Afakta ve enfüste Esma-i İlahiyye nasıl okunur?

Esma-i İlahiyye 

Sual: “Afakta ve enfüste Esma-i İlahiyye nasıl okunur?”

El-cevap: Sualinizin cevabına geçmeden önce afaki ve enfüsi tefekkür nedir? Ayetle ve hadisle sabit midir? gibi temel mevzulara değinilecektir.

ON ÜÇ SENEDEN BERİ kalbim, aklımla imtizaç edip Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın

لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ ٭ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ٭ اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِى اَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضَ ٭ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

gibi âyetlerle emrettiği tefekkür mesleğine teşvik ettiği ve  تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ hadis-i şerifi, bazan bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip tefekküre azîm teşvikat yaptığı cihetle, ben de bu on üç seneden beri mesleki tefekkürde akıl ve kalbime tezahür eden büyük nurları ve uzun hakikatleri kendime muhafaza etmek için, işârât nev’inden bazı kelimâtı, o envâra delâlet etmek için değil, belki vücutlarına işaret ve tefekkürü teshilve intizamı muhafaza için vaz’ettim.

سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

“Onlara, gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz—tâ ki Kur’ân’ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” Fussilet Sûresi, 41:53

Sual: Şu iki âyet-i câmianın ifade ettiği vücub ve vahdâniyet-i İlâhiye ve evsâf ve şuûnât-ı Rabbâniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delâletlerini, mücmel ve kısa bir surette beyanlarını isteriz. Çünkü münkirler pek ileri gittiler. “Ne vakte kadar وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ deyip elimizi kaldıracağız?” diyorlar.

Peki neden ve niçin bu kadar ayat ve hadislerle şiddetli bir şekilde tefekküre emrediliyor.

Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar” diye ihtar ediyorlar.

Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat ve hayvânattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san’atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat’iyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.

Elhasıl: Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbep ise gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, câhil ve câmid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder.

Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalâğacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’lûf olan âfâk ve enfüste dikkat-i nazara, Kitab-ı Hakîm emreder.

Evet, gözleri açan, yalnız nücûm-u Kur’âniyedir. Öyle nücum-u sâkıbedirler ki, cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi; âyât-ı beyyinat, yed-i beyzâ ile, ülfet ve sathiyetin hicaplarını ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek, ukulü, âfâk ve enfüsün hakaikine tevcih edip irşad etmişlerdir.

Ayrıca bir hadis-i kudsi’de “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” geçmektedir. Diğer hadislerde ise;

  • “Allah’ın Zatı, onun hakikati demektir. Onun hakikati hiçbir hakikate benzemez.”
  • “Allah’ın yarattıklarını / san’atını düşünün, Onun Zatını düşünmeyin”
  • “Her şeyde tefekkür edin, ancak Allah’ın zatında tefekkür etmeyin.”

“Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”

Madem insanın vazifesi Kainatın yaratıcısını tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve Allah’ın zatını tefekkür ederek bunu yapabilmemiz mümtenidir. Ve mahlukat ise bu vazife için yaratılmışlar. Dolayısıyla yol ve yöntem bu iki cadde üzerine mutevakkıf yani afaktan ve enfüsten alacağımız delillerle ülfeti yırtıp kendini bize tanıttırmak isteyen Zat’ı tanıyıp ve sevmekten geçmektedir. Peki ayat ve hadislerle sabit olan enfüsi ve afaki tefekkür tam olarak nedir? Kaç yöntemi vardır?

Ey arkadaş! Vakta ki Kur’ân-ı Kerim ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir.

  • Birincisi: Mâbudun mevcut olmasıdır.
  • İkincisi: Mâbudun vâhid olmasıdır.
  • Üçüncüsü: Mâbudun ibadete istihkakı bulunmasıdır.

Kur’ân-ı Kerim, o üç mukadder suale işaret etmekle beraber, şartlarının delillerini de zikrederken, Mâbudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır.

  • Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna “âfâkî” denilir.
  • İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan burhanlardır. Buna, “enfüsî” tesmiye edilir. Enfüsî olan kısmını da, biri nefsî, diğeri usulî olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.

Demek, Mâbudun vücuduna üç türlü delil vardır: âfakî, nefsî, usulî.

Burada enfüsi kısım; nefsî ve usulî olmak üzere ikiye taksim edilmiş. Nefsîde tamamen insanın kendi zatıyla ilgili olan kısımda, usulîde ise hemcinsleri üzerinde tefekkür etmesidir. Nev veya cins olarak aynı olan hemcinslerindeki vaziyet ne ise kıyas-ı mantıkiyye ile kendisinde de vuku bulacağını keşfederek enfüse yol açmak şeklinde tanımlanabilir.

Ezcümle, tarikatte “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfâkî” tabirleri altında iki meşrep var.

Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir.

İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.

Yani, şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musağğarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdâniyet delâilini gösteriyorlar.

Evet, kâinattaki san’at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta nümunesi insanda vardır. O daire-i kübrâdaki san’at Sâni-i Vâhide şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî san’at dahi yine o Sânie işaret eder, vahdetini gösterir.

Hem nasıl ki, şu insan gayet mânidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir. Öyle de, şu kâinat dahi, aynı o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir.

Buraya kadar geçen mesailde afaki ve enfüsi tefekkürün öneminden ve mahiyetinden kısmen de olsa bahsedilmeye çalışıldı. Şimdi ise yapılacak olan bu tefekkürün tarz-ı tatbikatı nasıl olacak? Biraz da ona değinmeye çalışalım.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilîmalûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.

Bu nükteleri bildikten sonra, şu burhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan mârifet-i Sânidir ki,istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i insaniyeyle mütenasip olan âmâl ve müyûl-ü müteşâibeye neşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder.

Yukarıda bahsi geçen yerlerde de üzerinde sıkıca durulan yöntem afaki tefekkürde icmali yani daha yüzeysel, enfüsi tefekkürde ise tafsilatlı tabiri diğerle daha detaylı yapmak gerektiğidir. Bu tefekkürleri yaparken bize nokta-i istinad olacak veyahut tarz-ı tatbikat hükmünde olacak olan hangi eserlere veya mevzulara bakmak gerekir?

Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfâkî ile mârifet-i İlâhiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, mârifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler.

Biri: Kitab-ı kâinatı mütalâa ile, Âyetü’l-Kübrâ ve Hizbü’n-Nuriye ve Hülâsatü’l-Hülâsa gibi âfâka bakmaktır.

Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-i insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalâa ile, imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki, sırr-ı akrebiyete ve veraset-i Nübüvvete bakar. Ve enfüsî tefekkür-ü imanî hakikatinin bir parçası, Otuzuncu Sözün, ve “ene” ve “enaniyet”te ve Otuz Üçüncü Mektubun Hayat Penceresinde ve İnsan Penceresinde ve bazı parçaları da sair ecza-yı Nuriyede bir derece beyan edilmiş.

Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Adeta Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…

Evet enfüsi ve afaki tefekkürün mahiyetinden kısmen de olsa bahsedilmişti. Şimdi tarz-ı tatbikatına geçmek istiyoruz. Bunun için de Üstadımız’ın hususen yönlendirdiği mevzuları ele alarak ifade etmeye çalışacağız. Fakat şu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Varacağımız nokta bütün mesleklerin, meşreplerin hatta felsefecilerin varmak istedikleri olan eşyanın hakikatine ulaşmak veyahut varlığın sırrına varmaktır. Yani;

Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acibânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını fetih ve keşf ederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.

Bu tefekkürler yoluyla bu suallerin cevabını arıyor ve böylece insan-ı kamil olmanın sırrına ulaşmaya doğru bir gayretin içerisine giriyor ve marifetullahın engin denizinde sahil-i selamete çıkmanın hakikatine ulaşmaya çalışıyoruz. Peki nedir bu eşyanın sırrınca, her şeyden Cenâb-ı Hakka karşı pencereler hükmünde hakikati ve bu tefekkürler bizi nereye veya neye ulaştıracaktır?

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, her biri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i nsaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”

Şimdi enfüsî tefekkür-ü imani cihetine bir nebze bakmak adına Ayet-ül Kübra’da geçen bazı bahisleri ele alacağız. Afaki tefekkürden esma-i İlahiye nasıl geçildiğinin izahını bir derece vermeye çalışacağız. Fakat şu hiçbir zaman unutulmamalıdır ki; usul-ü tefsirdeki bir kaide olan ve Kur’anın mebahisininde ana esasları olan; tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet esaslarını bihakkın ifa eden Risale-i Nur’un ekseriyeti mutlakası hem enfüsi hem de afaki tefekkür tarikini izleyerek bu dört esas üzerine gitmiştir. Dolayısıyla sadece Ayet-ül Kübra değil birçok diğer eserlerde benzer tefekkür tariki görülebilecektir.

Hayattârâne mütemâdiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Misal olarak aldığımız bu kısımda denizlerin; vazifelerinden bahsedilmekte, muazzam azametli işlere mazhariyetleri belirtilmektedir. Bu vazifeler ve mazhariyetler bir fiili göstermekte, fiil ise isme, isim ise bir vasfa, vasıf ise şe’ne, şe’n ise zata delalet eder. İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil bir burhan-ı hakikattir.

Misalimizdeki denizlerin sadece yirmi beş bin senelik mesafeyi kat etmesini ele alırsak; bu fiile mazhariyet noktasında nihayetsiz bir kudret, ilim, irade, hikmet, adlin tezahürleri olduğunu görürüz. Çünkü fiil failsiz, san’at san’atkarsız husule gelmesi mümtenidir. Bu nedenle tezahür eden bu sıfatları ya esbaba, ya kendisine, ya tesadüfe, ya tabiata veyahut da Hallak-ı Alim olan bir zata vermemiz gerekir başka türlü olamaz. Dolayısıyla aslında hadsen yani sür’ati intikal ile o fiilleri iktiza eden isimlere yani Mukaddir, Kadir, Alim, Mürid, Hakim, Adil gibi isimlerine intikal ederiz. Aslında marifetullah dediğimiz veya eşyanın hakikati dediğimiz ilmelyakin, aynelyakin veya hakkalyakin dediğimiz bu tefekkür-ü zihnilerle ulaşacağımız yakin-i imaniden başka bir şey değildir. Buna kıyasen Ayet-ül Kübra’da geçen bütün mebahise bu minvalden bakarak afaki tefekkürle esmaya intikal edebiliriz.

Gelgelelim bizim şahsi hayatımızda veyahut içtimai hayatımızda temas ettiğimiz bütün eşyada veya masivada bunun tarzı tatbikatı nasıl olacak kısmında neler söyleyebiliriz?

Aslında değişen hiçbir şey yok. Eser müessirsiz olmaz, iğne ustasız olmaz, san’at sanatkârsız olmaz hakikati aynen buralarda da geçerlidir. Sevdiğimiz veya muhatap olduğumuz her şey üzerinde mutlaka bir fiil, bir san’at, bir nakış, bir ışık, bir hikmet, bir incelik yok mudur? Bunların tamamı da failini, sanatkârını, nakkaşını, nurlandıranı, hikmet sahibi ve müdakkik bir zatı göster miyor mu? Yani yine bir Zât-ı Vâcib ü’l-Vücud, Fa’âlün limâ Yürid, Hâlık-ı Külli Şeye, Vâhid-i Ehade şehadet etmiyor mu? Sizler bu tatbikatı hayatın her safhasına uygulayabilir ve esmaya intikal edebilirsiniz.

Meselâ, nasılki bir usta, harika bir makineyi yapsa, onu takdir eden herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah” deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksut neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı hâliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tebriklerle alkışlar.

Afaki tefekkür açısından baktığımız takdirde şu son cümle her şeyi özetlemiyor mu? “Her zîhayat ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tebriklerle alkışlar.” Bu mananın haricinde herhangi bir şey var mıdır? Veyahut onun esmasının tecellisi haricinde hangi şey var? Hangi eşya onun esmasının muhitinden kaçabilir? Burada bize düşen o esmaya intikal ve onun akrebiyet sırrına ulaşmaktır.

Hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan bir tek Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi fert Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden Ona yanaşabilir? Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiçbir iş bir işe mâni olur mu?7 Hiçbir yer Onun huzurundan hâli kalır mı?

Şimdi de enfüsi tefekküre misal olması bakımından otuz birinci pencere olan İnsan Penceresi’ne mes’eleyi uzatmamak adına kısaca bir bakalım. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” hadis-i kudsîsinin sırrına istinaden aslında bu gibi mebahis insanın kendisini tanıması ve bu marifetten sonra yine kıyas yoluyla Rabbine ulaşmasıdır. Bu pencereden sadece bir kısmı alarak bu kıyası görmeye çalışalım.

Şu Pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkıkîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kur’ân’dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:

On Birinci Sözde beyan edildiği gibi, insan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak, bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor. Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız Üç Noktayı göstereceğiz.

BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir.

Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,” ve hâkezâ…

Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini, ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.

Aslında burada esmanın tecelliyatı ve tezahüratı gayet aşikar biçimde izah edildiğinden çok tafsilata girerek zihinlerinizi bulandırmak istemem. Sadece şu denilebilir. Yine benzer mebahis on birinci sözde de geçtiği için oradan bir alıntı yaparak aynı mevzuyu zihne belki daha da yakınlaştırabiliriz.

Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmâli şudur:

  • Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi,
  • hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiye nin bir mikyası,
  • hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı,
  • hem bu âlem-i kebirin bir listesi,
  • hem şu kâinatın bir haritası,
  • hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi,
  • hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi,
  • hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir.

İşte, mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir