Nefsin mahiyeti nedir?

Nefsin mahiyeti?

 Sual: “Nefis sadece haramları mı ister yoksa haram- helal her şeyi mi ister?”

 El-cevap: Sualinizin cevabına geçmeden önce “Nefis nedir? Mahiyeti nedir? Bir ıstılah  olan bu kelimeye her meslek veya meşrep sahibi tarafından yüklenen mana nedir?”  sorularına cevap verilmesi gerekir. Sonrasında sizin sualinize cevap verilecektir. Bunlar  anlaşılmadan sualinizin cevabı nakıs olur.

 Lügatta “ruh, can, hayat, kalb, hayatın ilkesi, nefes, varlık, zat, insan, kişi, hevâ ve heves,  kan, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular” gibi mânalara gelen nefis kelimesi,  Kur’an’da “ruh” anlamında kullanıldığı gibi “bir şeyin zatı ve öz varlığı, kendisi veya  hakikatı” mânasında da kullanılmıştır.

 Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muâhaze olunmaz. Zira mesûk-u  lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhte eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat  garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Dolayısıyla mütekellimin irade veya kasdettiği mana  üzerinde durmamız gerekecektir.

 Temel olarak aynı manaya yakın olanları gruplarsak esas olarak nefis kelimesi ıstılahi  olarak üç esas manada kullanılmaktadır:

  1.   Kendi zatı, öz varlığı, kendi hakikatı manası,
  2.   Ruh, can, kalb, latife-i Rabbaniye, hayat manası,
  3.   Heva, heves, süfli arzuları isteyen hususiyeti manası.
 1- Kendi zatı ve hakikatı manasında kullanılan ilgili yerler:

 BİRİNCİ HATVEDE:

فَلاَ تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ  âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefis etmemek. Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı  hasebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine feda eder. Mabud’a lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabud’a lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakikî’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ sırrına mazhar olur.

 Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.  İşte,  şu mertebede,  şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

 Kezâlik, Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâlıkındır, bu’d nefsindir.  Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enâniyet ile Hâlıka bakıp “Bana tesir edemez” diye bir  ahmaklıkta bulunursa, dalâlete düşer. Ve keza, nefis mükâfatı gördüğü zaman “Keşke ben de  öyle yapaydım, böyle olaydım” der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile  kendisini tesellî eder.

  Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden  yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi,  zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık  ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin yahut acımalısın  veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin  nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o zerre  hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme.  Yıldız böceği gibi olma.

 2- Ruh, can, hayat manası hakkında hem diğer İslam alimlerinin bu konudaki  görüşleri hem de Risale-i Nur’da geçen ilgili yerler:

 Ruh ile nefsin aynı veya farklı şeyler olup olmadığı tartışma konusudur. Gazâlî’ye göre  kalp, ruh, nefis ve aklın birbirinden farklı birçok anlamı vardır. Ancak bu dört kavram rabbânî ve ilâhî latifeyi (latife-i Rabbaniyye) ifade etme noktasında birleşir ve bu bağlamda eş anlamlıdır. Allah’ın Âdem’e üflediği ruh ile itminana ererek Allah’a dönen  nefis aynı şeydir. Bu anlamda nefse kalp de denir. İnsanı insan yapan, onu diğer  canlılardan farklı kılan temel özellik olması bakımından akıl da nefis anlamına gelir.  Gazâlî nefsi “rabbânî ve ilâhî latife”, “mânevî bir cevher”, “insandaki bilen ve algılayan  latife”, “hakiki insan”, “insanın kendisi” şeklinde tarif eder; filozofların “nefs-i nâtıka”  dedikleri şeyin de bu ilâhî latife olduğunu söyler. Ona göre bu hususta ayrıntıya girmek  ve bu latifenin mahiyetini açıklamak ruhun sırrını ifşa etmek anlamına geleceğinden  sakıncalıdır.

 Kezalik, hakaik-i mahzâ ve mücerredât-ı sırfeden olan mâneviyatta, maddiyûnun  hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen  kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet,  herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez.

 S – Bu âyette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir?

 C – Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sânii arayan ve isteyen ve Sâniin vücudunu  delâiliyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir  acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerinin  tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar.  Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü  vardır.

 İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i  Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o  lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede  yaptığı hizmet gibidir.

  Fahreddin er-Râzî tarafından söz konusu edilen ve İbn Kayyim el-Cevziyye tarafından da  benimsenen bir görüşe göre nefis nûrânî, ulvî, şerefli, latif ve canlı/diri bir cisim olup  mahiyeti itibariyle hissî/maddî olan bedenden ayrı bir şeydir. Suyun güle, ateşin kömüre,  yağın süte yayılması gibi vücudun her tarafına sirayet ederek onu harekete geçirir.  Beden ve organlar bu latif cisimden gelen etkileri kabule elverişli olduğu sürece bu latif  cisim onlarla kenetlenmiş bir halde bulunarak onlara hissetme, hareket etme ve irade  gibi halleri kazandırır. Organlar bozulup işlevsiz hale gelince nefis bedenden ayrılır ve  ruhlar âleminde yerini alır.

 Sual: Sa’d-ı Taftazanî biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra,“Mevte mâruz kalan, yalnız ruh-u hayvanîdir. Ruh-u insanî ise mahlûk değildir ve onunla  Allah beyninde nispet ve sebep yoktur. Cesetle kaim olmayıp müstakill-i bizzattır” demesinin  sebebi ve izahı?

 Risale-i Nur’da bazen bu kelimeler yan yana kullanılmakta bazen de yukarıda verildiği  gibi birbirinin yerine de kullanılmaktadır. Ancak her kelimenin ya da ıstılahın kendisine  ait mutlaka daha hakim olan bir manası olduğu ve ince nüanslarla birbirinden ayrıldığı  da unutulmamalıdır.

 Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre ise insan üç unsurdan oluşur: Cismanî vücut (beden), nefis ve ruh. Cismanî vücudu, mekânda yeri, zamanda süresi olan, bozulan ve değişen maddî bir sûret olarak tanımlayan İbnü’l-Arabî nefsin üç niteliğinden bahseder. Bunlar  nebatî, hayvanî ve aklî nefislerdir. Aklî nefis akıl değildir, akıl onun tâlî bir özelliğidir. Nebatî nefsin baş görevi yiyecek aramak ve onu uzviyete dönüştürmektir. Hayvanî nefsin yeri kalptir, maddîdir, bütün insan ve hayvanlar hayvanî nefis sahibidir. Aklî nefis ise  mutlak zatıyla kavrayıcıdır, bütün günahlardan arınmış ve hür olarak doğmuştur; yok edilemez, ezelî ve ebedîdir. Bedenle birlikte olduğu sürece onunla işler, ancak bedenden tamamen bağımsızdır. İnsan ölünce aklî nefis küllî nefse döner. Ruh ise bu üç nefsin  reisidir.

 Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem  nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız  kalabilirler.

 3- Heva, heves, süfli arzuları isteyen hususiyeti manası:

 Tabir-i diğerle nefs-i emmare manası özelindeki ilgili yerleri vermeden önce  tasavvuftaki bu ıstılahın kullanım yerlerine ve ayrıca nefsin bu manadaki mertebeleri  üzerinde durmak gerekecektir.

 Tasavvufta nefis denilince şer ve günahın kaynağı olan, “kötü huy ve süflî arzuların  tamamı” anlamına gelen ve kötülüğü emreden nefis anlaşılır; bu bağlamda, “Sana gelen  iyilik Allah’tan, başına gelen kötülük ise nefsindendir” gibi âyetlere (en-Nisâ 4/79) ve,  “Allahım! Nefislerimizin şerrinden sana sığınıyoruz”, “Allahım! Nefsimizin şerrinden sana  sığınırım” gibi hadislere sıkça atıf yapılır. Kötülük sebebi olması bakımından şeytanın iş birlikçisi sayılan nefis insanın içindeki en büyük düşman olduğundan “Allahım! Bir an  bile beni nefsimle baş başa bırakma!” diye dua edilir.

 Hem, nass ile sabit olan Fâtırın sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun—  tâ işlemediğin şeylerle medholunasın. Şu edeb-i Kur’ân ile edeplen. Kur’ân-ı Kerim diyor ki:

مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ

 Malına sahip ol; başkasının malını gasbetme.

مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ

dersini verdiği gibi, nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu  Hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını,  Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve  temeddüh yerinde hamd etmektir.

 Ehl-i tasavvuf, Kur’ana dayanarak emmâre, levvâme, mutmainne, râdıye, mardiyye,  mülheme, zekiyye olmak üzere nefsin yedi mertebesinden bahseder;

 Nefs-i emmâre, nefsin terbiyeden geçmemiş fıtri hâlidir. Bu haldeki nefis, ısrarla  kötülüğü emreder. (bk. Yusuf Sûresi, 53) Günahlara dalmak ister. Ulvi şeylerden gafil,  süfli şeylere ise müştaktır.

 Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. وَ عَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan,

وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى

dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?

 Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze  eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük  bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur  kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.

 Peki bu durumda kötülükleri isteyen nefis yani nefs-i emmare terbiye edilebilir mi? Ya  da nefsin mertebelerinden söz edilebilir mi? Yani nefis, terbiye ve terakki ile ıslah  edilebilir mi?

 Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat  silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar  görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve  evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet  selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre  değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki  maraz-ı hayalîdir.

  Ehl-i sülûk, tarîk-i hafâda letâif-i aşere üzerine, tarîk-i cehirde nüfus-u seb’a üzerine sülûk  etmişlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden ibâret, hem kısa, hem sehl bir tarîki, Kur’ân’ın  feyzinden istifade etmiştir.

 Burada bahsi geçen ve Kur’an’dan istihrac edilen nefsin mertebeleri (Nüfus-u seb’a: Nefsin yedi mertebesi) nelerdir ve hangi anlamlara gelmektedir? Ayrıca letâif-i aşere  hangileridir? Biraz da onlardan bahsedelim.

  •  Nefs-i emmâre, yaptığı günahlardan pişmanlık duymayan daima kötülükleri  arzulayan nefis mertebesi.
  •  Nefs-i levvâme, yaptığı günahlardan pişmanlık duyan nefistir. (Kıyame, 75/2) Bu  mertebede, işlediği günahlardan rahatsızdır. Kendine çeki-düzen vermeye çalışır.
  •  Nefs-i mutmainne, itminana kavuşmuş, sükûnete ermiş nefistir.
  •  Nefs-i râdıye, Allah’tan gelen her şeye rıza gösteren nefistir.
  •  Nefs-i mardiyye, Allah’ın kendisinden râzı olduğu nefistir. Bu üçü, aynı ayette art  arda geçmektedir. (Fecr, 89/27-28)
  •  Nefs-i mülheme, ilhama mazhar nefistir.
  •  Nefs-i zekiyye, pisliklerden, kötü duygulardan arıtılmış nefis anlamındadır. Bu  ikisine, Şems suresi 8 ve 9. ayetlerde işaret vardır.

 Nefsin ilk hâli, dikenli bir tarlaya benzer. Son mertebesi ise, aynı tarlanın dikenlerden  ayıklanıp, bir gülistana çevrilmesi gibidir. Gel gelelim letaif-i aşere konusuna:

 Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re’fet Bey,

 Mektubunda letâif-i aşereyi sual ediyorsun. Şimdi tarikati ders vermek zamanında  olmadığımdan, tarik-i Nakşî muhakkiklerinin letâif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili nakil değildir.  Gücenme, tafsilât veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki: Letâif-i aşere, İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura  münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir.

 Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde  çok letâif var; onlardan on tanesi iştihar etmiş.

Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zahirî dahi,  o letâif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı  hamse-i bâtına diye, o letâif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.  Hattâ avâm ve havas beyninde teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letâif-  i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi, kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi başka bir surette gösterir.  Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablelvuku gibi çok letâif var. Bu meseleye dair  hakikat yazılsa çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan, kısa kesmeye mecbur oldum.

 YEDİNCİSİ: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs  vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi rezâilden halâs olmak ve tarikatin mahiyet-i  ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden  kurtulmaktır.

 Yani, “Tarik-i Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti  dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için  bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî marifetullah ve kemâlât-ı insaniye terk-i mâsivâ ile  olur.

 Elcevap: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve  sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat  insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur  ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubûdiyette hakikat cânibine sevk  etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif  askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için  askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.

 Buraya kadar bahsi geçen tüm yerlerde meslek ve meşrep sahiplerinin kullandığı nefsin  alabileceği en önemli ıstılahi manalardan ve ayrıca Risale-i Nur’da on iki büyük tarikatın  hülasası ve medresenin mahsulü olması hasebiyle benzer manaları kullandığına dair  yerlerin özeti şeklinde verilmeye çalışıldı. Şimdi ise biraz nefsin bazı kuvvelerinden  bahsetmemiz gerekmektedir.

 Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan “İrade, Zihin, His, Lâtife-i Rabbâniye”  her birinin bir gâyâtü’l-gâyâtı vardır.

  • İradenin ibadetullahtır.
  • Zihnin mârifetullahtır.
  • Hissin Muhabbetullahtır.
  • Lâtifenin müşehadetullahtır.

 İbadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat; şunların itidal ve muvazenetlerini muhafaza  ve gâyâtü’l-gâyâtına sevk ettiği gibi, nefsin fıtraten serbest bırakılmış olan kuva-ı selâsesini  ifrat ve tefritten kurtarıp hikmet, iffet, şeceâtı tazammun eden adalet noktasına sevk eder.

 Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?

  Elcevap: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebâtî ve hayvânî  kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letâif-i insaniyeye galebe  ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır, muvakkat bir lezzetle mütesellî oluyorlar.

 Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef’al ve akval ve ahvalinde istikamet, kat’î bir surette görünüyor. Meselâ kuvve-i  akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olar  ak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden  münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i  kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve  tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette,  kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir. Ve  hâkezâ, bütün Sünen-i Seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde hadd-i  istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinap  etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde iktisadı rehber ve israftan kat’iyen içtinap  etmiştir. Bu hakikatin tafsilâtına dair binler cilt kitap telif edilmiştir. El-ârifü tekfîhi’l-işâre1  sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifâ edip, kıssayı kısa keseriz.

 Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete  işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân  edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir.  Bu kuvvetlerin,

 Birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye,

 İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye,

 Üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.

 Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten  tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç  mertebeye ayrılırlar.

 Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti,  iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında  olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

 İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç  mertebe mevcuttur.

 Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile  korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne mânevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün  istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir  ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

  İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.

 Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat  mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya  malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir,  içtinap eder.

 Yukarıda bahsi geçen nefsin kuvveleri Aristotales’den belki de hocaları olan Eflatun ve  onun hocası Sokrates’den veyahutta sabık Peygamberlerin nakilleri yoluyla gelen  sonrasında ise İbn-i Sina, Farabi gibi meşşai İslam Hükeması yoluyla hem tasavvufa  geçen hem de kelam alimleri üzerinden bugüne kadar gelen bu mesail kabul-ü umumi  olmuş bir meseledir. İlaveten bu kuvvelerin hadsizliği noktasındaki ve çevrilmesi  gereken hadd-i müstakim üzerine geçen yerleri vermeye çalışalım.

 İnsan, cismen küçük, zayıf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek  yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada mâliktir. Ve hasredilmeyecek derecede  meyilleri vardır. Ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-  ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki,  sanki bütün envâ ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır.

 İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren,  ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir.  Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına  alan, ibadettir. Zahirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden,  ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemâlâtına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mâbud arasında en  yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemâlât-ı beşeriyenin en yükseği, şu  nisbet ve münasebettir.

 Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i  ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân  bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve  vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder. Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî  bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.

 “Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen,  nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ der, tard eder, kaçırır.

 “Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından  ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini  çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.

 Bu mukaddimeden sonra sizin sualinize geçecek olursak şunlar belki söylenebilir:

  Eğer mütekellimin veya sailin nefisten kasdettiği mana kötülükleri arzulayan ve henüz  terakki edip nefs-i mutmainne veya daha üst mertebelerde olmayan ve hususan emmare  ve levvame mertebesinde olan ise bu nefis helal veya haram olan her şeyi arzular.  Çünkü fıtraten had konulmamış olan nefsin kuvveleri ancak şeriatle hadd-i şer’i tahattur  edilerek yani ibadetlerle bir sınır çizilir ve had altına alınır. Tabir-i diğerle şeriatle şu  helaldir veyahut şu yasaktır denilir ve bu sayede nefis bir sınır altına idhal edilir.

 Belki cevap biraz uzun oldu amma nefse bu açıdan bakılmadığı takdirde cevap belki  mukni ve tatmin edici olmayacaktı. İnşallah bir derece faydalı olmuştur. Allah’a emanet  olunuz. Vesselam.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir