Yirmidokuzuncu Söz Birinci Maksad

Yirmidokuzuncu Söz

(Yirmisekizinci Sözle olan münasebeti: Yirmisekizinci Söz iki makamdır. Birinci makamda Cennet-i bâkiyeye dair bazı suallere kısa cevablar verildi. Bu cevablardan sonra mukadder bir sual olarak cennet ehlinin halinin nasıl olduğu hatıra geldi. Bu mukadder sualin cevabı ise Yirmidokuzuncu Söz’de Cennet ehlinin hallerini bize tarif eden Melaike ve Ruhaniler ve hayat-ı ahiret mevzuu gelmiştir. Yirmisekizinci Söz’ün Arabî ikinci makamı ise, Onuncu Söz’ün bir cihette esası olup Mesnevi-i Nuriyede Lâsiyemalarda neşredilmiştir. Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmişti. Yirmidokuzuncu Sözde ise, yalnız aklı ikna’ edecek, susturacak, Eski Said’in “Nokta Risalesi”ndeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz. Beka-i Ruh ve Melaikeye dair olan kısım tebeyi olarak bu makama girmiştir. Zira herkese lazım olan haşre imanın izah edildiği makamda evvelâ ruhun vücudu ve bekasının izahı yapıldı haşir ona bina edilmiştir. Şöyle ki; umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acb-üz zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü bâki kalıp Cenab-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir. Sözler 614

Yirmidokuzuncu Söz Birinci maksaddaki melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delalet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Sözler 515

Otuzuncu Sözde insanın ve zerratın vazifesi, Yirmidokuzuncu Sözde ise vazifenin neticesi gösterilmiştir.)

Beka-i Ruh ve Melaike ve Haşre dairdir.

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

تَنَزَّلُ الْمَلٰئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ ٭ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى

[Şu makam, iki maksad-ı esas ile bir mukaddimeden ibarettir.

Haşri izah etmeden önce melaikenin vücüdu sonra ruhun bekası anlatılmıştır.]

Mukaddime

Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir, denilebilir. (İnce bir mana; insan ile hayvan arasındaki mevcudata nezaret etmesindeki fark ne ise melaike ile ruhani arasındaki farkta aynıdır. İnsan ve melaikenin hariçte bir nezaretleri vardır. Ama hayvanın ruhu yalnız kendi cesedine nezaret ettiği gibi ruhanilerde sadece cevfine girebildiği mahluk ile nezaret edebilir. Hemde hayvanatın tenevvüü gibi ruhaniyatında melaikeninde tenevvüü vardır. İnsan ise her bir ferdi hayvanatın nev’i gibidir.) Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi: Hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki;

  1. Zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun (Hane sakinler içindir. Hanenin varlığı, sekenenin vücudunu gösterir.)
  2. Ve zîşuur sekeneleri olsun  (Cenab-ı Hakkın semavatı yaratmasındaki esma adedince maksadlar, bu maksadları anlayacak sekenelerin zîşuur olduğunu gösterir.)
  3. Ve o sekeneler, o semavata münasib bulunsun.

Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir.

Evet, hakikat böyle iktiza eder. (Cenab-ı Hakk canibinden melaike ve ruhaniyata baktığımız zaman hakikatın iktizası anlaşılıyor. Zira hakaik-ı eşya esma-i İlahiyedir. Öyle ise eşyanın hakikatı yani esma-i İlahiyenin hakikatı melaike ve ruhaniyatın vücudlarını iktiza ediyor.)

Zira şu zeminimiz, (Zeminin hakikatını izah edip bunun üstünde melaikenin vücudunu isbat edecek. Şöyle ki; semaya nisbeten küçük ve hakir olan zeminimiz de bu kadar esma-i İlahiyenin tecelli etmesi ve bu tecelliyi anlayacak zişuurlarla doldurması gösteriyor ki semavatta da tecelli eden ulvî esmasının tecellisini görecek oraya münasib mevcudatın vücudunu iktiza ediyor.)

Semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber (Hakaret manası zıdların iç içe olması itibari iledir. Bu yüzden zemin süfli, sema ise ulvi diye nitelendirilmiştir.)

Zîşuur mahluklarla doldurulması, arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat (Nur eşyanın hakikatını gösterdiği gibi hayatta vücudun yaratılma hakikatını gösterir. Semavatın vücudu bedihidir. Ama semavatın yaratılma maksadı zîhayat ve zîşuur ile anlaşılır.) ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevil-idrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi, ins ve cin gibi,

  1. Şu saray-ı âlemin seyircileri (Mehasini seyretmek için sekeneye ihtiyaç vardır.)
  2. Ve şu kâinat kitabının mütalaacıları (Yaratılmasındaki kudsî manaları anlamak için zîşuur olması gerekmektedir.)
  3. Ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. (Rububiyetin saltanatı ubudiyeti itaati istediği gibi dellâllarla ilan edilmeyi iktiza eder.)
  4. Küllîve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar. (Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmek)

Evet şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor. Çünki kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen dakik san’atlı tezyinat ve o manidar mehasin ile ve hikmetdar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücudlarını taleb eder. Evet nasılki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at içinde gıda-i ervah ve kut-u kulûb; elbette melaike ve ruhanîlere bakar, gösterir. (Kâinattaki hüsn-ü san’at, san’atkarını göstermekle nokta-i istinad ve istimdatı temin ettiğinden tefekkür ve ubudiyet vazifesini yerine getirenler için gıda-i ervah ve kut-u kulûb olur.)

Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike enva’ları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebir-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.

Evet şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melaikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar.

  • Bazırivayat-ı ehadîsiyenin işaratıyla
  • Ve şu intizam-ıâlemin hikmetiyle (Melaikenin emre itaatteki intizamı, âlemin intizamını netice verir.)

denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare -yıldızlar seyyaratından tut, tâ yağmur kataratına kadar- bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeblerinin tesbihatını temsil ederler. (Meleklerin nezaret vazifesi var olduğunu merkeblerinin tesbihatını temsil ederler cümlesi ile işaret etdildi.)

Hem denilebilir: Bir kısım hayatdar ecsam, -bir hadîs-i şerifte “Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennet’te gezerler” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar- bir cins ervahın tayyareleridir. (Üstadımız ehl-i Cennetin ruhlarına berzah âlemindeki seyahatlerine işaret eden hakikatın ruhaniyat için umumi olduğunu bu cümle ile ifade etti.)

Onlar bunların içine emr-i Hak’la girerler, âlem-i cismaniyatı seyredip, o hayatdar cesedlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile, âlem-i cismanîdeki mu’cizat-ı fıtratı temaşa ediyorlar. Tesbihat-ı mahsusalarını edâ ediyorlar. (Ruhanilerin nezaret vazifesi olmayıp, kendilerine mahsus ubudiyetleri olduğuna Tesbihat-ı mahsusalarını edâ ediyorlar cümlesi ile işaret edildi.)

İşte nasıl hakikat böyle iktiza ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünki şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küduretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasib, şu nur denizinden (Tayyib) ve hattâ şu zulmet bahrinden (Habis), şu havadan (Cinler hava da seyahet eder.), şu elektrik (Müekkel melekler) gibi sair madde-i latifeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pekçok kesretli olarak vardır.

(Mahlukat canibinden melaike ve ruhaniyata baktığımız zaman hikmetin iktizası anlaşılıyor. Zira mahlukatın mahiyetlerini mukayese etsek göreceğiz ki, en kesif ve küduretli şeyler dahi hayata hizmet ettiriliyor. Öyle ise mahlukat içinde latif ve nuranî mahlukat dahi hayata hizmet edecektir. Hizmet eden mahlukat ise o hizmete nezaret eden melaikeyi ve temaşa ederek kendi tesbihat-ı mahsusalarını yerine getiren ruhaniyatın vücudlarını hikmeten iktiza ediyor.)

Birinci Maksad

Melaikenin tasdiki imanın bir rüknüdür. Şu maksadda dört nükte-i esasiye vardır.

Birinci Esas

Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır.

Hayat, herşeyin başıdır ve esasıdır. (Hayatın sıfatları gösterilecek)

  1. Hayat, herşeyi herbir zîhayat olan şeye mal eder. Bir şeyi, bütün eşyaya mâlik hükmüne geç (Çünkü herbir zîhayat olan şeye, her şey hizmet etmektedir.) Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki: “Şu bütün eşya, malımdır. Dünya, hanemdir. Kâinat, mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.”
  2. Nasılki ziya ecsamın görülmesine sebebdir ve renklerin -bir kavle göre- sebeb-i vü Öyle de: Hayat dahi, mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyatın tahakkukuna sebebdir. (Cenab-ı Hak, Hayy ismiyle adem-i itibarideki keyfiyatı bizce bilinmeyen mahkukatı hayatlandırarak, mahlukatın keyfiyatlarını tahakkuk ettirdiğinden mahlukatın keyfiyatını keşfeder, ortaya çıkartır.)
  3. Hem cüz’îbir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebebdir. (Ağacı çekirdeğin içine sıkıştırması gibi)
  4. Ve hadsiz eşyayı, iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemalât-ıvücudun umumuna sebebdir.

Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir.

Bak hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünki ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taalluk etsin.

Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebatatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir.”

(Hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasılki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor.. öyle de; herbir zîhayatta kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Lem’alar 338)

İşte zîhayattaki meşhur havass-ı zahire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş’ur saika ve şaika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser enva’ıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. İşte en küçük zîhayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer. Yani, o zîşuur ve zîhayat manen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar. (Anlamaya çalışması gezmek, anladığı zevk ettiği manalar ise misafir oluyor.)

(Hayatın dört sıfatı tarif edildi. Şimdi ise hayatın melaikeye imana olan şehadetini maksad itibariyle gösterecek. Hayat gördüğü maksatlar itibariyle bu kadar ehemmiyetli ise elbette şu kusûr-u semaviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır.)

Hayat, Zât-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır. (Nezih san’atı olması hayatın bir şeyi her şeyle alâkadar etmesindendir.) Evet, hafî ve dakiktir. Çünki enva’-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zahir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı, hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş.

Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbabın perdesini vaz’etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat, sair şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ı zahiriyeye menşe’ olmak için esbab-ı zahiriyeyi perde etmiştir.

Elhasıl: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur.

Mademki hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Madem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur.

Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki; şu kusûr-u semaviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nurani sekeneler bulunur. Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.

(Şimdi hayatın hikmet noktasında melaikenin vücuduna delil olması izah edilecek.)

Madem kudret-i ezeliye bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i latifeye çevirir ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor.

Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır.

(İ’lem Eyyühel-Aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilâlsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler. Kezalik pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları, mümkündür. Evet hava, su, insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuaın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani’ yoktur. Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur. Mesnevi-i Nuriye – 138)

Melaikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücudlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve makul olduğunu ve Kur’anın beyan ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilaf-ı hakikat ve hilaf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu şu temsile bak, gör:

İki adam;

Biri bedevi, vahşi; (Melaikenin vücudunu kabul etmeyen insanlar, bedeviyettinden ve vahşetinden başka mevcudatla olan münasebetini bilmezler. Onların hukukuna riayet etmezler.)

Biri medenî, aklı başında olarak (Melaikenin vücudunu kabul eden insanlar medenî ve aklı başında olduğundan başka mevcudatla olan münasebetini bilir. Onların hukukuna riayet eder.)

arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. (Kâinat haşmetli herşeyin birbiriyle münasebettart olduğu ve hukuklarına riayet ettiği medeni bir şehre teşbih edilmiştir.)

O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. (Küre-i arz hayır ve şer içiçe girdiği için pis, zeval ve firaka maruz olduğu için perişan, semavata nisbetlede küçük bir haneye teşbih edilmiş. Hem birlikte ahenk içinde çalışan bir fabrikaya teşbih edilmiştir.)

Görüyorlar ki, o hane; amele, (Muaccel ve müeccel ücretlerle çalışan hayvanat ve insan, ruhaniyat ve melaike gibi amelelerle dolu) sefil, (Nebatat) miskin adamlarla doludur. Acib bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerait-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkil-ün nebattır, yalnız nebatat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkil-üs semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar.

Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam,

  • Uzaklık sebebiyle
  • Veyahut göz zaîfliğiyle
  • Veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle;

o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar.

Hem şu perişan hanedeki şerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşi bedevi, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: “O saraylar sekenelerden hâlîdir, boştur, zîruh içinde yoktur.” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.

İkinci adam der ki: “Ey bedbaht, şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuş ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki: Şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu san’atlı sarayların onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. (Otun ve balığın kışırları vardır. Börek ve baklava ise lübtür.)

  • Uzaklık sebebiyle (Âlemlerinin farklı olmasından dolayı uzak)
  • Veyahut gözünün kabiliyetsizliği (Akıl veya kalb gözünün zaafiyetinden sebeb görmüyor)
  • Veya onların gizlenmekliği ile (Ruhani mahluk olduklarından maddi gözlerden gizleniyorlar)

sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez. Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz.

İşte şu temsil gibi, ecram-ı ulviye ve ecsam-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber

  • Bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması
  • Ve en hasis ve en müteaffin cüz’leri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması,
  • bizzarure
  • ve bilbedahe
  • ve bittarîk-ıl evlâ
  • ve bilhads-is sadık
  • ve bilyakîn-il kat’î

delalet eder, şehadet eyler, ilân eder ki: Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur.

Nârdan, (Cânn) nurdan, (Melaike ve Ruhani) ateşten, ışıktan, zulmetten, (Habis kısmı) havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalât-ı latifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, “Melaike ve cânn ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder. Melaikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.

Şu nükte-i esasiyenin hâtimesi:

Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona müsahhar kalsın ve tâbi’ olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur.

Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur.

Bilbedahe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur.

Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemalât ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, (İnsanlık için daha ziyade maddeperestlikten uzaklaşmak cismin derece-i hayatından kalbin ve ruhun derece-i hayatına çıksın.) bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor.

İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.

İkinci Esas

Melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma’-ı manevî ile -tabirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl (Hükemalar; Meşaiyyun ve İşrakiyyun) ve ehl-i nakil (Ehl-i edyan), bilerek bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir.

Hattâ maddiyatta çok ileri giden hükemanın Meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkâr etmeyerek “Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Melaikeyi öyle tabir ediyorlar.

Eski hükemanın İşrakiyyun (İşrak kelime manası olarak parlatan demektir.) kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “Ukûl-ü Aşere ve Erbab-ül Enva'” diye isim vermişler.

Bütün ehl-i edyan “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar.

Hattâ akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi, melaikenin manasını inkâr edemeyerek

______

{(Haşiye): Melaike manasını ve ruhaniyatın hakikatını inkâra mecal bulamamışlar, belki fıtratın namuslarından “Kuva-yı Sâriye” diye, “cereyan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir surette tasvir ile, bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. (Ey kendini akıllı zanneden!..)}

______

“Kuva-yı Sâriye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

Ey melaike ve ruhaniyatın kabulünde tereddüd gösteren bîçare adam! Neye istinad ediyorsun? Hangi hakikata güveniyorsun ki; bütün ehl-i akıl, bilerek bilmeyerek melaikenin manasının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhanîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mademki Birinci Esas’ta isbat edildiği gibi;

Hayat mevcudatın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl, mana-yı melaikenin kabulünde manen müttefiktirler ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki: Şu feza-yı vesîa sekenelerden (cinlerden), şu semavat-ı latife mutavattinînden (melaikelerden) hâlî kalsın? Hiç hatırına gelmesin ki: Şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar kâinatın hayatdar olmasına kâfi gelir. Çünki o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır, ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa; o namuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-ı hariciye olamaz. (Kanunun varlığını ona tabi olanların varlığıyla anladığımız gibi)

Halbuki hayat, bir hakikat-ı hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemez.

Elhasıl: Madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil manen ittifak etmişler ki: Mevcudat, şu âlem-i şehadete münhasır değildir.

Hem madem zahir olan âlem-i şehadet, camid ve teşekkül-ü ervaha nâmuvafık olduğu halde bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş.

Elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücud vardır ki, âlem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş bir perdedir.

Hem madem denizin balığa nisbeti gibi, ervaha muvafık olan âlem-i gayb ve âlem-i mana, ervahlar ile dolu olmak iktiza eder.

Hem madem bütün emirler, (Kün Fe Yekün ilim ve emr-i İlahi’nin bir nev’ine unvan olan İmam-ı Mübinden gelen Kün emrine Melaike imtisal ederek kudret ve irade-i İlahi’nin bir ünvanı olan Kitab-ı Mübinin düsturlarına göre melaike cüz’i ihtiyarileriyle kesb ederek eşyanın Allah tarafından yaratılmasında vazife alıyorlar. Dolayısıyla emr-i İlahi ile vücuda gelen bütün eşya melaikenin vücuduna delildir.) mana-yı melaikenin vücuduna şehadet ederler.

Elbette bilâşek velâ şübhe, melaike vücudlarının ve ruhanî hakikatlarının en güzel sureti ve ukûl-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki; Kur’an, şerh ve beyan etmiştir. O Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan der ki: “Melaike, ibad-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melaike, ecsam-ı latife-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.” Evet nasılki beşer bir ümmettir, “Kelâm” sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, (Hamele; şer’i emirleri işleyen ibadullaha bakıyor.) mümessilleri, (Mümessil; şer’i kanunları işleyen ibadullahın şahs-ı manevisini temsil eden Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’a bakıyor.) mütemessilleridir. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın şer’i kanunlarını işleyen ibadullahın şahs-ı manevisinin her asırda temessülüne vasıta olan Müceddidlere bakıyor.) Öyle de: Melaike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı “İrade” sıfatından gelen Şeriat-ı Tekviniyenin hamelesi, (Hamele; tekvini emirleri işleyen melaikeye bakıyor.) mümessili (Mümessil; tekvini kanunları işleyen melaikelerin ilim nev’inden şahs-ı manevisini temsil eden Cebrail Aleyhisselama bakıyor.) ve mütemessilleridirler. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın tekvini kanunları ortaya çıkdıktan sonra bu kanunları işleyen melaikenin şahs-ı manevisinin tasarrufatı anında temessülüne vasıta olan melaike-i izama bakıyor.) Müessir-i Hakikî olan Kudret-i Fâtıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tâbi’ bir nevi ibadullahtırlar ki; ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.

Üçüncü Esas

Mes’ele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki: Tek bir cüz’ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu malûm olur. Çünki kim inkâr ederse, külliyyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur.

Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri, birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma’ etmişlerdir. Acaba hiçbir ferd melaikelerden bilbedahe görünmezse, hem bilmüşahede bir şahsın veya müteaddid eşhasın vücudu kat’î bilinmezse, hem onların bilbedahe, bilmüşahede vücudları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki: Böyle bir icma’ ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin.

Hem hiç mümkün müdür ki: Şu itikad-ı umumînin menşe’i, mebadi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın.

Hem hiç mümkün müdür ki: Hakikatsız bir vehim; bütün inkılabat-ı beşeriyede, bütün akaid-i insaniyede istimrar etsin, beka bulsun.

Hem hiç mümkün müdür ki: Şu ehl-i edyanın, bu icma’-i azîmin senedi; bir hads-i kat’î olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın.

Hem hiç mümkün müdür ki: O hads-i kat’î, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emarelerden ve o emareler, hadsiz müşahedat vakıalarından ve o müşahedat vakıaları, şeksiz ve şübhesiz mebadi-i zaruriyeye istinad etmesin.

Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü manevî kuvvetini ifade eden pekçok kerrat ile melaike müşahedelerinden ve ruhanîlerin rü’yetlerinden hasıl olan mebadi-i zaruriyedir, esasat-ı kat’iyyedir.

Hem hiç mümkün müdür, hiç makul mudur, hiç kabil midir ki: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semasının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya ve evliya, tevatür suretiyle ve icma’-ı manevî kuvvetiyle ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melaike ve ruhaniyatın vücudları ve müşahedeleri, bir şübhe kabul etsin, bir şekke medar olsun. Bahusus onlar şu mes’elede ehl-i ihtisastırlar. Malûmdur ki; iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu mes’elede ehl-i isbattırlar. Malûmdur ki; iki ehl-i isbat, binler ehl-i nefy ve inkâra müreccahtırlar. Ve bilhâssa kâinat semasında daim parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, âlem-i hakikatın Şemsüşşümus’u olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ihbaratı ve risalet güneşi olan Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) şehadatı ve müşahedatı, hiç kabil midir ki, bir şübhe kabul etsin.

Madem tek bir ruhaniyatın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nev’in umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve madem şu nev’in vücudu tahakkuk ediyor. Elbette onların suret-i tahakkukunun en ahseni, en makulü, en makbulü; Şeriatın şerhettiği gibidir, Kur’anın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’rac’ın gördüğü gibidir.

Dördüncü Esas

Şu kâinatın mevcudatına nazar-ı dikkatle bakılsa görünür ki: Cüz’iyat gibi külliyatın dahi birer şahs-ı manevîsi vardır ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor. Onda bir hizmet-i külliye görünüyor.

Meselâ: Bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı gösterip, lisan-ı haliyle esma-i Fâtır’ı zikrettiği gibi;

Küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır.

Nasılki bir meyve, bir intizam içinde bir ilânatı, tesbihatı ifade ediyor.

Öyle de: Koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubudiyeti vardır.

Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimatı ile bir tesbihatı var.

Öyle de: Koca semavat denizi dahi, kelimatı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelal’ine tesbihat yapar ve Sâni’-i Zülcelal’ine hamd eder ve hâkeza…

Mevcudat-ı hariciyenin herbiri, sureten camid, şuursuz iken, gayet hayatkârane ve şuurdarane vazifeleri ve tesbihatları vardır.

Elbette nasıl melaikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehadette o melaikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri hükmündedirler.

Yirmidördüncü Söz’ün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi; şu saray-ı âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin

  1. Birincisi: Melaike ve ruhanîlerdir. (Bilerek, ücretsiz)
  2. Madem nebatat ve cemadat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim ücretsiz hidemattadırlar.
  3. Ve hayvanat, bir ücret-i cüz’iye mukabilinde bilmeyerek gayet küllî maksadlara hizmet ediyorlar.
  4. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni’-i Zülcelal’in makasıdını bilerek tevfik-i hareket etmek ve herşeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair hademelere nezaret etmek ile istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor.

Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır.

Hem insana benzer ki, o Sâni’-i Zülcelal’in makasıd-ı külliyesini bilir bir ubudiyet ile tevfik-i hareket ederler.

Hem insanın hilafına olarak hazz-ı nefisten ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni’-i Zülcelal’in nazarı ile, emri ile, teveccühü ile, hesabı ile, namı ile ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hasıl ettikleri lezzet ve kemal ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen muhlisen çalışıyorlar.

(Meleklerin hiçbir cihette hilaf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatları dahi olmaz. Tam بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ ٭ وَ يَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ sırrına mazhardırlar. Şualar 265 Yukarıdaki cümleler bu âyetin bir tefsiridir.

Hem Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın dahi mükerrem ve müşerreftir. Zira Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendine isnad eder. İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecr ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez.” Lem’alar 268)

Cinslerine göre kâinattaki mevcudatın enva’ına göre vazife-i ibadetleri tenevvü’ ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rububiyet dairelerinde vezaif-i ubudiyeti ve tesbihatı öyle tenevvü’ ediyor. (Kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma Sözler 334)

Meselâ: Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuat-ı İlahiyeye Cenab-ı Hakk’ın havliyle, kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle bir nâzır-ı umumî hükmündedir. (Tabir caiz ise) umum çiftçi-misal melaikelerin reisidir.

Hem Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle umum hayvanatın manevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.

İşte madem şu mevcudat-ı hariciyenin, her birisinin üstünde, birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir. Tâ ki o cismin gösterdiği vezaif-i ubudiyet ve hidemat-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı uluhiyete bilerek takdim etsin.

Elbette Muhbir-i Sadık’ın rivayet ettiği, melaikeler hakkındaki suretler gayet münasibdir ve makuldür.

(Yağmur, kar, gibi cemadatın ferdine, dağ, arz, güneş, sema gibi cemadatın nev’ine, Nebatatın nev’ine, Eşcarın ferdine, Hayvanatın Nev’ine nezaret eden melaikeler vardır. Bu nezarette melaikenin yaptığı insan gibi cüz’i ihtiyariyle kesbetmesinin neticesindeki icraatı Cenab-ı Hakkın kudret, ilim ve iradesiyle yaratıyor. İnsanların yaptıkları eşyalara, nezaret eden melaikeye ihtiyaç yoktur. Var diyenler eşyanın vücutta kalması için gerekli kanunlar varsa bu kanunlara nezaret eden melaikede vardır demişler.)

Meselâ: Ferman etmiş ki: “Bazı melaikeler bulunur, kırk başı veya kırkbin başı var. Her başta kırkbin ağzı var, herbir ağızda kırkbin dil ile, kırkbin tesbihat yapar.” Şu hakikat-ı hadîsiyenin bir manası var, bir de sureti var.

Manası şudur ki: Melaikenin ibadatı, hem gayet muntazamdır, mükemmeldir, hem gayet küllîdir, geniştir.

Ve şu hakikatın sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki, kırkbin baş, kırkbin tarz ile vezaif-i ubudiyeti yapar.

Meselâ: Sema güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar.

Zemin tek bir mahluk iken, yüzbin baş ile, her başta yüzbinler ağız ile, her ağızda yüzbinler lisan ile vazife-i ubudiyeti ve tesbihat-ı Rabbaniyeyi yapıyor.

İşte küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu manayı göstermek için öyle görülmek lâzımdır.

Hattâ ben, mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim, herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve san’atları gördüm ki; herbiri Sâni’-i Zülcelal’in ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni’-i Zülcelal’i ve Hakîm-i Zülcemal’i, bu camid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun manasını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasib ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?

(Ondördüncü Söz’ün Üçüncü Misali: Herşey Cenab-ı Hakkı tesbih eder; olan büyük hakikata melaike bahsi ile kanaat verdiriyor. Bu hakikatın mülk ve melekut âlemindeki tezahürünü ders vermek için hadis ve âyetin işaret ettiği manaları izah ediyor. Hadis, melekût âlemine âyet ise mülk âlemine bakıyor. Hadisde kâinatın intizamlı ve vüsatli idaresini melaikelerin âlem-i misaldeki vazifeleri ile nazara verilirken Âyette ise kâinatın intizamlı ve vüsatli idaresini âlem-i şehadete bakan yönüyle mevcudattaki nizam ve intizamı ile nazara veriliyor.)

Ey arkadaş! Şuraya kadar beyanatımız, kalbi kabule ihzar etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı iz’ana getirmek için bir mukaddeme idi. Eğer o mukaddemeyi bir derece fehmettin ise, melaikelerle görüşmek istersen hazır ol. (Yani aşağıda gelen âyetler melaikeyi en güzel surette tarif ettiğine işarettir.) Hem evham-ı seyyieden temizlen. İşte Kur’an âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’an cenneti “müfettehat-ül ebvab”dır; gir bak. Melaikeyi o Cennet-i Kur’aniye içinde güzel bir surette gör. Herbir âyet-i Tenzil, birer menzildir. İşte şu menzillerden bak:

وَالْمُرْسَلاَتِ عُرْفًا فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا وَالنَّاشِرَاتِ نَشْرًا فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا

وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا وَالسَّابِحَاتِ سَبْحًا فَالسَّابِقَاتِ سَبْقًا فَالْمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا

تَنَزَّلُ الْمَلٰئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ

عَلَيْهَا مَلٰئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللّهَ مَا اَمَرَهُمْ وَ يَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ

Hem dinle: سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ لاَ يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ senalarını işit.

(Yani aşağıda gelen Cin Sûresindeki âyetlerin cinnîleri en güzel surette tarif ettiğine işarettir.)

Eğer cinnîlerle görüşmek istersen: قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ surlu sureye gir, onları gör, dinle ne diyorlar? Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:

اِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا يَهْدِى اِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَا اَحَدًا

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir