mahlûkat içinde bütün mahlukatın mahiyetlerini içinde bulunduran kainat ağacının hem çekirdeği hemde meyvesi hükmünde olan Zât-ı Ahmediyenin Aleyhissalatü Vesselamın miracından bahsedilmiştir. Birinci zeyilde mi’racın mebdeini ikinci zeyilde ise mi’racın müntehasını göstererek Risalet-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselam anlatıldığı gibi Yirmibeşinci Mektub da Yâsin suresinin ilk Yirmibeş âyetinin mealinde Risalet-i Ahmediyenin Aleyhissalatü Vesselam kaseme layık olduğu ve sair resullerin vaziyetleri anlatılmıştır.

Yirmibeşinci Mektubla Yirmialtıncı Mektub arasındaki münasebet: Yirmibeşinci Mektub da Yâsin suresinin ilk Yirmibeş âyetinin mealinde Risalet-i Ahmediyenin Aleyhissalatü Vesselam kaseme layık olduğu ve sair resullerin vaziyetleri anlatıldığı gibi Yirmialtıncı Mektub da dört mebhas içinde risaletin getirdiği hakikatlardan istifade edememenin sebebleri gösterilmiştir.)

  YİRMİALTINCI MEKTUB: 309

  وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ sırrına dair “Hüccet-ül Kur’an Aleşşeytan ve Hizbihî” namıyla, İblis’i ilzam ve ehl-i tuğyanı iskât eden gayet mühim bir mektubdur.

(Âyetin Yirmialtıncı Mektub’un başında olması gösteriyor ki alttaki dört mebhas bu ayet ile alakadardır. Birbirleri arasındaki münasebete şeytanın vesvesesi nazarıyla bakacağız.)

  Bu mektubun “Dört Mebhas”ı var.

   Birbiriyle münasebeti az demek hiç yok demek değildir. Birinci Mebhastaki makam esas alınırsa ortaya şöyle bir mana çıkıyor.

Birinci Mebhas: Kur’ana Allah canibinden bakmak ile beşer canibinden bakmak arasındaki fark anlatılmış.

İkinci Mebhas: Kur’ana hizmet eden Zatlara Allah canibinden bakmak ile beşer canibinden bakmak arasındaki fark anlatılmış.

Üçüncü Mebhas: Kur’ana hizmet eden Milletlere Allah canibinden bakmak ile beşer canibinden bakıp ırkçılık yapmak arasındaki fark anlatılmış.

Dördüncü Mebhas

Birinci Mes’ele: Kur’an Ayetlerine Allah canibinden bakarak Rabb-ül Âlemîn’in ifade ettiği vüs’atli manayı anlamak ile beşer canibinden bakmak arasındaki fark anlatılmış.

İkinci Mes’ele: Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifetle, Allah canibinden kâinata bakarak marifet-i kâmile ve huzur-u tam kazanmak ile beşeri fikirlerin karıştığı ilm-i kelam ve i’dam veya nisyan perdesi arkasında kâinata bakan ehl-i tasavvuf arasındaki fark anlatılmış.

Üçüncü Mes’ele: Kur’an Ayetlerine Allah canibinden bakarak insanın camiiyetini ve Esmaya ayine olduğunu anlamak ile beşer canibinden bakarak zalim ve cehul durumuna düşmek arasındaki fark anlatılmış.

Dördüncü Mes’ele: Kur’an Ayetlerine Allah canibinden bakarak Lâilahe İllallah’ın ifade ettiği herbir şeyde yani herbir eser, herbir fiil-i icadî, herbir isimde, doğrudan doğruya kendi Hâlıkını bütün eşya kadar gösterdiğini görerek huzur-u etemmi kazanarak imanını yenilemek ile beşer canibinden bakarak eşyayı i’dam veya nisyana atıp huzur-u etemmi kazanmak arasındaki fark anlatılmış.

Beşinci Mes’ele: Muhammed Aleyhissalatü Vesselama Allah canibinden bakarak Lâ ilahe illallah kelamının Muhammedürresulullah kelamı olmaksızın olamayacağını görmek ile beşer canibinden bakarak tek başına Lâ ilahe illallah kelamını necata ermek için kâfi görmek arasındaki fark anlatılmış.

Altıncı Mes’ele: Kur’an Ayetlerinden ders alıp Allah canibinden bakarak insi ve cinni şeytanlarla münazara etmek ile beşer canibinden bakarak insi ve cinni şeytanları susuturacak silahlarından mahrum kalarak münazara etmek arasındaki fark anlatılmış.

Yedinci Mes’ele: Kur’an’a hizmet edenlere Allah canibinden bakarak inayetlere ve ikramlara mazhar olunması ile beşer canibinden bakıp tokatlara müstehak olmak arasındaki fark anlatılmış.

Sekizinci Mes’ele: Kur’an’ın harflerine ve lisanına Allah canibinden bakarak kıymetini takdir etmek ile beşer canibinden bakıp tağyirine çalışmak arasındaki fark anlatılmış.

Dokuzuncu Mes’ele: Ehl-i Velayete Allah canibinden bakarak onların kemalatlarını takdir ettiğimiz gibi Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları noktalarda kusurlarını görmek ile beşer canibinden bakıp onların velayetlerini inkar etmek veya körü körüne arkalarından gitmek arasındaki fark anlatılmış.

Onuncu Mes’ele: Üstadımız Bediüzzaman Said Nursiye Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğu cihetle yani Allah canibinden bakmak ile şahsını mübarek ve makam sahibi zannedip beşer canibinden bakmak arasındaki fark anlatılmış.

    BİRİNCİ MEBHAS:

  Şeytanın en müdhiş hücumunu def’etmekle, şeytanı öyle bir surette ilzam eder ki; içine girerek saklanıp vesvese edecek bir yer bırakmıyor. Ve o kadar kuvvetli delail-i akliye ile ve kat’î bürhanlarla şeytanı ve şeytanın şakirdlerini ilzam eder ki, şeytan olmasa idiler imana gelecektiler. Fakat maatteessüf şeytan-ı cinn ve insin, gayet çirkin davalarını ve desiselerini bütün bütün ibtal ve def’etmek için, farazî bir surette onların çirkin fikirlerini zikredip öyle ibtal ediyor. Meselâ der ki: “Eğer faraza dediğiniz gibi, Kur’an Kelâmullah olmazsa; en âdi ve sahte bir kitab olurdu. Halbuki meydandaki âsârıyla göstermiş ki, en âlî bir kitabdır.” İşte bu gibi farazî tabiratın, titreyerek yazılmasına mecburiyet hasıl olmuştur. Şu mebhasın âhirinde, şeytanın Sure-i ق وَ الْقُرْآنِ الْمَجِيدِ in fesahat ve selasetine dair bir vesvese ve itirazını reddediyor.

Şeytanla Münazara Bahsi

Kur’anın Kelamullah ve Hazret-i Muhammed’in (ASM) Allah’ın Resulü olduğunu mukni delillerle isbat eden, münazara tarzında yazılmış beliğ bir risaledir.

Şeytanın Hileleri;

  1. “Sen, Kur’anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak… Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?”

Kur’ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır.

  • “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farzet, bak.”

İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenab-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. Ortada bakmak kabil değildir.

  • “Kur’an beşer kelâmına benziyor, onların muhaveresi tarzındadır. Demek, beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?”

Kur’an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemale rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat’îdir.

  • “Kur’anın mesaili gibi çok zâtlar o çeşit mes’eleleri din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer, din namına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?” sorusuna cevab olarak dört delil gösterilmiştir.

Evvelâ, Birinci delil dindar insanların tasdikidir. Dindar bir adam, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz.

Ve sâniyen, İkincisi bir beşerin, Allah’ın sıfatlarını, mahiyetini ve mertebesini taklid edememesi Kur’anın Kelâmullah olduğuna delildir. Birbirine yakın zâtlar, bir cinsten olanlar ve Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Beşeriyet âleminde bile birbirine yakın olmayanlar birbirini taklid edmezken bir insan Vacib-ül Vücudu nasıl taklid edebilir.

Sâlisen: Üçüncü delil; risaletin bütün delilleri Kur’anın Allah kelamı olduğunu tasdik ediyor. Risaletin birinci delili olan Kur’an âsârıyla, tesiratıyla ve netaiciyle Risalet-i Ahmediyeyi tasdik ederek Kur’anın Allah kelamı olduğunu gösteriyor. Risaletin ikinci delili olan Zat-ı Ahmediyenin ahvalinden, akvalinden, harekâtından neş’et eden islamiyet Kur’anın Allah kelamı olduğunu gösteriyor.

Râbian: Dördüncü delil; Ümmet-i Muhammediye (A.S.M.) ordusunun mukaddes kumandanı olan Kur’anın bütün mu’cizeleri, Kur’anın beşer kelamı olamayacağını isbat ediyor. Kur’an meziyetlerine üç noktada bakıyoruz.

Birinci Nokta: kuvvetli kanunları

İkinci Nokta: esaslı düsturları

Üçüncü Nokta: nafiz emirleri

Cismani bir Kur’an olan Peygamber (ASM) vechinden bakılırsa; böyle bir Peygamber (ASM) kendi kelamını Allah kelamı diyerek takdim etmez.

  1. Sahtekâr olmadığına harekât, ef’al ve akvali delildir.
  2. Allahtan korktuğuna bütün tarihçe-i hayatı şahittir.
  3. Allahı bildiğine de bütün tarihçe-i hayatı şahittir.
  4. Haysiyetli olduğuna kumandanlık ettiği nev’-i beşer ordusu ve cihan şahittir.
  5. İnsaniyetin âdi derecesinde olmadığına şöhretşiar şuunatı şahittir.
  • Şeytanlar insanları nasıl kandırıyor. Sorusuna dört misal;

Evvelâ, Tanımamaktan dolayı manen uzaktan bakıyor.

Ve sâniyen, tebaî, sathî bir nazarla baktırarak gayet muhal bir şey, mümkün gösteriyor.

Sâlisen: âdem-i kabul etmekle veya kabul-u âdem etmekle veya Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren sekiz sebeple kandırıyor.

Râbian: Kur’an-ı Hakîm’in ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hakkaniyetini gösteren delilleri yok göstermek istemiş. Yani mümkünü muhal göstererek hakikatın zıddını kabul ettirmekle kandırıyor.. Bu yüzden makam münasebetiyle hakkaniyetinin delillerini göstermek iktiza etmiştir. Hakkaniyetinin delilleri ise iki kısımda izah edilmiştir. Evvela Kur’an-ı Hakîm’in sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hakkaniyetinin delilleri gösterilmiştir.

Yirmialtıncı Mektubun Birinci Mebhasının Zeyline Ek olarak Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı: “Kur’anın en mühim fesahatını, siz onun selasetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Hâlbuki şu âyette nereden nereye atlıyor? Bu acib atlamaklar içinde hangi selaset kalır? Kur’anın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak mes’eleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selaset ve fesahat nerede kalır?”

Fesahat belagatın bir şubesidir. Akıcı ve açık konuşmak demektir. Ayrıca Yirmibeşinci sözde fesahatı şöyle açıklıyor. “Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir.” Uzun meseleleri hayale getirmek için uzun uzun sıralamayla anlatılsa hem anlatan için zordur. Hemde dinleyen ihata edip anlamakta zorlanır. Bu ise usanç verir. Kur’an ise hakikatları anlatırken yaptığı atlamalarla zihni yormuyor. Dinleyenleri usandırmıyor. Hemde hakikatları birbirinden koparmadan insanın hayalinde canlandırıyor.

Ve “Kur’anda huruf-u hecaiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selaset ve fesahat-i lafziyesi vardır.” Bunun misallerinden beşine işaret edilmiştir.

  1. Tufan hâdise-i azîmesini netaiciyle öyle îcazkârane ve mu’cizane beyan ediyor
  2. Kavm-i Semud’un acib ve mühim hâdisatını ve netaicini ve sû’-i akibetlerini
  3. Hazret-i Yunus’un kıssasında mühim esasları zikreder
  4. Yusuf A.S. hapiste iken rüyasını tabir ettiği arkadaşının onun yanına gönderilmesi ve Yusuf A.S. Sıddıkinlerden olduğunu izah ediyor.
  5. Kâfirlerin pek müdhiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılabatında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisata birer birer parmak basıyor.

    İKİNCİ MEBHAS:

  Bir insanda, vazife ve ubudiyet ve zât itibariyle üç şahsiyet bulunduğunu ve o şahsiyetlerin ahlâkı ve âsârı bazan birbirine muhalif olduğunu beyan eder.

Me’hazin kudsiyeti, vicdanı ihtizaza getirerek çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösterip; onun ile ahkâmı umuma kabul ettirdiğinden bu mebhasta Risale-i Nur’un müellifî olan Üstadımızın hizmetkârlık, ubudiyet ve hakiki şahsiyetleri nazara veriliyor. Ta ki şahsına teveccüh edilip Kur’an-ı Hakîm’in hazine-i âlîsi olan Risale-i Nur’un vicdanlardaki tesiri kaybolmasın. Zira Kur’an-ı Hakîm’in hazine-i âlîsinin dellâlı cihetindeki Üstadımızın hizmetkârlık şahsiyeti her ne kadar o vazifeye hakikî lâyık ve tam müstaid ise de diğer şahsiyetleri zahiri nazara göre birbirinden uzak düşebilir. Me’hazin kudsiyetinin kaybolmaması için Üstadın farklı şahsiyetlerinin olduğu bilinmesi gerekir. Üstadın en ince esrarına kadar tahkik eden talebeleri ve daimi hizmetkârları ise Üstadın hizmetkarlık şahsiyetini o vazifeye hakiki layık ve tam müstaid olduğunu gördüklerinden diğer şahsiyetlerinide birbirine yakın görürler.

İşte Üstadımızın üç şahsiyeti şunlardır.

Birincisi: Kur’an-ı Hakîm’in hazine-i âlîsinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ana ait hizmetkârlık şahsiyetidir.

İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla verilen şahsiyet verilen ubudiyet şahsiyetidir.

Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetidir.

    ÜÇÜNCÜ MEBHAS:

  يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا

âyetinin, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabîle kabîle yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mes’ele ile tefsir ediyor. Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müdhiş marazına gayet nâfi’ bir ilâçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyetperverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.

Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabîle kabîle yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mes’ele ile tefsir ediyor. Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müdhiş marazına gayet nâfi’ bir ilâçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyetperverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.

Birinci Mes’ele: Hayat-ı içtimaiye ile alakadar bu mes’ele Eski Said lisanıyla, Kur’an-ı Azîmüşşan’a bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazılmıştır.

İkinci Mes’ele: Heyet-i içtimaiye-i İslâmiyede kabail ve tavaifin arasında uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza eden binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Bu vahdetler, tearuf içindir, teavun içindir.. Tenakur için değil, tahasum için değildir!..

Üçüncü Mes’ele: Şu aşırda milliyetçiliği bırakın denilmez. Menfi milliyet yerine müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyetçiliği telkin edilmelidir.

Bu asırda Fikr-i milliyetin çok ileri gitmesinin iki sebebi vardır.

Birinci sebebi: Dessas Avrupa zalimleri, fikr-i milliyeti İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.

İkinci sebebi; Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var.

Hem müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, hem kesret hemde keyfiyet itibari ile menfi milliyet fikrine ihtiyaç bırakmıyor.

Hem menfî milliyetin, tarihçe pek çok zararları görülmüştür.

Dördüncü Mes’ele: Uhuvvet-i milliyeyi uhuvvet-i İslamiye yerine koymak; kalanın taşlarını içeri alıp, içerdeki Elmas hazinelerini kalanın dışına koymaya benzer.

Beşinci Mes’ele: Avrupayı körü körüne taklid çok def’a maskaralık olur. Çünki:

Evvela; asyada din ve kalb, avrupada ise felsefe ve hikmet hâkimdir.

Saniyen; Avrupa dinine sahipdir.

Salisen; İslâmiyet’i Hıristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfarıktır, o kıyas yanlıştır. Çünki Avrupa dinine mutaassıb olduğu zaman medenî değildi; taassubu terketti, medenîleşti.

Altıncı Mes’ele: Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ileri gidenlere deriz ki:

Evvela; Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Ayrıca din, dil ve vatan birse millet birdir.

Saniyen; İslam Milliyetçiliginin iki faydasından

Birincisi; :Devlet içinde hamiyetli insanlar yetiştirmesidir.

İkncisi; Alem-i islamın birbine desteğini sağlamasıdır.

Yedinci Mes’ele: Menfi milliyetten muvakkat menfaat görecek sekizden ikisini teşkil eden gençlerdir. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zaîftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür muttakidirler ki; bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar.

    DÖRDÜNCÜ MEBHAS:

(Bu On mes’elede Kur’anın ders verdiği hakaikı tafsilatıyla anlamanın yolları gösterilmiştir. Şöyleki

Birincisi: Hakaikı anlamakta tafsilli bakmanın kıymeti anlatılmıştır.

İkinci Mes’ele: Hakaikı bilmekle hakaikın varlığını bilmenin farkları anlatılmıştır.

Üçüncü Mes’ele: Hakaikı anlamakla mükerrem olunduğundan mükerrem olmakta çok mertebeler vardır.

Dördüncü Mes’ele: Hakaikın her vakit tecdidine ihtiyaç vardır.

Dördüncü Mes’elenin Zeylinde: Gaflete düşmeyip imanımızı her vakit tecdid edip huzur-u tam kazanmanın yolu dört yolu gösterilmiştir.

Beşinci Mes’ele: Hakaikı anlamak her vakit hadise müracaat etmekle mümkündür.

Altıncısı: Hakaika zıddından bakmakla tam itminan elde edilir.

Yedincisi: Hakaikın doğruluğunu kabulde inayetlere her vakit ihtiyaç vardır.

Sekizincisi: Hakaikın farklı zamanlarda farklı insanlara ayrı ayrı surette dersleri olduğundan lafızlar değiştirilerek mana bozulmaz.

Dokuzuncusu: Hakaikı anlamada yukarıda usulleri takib etmeyipte velayet sahibi olan insanlara bakmakta istikamet gösterilmiş. Şöyleki elinde görünen hakaikı kabul ile beraber hakaika uymayan noktalar red edilir.

Onuncusu: Hakaikı hüve hüvesine takib eden Üstadımız gibi Zâtlara bakmakta istikamet gösteriliyor. Üstadımıza yakın olan Abilerin yakınlık dereceleri talebe, kardeş ve dost sınıfları içerisinde izah edilmiştir.)

  Altı sualin cevabında “On Mes’ele”dir.

    Birincisi:

(Hakaikı anlamakta tafsilli bakmanın kıymeti anlatılmıştır.)

“Rabb-ül Âlemîn” kelimesinin tefsirinde onsekiz bin âlem dediklerinin hikmeti münasebetiyle, birkaç nükte-i Kur’aniye beyan edilir.

Birinci Mes’ele üç kısımdır.

Evvela kısmı Barla Lahikası sayfa 315’te yazılıdır. Risalelerin neşrindeki manilerin def’ine dairdir.

Sâniyen kısmının evveli müfessirlerin Rabb-ül Âlemîn’in tabir ve tefsirinde “Onsekiz bin âlem” demelerinin hikmetini üç-dörd sebeble açıklıyor. Şöyle ki herbir müfessir, Kur’an-ı Hakîm’in her tabakaya karşı birer manayı tazammun eden küllî kaidelerinden bir cüz’ünü ya keşfine, ya deliline veyahut meşrebine istinad ederek tefsir ediyor.

Ve ahiri ise Rabb-üs Semavati ve-l Arz’ın hikmetini anlatıyor. Hikmeti ise icmalden tafsile geçmektir.

Sâlisen: Sâlisen: Nefs-i emmarenin mutmain olduktan sonra nefs-i mecaziye inkılab ederek silâhlarını ve cihazatını a’saba devretmesinin hikmeti mücahede ile terakkiyat-ı daimîye sebebiyet vermek için olduğu izah ediliyor.

    İkinci Mes’ele:

(Hakaikı bilmekle hakaikın varlığını bilmenin farkları anlatılmıştır.)

  “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye demiş. Ondan murad nedir? Cevabında, gayet mühim bir mes’ele-i marifetullah beyan edilmiştir.

Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek (tevhid-i hakiki), varlığını bilmenin (tevhid-i zahiri) gayrıdır.” Bu ne demektir, maksad nedir? soruyor.

Evvelâ: Yirmiikinci Söz’ün Mukaddemesinde, tevhid-i hakikî ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.

Ve sâniyen: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermeyen marifetullahı ne kadar noksan görüyorsa;

Tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, kâinatı ne Muhyiddin-i Arabî mesleği gibi mahkûm-u adem eder, ne de sair ehl-i tasavvuf gibi nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur.

Ülema-i İlm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan minhac-ı hakikînin arasındaki fark; Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikîsi ise herbir şeyde Sâni’-i Vâhid’e işaretler, delil ve âyetler bulunduğunu isbat eder.

Hem Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye “akılla ilmen Allah’ı bilmek, ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif ile Allah’ı bilmeye nisbeten çok noksan olduğunu ihtar ediyor.

    Üçüncü Mes’ele:

(Hakaikı anlamakla mükerrem olunduğundan mükerrem olmakta cok mertebeler vardır.)

  وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ âyetiyle اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً âyetinin vech-i tevfiki nedir? diye sualine, gayet güzel ve nurlu mühim bir cevabdır.

İnsanın mükerrem bir varlık olması ile birlikte zalim ve cahil olmasının hikmetini; üç kısımda açıklıyor.

  1. İnsanın camiiyeti; insana, bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, vezaifi gördürmek için kuvalarına ve hissiyatlarına fıtrî bir kayıd koyulmamıştır. İnsan vazifesini yerine getirmemekle başkalarının hukukunu zayi ettiği için zalim olduğu gibi, vazifesini yerine getirmekle mükerremdir.
  2. Esmaya ayine olması; insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verildiğinden ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişaf ederek cehûl olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olduğundan mükerremdir.
  3. Hayat kanunlarına cahil olması; insan, hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için cehûl olduğu gibi bir Hâlık-ı Kerim’in mahlûku olduğundan mükerremdir.
    Dördüncü Mes’ele:

(Hakaikın her vakit tecdidine ihtiyaç vardır.)

  جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ hikmeti nedir? diye suale, gayet güzel ve nurlu bir cevabdır.

    Dördüncü Mes’elenin Zeylinde, vahdaniyetin gayet azîm bir hüccetine ve geniş ve uzun bir bürhanına muhtasar bir işarettir.

İmanınızı Lâilahe İllallah sözü ile (daima) yenileyiniz!.. Hadisinin hikmetini insanın tecdid-i imana ihtiyacı olmasının sebeplerini izah ederek açıklıyor.

  1. İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için,
  2. İnsanın tavattun ettiği âlem taaddüd ve teceddüd ettiği için,
  3. İnsanın imanını nefs, heva ve vehim ve şeytan çok vakit rencide ettikleri için,
  4. İnsanın zahir-i şeriata muhalif düşen kelimat ve harekâtı eksik olmadığı için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır.

Makam Münasebetiyle Bir Sual: “Gaflete düşmeyip imanımızı her vakit tecdid edip huzur-u tam kazanmanın yolu nedir?” Sualine cevab olarak huzur-u etemmi kazanmanın yolları gösterilmiştir.

  1. Mütekellimîn üleması; (İmkân ve hudus yoluyla tevhid-i hakikinin izahatını yapmış ama bu yol nakıstır. Çok delillerden bir delili yani imkân ve hudus hakikatını sadece kâinatın heyet-i mecmuasında gösterebilmişler.)
  2. Ehl-i tasavvuf; (Nisyan; Eşyayı unutup kalben devamlı Allah’ı zikrederek meşgul olanlara mahsustur. Terki dünya, terki ukba, terki hesti, terki terk… Mesleklerinin esasıdır.) “Lâ meşhude illâ hu”
  3. Muhyiddin-i Arabi; (Adem; Kainatın Allah hesabına yokluğunu kabul etmektir.) “Lâ mevcude illâ hu”
  4. Risale-i Nur; (Herbir şey yani herbir eser, herbir fiil-i icadî, herbir isim, doğrudan doğruya kendi Hâlıkını bütün eşya kadar gösteren bir bürhan-ı vahdaniyettir ve marifet-i İlahiyenin bir penceresidir.) “Lâ mabude illâ hu” “Lâ maksude illâ hu”
    Beşinci Mes’ele:

(Hakaikı anlamada her vakit hadise müracaat etmekle mümkündür.)

  “Yalnız “Lâ ilahe illallah” diyen, “Muhammedürresulullah” demeyen ehl-i necat olabilir mi?” sualine karşı mühim bir cevabdır.

Elcevab: Peygamber’i işiten ve davasını bilen adamlar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tam anlamıyla tanımaz. Onun hakkında, yalnız Lâ ilahe illallah kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Buna delil olarak umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamlarının iki sözü nazara verilmiştir.

Fakat bazan oluyor ki: Mücerred Lâ ilahe illallah kâfi gelir. Bununda üç dört şartı vardır.

    Altıncısı:

(Hakaika zıddından bakmakla tam itminan elde edilir.)

  Birinci Mebhas’taki şeytanla münazaranın çirkin tabiratlarının sebeb-i zikrini bildiriyor. Hem mühim bir temsil ile, hizb-üş şeytanı en dar ve en muhal ve en menfur bir mevkie sıkıştırıyor. Meydanı Hizb-ül Kur’an hesabına zabtederek, herbir hal-i Ahmediye (A.S.M.) herbir haslet-i Muhammediye (A.S.M.) herbir tavr-ı Nebevî (A.S.M.) o kuvvetli temsile göre birer mu’cize hükmüne geçip, nübüvvetini isbat ettiğini gösterir.

Şeytanla münazara bahsine tetimme olarak minare temsiliyle Risalet-i Ahmediyyenin hakkaniyetini isbat ediyor. Kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için o tabirleri zikrederek bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü gösteriyor. Minare temsili ile Miraçtaki manevi terakkiyata işaret ettiği gibi kuyu temsili ise yetmiş sene münafıklığına devam eden adamın misaline işaret ediyor. O meşhur münafık yetmiş sene münafıklıkla cehennemin dibine düşmüştür. Hemde minare başında görememelerinin sebebi nazarları o mertebeye çıkamamalarındandır.

    Yedincisi:

(Hakaikın doğruluğunu kabulde inayetlere her vakit ihtiyaç vardır.)

  Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i maneviyelerini teyid için ve hizmetimizden bazı maksadlarla çekilen ve maksadlarının aksiyle tokat yiyenleri, çok misallerden yedi küçük misal ile gösterir ki; siperini bırakıp kaçanlar, daha ziyade yaralanırlar.

Medar-ı ibret bu mes’ele de vehme maruz, fütura düşen bazı dostları kurtarmak için hizmet-i Kur’ana ait bir ikram-ı Rabbanîyi ve bir himayet-i İlahiyeyi beyan ederek kuvve-i maneviyeyi teyid eden yedi emare gösterilmiştir.

Yedi emareden ilk dördünde dört adamın düşman vaziyeti almakla tokat yemelerinin sebebleri; Terfi’ için valiye şekva ve ihbar etmesi, âmirlerinin hatırı için rakibane ve düşmanane vaziyet alması, Barla’ya nakledilip yerleşmek için düşmanane vaziyet ihtiyar etmesi, ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak için bize karşı çok soğuk ve korkak vaziyet almasıdır.

Son olarak üç dostun da ciddî dostluğun iktiza ettiği merdane vaziyeti göstermedikleri için, tokat değil, bir nevi ihtar nev’inde aks-i maksadlarıyla ikaz edildiklernini sebebler; Hizmet-i Kur’aniyeye değil kendi şahsına zarar gelmemek için istinsahı terk etmesi, dünyevi menfaat için düşünmeyerek ihtiyarsız irtibatı terk etmesi, uhrevi menfaat için dahi olsa iritibatı muvakkaten kesmesidir.

(Dostlar dünyevi maksatlarımı temin edebilirmiyim veya zarar görürmüyüm diye evhama kapılmamalı. Çünkü Kur’ana hâdimliğimiz cihetinden bize karşı düşman vaziyeti alanların maksadlarının aksiyle tokat yemeleri ve dost iken dostluğun iktiza ettiği merdane vaziyeti muvakkaten göstermeyenlerin, maksadlarının aksiyle birer itab görmeleri, bu hizmet-i Kur’aniyede bulunanların bir ikram-ı İlahî ve bir himayet-i Rabbaniye altında hizmet ettiğinin delilidir. Bu yedi emare bunun ispatıdır.)

    Sekizincisi:

(Hakaikın farklı zamanlarda farklı insanlara ayrı ayrı surette dersleri olduğundan lafızlar değiştirilerek mana bozulmaz.)

  Diyorlar ki: “Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve tesbihatların herbirinden, bütün letaif-i insaniye hisselerini istiyorlar. Manaları bilinmezse, hisse alınmaz; öyle ise tercüme edilse daha iyi değil mi?” diye olan müdhiş ve mugalatalı şu suale karşı, gayet mühim ve ibretli ve zevkli bir cevabdır. Elfaz-ı Kur’aniye ve Nebeviye (A.S.M.) manalara, camid ve ruhsuz libas değiller; belki hayatdar feyiz-aver cildlerdir. Zîhayat bir cesed soyulsa, elbette ölür. Hem lisan-ı nahvî olan elfaz-ı Kur’aniyedeki i’caz ve îcaz, hakikî tercümeye mani olduğunu gösterir.

Yirmiyedinci Söz’ün içtihada mani esbabın beşinci sebebinin üçüncü noktasının üçüncü misalinin hutbenin Arabi okunmasına dair haşiyesidir.

Mühim bir sual: Bazı ehl-i tahkik derler ki: Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve sair tesbihlerin herbiri müteaddid cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini tenvir eder, manevî gıda verir. Manaları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir libastır; değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o manalara elfaz giydirse, daha nâfi’ olmaz mı?

Elcevab: Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve sair tesbihlerin herbiri mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Manası bilinmese de işaret ettiği hakikat o şeyin alakadar olduğu her şeyi kapsar. Mesela İmam-ı A’zam demiş: “Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir.” Yani Tevhid ile alakalı ne kadar hakikat varsa onların hepsini kapsar demektir.

Hem manevî duygular, kuvve-i müfekkire ve kalb birkaç defa okumakla hissesini alır. Eğer onlar hissesini aldıktan sonra kasden manaya müteveccih olunsa o vakit zararlı bir usanç verir. Ama taallüme ve tefehhüme muhtaç olmayan latifeler ise daimî bir feyze mazhardır.

Hem her taife kendi lisanıyla o manalara elfaz giydirse üç zararı vardır.

  1. Daimi letaifin daimi hissesi kayboluyor
  2. Her harfin lâakal on sevabı kayboluyor
  3. Namazda iken insan Allahın huzurunda olduğundan gaflet ederse okuduğu ayetleri sanki beşerin kelamıymış gibi okumaktan dolayı ruha zulmet veriyor.
    Dokuzuncusu:

(Hakaikı anlamada yukarıda usulleri takib etmeyipte velayet sahibi olan insanlara bakmakta istikamet gösterilmiş. Şöyleki elinde görünen hakaikı kabul ile beraber hakaika uymayan noktalar red edilir.)

  “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak dairesinin haricinde ehl-i velayet bulunabilir mi?” sualine, mühim ve merak-aver bir cevabdır.

Mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet

Mühimdir. Çünkü bilinmesi insanı ifrat ve tefritten korur.

Mahremdir. Çünkü her ehl-i velayetin düşebildiği bir vartadır. İstiğrak hali gibi bir meczubluktur ki bir hakikatın içerisine girip, o hakikatın cazibesiyle o hakikatın diğer hakikatlatlarla olan münasebetlerini görememektir.

Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede bir kısım Ehl-i Velayet görünmüş. İşte su kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:

Bir kısmı, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkâr ettiler.

Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir.

Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler.

İki sırrın halli iki sualin cevabındadır.

Birinci Sual: “Tarîk-i haktan başka velayet bulunabilir mi?

Elcevab: (Hem var, hem yok. Vardır, çünki bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıncıyla i’dam edilmişler. Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa’dî-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler. Ey Sâdî! Mustafa’nın (a.s.m.) izinde gitmeden, kurtuluş yolunda zafer kazanmak muhaldir. Bütün tarikler kapalıdır. Ancak Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yolu açıktır. Mektubat 452)

İkinci Sual: Hususan müdhiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat tarafdar çıkar mı?”

Elcevab: Mahfuz olmayan meczub ehl-i velayet, müdhiş bir cereyan-ı dalalete tarafdar çıkabilir.

    Onuncusu:

(Hakaikı hüve hüvesine takib eden Üstadımız gibi Zâtlara bakmakta istikamet gösteriliyor. Üstadımıza yakın olan Abilerin yakınlık dereceleri talebe, kardeş ve dost sınıfları içerisinde izah edilmiştir.)

  Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde bulunan bu bîçare Said ile görüşen ve görüşmek arzu eden dostlara mühim bir düsturdur.

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursiye Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğu cihetle yani Allah canibinden bakmak ile şahsını mübarek ve makam sahibi zannedip beşer canibinden bakmak arasındaki fark anlatılmıştır. Üstadımızı ziyaret gelen, ya hayat-ı dünyeviye yada hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. Hayat-ı uhreviye cihetinde gelenler de ya şahsi makamına yada Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğu cihetle gelir. Üstadın yanına dellalık ciheti ile gelenler de üç’e ayrılır. Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebetdar olur.

Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur.

Talebe ise, Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebetdardır. Şu görüşmenin de üç meyvesi var:

  YİRMİYEDİNCİ MEKTUB: 346

(Hakaikı gösteren Üstadımızın talebe, kardeş ve dostlarla olan münasebetlerin hakaikı neşirde ve kıyamete kadar devam edecek olan Risale-i Nur hizmetinde bizler için külli düsturlar gösterilmiştir. Ve ehl-i dalaletten gelen tazyikata karşı teselli hükmünde inayetler gösterilmiştir.)

  Bu mektub, Risale-i Nur Müellifinin talebelerine yazdığı ayn-ı hakikat ve çok letafetli, güzel mektublarıyla; Risale-i Nur Talebelerinin üstadlarına ve bazan birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalaasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektub olup, bu mecmuanın üç-dört misli kadar büyüdüğü için bu mecmuaya idhal edilmemiştir. Barla, Kastamonu, Emirdağı Lâhikaları olarak müstakillen neşredilmiştir.

  YİRMİSEKİZİNCİ MEKTUB: 346

  “Sekiz Mes’ele” namıyla sekiz risaledir.

Birinci Mes’ele: Yirmiyedinci Mektubta Üstadımızın Talebe, kardeş ve dostlarla münasebetleri gösterilmişti. Bu Birinci mes’elede rüyanın hakikakatı ile Hulusi Abinin rüyasının mesleğimize bakan tabiri yapılmıştır. Kıyamete kadar devam edecek hizmetin inkişafını rüyasında gören diğer abilerimizin de bir cihette rüyası tabir edilmiş oluyor.

İkinci Risale: Üstadımız hakaikı anlamada hadislere bakmanın usulünü göstermiştir. Hem meleklerin nezaretleri olduğu gibi hakaika nezaret eden Zâtlara da işaret edilmiştir. Böylelikle Risale-i Nur’un en yüksek bir makamdan ders verdiğinin izahatı beş nokta da yapılmıştır.

Üçüncü Risale: Hakaikı anlatmakda perde olmamak için şahsı nazardan çekip hakaikı göstermekle gelen feyiz ve nur şahıslardan gelen himmet daha ziyade olduğu izah edilmiştir.

Dördüncü Mes’ele: Hakaikla meşgul olanların muarızlara karşı mukabelesi; muarızlara dahi mesleklerinin iç yüzünü göstermekle irşad etmek ile olduğunu izah ediyor.

Beşinci Mes’ele: Hakaikı anlamakla beraber inayetlerle teyid edilmek en ziyade şükür gerektirdiğinden bu makamda şükrün hakikatı anlatılmıştır.

  BİRİNCİ RİSALE OLAN BİRİNCİ MES’ELE

(Yirmiyedinci Mektubta Üstadımızın Talebe, kardeş ve dostlarla münasebetleri gösterilmişti. Bu Birinci mes’elede rüyanın hakikakatı ile Hulusi Abinin rüyasının mesleğimize bakan tabiri yapılmıştır. Kıyamete kadar devam edecek hizmetin inkişafını rüyasında gören diğer abilerimizin de bir cihette rüyası tabir edilmiş oluyor.)

  Rü’ya-yı sadıkanın hakikatini ve faidesini, gayet güzel ve hakikatlı “Yedi Nükte” ile beyan ediyor. Bu risale hem kıymetdardır, hem merak-averdir.

Rüya hakikatının tahlilidir. Yedi nükte içinde Kur’an da geçen rüya ile alakalı ayetlerin tefsiridir.

Birincisi: Kur’an çok âyetlerle, rü’yada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir.

İkincisi: Kur’an ile tefe’üle ve rü’yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Bunun iki sebebi vardır. Birisi tefe’ülde, kâfire ait şiddeti, tefe’ül eden insana çıktığı vakit, yeis vermesi; diğeri rü’ya dahi hayr iken, bazı aks-i hakikatla göründüğü için şerr telakki edilir, yeise düşürür, kuvve-i maneviyeyi kırar, sû’-i zan verir.

Üçüncüsü: Hadîs-i sahih ile nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ü nevmde rü’ya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş. Demek rü’ya-yı sadıka hem haktır, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var.

Dördüncüsü: Rü’ya üç nevidir: İkisi tabire değmiyor. Üçüncüsü ise rü’ya-yı sadıkadır.

Beşincisi: Rü’ya-yı sadıka, hiss-i kabl-el vukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kabl-el vuku ise, herkeste cüz’î-küllî vardır. Uykunun Gören Kişilere Göre Çeşitleri

Rü’ya-yı sadıka avam için mertebe-i velayet hükmündedir;

Umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır.

Herkes için, âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir.

Mukayyed ve fâni insanlar için bir temaşagâhtır.

Tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.

Altıncısı ve en mühimmi: Bu Nükte-i Hakikat Kader Risalesinin Zeyli gibidir.

Yedincisi: Hulusi abinin Üstadla görüşmeden çok evvel gördüğü müjdeli, mübarek ve güzel bir rü’yanın tabiri hakkındadır. Rüya, Risale-i Nur Hizmetinin mebdei ve neticesi hakkındadır. Çekirdek hükmünde olup yeni teşekkül edecek olan Risale-i Nurun şahs-ı maneviyesinde Hulusi Abi kendisinin de dahil olduğunu rüyasında görmüş. Rüyanın devamında ise çekirdek hükmünde olan Risale-i Nurun şahs-ı maneviyesinin sühuletle intişar edip dal budak saran büyük bir ağaç olacağını görmüş. Hulusi abinin dışında da Risale-i Nur daha yazılmadan evvel birçok kimse keşfiyatlarında veya rüya-ı sadıkalarında görüp bu hizmetten haber vermişlerdir.)

  İKİNCİ MES’ELE OLAN İKİNCİ RİSALE

(Üstadımız hakaikı anlamada hadislere bakmanın usulünü göstermiştir. Hem meleklerin nezaretleri olduğu gibi hakaika nezaret eden Zâtlara da işaret edilmiştir. Böylelikle Risale-i Nur’un en yüksek bir makamdan ders verdiğinin izahatı beş nokta da yapılmıştır.)

  “Hazret-i Musa Aleyhisselâm, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın gözüne tokat vurmuş.” mealindeki bir hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kökünden kaldırır ve bu nevi hadîslere mülhidler tarafından gelen itirazata bir sed çeker. Bu risale küçüktür, fakat merak-averdir.

Hazret-i Musa Aleyhisselâm, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın gözüne tokat vurmuş, ilâ âhir mealindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.

Evvelâ: Mesail-i imaniyenin münakaşa etmenin beş şartı ile insaf nazarının iki ölçüsü gösterilmiştir.

Sâniyen: Hadîs’e dair münakaşa etmenin üç şartı ile hadîslerin akla sığışmamasının iki sebebi izah edilmiştir. Ve hadîs’e dair gelebilecek şübheleri izale edecek üç hakikata atıf yapılmıştır.

Melaike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melaikelerin nâzırıdır.

“Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm mı bizzât kabzediyor? Yoksa aveneleri mi kabzediyorlar?” Bu hususta üç meslek var:

Birinci Meslek: Azrail Aleyhisselâm, heryerde, o yerin kabiliyetine göre temessül ederek bir anda binler yerde bulunur ve herkesin ruhunu o kabzeder. Güneşin hararet ve ziyasının herbir parlak cisimde bulunduğu gibi

İkinci Meslek odur ki: Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melaike-i izam, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda avenelerine birer nâzır-ı umumî hükmündedir. Ve o muavinler, enva’-ı mahlûkata göre ayrı ayrı ervahı kabzeder.

Üçüncü Meslek: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Yani ilmi ile nezareti ile orada bulunuyor. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misali, herbir parlak cisimde bulunduğu gibi

Üçüncü Mes’ele olan Üçüncü Risale

Şu mes’ele umum ihvanımın ekseri lisan-ı hal ile ve bir kısmının lisan-ı kal ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabıdır. Risale-i Nur’un en yüksek bir makamdan ders verdiğinin izahatı beş nokta da yapılmıştır.

Birinci Nokta: Her kim Risale-i Nur’a müracaat etse ferik olsun müşir olsun ondan ders alabiliyor olması Sözlerin müşiriyet mertebesinde bir hakikat dersi verdiğini ve Sözlerde feyiz ve nurun var olduğunu gösteriyor.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan etmesi ve Kur’anın esrarını ders veriyor olması Sözlerde, feyiz ve nurun var olduğunu gösteriyor. Çünkü hakaik-i imaniyeden bir tek mes’elenin inkişafı ve vuzuhu, binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatların gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.

Üçüncü Nokta: Risale-i Nur’un doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhem olarak mesail-i imaniyeyi kalbî, ruhî, hâlî bir surette ders vermesi ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmünde olması gösteriyor ki Sözlerde herkese faide verecek feyiz ve nur vardır.

Dördüncü Nokta: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza etmesi gösteriyor ki hakaik-i Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.

Beşinci Nokta: Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irşad vazifesini de gördüğüne Üstadımız kendisinin ve Abilerin hayatından beş cüz’î misal göstermiştir.

Birinci Misal: Sözler ve Kur’andan gelen Nurlar; Üstadın aklına ders verdiği gibi, kalbine de iman hali telkin ediyor, ruhuna iman zevki veriyor ve hattâ dünyevî işlerinde; kerametvari bir surette muvaffakiyet gördüğüne iki misal biri katran ağacındaki ekmek diğeri Nis’ten gelen kitabtır.

İkinci Misal: Abdurrahman Abinin vefatından üç ay evvel haşre dair olan Onuncu Söz’ü okuyup manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber ehl-i velayet gibi vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmesidir.

Üçüncü Misal: Hasan Efendi’ye ecelinden otuz-kırk gün evvel Otuzikinci Söz’ü Üstadın göndermesi ve Hasan Efendi’nin Otuzikinci Söz’ü mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, okuyup sağlam olarak câmiye gidip namaz kılıp orada ruhunu Rahman’a teslim etmesidir.

Dördüncü Misal: Hulusi Bey’in şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur’aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler’de bulmasıdır.

Beşinci Misal: Abdülmecid Abinin birkaç Söz’ü mütalaa ettikten sonra perişaniyet den kurtulmasıdır.

  ÜÇÜNCÜ MES’ELE OLAN ÜÇÜNCÜ RİSALE

(Hakaikı anlatmakda perde olmamak için şahsı nazardan çekip hakaikı göstermekle gelen feyiz ve nur şahıslardan gelen himmet daha ziyade olduğu izah edilmiştir.)

  Bu bîçare müflis Said’in ziyaretine gelenlerin ne niyetle görüşmeleri lâzım geldiğini beyan edip, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı itibariyle görüşmek lâzım geldiğini ve o görüşmenin mühim faidelerini ve Said’in şahsiyetinin hiçliği nazara alınmayacağını, belki dellâlı olduğu mukaddes dükkânın kıymetdar cevherlerini nazara almak lâzımgeldiğini “Beş Nokta” ile gayet güzel bir surette isbat etmekle beraber; hizmet-i Kur’aniyenin keramatından ve inayet-i Rabbaniyeden, ben ve bazı kardeşlerim mazhar olduğumuz çok inayetlerden birkaç vaki’ ve kat’î misalleri zikrediyor.

  Bu risalenin tetimmesinde; risalelerin yazmasında, hususan te’lifinde ve bilhâssa Yirmidokuzuncu Mektub’da tezahür eden hârika bir inayeti beyan ediyor.

Şu mes’ele umum ihvanımın ekseri lisan-ı hal ile ve bir kısmının lisan-ı kal ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabıdır. Risale-i Nur’un en yüksek bir makamdan ders verdiğinin izahatı beş nokta da yapılmıştır.

Birinci Nokta: Her kim Risale-i Nur’a müracaat etse ferik olsun müşir olsun ondan ders alabiliyor olması Sözlerin müşiriyet mertebesinde bir hakikat dersi verdiğini ve Sözlerde feyiz ve nurun var olduğunu gösteriyor.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan etmesi ve Kur’anın esrarını ders veriyor olması Sözlerde, feyiz ve nurun var olduğunu gösteriyor. Çünkü hakaik-i imaniyeden bir tek mes’elenin inkişafı ve vuzuhu, binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatların gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.

Üçüncü Nokta: Risale-i Nur’un doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhem olarak mesail-i imaniyeyi kalbî, ruhî, hâlî bir surette ders vermesi ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmünde olması gösteriyor ki Sözlerde herkese faide verecek feyiz ve nur vardır.

Dördüncü Nokta: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza etmesi gösteriyor ki hakaik-i Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.

Beşinci Nokta: Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irşad vazifesini de gördüğüne Üstadımız kendisinin ve Abilerin hayatından beş cüz’î misal göstermiştir.

Birinci Misal: Sözler ve Kur’andan gelen Nurlar; Üstadın aklına ders verdiği gibi, kalbine de iman hali telkin ediyor, ruhuna iman zevki veriyor ve hattâ dünyevî işlerinde; kerametvari bir surette muvaffakiyet gördüğüne iki misal biri katran ağacındaki ekmek diğeri Nis’ten gelen kitabtır.

İkinci Misal: Abdurrahman Abinin vefatından üç ay evvel haşre dair olan Onuncu Söz’ü okuyup manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber ehl-i velayet gibi vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmesidir.

Üçüncü Misal: Hasan Efendi’ye ecelinden otuz-kırk gün evvel Otuzikinci Söz’ü Üstadın göndermesi ve Hasan Efendi’nin Otuzikinci Söz’ü mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, okuyup sağlam olarak câmiye gidip namaz kılıp orada ruhunu Rahman’a teslim etmesidir.

Dördüncü Misal: Hulusi Bey’in şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur’aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler’de bulmasıdır.

Beşinci Misal: Abdülmecid Abinin birkaç Söz’ü mütalaa ettikten sonra perişaniyet den kurtulmasıdır.

Yirmisekizinci Mektub’un Üçüncü Mes’elesinin tetimmesi Sözlerin himmetinin dört kısım tesirini gösteren bir mektubdur.

  • Te’lifinde fevkalâde sühulet ve sür’ati
  • Yazmasında dahi fevkalâde bir sühulet, bir iştiyak ve usandırmaması
  • Bunların okunması dahi usanç vermemesi
  • Okuyanların şevke gelmesi, tenbellikten kurtulması, sonrada neşrine ciddi çalışmalarıdır.

  DÖRDÜNCÜ RİSALE OLAN DÖRDÜNCÜ MES’ELE

(Hakaikla meşgul olanların muarızlara karşı mukabelesi; muarızlara dahi mesleklerinin iç yüzünü göstermekle irşad etmek ile olduğunu izah ediyor.)

  Mescidimize iki defa taarruz edildi, âhirki defa da kapadılar. Ondan iki veya üç sene mukaddem, yine mübarek bir misafirin gelmesiyle, gayet vahşiyane ve zalimane tecavüz edildiği için, her taraftan benden sual edildi. Böyle merak-ı umumîyi tahrik eden bir hâdiseye lâyık cevab vermek için, Eski Said lisanıyla “Dört Nokta” ile mühim bir ibretli cevabdır.

(Mescidimize iki defa taarruz edildi, âhirki defa da kapadılar. Ondan iki veya üç sene mukaddem, yine mübarek bir misafirin gelmesiyle, gayet vahşiyane ve zalimane tecavüz edildiği için, her taraftan benden sual edildi. Böyle merak-ı umumîyi tahrik eden bir hâdiseye lâyık cevab vermek için, Eski Said lisanıyla “Dört Nokta” ile mühim bir ibretli cevabdır.

Birinci Nokta: Risale-i Nur, buradaki jandarma ile kır bekçilerine istikametli bir vaziyet aldırması ile muarızlarının dahi himmetine koşmuştur. Birinci Noktada bir hakaik, bir tavsiye, bir ikaz vardır. Hakaik: Kur’anın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa edilmez. Tavsiye: Zaruret-i kat’iyye olmadan hakaikı anlatmanın dışında onlarla konuşmayınız. İkaz: Hizmette ve hakaikı göstermekte lâkaydlık gösterip gaflet etmekle zındıkları hücuma teşci’ etmeyiniz.

İkinci Nokta: Âyet-i kerimenin tehdidi ile zulme değil yalnız âlet olan ve tarafdar olan belki edna bir meyli dahi olanlar tokada müstehak oluyor.

Üçüncü Nokta: Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad eden Sözler, yakınında bulunan mütecavizleri irşad etmemesinin sebebi onların yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmeleri ve bilerek dinini dünyaya satarak münafıklığa girmeleridir.

Dördüncü Nokta: Memurların nüfuz-u hükûmeti, ağraz-ı şahsiyede istimal ederek tazyikat ve istibdadları; envâr-ı Kur’aniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine, odun parçaları hükmüne geçiyor; iş’al ediyor, parlatıyor.

  BEŞİNCİ RİSALE OLAN BEŞİNCİ MES’ELE

(Hakaikı anlamakla beraber inayetlerle teyid edilmek en ziyade şükür gerektirdiğinden bu makamda şükrün hakikatı anlatılmıştır.)

  Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da tekrar ile اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ٭ اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ve şükretmeyenleri, otuzbir defa فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla tehdid ettiğinin sırrını gayet âlî ve tatlı ve makul ve makbul bir surette tefsir ediyor; insan bir şükür fabrikası olduğunu isbat ediyor. Kâinat bir nimet hazinesi olup; şükür ise anahtarı olduğunu; ve rızık, onun neticesi ve şükrün mukaddimesi bulunduğunu gayet güzel ve kat’î bir surette isbat ediyor.

  Der tarîk-ı acz-mendî, lâzım âmed çâr çîz:

  Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!

olan düstur-u hakikattaki dördüncü rükün bulunan şükr-ü mutlakın parlak ve yüksek hakikatını izah ediyor.

Şükür Risalesi

  • Kur’an-ı Hakîm şükrü netice-i hilkat gösteriyor;
  • Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki:
  • Netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi şükürdür.
  • Şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükürdür.
  • Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en a’lâsı, şükürdür.

Birinci daire: Nokta-i merkeziye de hayat halkedilmiş.

İkinci daire: İnsanı nokta-i merkeziyede bırakıyor.

Üçüncü daire: Nokta-i merkeziyede rızık vaz’edilmiş.

Dördüncü daire: Rızık dahi bütün enva’ıyla manen ve maddeten, halen ve kalen ŞÜKÜR ile kaimdir, ŞÜKÜR ile oluyor, ŞÜKRÜ yetiştiriyor, ŞÜKRÜ gösteriyor. Çünki

  • Rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir.
  • Ve (Rızka) telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür.
  • Hem RIZIK olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar;
  1. Şükrün davetçileridir, zîhayatı şevke davet eder ve şevk ile bir nevi istihsan ve ihtirama sevkeder, bir şükr-ü manevî ettirir.
  2. Ve zîşuurun nazarını dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder; onun ile kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükür ettirir ve şükür içinde en âlî ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır.

İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymetdar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde,

  1. şükürsüzlük ile (Rızık) nihayet derecede sukut eder.
  2. Altıncı Söz’de beyan edildiği gibi: Rızkın Hizmetkârı şükürsüzlük ile sukut eder,
  3. Öyle de Rızkın Mahiyeti Ve Sair Hademeleri dahi sukut ediyorlar.
  • (Hali şükrün ve şükürsüzlüğün nasıl yapıldığını ifade eden cümleler)

Şükrün mikyası; (var.)

  1. Kanaat şükürdür.
  2. İktisad şükürdür.
  3. Rıza şükürdür.
  4. Memnuniyet şükürdür.

Şükürsüzlüğün mizanı;

  1. Hırs şükürsüzlüktür.
  2. İsraf şükürsüzlüktür.
  3. Hürmetsizlik şükürsüzlüktür.
  4. Haram helâl demeyip rastgeleni yemek şükürsüzlüktür.

Evet hırs; şükürsüzlük olduğu gibi,

  • Hem sebeb-i mahrumiyettir,
  • Hem vasıta-i zillettir.

Rahman RIZKA bakar ve RIZIKTAKİ şükür ile ona yetişilir.

  • Hem şükrün enva’ı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.
  • Hem şükür içinde, safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur.

İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese,

Eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur.

Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur.

Evet rızkın aşka lâyık bir sureti var; o da, şükür ile o suret görünür.

Rızka duyulan Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.

Enva’-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın enva’ına muhtaç, insandır.

Neden?

Çünkü Cenab-ı Hak insanı

  • Bütün esmasına câmi’ bir âyine ve
  • Bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve
  • Bütün esmasının cilvelerini ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir.

Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rızkın hadsiz enva’ına muhtaç etmiştir.

İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür.

Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.

Elhasıl: En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki; o dört esas şöyle tabir edilmiş:

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:

Birinci ve İkinci Esas: Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, (7. sözde izah edilmiştir.)

Üçüncü Esas: Şevk-i mutlak, (32. Sözün 2. Mevkıfının 3. Maksadıyla 3. Mevkıfında izah edilmiştir. Cenab-ı Hakkın kemalatını ve Cemalini gören kişinin şevke geldiğini..

Dördüncü Esas: şükr-ü mutlak 24. Sözün 5. Dalının 2. Meyvesinde ve 4. Şuanın 3. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyesinde Allahın hadsiz nimetlerini beş sınıfta izah ediyor.

Ey aziz…

  ALTINCI RİSALE OLAN ALTINCI MES’ELE

Teksir Mektubat mecmuasında neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

Vehhabiler Hakkındadır. Teksir Mektubat mecmuasında neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

(Hakaikı anlamamakla beraber ifrat ve tefrit ile hakaikı tahrif eden vehhabilerin ve şianın şükürsüzlüğü nazara verilmiştir. Zira şükür verilen ni’meti verenin rızası dairesinde kullanmak iken akıl, kalb ve sair letaifini ifrat ve tefrit ile yanlış kullanmışlardır.)

(Birinci Nükte: Vehhabî mes’elesinin nereden gelmiştir. Vehhabî mes’elesinin âlem-i İslâm’ın an’anesi itibariyle üç esası vardır. Birincisi Hz. Ali’nin (R.A.) nehrivanda necid sekenesinden olan haricilerin hafızlarını öldürdüğü için, İkincisi Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) necid havalisini zîr ü zeber ettiği için, Üçüncüsü İbn-i Teymiyeyi taklid ederek şîalara karşı çıkmak için ve Hanbelî Mezhebi’ni taklid ederek alevilere hücum etmeleri arkasında Ehl-i Sünnete hücum etmişler.

İkinci Nükte: Vehhabî mes’elesinin âlem-i insaniyet itibariyle dahi üç esası vardır. Birincisi “El-hükmü lil-galib” kaidesi, avama, havassa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havassa ait medar-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş. İkincisi Menfî milliyet fikriyle mukaddesat-ı diniyeye hürmetkâr olamayıp bahaneler buldukça ilişmek istiyor. Üçüncüsü sükût

Üçüncü Nükte: Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. İşte bu kaideye binaen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarından Şia, Vehhabi, Cebrî ve Mu’tezileye bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat menfî ciheti, ya garaz veya inad gibi bir sebeble o mesleğin âsârı, dalalet hesabına çalışmıştır. Hem hak bir meslekte olan Şerif-i Mekke dahi hata ederek Haremeyn-i Şerifeyn’e İngiliz siyasetinin girmesine izin verdiğinden Vehhabîler, Ehl-i Sünnete galebe ettiler, denilebilir.

Dördüncü Nükte: Vehhabî hâdisesinde, Vehhabîlerin, Ehl-i Sünnet’e karşı ettikleri zulüm içinde kader-i İlahî üç sebebe binaen adalet eder.)

  YEDİNCİ RİSALE OLAN YEDİNCİ MES’ELE

(Hakaikı anlamakla beraber inayetlerle teyid edilmek en ziyade şükür gerektirdiğinden bu mes’elede “Yedi inayete İşaret” etmeden evvel tahdis-i nimet suretinde yedi sırr-ı inayetin izhar edilmesinin “Yedi Sebeb”ini beyan edilmiştir.)

         قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ âyetinin, Yunus Suresi

57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.

58- De ki, “Allah’ın ihsanıyla ve rahmetiyle, yalnızca bunlarla sevinç duysunlar. Bu, onların biriktirip durduklarından daha hayırlıdır.”

Risale-i Nur ve hâdimleri hakkındaki mühim bir sırrını, “Yedi İşaret” namıyla, yedi inayet-i Rabbaniyeyi beyan ediyor. Ve tahdis-i nimet suretinde bu inayet-i seb’anın izharına, yedi makul sebebini beyan ediyor. Bu inayet-i seb’a-i külliyenin hârikalarına işareten, kendi kendine te’lif vaktinde iki sahifenin bütün satırları başlarında yirmisekiz elif gelerek, Yirmisekizinci Mektub’un mertebesine tevafuk ettiğini, {(Haşiye): Asıl nüshasına göredir.} te’liften bir zaman sonra muttali olduk. Bu inayet-i seb’ayı okuyan adam, Risale-i Nur eczalarının ne kadar ehemmiyetli ve nazar-ı inayet-i İlahiyede bulunduğunu ve himayet-i Rabbaniyede olduğunu bilecek. Bu yedi inayet külliyedir, cüz’iyatları yetmişi geçer.

Şu mes’ele “Yedi İşaret”tir. Evvelâ tahdis-i nimet suretinde yedi sırr-ı inayetin izhar edilmesinin “Yedi Sebeb”ini beyan ederiz:

Birinci Sebeb: Bu asırda i’caz-i Kur’anı bir derece beyan, Sözler’le olduğuna dikkat çekmek için inayetler izhar edilmiş. Yani Kur’an-ı Hakîmin mucizevî hakikatlarının izharına ayine ve hizmetkâr olan Risale-i Nuru ve ona talebe olanlara gelen inayetleri izhar etmek Kur’anın i’cazına yardımdır.

İkinci Sebeb: Kur’anın hakaikına dikkat çekmek için inayetler izhar edilmiş.

Üçüncü Sebeb: Risale-i Nurda görünen hakaik Kur’andan olduğunu göstermek için inayetler izhar edilmiş. Çünkü kim bu hakaikin içine girse inayetlere mazhar olur.

Dördüncü Sebeb: Hem küfran-ı nimetten kurtulmak hemde fahrdan kurtulmak için inayetler izhar edilmiş. Çünki Kur’anın hakaikının güzelliğini gösteren Sözlere dikkatleri celb etmek için terettüb eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.

Beşinci Sebeb: Şarktan zuhur eden nurun Risale-i Nur olduğuna dikkat çekmek için inayetler izhar edilmiş.

Altıncı Sebeb: Cenab-ı Hakka bakan vechi ile inayetler ikramat-ı ilahiye Kur’ana bakan vechi ile keramet-i Kur’aniye olduğunu göstermek için inayetler izhar edilmiş.

Yedinci Sebeb: İnsanların ekserisi ehl-i tahkik olmadığı için zaîf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için, inayetler izhar edilmiş.

İşte bu yedi esbaba binaen küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye işaret edeceğiz.

Birinci İşaret: Yirmisekizinci Mektub’un Sekizinci Mes’elesinin Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki, “tevafukat”tır.

İkinci İşaret: Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin teşekkülü bir inayettir.

Üçüncü İşaret: Hakikatların en muannide dahi izah edilip isbat edilmesidir.

Dördüncü İşaret: Temsilat yolu Risale-i Nurda görülmesi bir inayettir. Bu inayetle risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor.

Beşinci İşaret: Risalelerin tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, sür’atle, sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.

Altıncı İşaret: Üstadın hayatına öyle bir cereyan verilmiş ki; Risale-i Nuru netice vermiştir. İşte bu bir inayettir. Adeta çekirdek hükmünde olan üstadımızın hayatından Nur külliyatı çıkmıştır. Risale-i Nurdaki bütün hakikatların üstadın hayatında bir yeri vardır.

Yedinci İşaret: Hizmet zamanında görünen inayetlerdir. Hususan Sözler’in ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde teshilat görülmesi, hem de maişet hususunda şefkatle beslenmesi, bir Keramet-i Kur’aniyedir.

  Âhirinde, bir sırr-ı inayete ait mahrem bir sualin cevabı vardır.

Mahrem bir suale cevabdır Sözlerin kanaat vermekteki güzelliği ve bizim aklımıza ruhumuza olan tesiri, ancak temsilât-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Çünki: Yazılan Sözler

Tasavvur değil tasdiktir; (Yani hududları tayin edilen bir şey değil aklen delilleri görülen bir hakikatı kabul etmektir.)

Teslim değil, imandır; (Kuru kuruya teslim olmak değil hakikatı anlamakla hakikata teslim olmaktır. Yani yakîni bir imandır, taklidi bir iman değildir.)

Marifet değil, şehadettir, şuhuddur; (Marifet bir hakikatı aklen tasdik etmek iken şehadet o hakikatı aklın dışında diğer cihazlarla beraber görmektir.)

Taklid değil tahkiktir;

İltizam değil, iz’andır; (Dokuzuncu Mektub Sayfa 34’te geçtiği gibi Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâmın bürhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler.)

Tasavvuf değil hakikattır; (yani tasavvuf kâinatı terk etmek hakikatını ders verirken Risale-i Nur terk etmek değil kâinata bakmakla Allahı hakikat noktasında tanıyor.)

Dava değil, dava içinde bürhandır. (Yani Kur’anın davası değil, Kur’anın dava ettiği hakikatlarının bürhanlarıdır.)

Sorunun ikinci kısmı ne tesiri var denilse altta beş tesirini gösteriyor.

Akıl ile beraber

Vehim ve

Hayal,

Hattâ nefs ve

Heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Hâtimesinde, inayet-i seb’adan birincisi olan tevafukata gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı gayet kat’î bir surette def’ediyor. O hâtimenin âhirinde de, Üçüncü Nükte’de inayet-i hâssa ve inayet-i âmmeye dair mühim bir sırr-ı dakik-i rububiyete ve ehemmiyetli bir sırr-ı Rahmaniyete işaret ediyor.

Şu Hâtime “Dört Nükte”dir:

Birinci Nükte: Sekiz inayet-i İlahiye suretinde gelen işarat-ı gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evham, Sekiz inayetten biri olan tevafukatın isbatı yapılarak izale ediliyor.

Üçüncü Nükte: Bu nüktede hususi inayetin umumi inayetten daha büyük, daha güzel, daha yüksek olmasının sırrı izah ediliyor.

Bu işarat-ı gaybiyedeki hususi ihsanılarını yedi inayet içinde düşünebiliriz.

Birinci İşaret ve Birinci Nüktesi’nde beyan edilen “tevafukat”tır ki hususi bir imdadıdır.

İkinci İşaret: Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin teşekkülü bir inayettir ki hususi bir imdadıdır.

Üçüncü İşaret: Hakikatların en muannide dahi izah edilip isbat edilmesidir ki hususi bir imdadıdır.

Dördüncü İşaret: Temsilat yolu Risale-i Nurda görülmesi bir inayettir ki hususi bir imdadıdır. Bu inayetle risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor.

Beşinci İşaret: Risalelerin tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, sür’atle, sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir ki hususi bir imdadıdır.

Altıncı İşaret: Üstadın hayatına öyle bir cereyan verilmiş ki; Risale-i Nuru netice vermiştir. İşte bu bir inayettir ki hususi bir imdadıdır.

Yedinci İşaret: Hizmet zamanında görünen inayetlerdir ki hususi bir imdadıdır.

Sözler’in tebyizinde kıymetdar hizmeti sebkat eden muallim Ahmed Galib’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır.

Merhum Binbaşı Âsım Bey’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır.

  SEKİZİNCİ RİSALE OLAN SEKİZİNCİ MES’ELE

  Altı sualin cevabı olan “Sekiz Nükte”dir.

  BİRİNCİ NÜKTE: Tevafuktaki işarat-ı gaybiye, umum Risale-i Nur eczalarında cüz’î-küllî bulunduğuna dairdir.

Evet ekser Sözler’de tevafukat-ı gaybiye vardır. Bundan anlaşılıyor ki; Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil;

Belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez;

Belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.

  İKİNCİ NÜKTE: Tevafukatın meziyeti, Lafz-ı Celal’den başka ne için Kur’anda fevkalâde matlub olmadığının sırrını beyan eder.

  ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Bir kardeşimizin fazla ihtiyat ve cesaretsizliği yerinde olmadığını ve bir müftünün Onuncu Söz’e sathî tenkidine karşı güzel bir cevabdır. (Fakat bu mecmuaya idhal edilmemiştir. Yirmisekizinci Mektub’un Sekizinci Mes’elesinin Üçüncü Nüktesi Barla Lahikası sayfa 319’da yazılmıştır.)

  DÖRDÜNCÜ NÜKTE: “Meydan-ı haşirde insanlar nasıl toplanacaklar, çıplak olarak mı? Herkes ahbablarını görebilir mi? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla birtek zât olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nasıl görüşecek? Ehl-i Cennet ve Cehennem’in libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” Altı meraklı sualin mukni’ ve makul cevabıdır.

Evvelâ: “Meydan-ı haşre, cem’ ve keyfiyet nasıl ve üryan mı olacak?

“Sema dalgaları karar kılmış bir denizdir.” Hadisinin işaretiyle

Gemimiz olan küre-i arz haşir meydanına maddi sakinlerini götürecektir.

Haşir meydanına küre-i arz sakinlerinin manevi mahsulât önceden gidecektir.

Cehennem-i suğra cehennem-i kübraya dâhil edilecektir.

Sâniyen: Meydan-ı haşir de keyfiyetimiz nasıl olacak?

Haşir meydanında bizim keyfiyetimiz ise amellerimizin keyfiyetine göre olacaktır.

Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözler’de, gayet kat’î bir surette o haşrin meydanı ile beraber vücudu kat’î olarak isbat edilmiştir.

Ruhun baki olması, ruha münasib ceset verilmesi ve yapılan amellere göre ehl-i cennet ve cehennemin yaratılması Yirmidokuzuncu Sözde izah edilmiştir. Yirmisekizinci Sözle Yirmidokuzuncu Sözün birbiri ile olan münasebetini düşündüğümüzde Cennet ehlinin vaziyetinin Melekler gibi olacağı anlaşılıyor.

Sâlisen: Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla birtek zât nasıl görüşecek?

Görüşmek ise, Onaltıncı Söz’de (Güneş temsiliyle) ve Otuzbir ve Otuziki’de (Ağaç ve Kumandan temsiliyle) kat’iyyen isbat edilmiştir ki; bir zât nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup, milyonlar adamlarla görüşebilir.

Râbian: “Meydan-ı haşirde, beşeriyet üryan mı olacak?

Meydan-ı haşirde sun’î libaslardan üryan olarak, fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır.

Hâmisen: Ve bize kim yol gösterecek?” diyorsunuz.

Rehber ise, senin gibi Kur’anın nuru altına girenlere, Kur’andır. Kur’an dünyada kıblenameli bir pusula olduğu gibi Haşirde şefaatçi ve Cennette de rehber olacaktır.

Sâdisen: Ehl-i Cennet ve Cehennem’in libasları nasıl olacak?

Ehl-i Cennet ve Ehl-i Cehennem’in libasları ise, Yirmisekizinci Söz’de hurilerin yetmiş hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da caridir.

  BEŞİNCİ NÜKTE: “Zaman-ı Fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadı, bir din ile mütedeyyin mi idiler?” cevabında, güzel bir hakikat beyan ediliyor.

Elcevab: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın, bilâhere gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiyye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır. Ehl-i fetretin, ehl-i necat olduğuna dair iki verilmiştir. Biri teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. Diğeri küfre de girseler yine ehl-i necattır.

  ALTINCI NÜKTE: “Hazret-i İsmail Aleyhisselâm’dan sonra, Peygamber’in (A.S.M.) ecdadından peygamber gelmiş midir?” sualine karşı, gayet mühim bir cevabdır.

Elcevab: Ecdad-ı Nebi’den gelen nebilerin bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdud birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut nebi ismi verilmemiş olması mümkün.

  YEDİNCİ NÜKTE: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peder ve vâlidesinin ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında en sahih haber hangisidir?” sualine karşı gayet mühim ve makul bir cevabdır.

Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peder ve vâlideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennet’tir ve ehl-i imandır.

Eğer denilse: Neden bi’setine yetişemediler?

Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ferzendane hissini memnun etmek için, vâlideynini minnet altında bulundurmuyor.

  SEKİZİNCİ NÜKTE: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh olan nedir? Cennet’e girebilir mi?” sualine karşı güzel bir cevabdır.

Elcevab: Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletini hicab ve asabiyet-i kavmîye yüzünden kabul etmediğinden Cehennem’e gitse de; şahsını, zâtını gayet ciddî sevdiği için Cenab-ı Hakk Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, ona mükâfaten halkedebilir.

(Rumuzat-ı Semaniyede bu farklı farklı mevzuat için aşure tabiri var

Yirmiyedinci Mektub’un fıkraları çok faydalıdırlar. Ehemmiyetli, tatlı, hoş, güzel manalar, dersler; teşvik, teşci’ eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum, tenbel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor. Her ne ise… Kardeşlerim, gücenmeyiniz; bir mikdardır sizlere mektub yazdığım zaman birbirinden uzak mes’eleleri topluyorum. Her mektub bir aşure olur. Barla – 289)

  YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB

  “Dokuz Kısım”dır. Yirmidokuz nükte-i mühimme içinde vardır. O dokuz kısım, küçük büyük onyedi risaledir.

  BİRİNCİ RİSALE OLAN BİRİNCİ KISIM

  بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّالِّينَ

  هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ

âyetlerinin bazı sırlarını, “Dokuz Nükte” ile tefsir eder. (Dokuz Nükte ile muhkem ve müteşabih ayetlere bakış nokta-i nazarı veriliyor.)

    BİRİNCİ NÜKTE: “Kur’ana ait ve Kur’anın esrarı bilinmiyor ve müfessirler hakikatını anlamamışlar.” diyenlere karşı mühim bir cevabdır. (Selefin muhkem ayetlere verdiği manaları müteşabih zannederek yeni nesil ulema itiraz ettiği gibi selefin müteşabih ayetlere verdiği manaları da muhkem zannedip hataya düşmüşler. Risale-i Nur muhkem olan ayetleri tam izah etmiştir.)

“Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatını anlamamışlar.” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir:

Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir, zaman geçtikçe, Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.

İkinci Taife: Ya akılsız bir dosttur veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye şübhe îras etmek için bu nevi sözleri işaa ediyorlar.

    İKİNCİ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’de وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ ٭ وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا gibi kasemat-ı Kur’aniyedeki mühim bir hikmeti beyan ediyor.

Bu makamda Kasemat-ı Kur’aniyeden beş külli hüküm çıkartılmıştır.

Birincisi: Kur’an-ı Kerimdeki kasem ayetlerinde yemin silsilesi ile esaslara ve hakikatlara dikkat çekilirken uslübuyla da temsilleri hayale getirir.

İkincisi: Yemin edilen şeyin kudsiyetine ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder.

Üçüncüsü: Kur’an, ayetlerinin yüksek mevkiine dikkat çektiği gibi cismani bir ayet olan mevcudatın üzerinde görünen azamet-i kudret ve kemal-i hikmete dikkat çeker.

Dördüncüsü: Tesadüfî zannolunan unsurların çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri gördüğüne dikkat çekiyor.

Beşincisi: Tin ve zeytine kasem arkasında bütün sanat ve nimetlere dikkat çeker. Eğer sanat cihetiyle bakarsak marifet mertebemiz arttığı gibi nimetiyet cihetiyle bakarsak ibadet ve şükürle kendimizi sevdirmemizin gerektiğine dikkat çekmiştir.

    ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Surelerin başlarındaki birer şifre-i İlahiye olan huruf-u mukattaaya dairdir.

Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlahî bir şifredir. Cenab-ı Hakk her asırdaki hâs abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor.

Tarikat Şeyleri huruf-u mukataa ile insanların manevi cihazlarını tahrik etmişlerdir. İşarat-ül İ’caz tefsirinde İ’caz-ı belâgat noktasında huruf-u mukataanın sırları izah edilmiştir.

    DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’in hakikî tercümesi kabil olmadığından ve manevî i’cazındaki ulviyet-i üslûb tercümeye gelmediğinden, mühim bir beyanla, üslûb-u Kur’aniyedeki bir lem’a-i i’caziyeyi gösterir.

Kur’an-ı Hakîm’in hakikî tercümesi kabil olmadığını bu asırda Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Yirmibeşinci Söz isbat etmiştir. Mes’ela manevî i’cazındaki ulviyet-i üslûb cihetinde Kur’an, i’cazını söyleyen Zâtın makamından aldığı için tercümeye gelmez. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanın manevi i’cazındaki ulviyet-i üslûb cihetinden mucizeliğine iki misal verilmiştir. İki misal arasındaki fark; Birinci misal de dünyevi efalini göstererek i’cazkârane bir cem’iyet içinde hallakıyetin hakikatını hayale tasvir ediyor, ikinci misal de mütekellim cihetiyle ulviyet-i üslubu uhrevi efalini nazara vererek gösteriyor.

    BEŞİNCİ NÜKTE: “Elhamdülillah” cümlesinin ifade ettiği mananın en kısası, bir satır kadar olduğunu ve hakikî tercümesinin kabil olmadığını gösterir.

Âyâtın hakikî tercümesi mümkün değildir! Çünkü âyetin her cümlesi için beş-altı satır tefsir yazmak lâzım gelir. Meselâ “Elhamdülillah” bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği en kısa manası şudur: “Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a ki, Allah denilir.” İşte, “Elhamdülillah” cümlesinin en kısa ve ülema-yı Arabiyece müttefek-un aleyh bir mana-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i’caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?

    ALTINCI NÜKTE:  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayre dair mühim bir sırrını, nurlu bir hal ve hakikatlı bir hayal içinde beyan ediyor.

Âyetin her cümlesi için beş-altı satır tefsir yazmak lâzım geldiği gibi; herbir harf-i Kur’an dahi bir hakaik hazinesi hükmündedir. Bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatları ders verir. Meselâ  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayr da mütekellim-i vahde sîgasından “Na’büdü” sîgasına intikalden kalbin, hayalin ve aklın aldığı dersler vardır. Şöyle ki; Kalb namazdaki cemaatin fazilet ve sırrını o nun içindeki üç cemaat ve üç dairenin işaret ettiği manadan anlıyor. Hayal ise namazdaki cemaatin fazilet ve sırrını o üç cemaatte ve dairede herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor diye tahayyül ettiğinden cemaatle kılınan namazın hakikatını külli yaparak genişletmiştir. Akıl ise bütün mevcudatın kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde yaptıkları ubudiyetlerini ve fakr u ihtiyacatlarına binaen gelen fevkalâde ianat-ı gaybiyeyi görür. Ve böylece  نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ de, Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu anlar. İşte Kur’anın değil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatların nurlu anahtarlarıdır.

    YEDİNCİ NÜKTE:  اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ in mühim ve nuranî sırrının beyanı içinde, bid’aların icadı ne kadar çirkin ve zarar olduğunu gösterir.

  نَسْتَعِينُ ile iane taleb edilirken makam iktizasıyla “Ne istiyorsun?” diye vârid olan mukadder sual, Yedinci Nüktede اِهْدِنَا  ile cevablandırılmıştır. Bu kelime beni mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerine iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Hâlbuki bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar, Kur’anın türkçe okunmasına fetva vererek şeair-i İslâmiyenin bedihiyatını tebdile kabil görüyorlar.

    SEKİZİNCİ NÜKTE: Şeair-i İslâmiye, hukuk-u umumiye hükmünde olduğuna dair mühim bir sırrını beyan ediyor.

Şeair-i İslâmiyenin bedihiyatının tebdiline dair bir düstur beyan edilmiştir. Şöyle ki: “Şeair-i İslâmiye” umuma, umumiyet itibariyle taalluk ettiğinden hukukullah tabir edilen Allahın kulları üzerindeki hukukudur. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür.

    DOKUZUNCU NÜKTE: Mesail-i şeriatın “taabbüdî” ve “makul-ül mana” olarak iki kısım olduğunu; ve taabbüdî kısmı hikmet ve maslahatların tebeddülü ile tegayyür edemediğinin sırrını beyan eder. Ve ezanın faidesi, yalnız bir köy ahalisini namaza davet değil, belki kâinat sarayında mevcudata karşı umum mahlukat namına bir ilân-ı Tevhid olduğunu beyan eder.

Şeair-i İslâmiyeye dair bir düsturu beyan edilmiştir. Şöyle ki: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Yüzbin maslahat gelse onu tağyir edemez. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir.

  İKİNCİ RİSALE OLAN İKİNCİ KISIM

  شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ âyetinin bir sırrını, sıyam-ı Ramazanın yetmiş hikmetlerinden dokuz hikmetinin beyanıyla o sırr-ı azîmi tefsir ediyor. O dokuz hikmet, o kadar hakikî ve kuvvetli ve cazibedardırlar ki; müslüman olmayan da onları görse, oruç tutmak için büyük bir iştiyak ve bir hevese gelir. Kendine müslüman deyip oruç tutmayanların, bu hikmetlere karşı, hacalet ve hatalarından ezilmeleri lâzımgelir.

Şeairin içinde en parlak ve muhteşemi olan Ramazan-ı Şerife dairdir. Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeye dair bir düstur-u hakikat bahsedildiğinden bu ikinci kısımda Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti “Dokuz Nükte”de beyan edilmiştir.

Birinci Nükte: Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı her vakit nev’-i beşeri ubudiyet ile mukabele etmeye meleke kazandırmaktır.

İkinci Nükte: Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti; nimeti doğrudan doğruya Allah’tan bilerek nimetin kıymetini takdir edip o nimete ihtiyacını hissettirerek şükr-ü maneviyi yerine getirtmektir.

Üçüncü Nükte: Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti; Cenab-ı Hakk, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatında rububiyetini, nev’-i beşeri maişet cihetinde muhtelif bir surette halkederek göstermiştir. Bu Rububiyete karşı ubudiyet ile mukabele tarzı ise fukaraların yardımına zekât ile koşmaktır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, herkese açlık ve fakirliğin ne kadar elîm ve fukaraların da şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak ettirir.

Dördüncü Nükte: Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti; nefsin mevhum rububiyetini kırmaktır. Mevhum rububiyeti kırılan nefis ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.

Beşinci Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Ramazan-ı Şerifin orucu, İnsana aczini, fakrını, zeval ve fenaya maruz olduğunu hatırlatarak kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlıkına ne derece muhtaç olduğunu derk ettirerek ubudiyet tavrını takındırır. Netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşündürerek ahlâk-ı seyyieden kurtarır.

Altıncı Nükte: Ramazan-ı Şerifin sıyamı, Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’anın nazil olma şartlarını sağlamamız için en mühim bir vakittir. Eğer nefsin hacat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan tecerrüd edip ve ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzeyip ve Kur’anı yeni nâzil oluyor gibi okuyup ve dinlersek Kur’an bizim semamıza da nüzul edebilir.

Yedinci Nükte: Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen nev’-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir. Ve birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını bütün cihazat-ı insaniyeyi muharremattan, malayaniyattan çekmekle ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmekle kazandırabilir.

Sekizinci Nükte: Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve manevî bir perhiz olduğu gibi beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcıdır. Hem Ramazan-ı Şerifteki oruçla insanın kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifi anlarlar ki; sırf nefsin ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmamışlar. Belki nefsin süflî eğlencelerine bedel, melekî ve ruhanî eğlencelerle mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar.

Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: nefsin mevhum rububiyetini kırmanın en kısa yolu Ramazan-ı Şerifteki oruçla nefsi aç bırakmaktır. Zira Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.

  ÜÇÜNCÜ RİSALE OLAN ÜÇÜNCÜ KISIM

  Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın enva’-ı i’cazından göz ile görünecek kısmının beş-altı vechinden bir vechini, yeni bir Kur’anı yazmakla göstermeye dairdir. Lillahilhamd, öyle bir Kur’an yazıldı. Ümmetçe Hâfız Osman hattıyla makbul Kur’anın aynı sahifelerini ve satırlarını muhafaza etmekle beraber; lafzullah, mecmu’ Kur’anda ikibin sekizyüz altı defa tekerrür ettiği halde; nâdir ve nükteli müstesnalar hariç kalıp, mütebâkisi tevafuk ettiğini anladık, sahife ve satırlarını tağyir etmedik. Yalnız biz tanzim ettik. O tanzimden hârika bir tevafuk tezahür etti. Yazdığımız Kur’anın parçalarını bir kısım ehl-i kalb görmüş, Levh-i Mahfuz hattına yakın olduğunu kabul etmişler. Bu risale ise; tevafukat-ı Kur’aniyeye dair olduğu münasebetiyle, sırf bir işaret-i gaybiye olarak, hiçbirimizin haberimiz olmadan, ibtida te’lif ve birinci tesvidinde onbir “Kur’an” kelimesi; birtek sahifede, birer satırda, bir sırada hatt-ı müstakim ile tevafukları, tevafuk-u Kur’aniyedeki lem’a-i i’caziyenin bir şuaı şu risalede bu hârika letafeti gösterdiğini, görenlere kanaat geldi.

  Bu Üçüncü Kısmın mütebâki mes’eleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için, tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilmiştir.

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ikiyüz aksam-ı i’caziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı, Hâfız Osman hattıyla yazılmasına dairdir. Şu üçüncü kısım “Dokuz Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı gösterdiği hisse-i i’caziyesinden kulaklı ve gözlü tabakanın fehmettiği vech-i i’caz izah edilmiştir. Diğer sekiz tabaka Ondokuzuncu Mektub’un Onsekizinci İşaretinde izah edilmiştir. Ve sair otuz tabaka-i âheri, ehl-i velayetin muhtelif meşrebler ashabı ve ulûm-u mütenevvianın ayrı ayrı ashabları herbiri, ayrı ayrı bir tarzda bir vech-i i’cazını görmüşler.

  DÖRDÜNCÜ KISIM OLAN DÖRDÜNCÜ RİSALE

(Bu üçüncü kısmın mütebâki mes’eleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için; tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilerek, burada yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazılmıştır.)

  “Üç Nükte”dir.

(Kur’anda ayetlerin birbirine bakması işarettir ki; Kur’anın lafızlarında tevafukat cihetinde böyle i’caz varsa ayetlerin birbirine bakan manalarındaki i’caz daha kuvvetlidir. Kuvvetine binaen bu ayetler bir araya getirilmekle bir vird yapılabilir.)

    BİRİNCİ NÜKTE: Kur’anda, “Kur’an” kelimesinin çok sırlarından bir sırrını, altmışdokuz âyât-ı azîmede latif ve manidar sahifeler arkasında birbirine tevafukla baktıklarını ve o âyât-ı azîmenin manen birbirinin hakikatını teyid ettiklerini göstermek ve tilavet-i Kur’an sevabını ve zikir faziletini ve tefekkür ubudiyetini birden kazanmak isteyenlere, evrad nev’inden gayet güzel bir hizb-i Kur’anî olarak yazılmıştır.

    İKİNCİ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’de “Resul” kelimesinin tekrarındaki esrarın tevafuk cihetiyle birisine işaret için, yüz altmış âyâttaki “Resul” kelimesi birbirine tevafukla manidar bakması gibi; {(Haşiye): Bu risalenin, o mukaddes iki kelimenin i’cazî tevafuklarından bahsi ayn-ı hakikat olduğuna delil, o dördüncü risalede bütün o iki kelimenin tevafuk etmesidir. Herbir âyet ayrı ve satır başında yazılmasından, umum o iki mukaddes kelimeler tevafuk etmişlerdir.} o yüz altmış muazzam âyetler de birbirine bakıyor. Birbirini teyid ve isbat ettiğine işareten ve Kur’andan hem kıraet, hem zikir, hem fikir olmak üzere bir hizb-i mahsustur. Kendine âlî ve tatlı ve çok kıymetli ve çok faziletli bir vird arzu edenlere mühim bir virddir.

    ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Lafzullah’ın ikibin sekizyüz altı defa zikrinin çok nükteleri var. İ’caz-ı Kur’anın çok şualarını gösteriyor. Bu Üçüncü Nükte de, onun dört şua-ı i’cazını gösteriyor.

Üçüncü Nükte: “Dört Nükte”dir.

İHTAR: Lafz-ı Resuldeki nükte-i azîmenin yüzaltmış âyeti ile Kur’an kelimesindeki nükte-i azîmenin altmışdokuz âyâtının hizb-i Kur’anî olarak okunmasına dairdir.

Birinci Nükte: Lafzullah, mecmu’-u Kur’anda ikibin sekizyüz altı defa zikredilmiştir. Bismillah’takilerle beraber Lafz-ı Rahman, yüz ellidokuz defa; Lafz-ı Rahîm, ikiyüz yirmi; Lafz-ı Gafur, altmışbir; Lafz-ı Rab, sekizyüz kırkaltı; Lafz-ı Hakîm, seksenaltı; Lafz-ı Alîm, yüzyirmialtı; Lafz-ı Kadîr, otuzbir; Lâ İlahe İllâ Hu’daki Hu, yirmialtı defa zikredilmiştir. Lafzullah adedinde çok esrar ve nüktelere dairdir.

İkinci Nükte: Lafzullahın Sureler itibariyle tevafukatına dairdir. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kasd ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukatı vardır.

Lafzullah’ın Üçüncü Nüktesi: Lafzullahın Sahifelerdeki tevafukatıdır.

Dördüncü Nükte: Lafzullahın Sahife-i vâhiddeki tevafukatıdır.

  BEŞİNCİ RİSALE OLAN BEŞİNCİ KISIM

  اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ

(ilh-âyet…) âyet-i pür-envârının çok envâr-u esrarından güzel bir nuru, Ramazan-ı Şerifte bir halet-i ruhaniyede, mühim bir seyahat-ı kalbiyede görünmüş ve bir derece bu risalede beyan edilmiştir. Bu risale küçüktür, fakat çok nurlu ve ehemmiyetlidir.

Allahu Nur-us Semavati Vel Arz âyet-i pür-envârının çok envâr-ı esrarından bir nurunu, Üveys-i Karanî’nin münacat-ı meşhuresi nev’inden, bütün mevcudat-ı zevilhayatın, kendilerine bakan âlemlerdeki zulümattan kurtulmak için Cenab-ı Hakk’ın binbir esmasından o âleme bakan esmasıyla münacatı ettiklerini göstermektedir.

(Allah ism-i cami olduğu için karanlıktan aydınlığa çıkmak için bütün esmayı tek tek düşünebiliriz. Veysel Karani’nin münacatını nur ayeti için düşündüğümüzde bizi abdiyet karanlığından Rab ismi ile aydınlığa çıkarıyor. Veya mahlukiyet karanlıklı bir vaziyetken herşeyi halk eden bir Halîkın mahlûku olmak aydınlıklı bir vaziyet oluyor. Veya rızka muhtaç olmak karanlıklı bir vaziyetken merzuk bir Rezzakımızın olması aydınlık bir vaziyet oluyor.)

Ezcümle:

  1. Hayvanat âlemi, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlık, za’f ve acz içinde hayvanat karanlıklı bir vaziyette iken birden Rahman ismi, Rezzak burcunda bir şems-i tâban gibi tulû’ etti;
  2. Sonra o âlem-i hayvanat içinde za’f ve acz ve ihtiyaç içinde çırpınan etfal ve yavrular karanlıklı bir vaziyette iken birden Rahîm ismi şefkat burcunda tulû’ etti.
  3. Sonra âlem-i insanîyet içinde yedi sınıf karanlıklı, zulümatlı, dehşetli vaziyet içinde bulunan insana birden altı esma altı burç ta tulû’ etti.
  4. Sonra âlem-i Arz, sür’atli harekâtı ve dağılmaya müstaid hali ile karanlıklı bir vaziyette iken birden Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üş Şemsi Vel-Kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû’ ettiler.
  5. Sonra semavat âleminde yıldızların geniş hâlî, boş vaziyeti ve sür’atli bir surette birbiri içinde harekâtı dehşetli, hayretli zulümatlı bir vaziyet iken birden semavat ve arzın Rabbi ismi ile semavatı melaikelerle, ruhanîlerle doldurdu, şenlendirdi. Semavatı harekatı ile zinetlendirip teshir ederek Sultan-ı Zülcelal haşmetini ve şaşaa-i rububiyetini gösterdi gibi gördüm. “Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l Kur’an” dedim.

  ALTINCI RİSALE OLAN ALTINCI KISIM

  وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatını; ins ve cinn şeytanlarının ve müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseleriyle altı cihetten hücumlarını altı hakikatla sed ve reddetmekle, o sırr-ı azîmi tefsir ediyor.

Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için ins ü cinn şeytanlarının desiselerinin ve hücum yollarının altısı yazılmıştır.

    BİRİNCİ DESİSELERİ: Kur’an hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmalarına mukabil, gayet mukni’ ve kat’î bir cevabla susturur.

Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen; hizb-ül Kur’anın fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Bu makamda evvela hubb-u câh tarif ediliyor. Sonra ehl-i dünyanın hucüm yolları nazara veriliyor. Sonra hubb-u câhtan kurtulmak için hakikî câh olan rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanînin yolu gösteriliyor. Sonra hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse, ihlası ve rıza-yı İlahîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla; ehl-i dünyanın nazarında makam sahibi olmak yerine âlem-i İslâmın nazarında bir nevi meşru makam-ı manevî elde etmenin yolu gösteriliyor. O meşru makam-ı manevî öyle muhteşem bir makam ki eğer elde etse, o hubb-u câh damarını kemaliyle tatmin eder.

    İKİNCİ DESİSELERİ: Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmelerine karşı, gayet güzel ve kat’î bir cevabla tardedilir.

İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Bu makamda önce dessas zalimlerin, korku damarından nasıl istifade ettiği dam başındaki adam temsili ile nazara veriliyor. Sonra kayığa binme hadisesi ile ihtiyatkârane meşru havfın ölçüsü nazara veriliyor. Sonra hizb-ül Kur’an’a, Kur’an kal’asının etrafını çeviren muhkem surlara girmekle kudsî cihad-ı manevîden vazgeçirmek için yapılan hücumlardan kurtulunacağını Üstadımız kendi hayatından gösterdiği misaller ile isbat ediyor. 31 Mart hadisesi, İngiliz Devleti’nin İstanbul’u istilâ ettiği hengâmı ve askerlikte siperinde sebat edenlerin vaziyetini misal veriyor.

    ÜÇÜNCÜ DESİSELERİ: Tama’ ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti hizmet-i Kur’aniyeden vazgeçirmelerine karşı, gayet parlak ve kat’î bir cevabla reddedilir.

Tama’ yüzünden çoklarını avlıyorlar. Kur’an-ı Hakîm’in âyât u beyyinatından istifade ile meşru rızk, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil; belki acz ve iftikarın nisbetinde geldiğine nebatat, hayvanat ve insanlık âleminden deliller getiriliyor. Hususan insanlık âleminde ise Yahudi milleti, edibler ve ülemanın hırs yüzünden düştükleri fakr-ı hali gösteriliyor. Ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları tarafından tama’ yüzünden yakalanmamak için çare-i necat; Cenab-ı Hak’ın Rahmet ve Kerem’ine dayanmak, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı ebediyeye tercih etmemek, kanaat ve iktisad etmektir.

    DÖRDÜNCÜ DESİSELERİ: Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakikî din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur’aniyede samimî arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilaf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat’î öyle bir cevabdır ki; şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi, sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakikî milliyetperverler kimler olduğunu gösterir.

Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatıyla, bazı mülhidler, kudsî İslâmiyet milliyeti yerine unsuriyet ve menfî milliyet fikrini tahrik ediyorlar. Bu makamda önce Din-i İslamiyet milliyetinin fevaidi sonra menfi milliyetin yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlere verdiği terbiye gösteriliyor. Daha sonra Türk Milleti altı kısma taksim edilerek her biri için İslamiyet milliyetinin fevaidi ile menfi milliyetin zararları gösteriliyor. Netice olarak “Elhükmü lil’ekser” sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir!

  1. Birinci kısmı, ehl-i salahat ve takvadır.
  2. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir.
  3. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır.
  4. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir.
  5. Beşinci kısmı, fakirler ve zaîfler taifesidir.
  6. Altıncı kısmı, gençlerdir.

    BEŞİNCİ DESİSELERİ: İnsanın en zaîf damarı olan enaniyetini tahrik edip, ehl-i hakkı haksızlığa sevketmek ve ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmelerine mukabil, kuvvetli ve eneleri susturacak bir cevab verilmiştir.

Ehl-i dalaletin tarafgirleri, kardeşlerimi enaniyet damarından istifade edip, enaniyetini okşamakla, çok fena şeyleri yaptırarak benden çekmek istiyorlar. Hem enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlıktır.

    ALTINCI DESİSELERİ: Tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade suretiyle, Kur’an şakirdlerinin gayretlerini, sadakatlarını, ihlaslarını zedelemek suretindeki hücumlarına karşı bir cevabdır.

Şeytan-ı ins ve cinnî hizmet-i Kur’aniyeye fütur vermek için, talebelerin tenbelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler.

Âhirinde, umum cevabların hülâsası olarak şu iki âyet ile, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mu’cizane cevab veriyor:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ٭ وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً

  Şu risalenin âhirinde; iki yaprakta yazıldıktan sonra görülmüş, ihtiyarsız kendi kendine gelen latif ve zarif bir tevafuktur ki; sıkıntılı esaretimin tam dokuzuncu senesinde te’lif edilen şu risalenin âhirinde, Yirmidokuzuncu Mektub’un bahsinde yirmidokuz nükte bulunması ve dokuz kısım olması ve bu risale fihristesinde dokuz defa “dokuz” lafzı ile o mektubdan bahsedilmesi ve Birinci Kısım dokuz nükte olması; ve Ramazanın, burada işaret edilen ve İkinci Kısım’da mezkûr hikmetleri dokuz bulunması; ve burada işaret edilen ve Dördüncü Kısım’da mezkûr “Kur’an” kelimesine dair âyetlerin altmışdokuz etmesi; ve Kur’an kelimesi de bu mebhasta yirmidokuz gelmesi ve lafzullah dahi dokuz olması; ve bu risale de yirmidokuz sahifede tamam olması cihetiyle, dokuz defa dokuzlar birbirine tevafuk ederek çok şirin düşmüştür. Bu risalenin dahi, sırr-ı tevafuktan küçük, fakat parlak bir hissesi var olduğunu gösterir. Bu dokuz defa dokuzların sırrının, dokuzuncu sene-i esaretimde zuhuru ise, inşâallah esaretin dokuzuncu senesinde biteceğine işarî bir beşarettir. Dokuzuncu sene-i esaretimde sıkıntıdan o sene dokuz dişim düştüler; o münasebetle Isparta’ya me’zuniyetle gitmek o senede oldu.

Hem latif bir tevafuktur; bu parça dahi, bu sahifede {(Haşiye): Asıl nüshasına göredir.} dokuz, ondokuz defa gelmiştir. Hem fihristenin Dördüncü Kısmında ve bu İkinci Kısmın bazı nüshalarında, aşağıdaki gösterilen tevafuk vardır.

  Umum elif yüz ondokuz, umum risaleler dahi yüz ondokuzdur. Demek elifler de bir nevi fihristeye işarettir.

Kudsî Bir Tarihçe Kur’an-ı Hakîm’in mühim altı sırr-ı i’cazîsinin zuhur ettiği 1351 senesine Kur’an kelimesi, ebced hesabıyla işaret ediyor. Risale-i Nur eczalarındaki Lafz-ı Kur’an tevafukatı, Kur’andaki Lafz-ı Celal tevafukatı, Kur’anın yeni bir tarzda yazılması, hatt-ı Kur’anîyi muhafazaya çalışılması, Yirmidokuzuncu mektubtaki mes’elelerle Kur’anın mühim ezvak-ı i’caziyesinin görülmesi ve Kur’an ile çok münasebetdar hâdisat 1351 senede tezahür ediyor.

  ALTINCI KISIM OLAN ALTINCI RİSALENİN ZEYLİ: 429

  بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

  وَمَا لَنَا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدَينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

âyetinin sırrına istinaden,

(Âyetin bize bakan vechi)

dünyanın hiçbir usûl ve kanununa tatbik edilmeyen, vicdansız insanların bize karşı tecavüzatına sabır ile ve Hakk’a tevekkül ile beraber; istikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için ve istikbal asırları, bu asrın sîmasına ve gayretsiz adamların yüzlerine “Tuh!” dedikleri zaman, tükürükleri yüzümüze gelmemek için veya silmek için yazılmış bir layihadır.

(Âyetin ehl-i dalalete bakan vechi)

Ve Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asırda, yüzbin cihetten “Yaşasın Cehennem!” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurmak için yazılmış bir arzuhal ve ehl-i ilhad ve bid’atçıları ilzam ve iskât edecek “Altı Sual”dir.

Üstadımız ehl-i dalaletin Nur talebelerine yaptıkları altı hücumla beraber o dönemdeki istibdadı göstermek için bu altı suale makam münasebeti ile yer vermiştir. Ayrıca yedinci risalede ehl-i dalaletin farklı bir cebhede (yani ehl-i dalaletin kendi yanlış anlayışlarını meşrulaştırmak için yaptıkları usuller gösterilmiştir.) ulema-i sû’un eli ile hücumları izah edilmiştir.

Es’ile-i Sitte

Birincisi: Amirlerinin keyfi emirlerini yerine getirmek için ben emir kuluyum demekle, hususî ibadata tecavüz edilir mi?

İkincisi: Laiklik adı altında, laikliğe yanlış mana vermekle dine ve ehl-i dine hücum edilir mi? Hâlbuki lâdinî” ne dine ne dinsizliğe ilişmemek iken; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmekle, dine ve ehl-i dine laiklik adı altında tecavüz etmişler.

Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî’nin ulviyetine ve safiyetine münasib hususi fetvalarını umumi göstermekle, Şafiiyy-ül Mezheb adamlara, Mezheb-i Hanefîye tabi ol denilir mi? Dördüncüsü: Türkçülük namıyla, tahrifdarane ve bid’akârane fetvalarla “Türkçe kamet et!” denilir mi?

Beşincisi: Hükûmet raiyet olarak kabul etmediği insanlara kanun namına ceza veremezken bir suça iki farklı ceza verebilir mi?

Altıncısı: Dünya perestlik namına âhiretine ciddi çalışanları dünyaya çalışmamakla ittiham edilir mi?

Bu suallerin işaret ettiği zulümleri yapmakla perde altında tecavüz etmişler.

  YEDİNCİ KISIM: İŞARAT-I SEB’A: 433

  فَآمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ٭ يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

âyetlerinin bir sırrını ve mühim bir hakikatını “Yedi İşaret” ile ve yedi mühim suale yedi kat’î ve kuvvetli cevabla tefsir ediyor. (Bu Yedinci kısımda ehl-i dalaletin kendi yanlış anlayışlarını meşrulaştırmak için yaptıkları usuller gösterilmiştir.)

Üç sualin cevabı olarak “Yedi İşaret”tir.

Birinci âyet ile Birinci sual tefsir edilmiştir. Birinci sual dinde reform olamaz mı? Birinci sualin cevabı ilk dört işarette verilmiştir.

İkinci sualde ise “Allah nurunu nasıl tamamlayacaktır” sorusu sorulmuştur. Cevab olarak beşinci ve altıncı işaretlerde âhir zamanın eşhas-ı mühimmesinden mehdinin hizmet tarzı nazara verilmiştir.

İkinci âyet ile İkinci ve Üçüncü sual tefsir edilmiştir. Üçüncü sualde ise yedinci işarette mehdiyi diğer dine hizmet edenlerden ayıran esaslar üzerinde durulmuştur.

    BİRİNCİ SUAL: “Ecnebilerden ihtida edenler, kendi dilleriyle şeair-i İslâmiyeyi tercüme ediyorlar. Âlem-i İslâmın onlara karşı sükûtu ve itiraz etmemesi, cevaz-ı şer’î olduğunu göstermez mi?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı, gayet kat’î ve kuvvetli bir cevabdır.

Elcevab: Ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta “Dâr-ı Harb” denilir. Dâr-ı Harbde çok şeylere cevaz olabilir ki, “Diyar-ı İslâm”da mesağ olamaz. Hem de ehvenüşşer ihtiyar edilerek kudsî maânî, mukaddes elfaza muvakkaten kudsi lafızlara tercih edilmiş.

İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?

Elcevab: İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususîdir. Diyar-ı aherde, hakiki ihtiyaca binaen, farisi lisanıyla Fatihaya mahsus olarak kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz göstermiştir. Fakat mu’zam-ı Ümmet, cadde-i kübrada gidebilir.

    İKİNCİSİ: “Firenklerdeki inkılabcılar ve feylesoflar, Katolik mezhebinde inkılab yapmakla terakki ettiklerinden, acaba İslâmiyette böyle bir inkılab-ı dinî olamaz mı?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı; gayet kat’î, zahir ve bahir ve müskit bir cevabdır.

Elcevab: Din-i İsevî’de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan alındığından teferruat mes’eleleri tebdil edilse yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın esas dini bâki kalabilir. Hâlbuki Din-i İslâm’ın esasatını, teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzât Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, esas-ı dinle imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar. Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir.

İkinci Sual: “Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebeb olan Fransız İhtilal-i Kebirinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik Mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çokları tarafından tasvib edildi. Firenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?”

Elcevab: : Din-i İsevî ile Din-i İslâm’ın kıyası yapılmasıyla mes’ele zahir olur. Çünki Fransızlarda, havas ve hükûmet adamları elinde çok zaman Din-i Hristiyanî, bahusus Katolik Mezhebi; bir vasıta-i tahakküm ve istibdad olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. (Hâlbuki İslâmiyet, havastan ziyade avamın tahassüngâhı olmuştur. Vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile; havassı, avamın üstünde müstebid yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor.)

Hristiyanlık ta havas zalimleri “serseri” tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerine ve hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarına dörtyüz seneye yakın dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum etmiştir. (Hâlbuki İslâmiyette İslâmlar içinde bir-iki vukuattan başka dâhilî muharebe-i diniye olmadığı gibi İslama yapılan hücumlar dinsizlik namına olmuştur.)

Hem Kur’an-ı Hakîm lisanıyla İslamiyet ehl-i ilim ve ashab-ı akla din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik Mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körükörüne taklid istemiyor.

Tahrif edilen Hristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası üç mühim noktadan ayrılmıştır.

Birinci fark: İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki; vasıtaları, esbabları iskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Hristiyanlık dini ise; “Velediyet Akidesi”ni kabul ettiği için vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enaniyeti kırmaz.

İkinci fark: Hristiyandan çıkan feylesoflar, dinlerine karşı lâkayd veya muarız vaziyeti alması ve İslâmdan çıkan hükemaların kısm-ı a’zamı, hikmetlerini esasat-ı İslâmiyeye bina etmesidir.

Üçüncü fark: Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmi Hristiyanlar, dinden meded beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular. İslâmiyette ise, ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden meded beklerler ve dindar oluyorlar.

    ÜÇÜNCÜSÜ: “Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki ettiğinden, biz de taassubu bıraksak daha iyi olmaz mı?” diyen ehl-i bid’at ve sefahetin sualine karşı, gayet müskit ve mukni’ ve mantıkî bir cevabdır.

Birinci Sual: “Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı.

Elcevab: Dinin bizi geri bırakmadığına tarih-i âlem şehadet eder.

İkinci Sual: Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur.

Elcevab: Bir müslüman dini taassubu bıraksa anarşist olur.

Üçüncü Sual: Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti?”

Elcevab: Bilakis Avrupa, dininde mutaassıbdır. Hem dinden çıksa dahi yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Böylece terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi devam ettire bilir.

Hem Allah demek bizi geri bırakmadığı gibi ileri gitmemize de sebeb olmuştur.

    DÖRDÜNCÜSÜ: “Za’fa uğrayan İslâmiyeti takviye niyetiyle, kuvvetli olan milliyete mezcetmek ve secaya-yı milliyeti şeair-i İslâmiye ile kuvvetleştirmek bu asırda daha iyi olmaz mı?” diye dessas ehl-i dünyanın bu müdhiş sualine karşı, gayet metin bir cevabdır.

Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır.

Bir kısım dini milliyetle takviye etmek için, dine taraftar vaziyeti gösteriyor. İkinci kısım; unsuriyet fikrine kuvvet vermek için, İslâmiyet dininde bid’aları icad ediyorlar.

Türk unsurunda dini esas alan ve türkçülüğü esas alan iki grub birbirine hiç bir zaman imtizaç edemeyecek derecede ayrılacak.

    BEŞİNCİSİ: “Bu kadar heyet-i içtimaiye-i beşeriye fesada girmiş ve hissiyat-ı diniye zaîfleşmiş ve şahsî dehalar ve harekât, cemaatın şahs-ı manevîsinin icraatına mağlub düşmüş bir zamanda, nasıl rivayet-i sahihada denildiği gibi, birkaç sene zarfında, Mehdi dünyayı ıslah edecek? Halbuki bütün işi hârika olup ve birkaç nebinin mu’cizatı da beraber olsa, yine ıslahı pek müşkil görünüyor.” diye, ehl-i tenkidin sualine karşı, gayet kavî bir cevabdır.

“Allah nurunu nasıl tamamlayacaktır” sorusuna cevab olarak beşinci ve altıncı işaretlerde âhir zamanın eşhas-ı mühimmesinden mehdinin hizmet tarzı nazara verilerek nurun nasıl tamamlanacağına işaret edilmiştir.

Birinci İşaret ki: “Beşinci İşaret”tir.

Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddid rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil! Bu Mehdi mes’elesinin sırrını anlamak istiyoruz?

Elcevab: (Cevab da dört kısım vardır.)

Birincisi: Küfür ve dalaletin savleti vaktinde ab-ı hayat hükmünde iman ve hidayet nurlarını göndermesi kemal-i rahmetinin iktizasıdır.

İkincisi: Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında Rahmet-i İlahiyyenin en büyük bir zât-ı nuranîyi göndermesi kemal-i rahmetinin iktizasıdır.

Üçüncüsü: Rahmetinin iktizasını yerine getirecek Zâtın muktedir olduğuna üç delil gösterilmiştir.

Dördüncüsü: Rahmet-i İlahiyye ümmet-i Muhammedinin ettiği dualar neticesiz bırakmayacaktır. Daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ve Hazret-i Mehdi’nin ordusunu bir hâdisat-ı azîme ile uyandıracak ve mukaddes kuvvetini tehyic edecek ve fesada girmiş âlemi ıslah edecektir. Hadisatın iki veçhi var. Biri müsbet diğeri menfidir. Müsbet kısmı uhuvvet düsturlarını ve hakaik-ı imaniyeyi ders veren mehdiyet hizmetinin âlemi islamın hamiyetlerini feverana getiriyor olmasıdır. Menfi kısmı ise ehl-i dalaletin hücumu ile ümmet-i Muhammedinin uyanmasıdır.

    ALTINCISI: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi’nin Süfyanî komitesine galebesi, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın Deccal komitesini dağıtması ve şeriat-ı İslâmiyeye tebaiyetine dairdir.

Hazret-i Mehdi’nin cem’iyeti ile Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın İsevî cemaatinin icraatları gösterilmiştir.

Âlem-i islam içindeki icraatlar; Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek…

Âlem-i insaniyet içindeki icraatlar; “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cem’iyet, İslâmiyetin hakikatıyla Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın riyaseti altında Deccal komitesinin inkâr-ı uluhiyet fikrini, yok edecek. Beşeri, inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.

    YEDİNCİSİ: “Mütefekkirîn-i İslâmiye, Avrupa’nın düsturlarını ve fennin kanunlarını bir derece kabul edip, onların usûlüyle onlara karşı İslâmiyeti müdafaa ettikleri halde -sen de eskiden böyle yapıyordun- şimdi neden bütün bütün başka bir çığır açıp, felsefeyi kökünden vuruyorsun? Ve fünun-u müsbete dedikleri usûllerinin, Kur’anın düsturlarına nazaran pek sathî kaldığını gösteriyorsun?” diye çoklar tarafından gelen suale karşı, gayet hak ve hakikatlı bir cevabdır.

Üçüncü Sual: Mehdiyi diğer dine hizmet edenlerden ayıran esaslar üstünde durulmuştur.

Mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, fünun-u müsbete suretinde İslâmiyetin hakikîkatını göstermek istemişlerdir. Hâlbuki Hazreti Mehdi, bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkederek doğrudan doğruya Kur’andan ders alarak küfrün ve süfyaniyetin bel kemiğini kırmıştır.

  SEKİZİNCİ KISIM OLAN RUMUZAT-I SEMANİYE

  “Sekiz Remiz”dir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, İlm-i Cifr’in mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’aniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. İleride müstakillen neşredileceğinden buraya dercedilmedi.

  DOKUZUNCU KISIM OLAN DOKUZUNCU RİSALE: 443

  Turuk-u velayet hakkında “Dokuz Telvih”tir ki, Telvihat-ı Tis’a namıyla maruf bir risaledir.

  BİRİNCİ TELVİH: Tarîkatın sırrını ve Mi’rac-ı Ahmediyenin (A.S.M.) sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde; zevkî ve hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet olduğunu beyan edip, insanın mahiyet-i câmiasında akıl nasılki hadsiz fünuna istidadı ve ıttılaı cihetiyle mahiyeti inkişaf etmiş ve o suretle işlettirilmiş, kalb dahi onun gibi, bu âlemin bir harita-i maneviyesi ve çok kemalâtın bir çekirdeği hükmünde olduğundan; tarîkat cihetiyle onu işlettirmek ve kemalâtına sevketmek olduğunu isbat eder.

Tasavvuf”, “velayet”, “seyr ü sülûk” ve “tarîkat’ın” gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.  Kalb ayağıyla gitmek kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle herbir esmanın dairesini aklıyla anlayıp o esmanın iktiza ettiği hali bütün letaifiyle takınmak demektir. Bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın hikmeti kalbi işletmeyi iktiza ediyor.

  İKİNCİ TELVİH: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkürle olduğunu ve işlemesinin mehasininden hayat-ı dünyeviyenin medar-ı saadeti olan birisini beyan eder.

Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. Cenab-ı Hakk’ın herşey üzerinde sikkelerini turralarını ve hatemlerini görmek külli zikirdir. Bu zikir ve fikrin üç kısım mehasini gösterilmiştir.

  ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalet; ve tarîkat, bir bürhan-ı şeriat olduğunu ve onun kıymetini takdir etmeyen, ne kadar hasarete düştüğünü beyan eder.

Velayet, hem bir hüccet-i risalet hemde İslâmiyetin bir sırr-ı kemalidir; tarîkat, ise hem bir bürhan-ı şeriat hemde insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır. Bu telvihte üç cihet vardır. Biri tarikatı inkâr eden fırak-ı dâlle diğeri Ehl-i Sünnet içinde tarikatın hasenatını görmeyip su-i istimalatını görüp kapamak istiyenlerdir. Üçüncü cihette ise tarikatın beş fevaidi gösterilmiştir.

  DÖRDÜNCÜ TELVİH: Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlı, çok kısa olmakla beraber çok uzun, çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlı, çok geniş olmakla beraber çok dar olduğunu ve âfâkî ve enfüsî iki yol ile sülûk edildiğini beyan eder.

İman yolu kolay, kısa, kıymetdar ve geniş olmasına rağmen üç vartadan dolayı müşkilâtlıdır.

Boğulmayı netice veren Birinci varta: Bir hakikatı anlayıp o hakikatın diğer hakikatlarla münasebetini kurmazsa diğer hakikatları da bilemezse haddinden aşıp davaya saparsa o hakikat içinde boğulur.

Zararı netice veren İkinci varta: Mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayette bir makamın cilvesine mazhar olup kendini o makamın en üst derecesinde görüp o makamın hakiki sahipleri ile kendini kıyas ederek onlar hakkında su-i zan etmekle zarar eder.

Tehlikeli bir hatayı netice veren Üçüncü varta: kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir.

  BEŞİNCİ TELVİH: Vahdet-ül Vücud ve Vahdet-üş Şuhud’un mahiyetini beyan ederek, ehl-i sahvın ve ehl-i veraset-i nübüvvetin âlî meşrebinin rüchaniyetini isbat eder.

Tarîkatın gayet mühim bir meşrebi olan “Vahdet-ül Vücud” meşrebi Vâcib-ül Vücud’un vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcib’e nisbeten o kadar zaîf ve gölge görür ki, vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal ve ademe atar âdeta Vâcib-ül Vücud’un hesabına kâinatı inkâr eder. Bu meşrebin üç tehlikesi var.

Birinci Tehlike: İmanın erkânından birinde ileri gitmekle beraber diğer erkânda geri kalmak

İkinci Tehlike: Kalbî ve halî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmektir.

Üçüncü Tehlike: Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyeden uzaklaştırmaktır.

ALTINCI TELVİH: “Üç Nokta”dır.

Birinci Nokta: Velayet yolları içinde en güzeli ve en müstakimi, Sünnet-i Seniyeye ittiba olduğunu

İkinci Nokta: Ve velayetin esaslarının en mühimmi, ihlas; ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek;

Üçüncü Nokta: Bu dünya dâr-ül hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından, tarîkatın lezaizini ve ezvak ve keramatını kasden taleb etmemek lâzım geldiğini beyan eder.

“Üç Nokta”dır.

Birinci Nokta: Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır.

İkinci Nokta: Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlas ve en keskin kuvveti, muhabbettir. Muhabbetin fevaidi; muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zâtlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder.

Üçüncü Nokta: Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Eğer bâki uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yese velayetin mayesi olan ihlası kaybedip, velayetin kaçmasına meydan açar.

YEDİNCİ TELVİH: “Dört Nükte”dir.

Birinci Nükte: Tarîkat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu; (Hakikat meslekleri derken tarikatın ve Risale-i Nur Talebelerinin dışındaki ilm-i kelam gibi meslekler kastedilmiştir. Zira Risale-i Nur Kur’ana doğrudan doğruya muhatab olduğundan Risale-i Nur şeriatın hakikatını ders veriyor. Şeriatın hakikatını ders verdiğine Yedinci Şua, Yirmiikinci Söz misal olarak verilebilir. Anlaşılan hakikata karşı mukabele tarzımızı bilmeye misal olarak Otuzuncu Lem’ayı düşünebiliriz.)

İkinci Nükte: Tarîkat ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüz’leri bulunduğunu;

Üçüncü Nükte: Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette kalmak lüzumunu beyan edip, “Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde evliya bulunabilir mi?” diye suale, merak-aver bir cevab verir.

“Dört Nükte”dir.

Birinci Nükte: Hakaik-i şeriata yetişmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Hakaik-i şeriat ise marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniyedir. Yoksa bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zahirî bir kışır, hakikatı onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.

İkinci Nükte: Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur.

Üçüncü Nükte: “Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarîkat olabilir mi?”

Elcevab: Hem var, hem yok.

Vardır, çünki bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıncıyla i’dam edilmişler.

Hem yoktur. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin. Fakat bu düsturunun üç istisnası vardır.

  1. İstiğraka, cezbeye ve sekre mağlub olanlar
  2. Teklifi dinlemeyen latifelerine uyanlar
  3. İhtiyarı işitmeyen latifelerin mahkûmu olanlar

Daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarîkat iki kısımdır.

Biri: Ahkâm-ı şeriatı ihtiyarsız muvakkaten terkedenler tekzib etmezlerse mazur sayılırlar.

Diğeri: Hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için bulduğu hakikatı, esas ve maksud telakki edenler. Eğer aklı başında ise mes’uldür.

Dördüncü Nükte: Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ötürü Ehl-i Sünnete itirazat eden zâtlar, (Zemahşerî gibi) ümmet nazarında makbul olurlarken Ehl-i Sünnet’in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden inkâr eden zâtlar var; (Ebu Ali Cübbaî gibi) zahirî hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor.

  SEKİZİNCİ TELVİH: Tarîkatın sekiz varta-i mühimmesini beyan eder.

Birincisi: Velayeti, nübüvvete tercih etmek

İkincisi: Evliyayı, Enbiyaya tercih etmek

Üçüncüsü: Tarikatı, Sünnete tercih etmek (Yedinci Telvih)

Dördüncüsü: İlhamı, Vahye tercih etmek (Dördüncü Telvih)

Beşincisi: Ezvak ve envâr ve keramatı, ibadata, hidemata ve evrada tercih etmek (Altıncı Telvih Üçüncü Nokta)

Altıncısı: Makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î nümunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmek

Yedincisi: Fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmek

Sekizinci: Âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer. Sekizinci ile Beşinci arasındaki fark; beşinci de keşif ve keramet istenildiği gibi sekizincisi dünyevi menfaatleri beklemekle vartaya düşer.

  DOKUZUNCU TELVİH: Tarîkatın pek çok semeratından gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan eder.

Birincisi: İstikametli tarîkat vasıtasıyla hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.

İkincisi: Tarîkat vasıtasıyla kalbi işletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına sevkederek hakikî insan olmaktır.,

Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip yalnızlık vahşetinden ve evham ve şübehatın hücumlarından kurtulmaktır.

Dördüncüsü: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, safi tarîkat vasıtasıyla anlamak ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır.

Beşincisi: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i latifeyi, tarîkattan ve zikr-i İlahîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek…

Altıncısı: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.

Yedincisi: Sülûk-u tarîkatın en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlas vasıtasıyla, Şirk-i hafîden ve Riya ve tasannu’ gibi rezailden halâs olmak ve Tarîkatın mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefs vasıtasıyla, nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.

Sekizincisi: Tarîkatta, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini, a’mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını hayat-ı ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.

Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ine abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdem’in melaikeye rüchaniyetini isbat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.

  Bu risale ehl-i tarîk olana ve olmayana bir iksir-i a’zamdır ve bir tiryak-ı enfa’dır. (İksir kömürü elmas yaptığı bu risalede ehl-i tarîk olana ve olmayana tarikatın zahirde kusur tevehhüm edilen kömür gibi suretlerinin çok fevaidi olduğunu göstermekle elmas suretinde olduğunu ders verir.)

  ZEYL

  En kısa ve selim ve en müstakim bir tarîkın esasını “Dört Hatve” namıyla, tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor.

[Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir. Çünkü herkeste nefis vardır.]

Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır. Fakat “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarîkı daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli bir tarîkdır. Acz, ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr, Rahman ismine îsal eder. Şefkat, Rahîm ismine îsal eder. Tefekkür, Hakîm ismine îsal eder. Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir. Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci Hatvede: Tezkiye-i nefs etmemek. Yani fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakikî’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfetmemektir.

(Tezkiye-i nefs etmeyen kişi aczini anlar. Zira مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsinin sırrıyla tezkiye-i nefs etmeyen kişi Mabud-u Hakikiyi tanır. Aczini ilan ederek ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.)

İkinci Hatvede: Nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. (Zeval ve fenadan kendini kurtarmak için elinde hiç bir şey olmayan fakir insan kendini unutmak yerinde mevti düşünüp hizmet ederek fani ömrünü o ömrü veren Zatın yolunda feda etmekle ebedi bir ömrü kazanır.)

Üçüncü Hatvede: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir. (Cenab-ı Hakkın biz kullarına Şefkat etmesiyle bize verdiği nimetleri ondan bilerek şükretmektir. Bu şefkatin tecelliyatını gören insan o şefkate ayinedarlık edip mahlûkata şefkat edecektir.)

Dördüncü Hatvede: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki rahat edesin. Hodbin ve bildiğine itimad etmek yerine vahy-i semaviyi dinlemek, vahy-i semaviden manayı harfi dersini alıp nazar ve niyetini istikamete sokmaktır. (Âyetin manayı münafisi ile bakıldığında kendini helak olmayacak zanneden nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. Eğer Bak-i Zülcelale bakmayan herşeyin helak olacağını tefekkür etse helaketten kurtulacaktır.)

Dokuzuncu Kısım olan Dokuzuncu Risalenin Zeylinin Hâtimesi

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı;

  • Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir.
  • Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, nefsi şatahat ve bâlâ-pervazane davalarda bulunup haddinden fazla geçsin.
  • Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

  OTUZUNCU MEKTUB

  Matbu’, Arabî “İşarat-ül İ’caz Tefsiri”dir.

(İşarat-ül İ’cazda otuzüç âyet tefsir edilmiştir. Otuzuncu Mektub’un Yirmidokuzuncu Mektubun Dokuz kısım Risaleleri ile olan münasebeti;  Otuzuncu Mektub olan İşarat-ül İ’caz tefsirinde Kur’anın surelerinin âyetlerinin, kelâmlarının, hattâ kelimelerinin öncesi ve sonrası ile münasebetleri tedkik edilmiştir.

Böylece Yirmidokuzuncu Mektubun Birinci Kısmındaki Müfessirlerin dediği gibi Kur’anın bitmez ve tükenmez bir hazine olduğunu göstermiştir. Her asır Kur’an’ın nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden hissesini aldığı gibi Üstadımızda bu asrın hissesine düşen âyetlere kıyamete kadar gelecek vesvese ve şüpheleri izale etmiştir.)

  OTUZBİRİNCİ MEKTUB

  Otuzbir Lem’adır.

(Otuzbirinci Mektub’un Otuzuncu Mektub ile olan münasebeti; Otuzuncu Mektub olan İşarat-ül İ’caz tefsirinde Kur’anın surelerinin âyetlerinin, kelâmlarının, hattâ kelimelerinin öncesi ve sonrası ile münasebetleri tedkik edilmiştir. Otuzbirinci Mektubda ise Bir kısım ayetlerin tafsilli bir surette tefsiri yapılmıştır.)

  OTUZİKİNCİ MEKTUB

  Kendi kendine manzum tarzını alan matbu’ “Lemaat” risalesidir. Aynı zamanda “Otuzikinci Lem’a” olup, Sözler Mecmuasının âhirinde neşredilmiştir.

(Otuzikinci Mektub’un Otuzbirinci Mektub ile olan münasebeti; Otuzbirinci Mektubda bir kısım ayetlerin tafsilli bir surette tefsiri yapılmıştır. Otuzikinci Mektub da ise Külliyatın içinde tefsir edilen âyet ve hadislerin hakikatları çekirdeklerin çiçek açtığı gibi açılarak manzum tarzında gösterilmiştir.)

  OTUZÜÇÜNCÜ MEKTUB

  Marifet-i İlahiyeye pencereler açan “Otuzüç Pencereli Risale” olup, bir cihette “Otuzüçüncü Söz” olduğundan Sözler Mecmuasında neşredilmiş, buraya dercedilmemiştir.

(Otuzüçüncü Mektub’un Otuzikinci Mektub ile olan münasebeti; Otuzikinci Mektub da Külliyatın içinde tefsir edilen âyet ve hadislerin hakikatları çekirdeklerin çiçek açtığı gibi açılarak manzum tarzında gösterilmiştir. Otuzüçüncü Mektub da ise bir cihette “Otuzüçüncü Söz” olduğundan Mektubat, Lem’alar ve Şuaları da içine alarak Külliyatın büyük bölümünü kapsamaktadır.)

  İŞARAT-I GAYBİYE HAKKINDA BİR TAKRİZ: 462

İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın, Risale-i Nur hakkında ihbar-ı gaybîsinden bir parça olan bu kısım; Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasında dercedilen İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların takdirkâr raporlarına müsteniden, mahkemelerce sahiblerine geri iade edilmiştir. İmam-ı Ali’nin (R.A.) Celcelutiye’de, Risale-i Nur hakkındaki üç kerametinden bir kerametinin sekiz remzinden Yedinci ve Sekizinci Remzin bir parçasıdır. Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasının yüz yirmibeşinci sahifesinden, yüz otuzuncu sahifesine kadar olan kısımda münderiçtir.

  HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ: 468

Otuzbeş sene evvel tab’edilen “Hakikat Çekirdekleri” namındaki risaleden vecizelerdir.

  Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin Risale-i Nur hakkında yazdığı bir manzume: 480

  Oniki sene evvel yazılmış ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasında dercedilmiş mühim bir mektubdan bir parçadır: 482

  FİHRİST: 483

Hakikat Işıkları

  Herkes bilmez gökte ne var (Semavi hakikatları herkez bilmez)

  Görür onu göz sahibi

  Parıldıyor güneş kadar

  Hakikatı umman gibi

  İster gönül elbet huzur

  Âhir demde etmiş zuhur

  Âlemlere doğmuş o nur

  Gökten inen ferman gibi

  Ferdiyeti elhak ayân

  Odur gönüllere sultan

  Var mı bilmem ulu bürhan

  Bu Bedîüzzaman gibi

  Lisanından saçılır nur

  Cinnî okur, insan okur

  Hûr-u Cennet işte bu “Nur”

  Gönüllerde canan gibi

(Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk’ın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimaından çok zevk alırlar. Sizin o kısım ders arkadaşınız ve müstemi’leriniz çoktur. Barla Lahikası 260)

  Âhirzaman esrarını

  İhbar-ı gayb envârını (Hakaik-ı gaybiye üç kısımdır.)

  Attı âlem ekdarını (Asrı saadeti ahirzaman da yaşatarak kederden kurtarmış.)

  Doğdu şems-i tâban gibi

  Semavattan rahmet indi

  Akan göz yaşları dindi

  Küfr ü dalal yıldı, sindi

  Görünmeyen şeytan gibi

  Söndü hâin faaliyet

  Yıkıldı o deccaliyet

  Halâs buldu İslâmiyet

  Tahta çıkan hakan gibi

  Ey yâreli şîr-i jiyan (Kükremiş arslan gibi yaralı olan alem-i islam)

  Bu hâb-ı gafletten uyan

  Âlemlere devr-i ümran

  Asr-ı nüzul-i Furkan gibi

  İklimlerde iman yeli

  Eser, gönüller neş’eli

  Öpsem, o gül kokan eli

  O bülbül-ü handan gibi

  Âdemoğlu necat arar

  Hak daveti Nurlarda var

  Ey şehriyâr-ı şehriyâr

  Sensin bize sultan gibi

  Arşa çıkan feryadımız

  Alındı şimdi dâdımız

  O sevgili üstadımız

  Gönülde Süleyman gibi

  Ey ekmel-i âhirzaman

  Sensin mahbub-u Müstean

  Feda sana bu cism ü can

  Hak yolunda kurban gibi

  Said’i beklerdi yıllar

  Sensin gönülde muntazar

  Peygamberim vermiş haber

  Olma bize pinhan gibi (Gizli kalmış esrar gibi)

  Perdelenmişse zuhurun

  Gizlenmez haşmetli nurun

  Gölgesi olmaz ki nurun

  Firdevs’teki canan gibi

  Ey hatib-i devr-i zaman

  Sürur buldu kevn ü mekân

  Seni bekler gizli ayân

  Hep hastalar Lokman gibi

  Nur yolunun kurbanıyız

  Kehkeşan’ın sâmânıyız

  O ateşin dumanıyız

  Ateş yanan külhan gibi

  Rânâ rengin güle benzer

  Revh üfürür, kokun eser

  Ufkumuzda oldun seher

  Tam ağaran bir tan gibi

  Ey cilvesi zahir rahmet

  Bâri bizlere imdad et

  Kulun olmak diler elbet

  Bahçenizde fidan gibi

  Pes gönlümüz hep daim pes

  Ey ağlayan, feryadı kes

  Boş geçmesin hiç bir nefes

  “Allah bes, gayrı heves.”

Mehmed Kayalar

* * *

  بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

  İsm-i A’zam’ın hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şerefine, bu Mektubat’ı bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur talebelerini Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn… Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle. Âmîn… Ve defter-i hasenatlarına Mektubat Mecmuasının herbir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn… Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. Âmîn.

  Yâ Erhamerrâhimîn!.. Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mes’ud eyle. Âmîn… İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmîn… Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle. Âmîn…

Umum Nur Şakirdleri namına

Said Nursî

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir