İkinci Maksad
[Kıyamet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır.]
Şu maksadın dört esası ve bir mukaddime-i temsiliyesi vardır.
Mukaddime
Nasılki bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrib edilip yeniden muhkem bir surette bina ve tamir edilecektir.” Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüb eder: (Aklın vazifesi delilleri görerek tahkik etmektir. Akla deliller gösterildiği halde deliller kabul edilmeyip başka deliller aramak ise vehimdir. Hikmet delillerini görüp zevk eden akıl iken rahmet delillerini görüp zevk eden kalbtir.)
(Birincisi: “Sebeb ve muktezi var mıdır?” İkinci esasta on medar ile cevab verilmiştir.
İkincisi: “Fâil ve ustası muktedir midir?” Üçüncü esasta üç mes’ele ile izah edilmiştir.
Üçüncüsü: “Tahribi mümkün müdür?” Dördüncü esas Birinci mes’elede izah edilmiştir.
Dördüncüsü: “Tahribi vaki’ olacak mıdır?” Dördüncü esas İkinci mes’elede izah edilmiştir.
Beşincisi: “Tamiri mümkün müdür?” Dördüncü esas Üçüncü mes’elede izah edilmiştir.
Altıncısı: “Tamiri vaki’ olacak mıdır?” (Dördüncü esas Dördüncü mes’elede izah edilmiştir.)
Birincisi: “Niçin tahrib edilecek? Sebeb ve muktezi var mıdır?”
Eğer “Evet var” diye isbat etti, ikincisi şöyle bir sual gelir ki: “Bunu tahrib edip, tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?”
Eğer “Evet yapabilir” diye isbat etti, üçüncüsü şöyle bir sual gelir ki: “Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrib edilecek midir?”
Eğer “Evet” diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu isbat etse; iki sual daha ona vârid olur ki: “Acaba şu acib saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?”
Eğer “Evet” diye bunları da isbat etse; o vakit bu mes’elenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şübhe ve vesvese girebilsin.
İşte şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrib ve tamiri için muktezi var. Fâil ve ustası muktedir. Tahribi mümkün ve vaki’ olacak. Tamiri mümkün ve vaki’ olacaktır. İşte şu mes’eleler, birinci esastan sonra isbat edilecektir.
Birinci Esas
Ruh, kat’iyyen bâkidir. Birinci maksaddaki melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delalet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Bence mes’ele o kadar kat’îdir ki, fazla beyan abes olur. Evet şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeğe lüzum kalmaz.
- Hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri,
- Hattâ ehl-i keşf-el kuburun onları görmeleri,
- Hattâ bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umumun da rü’ya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde âdeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne geçmiştir.
Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale için; hads-i kalbînin ve iz’an-ı aklînin pek çok menba’larından, bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.
Mukaddime
Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikatında isbat edildiği gibi;
- Ebedî, sermedî, misilsiz bir cemal, elbette âyinedar müştakının ebediyetini ve bekasını ister.
- Hem kusursuz, ebedî bir kemal-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını taleb eder.
- Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder.
İşte
- Âyinedar müştak,
- Dellâl mütefekkir,
- Muhtaç müteşekkir;
En başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebed-ül âbâd yolunda; o cemal, o kemal, o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır. (Madem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemal-i hüsün, o kusursuz kemalât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştihası açılır, fakat yemez gider. O cemal, o kemalin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor. Sözler 69)
Yine Onuncu Söz’ün Altıncı Hakikatında isbat edildiği gibi; değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar.
Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zahirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. Çünki sureti, hadsiz hâfızalarda bâki kalır. Kanun-u teşekkülâtı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder.
Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemal-i intizam ile, zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâki kalır.
Elbette gayet cem’iyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl “Zîşuur bir insanım” diyebilirsin?
Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen proğramını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelal, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzeval hakkında “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder” denilir mi? (Çekirdek maddeten bir nokta büyüklüğünde iken manen içinde çok geniş programlar yazıldığı gibi Ruhlar âlemi maddeten âlem-i şehadet içinde küçük bir yer tutarken manen âlem-i ervahta çok geniş bir alana sahiptir.)
BİRİNCİ MENBA’:
Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar.
Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır.
Öyle ise; madem cesed gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız müddet-i hayatta tedricî cesed libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur.
Gayet kat’î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir.
Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir.
Belki ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i misalîsi vardır.
Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer.
(Cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil lakin ruh için terzi temsili verilmesi ruha münasib bir cesed verildiğine işaret içindir. Ruh için hane ve yuva temsilinin verilmesinin sırrı ise hanede harici alemlere açılan pencereler vardır. Hem pencere olmamaı hane sahibinin yaşamasına mani teşkil etmez. Yalnız ruh, hanenin bir köşesinde değil her yerindedir. Hem ruhun inkişaf etmesi ruhun bedeni misalini pek değiştirmez. Zira ruhun libası bir derece sabittir. Hem libas cesed sahibinin vücud ölçülerini bir derece gösterdiği gibi ruhun bedeni misalisi de cesedin özelliklerini gösterir tarzda adeta bir aynada suretin yansıması gibidir.
Fuadiye Risalesinde geçtiği gibi: İnsan zannedildiği gibi şu heykel ve bu cisimden ibaret değildir. Ancak nefs-i natıka denilen ruhtan ibarettir. Evet ruh dediğimiz şey ikidir. Biri ruh-u hayvanîdir ki, insan ile hayvan arasında müşterek olup her iki nev’in hiss-ü hareke, neşv-ü nemasını te’min eden pek ince gizli bir madde-i lâtifedir. Hastalık, elem tedavi, ihtiyarlık, ölüm gibi arızalar bu kısım ruha aittir.
Diğeri nefs-i natıka denilen ruh-u insanîdir ki, (*) mahall-i taallûku ruh-u hayvanîdir, mahall-i tasarrufu bedendir. Yani insanın bedeni nefs-i natıkanın otomobilidir. İstediği gibi idare ve tasarruf eder. Bir arızadan dolayı ruh-u hayvanî muvakkaten öldüğü zaman ruh-u insanî ayrılır, âlem-i misale gider.
Hane ve libas temsilini bu mana ile birlikte düşündüğümüzde ruh-u insanînin âlem-i şehadette giydiği cesed ruhun hanesi, ruh-u insanînin cesedle olan münasebetini temin eden ruh-u hayvanî ise libasa teşbih edilmiştir. Mevt hengâmında ruh-u hayvanî ölür, ruh-u insanî âlem-i şehadette gördüğü suretler ve yaptığı amellerinden teşekkül eden berzahî beden-i misalîsini giyer.)
İKİNCİ MENBA’:
Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşahedat ve müteaddid vakıat ve kerrat ile münasebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir.
Evet tek bir ruhun ba’de-l memat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder.
Zira fenn-i mantıkça kat’îdir ki: Zâtî bir hâssa, birtek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir. Çünki zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur.
Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emarat, o derece kat’îdir ki; bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez.
Öyle de şübhe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pekçok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Manevî hedayamız onlara gidiyor, onların nurani feyizleri de bizlere geliyor.
Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil. Çünki basittir, vahdeti var. Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise; kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir.
Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.
Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir. O tahrib ve inhilal ise, vahdet yol vermez ki girsin, besatet bırakmaz ki bozsun.
Veyahut i’dam iledir. İ’dam ise Cevvad-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.
ÜÇÜNCÜ MENBA’:
Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. (Nevlerdeki kanun gibi efrad değişse de kanun nevde devam eder. Öyle ise insanın ruhu sair mahlukatın nev’i hükmünde kıymetli ehemmiyetli olduğundan sebat ve bekaya mazhardırlar.)
Halbuki en zaîf olan kavanin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar. (En zaîf olan kavanin-i emriyeye misal nevlerdeki tekvini emirlerdir.) Çünki dikkat edilse, maruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sabite vardır ki, bütün tegayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor.
İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir nev’e gelen ve cari olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi caridir.
Madem Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır. Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-ı zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkasıyla daima bâkidir.
DÖRDÜNCÜ MENBA’:
(Sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben bâki kalması gösteriyor ki, şuursuz kavaninin bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhardır.)
Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. (Hem kanunlar ve nevamis denilen şeyler, ancak ilim ile irade ve emrin enva’a olan tecellilerinin isimleridir. Evet kanun emirdendir, namus iradedendir. Mesnevi-i Nuriye 59)
Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz.
Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır.
(En basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Mektubat 7)
İşte madem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır.
Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki ruh dahi Kur’anın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş. (Âyetin manası “Sana ruhu sorarlar deki ruh, Rabbinin emrindendir.” Diğer bir mana “Allahın ilminde bir çok itibari vücutlar var, Allah itibari vücutlara haricte vücut vermek noktasında irade ediyor. Kanun-u zîşuur ve namus-u zihayat olması istidat itibariyledir. Harici bir şuuru veya hayatı yoktur. Yalnız şuur ve hayatı kabul etmeye liyakatı vardır.”)
Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben bâki kalıyor. (Ağleben olması bazı hayvan nevlerinin hayat şartlarını tazammun eden kanunların kalkması ile o nevlerin soyunun kesilmesi düşünülebilir.)
Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh,
1- Bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünki zîvücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir.
2- Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünki zîşuurdur.
3- Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki zîhayattır.
İkinci Esas
- Saadet-i ebediyeye muktezi vardır
- Ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelal de muktedirdir.
- Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündü
- Hem (harab-ı âlem) vaki’ olacaktı
- Yeniden ihya-yıâlem ve haşir, mümkündü
- Hem (ihya-yı âlem) vaki’ olacaktı
İşte bu altı mes’eleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda beyan edeceğiz. Zâten Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı ikna’ edecek, susturacak, Eski Said’in “Nokta Risalesi”ndeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz. (Aklın vazifesi delilleri görerek tahkik etmektir. Akla deliller gösterildiği halde deliller kabul edilmeyip başka deliller aramak ise vehimdir. Hikmet delillerini görüp zevk eden akıl iken rahmet delillerini görüp zevk eden kalbtir. Onuncu Sözde Cenab-ı Hakkın esmasının kâinattaki tecellileri gösterilerek kalben zevk edildikten sonra hem Cenab-ı Hakkın vücudu hemde haşrin tahakkuk edeceği isbat ediliyor.)
Evet saadet-i ebediyeye muktezi mevcuddur. O muktezinin vücuduna delalet eden bürhan-ı kat’î “On Menba’ ve Medar”dan süzülen bir hadstir.
BİRİNCİ MEDAR:
(Kâinattaki nizam; kasd, ihtiyar, irade ve hikmet sahibi bir zatı gösteriyor. Ve nizamın devamından gelen intizam takib edilen maksadın büyüklüğünü gösterir. İşte böyle büyük bir maksad zeval ve fena ile hiçe inmez. Eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaîfe-i vahiyeden ibaret kalır. Öyle ise nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.)
Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. (Nizam düzgünlük iken intizam ise düzgünlüğün devamlı olmasıdır.) Her cihette reşehat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ herşeyde bir nur-u kasd, her şe’nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem’a-i ihtiyar, her terkibde bir şu’le-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaîfe-i vahiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan maneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.
(Birinci Medardaki nizam hakikatını merkeze koyduğumuzda diğer tüm medarlar o nizamın farklı cihetleri olduğu görünür. Mesela İkinci medar itibariyle düşündüğümüzde hikmetleri takip etmekten gelen nizam, Üçüncü medarla düşündüğümüzde hikmetin zıddı olan abesiyet ve israf olmamasından gelen intizam ve ile ahir..)
İKİNCİ MEDAR:
(“Hilkat-i kâinatta görünen hikmet-i tâmme ve maslahatlara riayet edilmesi bu hikmetin devam edeceği saadet-i ebediyeyi iktiza ediyor.” )
Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. (Hikmet-i hilkatin insana bakmasına inayet denir.) Evet inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünki saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedahe sabit olan hikmetleri, faideleri, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatı, bu hakikatı güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifaen burada ihtisar ederiz.
ÜÇÜNCÜ MEDAR:
(Hilkat-ı mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Hem insanda olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi saadet-i ebediyeye namzed olduğunu kat’î olarak ilân eder.)
Akıl ve hikmet ve istikra ve tecrübenin şehadetleri ile sabit olan hilkat-ı mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Fıtratta israf ve hilkatta abesiyet olmadığına delil,
- Sâni’-i Zülcelal’in herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sureti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihab etmesidir
- Ve bazan bir şeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir
- Ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır.
Madem israf yok ve abesiyet olmaz, elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünki dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder, herşey israf olur. Umum fıtratta, ezcümle insanda, Fenn-i Menafi’-ül Aza şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki; insanda olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi israf edilmeyecektir.
Öyle ise, insandaki (insanın saadet-i ebediyeye namzed olduğuna delil)
- O esaslı meyl-i tekemmül, bir kemalin vücudunu gösterir
- Ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu kat’î olarak ilân eder.
Öyle olmazsa insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı maneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudatın hilafına olarak israf ve abes olur, kurur, hebaen gider. Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatında isbat edildiğinden kısa kesiyoruz.
DÖRDÜNCÜ MEDAR:
Pekçok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada hattâ insanın şahıslarında,
- Müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler
- Ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübranın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar.
Evet meselâ: Haftalık bizim saatimizin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen; Allah’ın dünya denilen büyük saatındaki yevm, sene, ömr-ü beşer, deveran-ı dünya, birbirine mukaddeme olarak birbirinden haber veriyor, döner işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi; mevtten sonra subh-u kıyamet, o destgâhtan, o saat-ı uzmadan çıkacağını remzen haber veriyorlar.
Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır.
- Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emarat-ı haşriye gördüğü gibi,
- Beş-altı senede bil-ittifak bütün zerratını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş.
Hem hayvan ve nebat nevilerinde üçyüzbinden ziyade haşir ve neşir ve kıyamet-i nev’iyeyi her baharda müşahede ediyor.
İşte bu kadar emarat ve işarat-ı haşriye ve bu kadar alâmat ve rumuzat-ı neşriye elbette kıyamet-i kübranın tereşşuhatı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar. Bir Sâni’-i Hakîm tarafından nevilerde böyle kıyamet-i nev’iyeyi yani bütün nebatat köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihya etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sair bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iade ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak; herbir şahs-ı insanîde kıyamet-i umumiye içinde bir kıyamet-i şahsiyeye delil olabilir.
Çünki insanın birtek şahsı, başkasının bir nev’i hükmündedir. Zira fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki, mazi ve müstakbeli ihata eder. Dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sair nevilerde ferdlerin mahiyeti cüz’iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduddur, kemali mahsurdur, lezzeti ve elemi ânîdir. Beşerin ise mahiyeti ulviyedir, kıymeti galiyedir, nazarı âmmdır, kemali hadsizdir, manevî lezzeti ve elemi kısmen daimîdir. Öyle ise, bilmüşahede sair nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyametler ve haşirler; şu kıyamet-i kübra-yı umumiyede, her şahs-ı insanî aynıyla iade edilerek haşredilmesine remz eder, haber verir. Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatında iki kerre iki dört eder derecesinde kat’iyyet ile isbat edildiğinden burada ihtisar ederiz. (Dokuzuncu Hakikatın kuvvetli bir delil olması Hayy ve Kayyum ismine dayanarak naklî ve aklî delilleri kapsamış olduğundandır.)
BEŞİNCİ MEDAR:
Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor. İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedid ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat’î veriyor. Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatı, bu hakikatı gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz. (Ruh tarlasında ekilen istidat, istidatta mündemiç kabiliyetler, kabiliyetten neş’et eden meyiller, meyillerden hasıl olan emeller, emellerden tevellüd eden tasavvurat-ı insaniye saadet-i ebediyeyi fıtraten istiyor.)
ALTINCI MEDAR:
“Rahman-ur Rahîm” olan şu mevcudatın Sâni’-i Zülcemal’inin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. (Rahmet varsa zıddına inkılab edemez.)
Evet nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten halas eden ve mevcudatı, firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi; o rahmetin şe’nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünki bütün nimetlerin re’si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret suretinde dirilmezse, bütün nimetler nıkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedahe ve bizzarure ve umum kâinatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlahiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-ı sabitedir. Bak rahmetin cilvelerinden ve latif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîye, hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen; görürsün ki: O latif muhabbet, en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat, en büyük bir illet olur. O nurani akıl, en büyük bir bela olur. Demek rahmet, (çünki rahmettir) hicran-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Söz’ün İkinci Hakikatı, bu hakikatı gayet güzel bir surette gösterdiğinden burada ihtisar edildi.
YEDİNCİ MEDAR:
Şu kâinatta görünen ve bilinen
(Cenab-ı Hak canibinden bakarsak) bütün letaif (Lütuf manasıdır.), bütün mehasin, bütün kemalât,
(Mahlukat canibinden bakarsak) bütün incizabat, bütün iştiyakat, bütün terahhumat;
birer manadır, birer mazmundur, birer kelime-i maneviyedir ki: Şu kâinatın Sâni’-i Zülcelal’inin lütuf ve merhametinin tecelliyatını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedahe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor. Madem şu âlemde bir hakikat vardır. Bilbedahe hakikî rahmet vardır. Madem hakikî rahmet vardır, saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakikatı, İkinci Hakikatı ile beraber şu hakikatı gündüz gibi aydınlatmıştır.
SEKİZİNCİ MEDAR:
İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed! Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-ı cazibedarın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikatının hâtimesi bu hakikatı göstermiştir.
DOKUZUNCU MEDAR:
Sadık, (Sadık, doğru olan demektir.) masduk, (masduk, tasdik edilen demektir.) musaddak (masduk, tasdik edilen demektir.) olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbarıdır. Evet o zâtın (A.S.M.) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun (A.S.M.) kelâmları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zâten bütün Enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaını ve bütün evliyanın tevatürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün davaları; tevhid-i İlahîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba, şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır? Onuncu Söz’ün Onikinci Hakikatı, şu hakikatı pek zahir bir surette göstermiştir.
ONUNCU MEDAR:
Onüç asırda yedi vecihle i’cazını muhafaza eden ve Yirmibeşinci Söz’de isbat edildiği üzere kırk aded enva’-ı i’cazıyla mu’cize olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ihbarat-ı kat’iyyesidir. Evet o Kur’an’ın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlak-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftahıdır.
Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz’eylediği berahin-i akliye-i kat’iyye, binlerdir. (Tavırdan tavıra geçirilen mevcudat adedince delilleri olduğundan binler denmiştir.)
Ezcümle: Bir kıyas-ı temsilîyi tazammun eden وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ ve
bir delil-i adalete işaret eden وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi pekçok âyât ile haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pekçok dûrbînleri, nazar-ı beşerin dikkatine vaz’etmiştir. Kur’anın sair âyetler ile izah ettiği şu وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kıyas-ı temsilînin hülâsasını “Nokta” risalesinde şöyle beyan etmişiz ki:
Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acib ve muntazam inkılablar geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedide yani insan suretine inkılabı, gayet dakik düsturlara tâbi’dir. O tavırların herbirisinin öyle kavanin-i mahsusa ve öyle nizamat-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki; cam gibi, altında bir kasd, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir. İşte şu tarzda o vücudu yapan Sâni’-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekası için inhilal eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlahî ile yıkıldığından yine muntazam bir kanun-u Rabbanî ile tamir etmek için rızık namıyla bir madde-i latifeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hacetleri nisbetinde Rezzak-ı Hakikî, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzi ediyor.
Şimdi O Rezzak-ı Hakîm’in gönderdiği o madde-i latifenin etvarına bak, göreceksin ki; o maddenin zerratı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre, bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar.
Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtar’ın bir kanun-u mahsusu ile sevkedilip, cemadat âleminden mevalide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra nizamat-ı muayyene ve harekât-ı muttaride ile ve desatir-i mahsusa ile rızk olarak bir bedene girip;
O beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra (Ağız, mide, ince bağırsak ve oniki parmak mutfaklarında sindirilerek pişirildikten sonra)
Ve dört inkılabat-ı acibeyi geçirdikten sonra
Ve dört süzgeçten süzüldükten sonra (Kalın bağırsak, karaciğer, böbrek ve akciğer süzgeçlerinde süzüldükten sonra)
bedenin aktarına yayılarak bütün muhtaç olan âzaların muhtelif, ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre Rezzak-ı Hakikî’nin inayetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler.
İşte o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki: Basîrane, muntazamane, semîane, alîmane sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab, hiç ona karışamaz. Çünki herbirisi unsur-u muhitten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavanin-i muayyenesi ile güya ihtiyaren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki; bilbedahe bir Saik-i Hakîm’in emriyle gidiyor gibi görünüyor. İşte böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya git gide hedef ve maksadından ayrılmayarak tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbanî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecelli-i rububiyet gösteriyor ki; ibtida o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güya herbirisinin alnında ve cebhesinde “Filan hüceyrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.
Acaba mümkün müdür ki: Bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmet ile rububiyet eden ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün mevcudatı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mizan dairesinde döndüren Sâni’-i Zülcelal, “Neş’e-i uhra”yı yapmasın veya yapamasın! İşte çok âyât-ı Kur’aniye, şu hikmetli neş’e-i ûlâyı nazar-ı beşere vaz’ediyor. Haşir ve kıyametteki neş’e-i uhrayı ona temsil ederek istib’adı izale eder. Der: قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ Yani: “Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmiş ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir.”
(Hikmet temsili)
Hem der ki: وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ Yani: Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.” Nasılki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de: Bir bedende birbiriyle imtizac ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiye, Hazret-i İsrafil Aleyhisselâm’ın Sûr’u ile Hâlık-ı Zülcelal’in emrine “Lebbeyk” demeleri ve toplanmaları; aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür.
Hem, bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadîste “Acb-üz zeneb” tabir edilen ecza-i esasiye (ecza-i esasiye aynıyla toplanacak) ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni’-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.
(Adalet temsili)
Üçüncü âyet olan وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin hülâsası şudur ki:
Âlemde çok görüyoruz ki: Zalim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki zulümden tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlahiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden; bilbedahe bir mecma’-i âheri iktiza ederler ki; birinci, cezasını; ikinci, mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münasib tecziye ve mükâfat görüp adalet-i mahzaya medar ve hikmet-i Rabbaniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet insanın cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir, öyle ise cinayeti dahi azîmdir. Sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise ağuş-u nazdaranesini açmış gözlüyor. Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakikatı bu ikinci misalimizi gayet güzel gösterdiğinden burada kısa kesiyoruz.
İşte misal için şu iki âyet-i kerime gibi pekçok berahin-i latife-i akliyeyi tazammun eden sair âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu’ et. İşte menabi-i aşere ve on medar; bir hads-i kat’î, bir bürhan-ı katı’ı intaç ediyorlar ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli bürhan, haşir ve kıyamete dâî ve muktezinin vücuduna kat’iyyen delalet ettikleri gibi; Sâni’-i Zülcelal’in dahi -Onuncu Söz’de kat’iyyen isbat edildiği üzere- Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esma-i hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delalet ederler. Demek haşir ve kıyamete muktezi o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şübheye medar olamaz.
Üçüncü Esas
Fâil, muktedirdir.
Evet nasıl haşrin muktezisi, şübhesiz mevcuddur. Haşri yapacak zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler, ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır. (Az çok, küçük büyük, uzak yakın ona nisbeten birdir.) Evet bir Kadîr ki: Şu âlem; bütün güneşleri, yıldızları, avalimi, zerratı, cevahiri (Ruh cevheri) nihayetsiz lisanlarla onun azametine ve kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi o kudretten istib’ad etsin.
Evet bilmüşahede bir Kadîr-i Zülcelal şu âlem içinde,
- Her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halkeden,
- Hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden,
- Hattâher günde birer yeni muntazam âlem yapan;
- Daima şu semavat ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemal-i hikmet ile halkeden, değiştiren
- Ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren
- Ve yüzbin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına birtek çiçek gibi takan ve onunla kemal-i hikmetini, cemal-i san’atını izhar eden bir zât, “Nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek” denilir mi?
Şu Kadîr’in kemal-i kudretini ve hiçbir şey ona ağır gelmediğini ve en büyük şey en küçük şey gibi onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, birtek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerime ilân ediyor: مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Şu âyetin hakikatını Onuncu Söz’ün Hâtimesinde icmalen ve “Nokta Risalesi”nde ve Yirminci Mektub’da izahen beyan etmişiz. (En tafsilli izahat, Onbeşinci Şuada yapılmıştır.) Şu makam münasebetiyle üç mes’ele suretinde bir parça izah ederiz:
İşte kudret-i İlahiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez. Hem melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Öyle ise mevani’ tedahül edemez. Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise cüz’, külle müsavi gelir ve cüz’î, küllî hükmüne geçer. İşte şu üç mes’eleyi isbat edeceğiz.
(Bu makamda izahatı yapılan sırları yalnız Kudret için değil İlim, İrade ve sair sıfatlar için de düşünebiliriz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın Vücudu zâti olduğu gibi sıfatları da zatidir.)
(Önce kaide gösterilecek sonra kaide kâinata tatbik edilecek böylece Kudret-i İlahiyyenin zâti olduğu isbat edilmiş olunacak. Yoksa Kudretin zâti olması kuru kuruya bir kabul değildir. Kaide şöyledir.
Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.
Bir şeyin zıddı yoksa o şeyde mertebeler bulunmaz.
Bir şeyde mertebeler bulunmazsa hiçbir icad ona ağır gelmez
Hiçbir icad ona ağır gelmezse o şeyin herşeye olan nisbeti müsavidir.
O şeyin herşeye olan nisbeti müsavi ise en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur.
İşte bu mezkûr kaideye binaendir ki:
- Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymetdar ve
- Gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı
Olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıkların bir tekini yapmak bütün hepsini yapmak kadar kolay olur.
Madem en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur. Elbette kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir.
Madem kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir. Elbette hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez.
Madem hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez. Elbette kudretinde mertebeler bulunmaz.
Madem kudretinde mertebeler bulunmaz. Elbette kudretin zıddı olan acz tedahül etmez.
Madem kudretin zıddı olan acz tedahül etmez. Elbette kudret-i İlahiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir.)
Birinci Mes’ele:
Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlahiyenin lâzime-i zaruriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarure zâtın lâzımesidir. Hiç bir cihet-i infikâki olamaz.
1- Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedahe ârız olamaz. Çünki o halde cem’-i zıddeyn lâzımgelir.
2- Madem acz, zâta ârız olamaz; bilbedahe o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez.
3- Madem acz, kudretin içine giremez; bilbedahe o kudret-i zâtiyede meratib olamaz. Çünki herşeyin vücud meratibi, o şeyin zıdlarının tedahülü iledir.
Meselâ: Hararetteki meratib, bürudetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir ve hâkeza kıyas et… Fakat mümkinatta, hakikî ve tabiî lüzum-u zâtî olmadığından, mümkinatta zıdlar birbirine girebilmiş. Mertebeler tevellüd ederek ihtilafat ile tegayyürat-ı âlem neş’et etmiştir.
4- Mademki kudret-i ezeliyede meratib olamaz. Öyle ise, makdurat dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi ve zerreler, yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer, birtek nefsin ihyası gibi; bir baharın icadı, birtek çiçeğin sun’u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse; o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur.
Şu Söz’ün İkinci Makamı’nın Dördüncü “Allahü Ekber” mertebesinin âhir fıkrasının haşiyesinde, hem Yirmiikinci Söz’de, hem Yirminci Mektub’da ve zeylinde isbat edilmiş ki: Hilkat-i eşya Vâhid-i Ehad’e verilse, bütün eşya, bir şey gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse; bir şey, bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.
İkinci Mes’ele ki;
kudret, melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder.
Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri, mülk ciheti ki; âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri, melekûtiyet ciheti ki; âyinenin parlak yüzüne benzer.
Mülk ciheti ise, zıdların cevelangâhıdır. Güzel çirkin, hayır şer, küçük büyük ağır kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki: Sâni’-i Zülcelal esbab-ı zahiriyeyi, tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir. Tâ dest-i kudret, zahir akla göre hasis ve nâ-lâyık emirlerle bizzât mübaşereti görünmesin. Çünki azamet ve izzet, öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünki vahdet-i ehadiyet öyle ister.
Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusatın renkleri, müzahrefatları, ona karışmaz. O cihet, vasıtasız kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, ma’luliyet giremez. Eğribüğrüsü yoktur. Maniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.
(Aynanın mülevven yüzü denildiğinde sadece arka sır cihetini yani eşyanın mahiyetini düşünürsek eşyanın mülk cihetindeki kusurların esmayı İlahiyeyi göstermeyip gizlediğini anlarız. Eğer aynanın mülevven yüzü denildiğinde aynanın muhtelif renklere ve hâlâta medar olarak düzgün ve eğri büğrü olmasını veya farklı renklerle boyalı olduğunu düşünürsek aynalar adedince esmanın güzelliğini gösterebilmekte mertebeler ortaya çıkar. Böyle düşünürsek bu daha külli bir anlayış olur.
Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Muhtelif halat esmanın güzelliğini göstermek veya göstermemek gibi halat olabilir.)
Elhasıl: O kudret hem basittir, hem nâmütenahîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taalluk-u kudret ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde büyük küçüğe karşı tekebbürü yok. Cemaat ferde karşı rüchanı olamaz. Küll cüz’e nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.
(Gökteki güneşin âyinelerde tasarrufu var. Bazı âyinelerin büyük, bazısının küçük, bazı âyinelerin eğri büğrü, bazısının düzgün, bazı âyinelerin renkli, bazısının şeffaf olması hakikatta güneşi ne küçük, ne eğri büğrü nede farklı farklı renklerde yapar. Güneşin güzelliğini gösteren âyinenin parlak yüzü olduğu gibi güneşin güzelliğini gösteremeyen ayinenin mülevven yüzüdür. Aynen öylede Cenab-ı Hakk’ın güzelliğini gösteren eşyanın melekutiyet ciheti olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın güzelliğini gösteremeyen kusur ve noksanlıklar eşyanın mülk cihetidir.)
Üçüncü Mes’ele ki;
kudretin nisbeti kanunîdir. Yani: (Kanunun tatbiki hususunda fark etmez.) Çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mes’ele-i gamızayı birkaç temsil ile zihne takrib edeceğiz.
İşte kâinatta “şeffafiyet” “mukabele” “müvazene” “intizam” “tecerrüd” “itaat” birer emirdir ki; çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.
(“Nuraniyet” sırrıyla, Güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da, bir zerreye sühuletle verdiği cilveyi, aynı sühuletle hadsiz şeffafata da verir. Cenab-ı Hak canibinden güneşin herşeye bir andaki tasarrufatını ifade ediyor.)
Birinci Temsil:
“Şeffafiyet” sırrını gösterir.
(Mahlukat canibinden güneşe ayine olabilmeyi ifade ediyor.)
Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.
İkinci Temsil:
“Mukabele” sırrıdır.
(Cenab-ı Hak ile Mahlukat mabeyninde nisbeti kesecek hiçbir mani olmadığını güneşi engeleyecek perdelerin olmayıp tam mukabil olabilmeyi ifade ediyor.)
Meselâ: Zîhayat ferdlerden (yani insanlardan) terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir.
Üçüncü Temsil:
“Müvazene” sırrıdır. (Adalete daha ziyade bakıyor.)
Meselâ: Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir. (Mahlukatın vücut mertebesi ikidir. Biri itibari diğeri haricidir. İtibari vücutlar ne kadar çok veya az olsada farketmez. Vücuda çıkmadıkları için dengededir. Ne zaman ki Kudretin bir cilvesi olan kuvvet ile Cenab-ı Hak harice çıkarsa denge bozulur. Az ve ya çok farketmez her şey hariçte vücut bulur.)
Dördüncü Temsil:
“İntizam” sırrıdır. (İlme daha ziyade bakıyor.)
Meselâ: En azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir. (Cenab-ı Hakk için birtek insanın tercihlerini ortaya çıkartması (oyuncak) ne kolaylıkta ise bütün mahlukatın tercihlerini ortaya çıkartması (gemi) aynı kolaylıktadır. Zira Cenab-ı Hakk’ın hikmetiyle takdir ettiği Kaderî program intizamlıdır.)
Beşinci Temsil:
“Tecerrüd” sırrıdır.
Meselâ: Teşahhusattan mücerred bir mahiyet, (Teşahhusattan mücerred bir mahiyete ruh, misal verilmiştir. Küçük bir balığın ruhu balığın bütün vücudunu idare edebildiği gibi, büyük bir balığında ruhu da aynı kolaylukla bütün vucudu idare edebilir. Hakikatında ise Cenab-ı Hakk Teşahhusattan mücerred olduğu için bütün bir zerreye veya kainata aynı suhulette tasarruf eder.) Küçük bir balığın ruhu bütün cüz’iyatına en küçüğünden en büyüğüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zahiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredenin nazarını tağyir etmez. Meselâ: İğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.
Altıncı Temsil:
“İtaat” sırrını gösterir.
Meselâ: Bir kumandan, “Arş” emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.
(Cenab-ı Hak herbir itibari vücudu kemaline sevk etmek için o itibari vücuda meyil, ihtiyaç, iştiyak ve incizab vermiştir. Bu incizabla emir alan itibari vücut itaat ederek harici vucuda çıkar. Harici vücuda çıktıktan sonrada hususi kemaline gider. Cenab-ı Hak herbir itibari vücuda mahiyetinin mutlak kemale çıkması için haricte vücud vermiştir. Bu mutlak kemal olan harici vücut için çekirdek, yumurta, nutfe olmak kafidir. Hususi kemal ise istidadların kuvveden fiile çıkması ile ağaç, hayvan ve insan olmasıdır.)
Şu temsil-i itaat sırrının hakikatı şudur ki: Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk’ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın “Kün” emrine itaatı, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen “Kün” emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.
Şu altı temsil; hem nâkıs, hem mütenahî, hem zaîf, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse; elbette hem gayr-ı mütenahî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecelli eden kudret-i ezeliyeye nisbeten şübhesiz herşey müsavidir. Hiç bir şey ona ağır gelmez (Gaflet olunmaya (Gaflet olunan şey temsillerin imkan dairesinden olup Vücub mertebesini izah etmekte noksan olduğudur. Temsilde boğulmamak için gaflet olunmamak gerektir.)). Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’adı izale için zikredilir.
Üçüncü Esas’ın netice ve hülâsası:
Madem kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahîdir. (Üçüncü Esasın başında Fail muktedirdir bahsinde izah edildi.)
Hem Zât-ı Akdes’e lâzime-i zaruriyedir. (Üçüncü Esas Birinci Esasda izah edildi.)
Hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti, ona müteveccihtir. (Üçüncü Esas Birinci Mes’elede izah edildi.)
Hem ona mukabildir. (Üçüncü Esas İkinci Mes’ele Mukabele sırrında izah edildi.)
Hem tesavi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibariyle müvazenettedir. (Üçüncü Esas Üçüncü Mes’ele Müvazene sırrında izah edildi.)
Hem şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizam-ı fıtrata ve kavanin-i âdetullaha muti’dir. (Üçüncü Esas Üçüncü Mes’ele intizam ve itaat sırrında izah edildi.)
Hem manilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve safidir. (Üçüncü Esas Üçüncü Mes’ele şeffafiyet ve tecerrüd sırrında izah edildi.)
Elbette en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise haşirde bütün zevil-ervahın ihyası, bir sineğin baharda ihyasından daha ziyade kudrete ağır olmaz. Öyle ise مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ fermanı mübalağasızdır, doğrudur, haktır.
Öyle ise, müddeamız olan “Fâil muktedirdir, o cihette hiçbir mani yoktur” kat’î bir surette tahakkuk etti.
Dördüncü Esas
Nasıl kıyamet ve haşre muktezi var ve haşri getirecek fâil dahi muktedirdir. Öyle de: Şu dünyanın, kıyamet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte şu mahal kabildir olan müddeamızda dört mes’ele vardır.
Birincisi: Şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir. (Birinci mes’elede izah edilecek)
İkincisi: O mevtin vukuudur. (İkinci mes’elede izah edilecek)
Üçüncüsü: O harab olmuş, ölmüş dünyanın, âhiret suretinde tamir ve dirilmesinin imkânıdır. (Üçüncü mes’elede izah edilecek)
Dördüncüsü: O mümkün olan tamir ve ihyanın vuku bulmasıdır. (Dördüncü mes’elede izah edilmiştir.)
Birinci Mes’ele:
Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünki
- Bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâküllihal neşvünema vardır. (Tekamül kanunun icra edileceği mahal zıtların içtima ettiği âlem-i şehadet olabilir.)
- Neşvünema ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır.
- Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz.
Evet nasılki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz.
Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.
Hem nasılki kâinatın bir nüsha-i musaggarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrib ve inhilalden başını kurtaramaz.
Öyle de: Şecere-i hilkatten teşa’ub etmiş olan silsile-i kâinat tamir ve tecdid için, tahribden, dağılmaktan kendini kurtaramaz. (Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid için bazı cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aşılanır. Sözler 614)
Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel irade-i ezeliyenin izni ile, haricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni’-i Hakîm’i dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, (Maddeten ecel-i fıtriden önce kıyametin kopmasına işaret olarak İkinci Şua’ın Hatimesindeki uzunca bir haşiyede şöyle denmiştir. Mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise: Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması; bu hanemizi harab edebilir. On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi… Şualar 38
Manen ecel-i fıtriden önce kıyametin kopmasına işaret olarak Onbirinci Sözde şöyle denmiştir. Vücud-u üstad vücud-u kasrın dâîsidir ve ahalinin istimaı, kasrın bekasına sebebdir. Öyle ise denilebilir ki: Şu üstad olmasaydı, o Melik-i Zîşan şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki: O üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek. Sözler 122)
Herhalde hattâ fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki:
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ٭ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ ٭ وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ ٭ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ ٭ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ ٭ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ
manaları ve sırları, Kadîr-i Ezelî’nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acib bir hırıltı ile ve müdhiş bir savt ile fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.
İNCE REMİZLİ BİR MES’ELE
Nasılki
- Su, kendi zararına olarak incimad eder.
- Buz, buzun zararına temeyyu eder.
- Lüb, kışrın zararına kuvvetleş
- Lafz, mana zararına kalınlaşı
- Ruh, cesed hesabına zaîfleş (İnsanda cesede bakan hayvanî ve şehvanî ihtiyaçların temini için çalışmak arttıkça ruhun kemalatına vesile olacak melekî ve insanî ihtiyaçlara olan iştiyak azalıp ruh ulvî hakikatlardan lezzet alamayıp uzaklaşmakla zaifleşir.)
- Cesed, ruh hesabına inceleşir; (Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Sözler 736)
Öyle de:
Âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latifleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, camid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi, bir remz-i kudrettir ki; âlem-i latif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor.
Evet, hakikat ne kadar zaîf ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. (Ölüm hakikatı ve nev’i beşerdeki nübüvvet hakikatı gibi hakikatlar o hakikata mazhar olan zatlar zeval ve fenaya mazhar olsalarda hakikat devam eder.) Belki teşahhuslarda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sabit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatla suret, makûsen mütenasibdirler. Yani: Suret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Suret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ı uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir surette tazelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir.
Elhasıl: Dünyanın mevti mümkün, hem hiç şübhe getirmez ki mümkündür.
İkinci Mes’ele:
Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes’eleye delil:
- Bütün Edyan-ı Semaviyenin icmaıdır
- Ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir
- Ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyüratının işaretidir.
- Hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.
Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczaları,
Maddeten: Dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış.
Manen: Hafî, nazik, latif bir rabıta ile tutunmuş
ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyeden tek bir cirm, “Kün” emrine veya “Mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müdhiş sadâları gibi vaveylâya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak yeryüzü düzlenecek. İşte şu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennem’in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet’in mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder.
(Umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acb-üz zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü bâki kalıp Cenab-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir. Sözler 614
İmanı ve marifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Sözler 615
Kur’an-ı Kerimde, kudreten kâinatın ulvî ve süfli tabakalarını neşredip haşredecek Zâtın kudreti nazara verildiği gibi hikmeten de kainatın süfli tabakalarını neşir ve haşirle tasfiye edecek Zâtın hikmeti nazara verilmiştir.)
Üçüncü Mes’ele:
Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünki
İkinci Esas’ta isbat edildiği gibi; kudrette noksan yoktur. (Üçüncü Esas’ta kudrette noksan olmayıp fâilin muktedir olduğu isbat edildi.)
Muktezi ise, gayet kuvvetlidir. (İkinci Esas’ta “On Menba’ ve Medar” ile Saadet-i ebediyeye muktezi mevcud olduğu isbat edildi.)
Mes’ele ise mümkinattandır. (Dördüncü Esas Birinci Mes’elede şu âlem-i dünyanın mevtinin mümkün olduğu isbat edildi.)
Mümkün bir mes’elenin gayet kuvvetli bir muktezisi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise; ona mümkün değil, belki vaki’ suretiyle bakılabilir. (Dördüncü Esas İkinci Mes’elede mevt-i dünyanın vukunun mümkün olduğu isbat edildi.)
REMİZLİ BİR NÜKTE
(Bu remizli nükte Yirmidokuzuncu Söz’ün Nereye gidiyorsun tılsımlı sualinin cevabının bulunduğu ehemmiyetli bir parçadır. Zıtların birbirinden ayrılacağı âleme gidiliyor.)
Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemal noksan, ziya zulmet, hidayet dalalet, nur nâr, iman küfür, taat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor. Daima tegayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit, Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir.
(Bu yukarıdaki paragrafta dört sualin cevabı mücmelen verildi tafsilli izahatı aşağıda yapılacak. Cenab-ı Hak zıtları niçin iç içe sokmuştur hikmeti nedir? Diğeri zıtlar ne zamana kadar içi içe duracak. Diğeri zıtların ayrılacağını neden anlıyoruz. Diğeri zıtlar ayrılırsa ne olacaktır.)
Madem âlem-i beka, şu âlem-i fenadan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esasiyesi, bekaya ve ebede gidecektir. Evet Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden (Eğilerek gitmesi olgunlaştığına işarettir.) dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasib maddelerle dolacaktır.
(Evet bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalalet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünki şer olmazsa, hayır bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatı, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur. Cehennem’siz Cennet’in pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, herşey bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sünbül verip çok hakikatlar olur. Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasılki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennet’e akar. Öyle de şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehennem’e yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur. Şualar 233
Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır. Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakili aşağı tarafında; nuranîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır. Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsulât-ı maneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsulâtın nev’ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir. Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu’ ettiği yerdedir. Yani habîsatı ve müzahrefatı esfelde, tayyibatı ve safiyatı a’lâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise, heryerde olabilir. Rahman-ı Zülcemal ve Kahhar-ı Zülcelal nerede isterse tecelligâhını açar. Mektubat 10
Cehennemin tarifi: Hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelalinin hakîmane ve âdilane bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcud ülkesidir.
Cehennemin varlığının neticeleri;
- Hapishane vazifesini de görmekle beraber,
- Başka pek çok vazifeleri var. (Dünyaya bakan vazifesi; Güya o pek büyük ve pekçok kitle-i nariyelerin ve gayet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem’dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Lem’alar 314)
- Ve pek çok hikmetleri (Hikmetlerden biri zıtların temyiz edilmesidir. Evet Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasib maddelerle dolacaktır. Sözler 532)
- Ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var.
- Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldarane meskenleridir.Şualar 230)
Şu Remizli Nükte’nin sırrı şudur ki:
(Sual: Cenab-ı Hak zıtları niçin iç içe sokmuştur hikmeti nedir?
Elcevap: Tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esma-i hüsnasına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için zıtları iç içe yaratmıştır.)
- Hakîm-i Ezelî inayet-i sermediye (Rahmet şuunatına bakıyor. Rahmetin bize bakan ciheti inayettir. Sermedi inayeti ile bizi itibari vücuddan harici vücuda çıkarttığı gibi imtihan ve tecrübe bittikten sonrada zıtları ayırıp âhireti yaratacaktır.)
- Ve hikmet-i ezeliyenin iktizasıyla, (Muhabbet şuunatına bakıyor. Cemal ve kemalini görmek ve göstermeye muhabbeti olan Allah’ın hikmeti, itibari vücuddan harici vücuda çıkarttığı gibi esmasının cemal ve kemalini görüp ilmindeki itibari vücutların hepsine harice vücut verdikten sonra zıtları ayırıp âhireti yaratacaktır.)
Şu dünyayı tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esma-i hüsnasına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış.
(Rahmet şuunatına bakıyor.) Ve tecrübe ve imtihan ise neşvünemaya sebebdir. O neşvünema ise, istidadların inkişafına sebebdir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebebdir.
(Muhabbet şuunatına bakıyor.) O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebebdir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni’-i Zülcelal’in esma-i hüsnasının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniye suretine çevirmesine sebebdir.
İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki; ervah-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervah-ı safilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.
İşte bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi’ kıldı.
(Sual: Zıtlar ne zamana kadar içi içe duracak.
Elcevab: Meclis-i imtihan kapanıncaya, tecrübe vakti bitinceye, Esma-i hüsna hükmünü icra edinceye, kalem-i kader, mektubatını tamamıyıncaya, kudret, nukuş-u san’atını tekmil edinceye, mevcudat, vezaifini îfa edinceye, mahlukat, hizmetlerini bitirinceye, herşey, manasını ifade edinceye, dünya, âhiret fidanlarını yetiştirinceye, zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havarik-ı san’atını teşhir edip gösterinceye, şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine takıncaya kadar zıtlar iç içe durmaya devam edecek.)
Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, manasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havarik-ı san’atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı.
(Sual: Zıtların ayrılacağını neden anlıyoruz.
Elcevab: Sâni’-i Zülcelal’in hikmet-i sermediyesi ve inayet-i ezeliyesinin iktiza ettiği onüç hakikattan zıtların ayrılacağını anlıyoruz.)
O Sâni’-i Zülcelal’in hikmet-i sermediyesi ve inayet-i ezeliyesi;
- İmtihan neticelerini,
- Tecrübenin neticelerini,
- Esma-i hüsnanın tecellilerinin hakikatlarını,
- Kalem-i kader mektubatının hakaikını,
- Nümune-misal nukuş-u san’atının asıllarını,
- Vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini,
- Hidemat-ı mahlukatın ücretlerini ve
- Kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri manaların hakikatlarını
- Ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini
- Ve bir mahkeme-i kübra açmasını
- Ve dünyadan alınmış misalî manzaraların göstermesini
- Ve esbab-ı zahiriyenin perdesini yırtmasını
- Ve herşey doğrudan doğruya hâlık-ı zülcelal’ine teslim etmesi
gibi hakikatları iktiza etti ve o mezkûr hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabını ve ihtilafatın maddelerini tefrik etmek istedi.
Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek.
(Sual: Zıtlar ayrılırsa ne olacak ve bu ayrım ne kadar devam edecektir.
Elcevab: Şu tasfiyenin neticesinde Cehennem dehşetli, Cennet haşmetli ve her ikisi ve ehilleri ebedi bir suret alacaktır.)
İşte şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek ehil ve ashabı سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ hitabına mazhar olacak.
Yirmisekizinci Söz’ün Birinci Makamının İkinci Sualinde isbat edildiği gibi; Hakîm-i Ezelî, şu iki hanenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sabit bir vücud verir ki; hiç inhilal ve tegayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza maruz kalmazlar. Çünki inkıraza sebebiyet veren tegayyürün esbabı bulunmaz.
(Âlem-i ebediyette ise; zerrat-ı cisim sabit kalıp terkib ve tahlile maruz değil veyahut müvazene sabit kalır, vâridat ile masarıf müvazenettedir. Sözler 499)
(Cennet ve cehennem ebedî ve sabit ise ehilleri de ebedi ve sabit orada kalacaklar demektir. O zaman zıtlar birbirinde ayrıldıktan sonra cehennem ehl-i cennete giremeyeceği için hadislerde işaret edilen Cehennemde azab çeken ehl-i iman cezası bittikten sonra Cennete girecektir manasının tevili lâzım geliyor Şöyle ki; Peygamber Efendimizin (A.S.M.) ders verdiği hakikatların lisan-ı hali ümmetine şefaat manasını gösteriyor. Hadisteki cehennem ehl-i şefaat daha dünya hayatında iken onlara hakikatın ulaştırılması ve talimi suretinde kendini gösterir. Böyle bir şefaat cehenneme ehil olacak vaziyette bulunan insanları kurtarır. Hemde sekeratta, kabirde, haşir meydanında ve sırat köprüsünde çekilen sıkıntılar cehennem-i Kübranın çok vezaifini görebilir.
Cehennem ikidir. Biri suğra, biri kübradır. Şu Cehennem-i Suğra, Cehennem-i Kübra’ya ait çok vezaifi, dünyada ve Âlem-i Berzah’ta görmüş ve ehadîslerle işaret edilmiştir. Mektubat 9)
Dördüncü Mes’ele:
Şu mümkün, vaki’ olacaktır. Evet dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harab edildikten sonra, o dünyayı yapan zât, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır.
Şuna delil başta
- Kur’an-ı Kerim binler berahin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün Kütüb-ü Semaviye bunda müttefik bulunduğu gibi;
- Zât-ı Zülcelal’in evsaf-ı celaliyesi ve evsaf-ı cemaliyesi ve esma-i hüsnası, bunun vukuuna kat’î surette delalet ederler
- Ve enbiyaya gönderdiği bütün semavî fermanları ile kıyameti ve haşrin icadını va’detmiş. İşte madem va’detmiş, elbette yapacaktır. Onuncu Söz’ün Sekizinci Hakikatına müracaat et.
- Hem başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bin mu’cizatının kuvvetiyle, bütün enbiya ve mürselînin ve evliya ve sıddıkînin, vukuunda müttefik olup haber verdikleri gibi;
- Şu kâinat bütün âyât-ı tekviniyesiyle, vukuundan haber veriyor.
Elhasıl: Onuncu Söz bütün hakaikıyla, Yirmisekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyemalardaki bütün berahiniyle, gurub etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû’ edeceği derecesinde bir kat’iyyetle göstermiştir ki: Hayat-ı dünyeviyenin gurubundan sonra şems-i hakikat, hayat-ı uhreviye suretinde çıkacaktır.
(Haşir mes’elesi öyle râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zira o hakikatı
- Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor
- Ve Resul-i Ekrem’i bütün mu’cizat ve berahiniyle tasdik ediyor
- Ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor
- Ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor.
Acaba hiç mümkün müdür ki; haşir mes’elesinde Vâcib-ül Vücud ile bütün mevcudat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş olsun, kıl kadar kuvveti olmayan şübheler, şeytanî vesveseler o dağ gibi hakikat-ı râsiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ! Sözler 88 – 89
Haşir mes’elesi öyle bir hakikattır ki,
- Celaliyle, cemaliyle, esmasıyla Hâlık-ı Zîşan,
- Bütün kütüb-ü semaviye ile enbiya ve evliya ve asfiyanın icmalarını tazammun eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan
- Ve Fahr-i Kâinat Hazret-i Muhammed (A.S.M.) -ekmel-ül halk ve eşref-ül insan- haşrin geleceğine ittifakla hükmettikleri gibi,
- Şu kâinat dahi, bütün âyâtıyla ve kelimatıyla haşrin vücud ve icadına şehadet ediyor. Hattâ her bir cüz’ün, cüz’î olsun küllî olsun, cüz’ olsun küll olsun, iki vechi vardır. Bir vecihle Hâlıka bakar, vahdaniyete delalet eder. Diğer vecihle de âhirete nâzırdır ki, haşrin, âhiretin vücudlarını ister. Mesnevi-i Nuriye 48)
İşte baştan buraya kadar beyanatımız, İsm-i Hakîm’den istimdad ve feyz-i Kur’andan istifade suretinde kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknaa ihzar için “Dört Esas” söyledik. Fakat biz neyiz ki, buna dair söz söyleyeceğiz. Asıl şu dünyanın sahibi, şu kâinatın Hâlıkı, şu mevcudatın Mâliki ne söylüyor; onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken başkalarının ne haddi var ki, fuzuliyane karışsın…
İşte o Sâni’-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan taifelerin umum saflarına hitaben irad ettiği hutbe-i ezeliyesinde, kâinatı zelzeleye veren
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا
وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا
وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا
بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا
يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
ve bütün mahlukatı neş’elendiren, şevke getiren
وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
gibi binler fermanları, Mâlik-ül Mülk’ten, Sahib-i Dünya ve Âhiret’ten dinlemeliyiz. “Âmennâ ve Saddaknâ” demeliyiz.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
(Âhirde gelen salâvat ile Dünya harab edildikten sonra, o dünyayı yapan zât, yine daha güzel bir surette onu tamir edececeğinin vukuuna dair delillerden üçüncü ve dördüncüsüne işaret etmekle beraber haşir mes’elesinin isbatını yapan enbiya ve evliya nazara verilerek gidilen caddenin istikamet ve hakkaniyeti ihtar ediliyor.)
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ
* * *