Otuzuncu Söz Birinci Maksad

Otuzuncu Söz

(Otuzuncu Söz’ün Yirmidokuzuncu ve Otuzbirinci Sözle olan münasebeti: Yirmidokuzuncu Sözde nereye gidiyorsun sualine cevab verildiği gibi Otuzuncu Sözde de necisin sualine cevab verilmiştir. Hem Otuzuncu Sözde ister istemez gidilecek olan ahiret âleminde ebedi saadeti temin edecek insanın mahiyetinde münderic bulunan enenin istikametli istimal yolunu ve bu yolda giden nübüvvet silsilesi gösterilmiştir. Otuzuncu Sözde beşeriyetin kemâlinin, enenin mahiyetinin anlaşılıp kâinat kapılarının açılmasıyla ve enenin doğru istimal edilerek Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatlarının anlaşılmasıyla mümkün olduğu anlatılmış. Otuzbirinci Sözde ise insani arşa, çıkan yol icmali olarak mi’raç ile gösterilmiş. Otuzikinci ve Otuzüçüncü Sözde tafsilli olarak kemalata giden yol gösterilmiştir. Otuzbirinci Sözde mi’raç için meratib-i kemalatta seyr-i süluktan ibarettir denildiği gibi Otuzikinci Sözde de kemalat mertebeleri olan vahdaniyet, marifetullah ve muhabbetullah izah edilmiştir. Otuzüçüncü Sözde ise herşeyden kemalat mertebelerine giden ellibeş esmanın tecellileri otuzüç pencere ile gösterilmiş.)

(Nereden geliyorsun; tevhid ile ilgili Cenab-ı Hakkın şuunatının tanıtıldığı Yirmidördüncü Mektub

Nereye gidiyorsun; Âhiret Yirmidokuzuncu Söz zıdların ayrılması

Necisin; Ubudiyet ve adalet Zerre risalesinde zerrenin harekâtında mevcudatın ibadetleri ve insanlık âleminde ise ene risalesinde izah edilmiştir.

Dördüncüsü ise mukadder bir suale cevab olarak bunları tatbik eden bunları ders veren Nübüvvet hakikatı Ondokuzuncu Söz ve Mektubta izah edilmiştir.)

(Otuzuncu Söz’ün fihristi:

  1. Enenin iki vazifesi
  2. Enenin mahiyeti,
  3. Enenin istimalindeki neticeleri,
  4. Enenin nübüvvet ve felsefe silsilesindeki tesirleri,
  5. Kuvve-i akliye, şeheviye ve gadabiyedeki tesirleri,
  6. Felsefe ile nübüvvetin esaslarının mukayesesi,
  7. Felsefenin İslâm âlemine tesiri,
  8. Felsefenin esasat-ı fasidesine dört misal verilecek
  9. Temsil

(Otuzuncu Söz’ün diğer bir fihristi:

  • Mukaddime
  • Hakikat
  • Hakikatın Talimi
  • Temsil

Tılsım-ı kâinatı keşfeden, Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını halleden

Otuzuncu Söz

(Otuzuncu Söz bir cihette Birinci Sözün tafsilli suretidir. Zira Birinci Sözde de iki maksad nazara verilmiştir. Birincisi insanın Cenab-ı Hakk namıyla hareket ettiğini, ikincisi herşeyin Bismillah dediğini izah eder. Otuzuncu Söz Birinci Maksadda Ene’nin Cenab-ı Hakk namıyla nasıl hareket etmesi gerektiğini izah eder. İkinci Maksadda ise zerre’nin hareket ve vazifesinde herşeyin Allah namıyla nasıl hareket ettiği izah eder.)

“Ene” ve “zerre”den ibaret bir “elif” bir “nokta”dır. (Yani insanlığın küçültülmüş bir sureti elif hükmünde olan ene olduğu gibi, kâinatın küçültülmüş bir sureti de nokta hükmünde olan zerredir. Hem Kur’an sarayına ilk harf olan elif ile girildiği gibi kâinat sarayına da giren insanın kâinattan gelen manaları anlaması ancak elif hükmünde olan enenin mahiyet ve neticesinin anlaşılmasıyla mümkün olur. Hem elifi aynı zamanda ülfet manasında düşündüğümüzde kâinata ve Cenab-ı Hakka ülfet etmenin yolu Ene risalesinde gösterilmiştir.)

Şu Söz iki maksaddır. Birinci Maksad, “Ene”nin mahiyet ve neticesinden; İkinci Maksad, “zerre”nin hareket ve vazifesinden bahseder.

Birinci Maksad

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

(Yirmialtıncı Mektub Dördüncü Mebhas Üçüncü Mes’ele 

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ âyetinin اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً âyetiyle vech-i tevfiki nedir?

Elcevab: Onbirinci Söz’de ve Yirmiüçüncü Söz’de ve Yirmidördüncü’nün Beşinci Dalı’nın İkinci Meyvesi’nde izahı vardır.

Enenin mahiyetini ve neticelerini doğru anlamakla insan mükerrem bir varlık olduğu gibi yanlış istimali ile zalim ve cehullerden olur. Hem insanın mahiyeti itibariyle aldığı emanetin farkına işaret eden semavat, arz ve cibali hamletme teşbihi yapılmıştır. Hem semavat, arz ve cibalin emaneti hamletmesi teşbihi ile onlara müekkel olan melaikenin eneyi temlik etmemesi düşünülebilir. Ama bu teşbihten temlik etmediği manası çıkmaz. Zira melaike, cin ve ruhaniyatta Cenab-ı Hakkı tanımakta marifet kesbetmektedirler. Bu teşbihler ile mevcudatın lisan-ı hali, lisanı kal suretinde gösterilmiştir.

İnsanın mükerrem bir varlık olması ile birlikte zalim ve cahil olmasının hikmetini;

  • İnsanın camiiyeti,
  • Esmaya ayine olması
  • Ve hayat kanunlarına cahil olması şeklinde açıklıyor.

Onbirinci Söz’de insan hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu fehmetmek ile hakiki vazifesini yerine getirirse mükerrem bir varlık olabileceğini aksi takdirde zalimlerden olacağını;

Ve Yirmiüçüncü Söz’de iki mebhastan birincisinde insanı saadete götüren beş noktanın bilinip yerine getirilmesi ile mükerrem varlık olabileceğini aksi takdirde zalimlerden olacağını izah ediyor. İkinci mebhasta ise ahsen-i takvim sırrı beş nükte içinde anlatılarak bu sırrı üzerinde taşıyanların mükerrem bir insan olacağını aksi takdirde zalimlerden olacağını;

Ve Yirmidördüncü’nün Beşinci Dalı’nın İkinci Meyvesi’nde insana verilen nimetleri beş mertebede izah edilmesi ile bu nimetlere iman ve ubudiyetle mukabele edenlerin mükerrem etmeyenlerin ise zalimlerden olacağının izahı vardır.

İnsanın camiiyetinin sırrı icmalîsi şudur ki:

Cenab-ı Hak kemal-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva’ yerinde bir nev’-i câmi’ halketmiş. Yani, bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider.

İnsanın esmaya ayine olması sırrı icmalîsi şudur ki:

Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş. Meselâ insan hırs ile, bütün dünya ona verilse هَلْ مِنْ مَزِيدٍ diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkeza… Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrudlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sîga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder.

İnsanın hayat kanunlarına cahil olmasının sırrı icmalîsi şudur ki:

Hem insan -hayvanların aksine olarak- hayata lâzım herşey’e karşı cahildir, herşey’i öğrenmeye mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sîga-i mübalağa ile cehûldür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir-iki ayda belki bir-iki günde, bazan bir-iki saatte bütün şerait-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir-iki senede ancak ayağa kalkar, onbeş senede ancak menfaat ve zararı farkeder. İşte cehûl mübalağası, buna da işaret eder.)

Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. (Yer ile gökler ve dağların tahammül edememeleri insanın Emanet-i Kübra vazifesinin büyüklüğüne ve vazifeyi yerine getirenler arasında mertebeler bulunduğuna işarettir. Hem gök, zemin ve dağa müekkel olan melaike ve ruhaniyatın enenin istikametle istimalinden çekindiğine ve korktuğuna işarettir. Ama bu korkmak ve çekinmek cin, melek ve ruhanîlerin de enesi olmadığı anlamına gelmez.)

Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:

Ene, (Ene’nin iki vazifesi vardır. Birincisi künuz-u mahfiye olan Esma-i İlahiyeyi tanımaktır. İkincisi ise kâinatın manasının ve hakikatının anlaşılmasıdır.)

  1. Künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarıolduğu gibi, (Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur. İşarat-ül İ’caz 17)
  2. Kâinatın tılsım-ımuğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadı

O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. (Enenin mahiyeti ile Cüz’i ihtiyarinin mahiyeti arasındaki fark nedir? Cüz’i ihtiyari için bir yolda seyreden şöför gibi düşünsek ene o yolda seyahatin maksadına ulaştıracak bir vasıta olarak düşünebiliriz. Ene’nin sû-i istimali haksız temellük iken hüsn-ü istimaline haklı temellük dersek )

Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır.

  1. Cenab-ıHak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar (Ene ile âlemin kapıları açılır. Yani Ene’nin kendinde gördüğü hakikatları, kâinata tatbik etmesi ile kâinatın kapıları açılır. Yani kendinde görünen esmanın bütün kâinattaki tecellisini görmek demektir.)
  2. Ve öyle tılsımlıbir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keş (Enenin istimal edilmiş şekli olan Enaniyet ile Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarını anlar. İstimal edilmesi vahid-i kıyasi olarak kullanmak demektir.)

Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle ki:

Sâni’-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.

SUAL: Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?

ELCEVAB: Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz.

(Bu sual ve cevabtan çıkan bir hüküm: Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasına marifet kesbeden küllî şuur sahibi ins ve cinn ve melek ve ruhanîlerin de enesi vardır. Zira enenin vazifesi Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasını tanımaktır ki cinn ve melek ve ruhanîler de insan gibi Cenab-ı Hakkı tanımaktadırlar.)

(Risale-i Nur, enenin doğru istimal edilme yolunu temsillerdeki kıyaslarla bize ders veriyor.)

Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse, o vakit bilinir.

İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.

(Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğundan Cenab-ı Hakkı tanımak için farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar.)

Meselâ:

  • Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar
  • Ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der
  • Ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder
  • Ve kesbî san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını anlar. (İbda-i san’at tabiri herşeyi ilk kez yaratışında en ekmel surette yaratmasını ifade eder.)

Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der. Ve hâkeza… Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir. (İnsandaki hissiyatlarla Cenab-ı Hakkın şuunatını anlayabildiğimiz gibi hissiyatların süfli olan kısmı ise zıddıyet itibariyle Cenab-ı Hakkı şuunatının mertebelerini anlarız. Meselâ en ufak bir hukukunun çiğnenmesinden hiddete gelen gadabını gösteren insan, zıddıyet itibariyle Cenab-ı Hak hem kendisinin hem mahlukatın hukukuna tecavüz eden kafirlere hemen ceza vermeyip mühlet vermekle rahmetinin nihayetsiz derecesini gösterir.)

Demek ene, (Manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren

  • Âyine-misal (Ayine kendini göstermez mukabiline tutulan şeyi göstermek için vardır.)
  • Ve vâhid-i kıyasî (Metre kendi başına bir mana ifade etmez. Hariçte kıyas edilen Cenab-ı Hakkın hadsiz esma ve sıfatın mertebelerini göstermek için vardır.)
  • Ve âlet-i inkişaf (Baro metre kendini değil hariçteki basıncı göstermek için vardır.)
  • Ve mana-yı harfî gibi; (Harf kendi başına bir mana ifade etmez başka bir manaya ifade etmek için vardır.)

Manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren,

  1. Vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve o tel’in “iki yüzü” var.
  2. Mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve o ip’in “iki yüzü” var.
  3. Şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var.
  4. Vücud

Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır.

Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. (Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.

Şualar 81)

  1. Mahiyet

Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiç bir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vâcib-ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.

(Enenin istimalindeki neticeleri anlatılacak)

İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden (Yani manasının kendinde olmadığını ve başkasının manasını gösterdiğini ve mülk onun olmadığını bilen, iz’an eden ve ona göre hareket eden) قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا beşaretinde dâhil olur. (Onbirinci Sözde geçtiği gibi daire-i rububiyeti görüb ona mukabil gelen ubudiyet dairesinin vezaifini yerine getirmekle veya manayı harfi ile bakmakla kendi nefsinde tecelli eden esmanın kainatta afakî olarak tecelli ettiğini görse) Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.

Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanette hıyanet eder, وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا altında dâhil olur. (Yani hem kendi nefsine hemde afakta tecelli eden esmayı görmeyip her şeye manay-ı ismiyle bakmakla emanete hıyanet eder.) İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. (Bu korkmak eneyi doğru istimal etmeyen zalim ve cehuller içindir. Manayı münafi ile ise eneyi doğru istimal edenler mükerremdir.)

(Ene, mahiyetini bilmezse, her şeyin kendine hizmet ettiğini görse ve enaniyet-i nev’iyeye istinad etse, gafletle kendini terbiye eden Rabbini unutsa Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.)

Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, (Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Sözler 274) tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ mealini gösterir. Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.

İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; (Yani hem kendi nefsine hemde afakta tecelli eden esmayı görmeyip her şeye manay-ı ismiyle bakmakla emanete hıyanet ettiğinden haindir.) cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. (Nefsindeki renkler; gaflet veya dalaletttir.) Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.

Onbirinci Söz’de mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin, -mana-yı harfî cihetiyle- ne kadar hassas bir mizan ve doğru bir mikyas ve muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruzname olduğu gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin.

(Onbirinci Sözdeki saray temsilini Üstadımız Şems Suresindeki bu ayetlerin kasemindeki üslubundan çıkarmıştır. Surede Onbir şeye kasem edilmiştir. Şöyle ki;

  • Güneşe ve وَالشَّمْسِ 
  • Kuşlukvaktindeki aydınlığına, وَضُحَيهَا ٭
  • Güneşi takip ettiğinde aya, وَالْقَمَرِ اِذَا تَلَيهَا ٭
  • Onu açığa çıkarttığında gündüze, وَالنَّهَارِ اِذَا جَلَّيهَا ٭
  • Onu örttüğünde geceye, وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا ٭
  • Gökyüzüne ve وَ السَّمَاءِ
  • Onu bina edene, وَمَا بَنَيهَا ٭
  • Yere ve وَ اْلاَرْضِ
  • Onu yapıp döşeyene, وَمَا طَحَيهَا ٭

(Şems suresinin baştaki altı ayeti hikmet-i âlemin tılsımını anlatıyor. Bu ayetlerle kâinatın bir saray bir şehir suretinde yaratıldığına dikkat çekmek için saray ve şehrin en mühim eşyalarına kasem ediyor. Dikkat çekilmeyen eşyayı tefekkür için akla havale ediyor. )

  • Nefse ve وَ نَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا ٭

(Yedinci ayetten itibaren hilkat-i insanın muammasını anlatıyor. İnsana kasem ederek insanlık âlemine dikkat çekiyor.)

  • Ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوَيهَا ٭

(Sekizinci ayette insanlık âlemini iki kısma ayırıyor.)

Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş,  قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا ٭

Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا

(Dokuzuncu ve Onuncu ayette iki kısma ayrılan insanlık âleminin hayatlarının neticesine işaret ediyor.)

O Söz’deki tafsilata iktifaen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa gel, hakikata giriyoruz.

(Silsile-i nübüvvet ve diyanet ile silsile-i felsefe ve hikmetin insanlık alemindeki meyveleri)

İşte bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. (Silsile-i nübüvvet ve diyanet ene ile kendisinde görünen esmanın bütün kâinattaki tecellilerini görmekle ve enenin doğru istimali ile Cenab-ı Hakkı tanımakta ileri giderken silsile-i felsefe ve hikmet ise eşya ve hadisatın hakikatını anlamakta öşr-i mişarına gelememişlerdir.)

Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. (Yani akıl yolu ile elde edilen ilimleri marifetullahta terakki için kullanmışsa âlem-i insaniyet saadete mazhar olmuştur. O fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak’tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelal’in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymetdar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin. Barla Lahikası 67)

Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.

İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır.

  • Hattâkuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, (Dehriyyun, zamana icad verenlere denir.) Maddiyyun, (Maddiyyun, maddeye icad verenlere denir.) Tabiiyyun (Tabiiyyun, kanunlara icad verenlere denir.) meyvelerini, beşer aklının eline vermiş.
  • Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları{(Haşiye): Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdı Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.} beşerin başına atmış.
  • Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş.

O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları:

  • Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. (Yani Cenab-ı Hakk’dan gelen hakikatların hikmetlerini akılları ile tasdik edip tabi olarak ubudiyet meyvesini vermişler.)
  • Kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren (Cenab-ı Hakkın verdiği hükümdarlığı Cenab-ı Hakk’ın emri dairesinde kullanmıştır.)
  • Ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-üsîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. (Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zâtın rü’yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zâtın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Sözler 650)

O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.

(Eşyaya manayı harfiyle bakan silsile-i nübüvvet ve diyanet ile eşyaya manayı ismiyle bakan silsile-i felsefe ve hikmetin menşe’ ve esaslarına altı noktadan baktırmış. Enenin altı noktası abdiyeti, mahiyeti, vücudu, malikiyeti, hakikatı ve vazifesidir.)

Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: 

  • Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar.
  • Mahiyeti Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder.
  • Vücudu,tebaîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder.
  • Mâlikiyeti, Yani kendi mâlikinin izni ile; surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir.
  • Hakikatı,zılliyedir. Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir.
  • Vazifesiise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir.

İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene’ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar.

Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk’e teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelal’in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı onun elindedir; herşeye Kadir-i Mutlak’tır.

Esbab, bir perde-i zahiriyedir;

Tabiat,

  • Bir şeriat-ı fıtriyesidir
  • Ve kanunlarının bir mecmuasıdır
  • Ve kudretinin bir mistarıdır.

İşte şu parlak nurani güzel yüz, hayatdar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlık-ı Zülcelal bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir.

Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envâr ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.

İkinci vecih ise: Felsefe tutmuştur.

  • Felsefe ise, ene’ye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der.
  • Manasıkendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder.
  • Vücuduaslî, zâtî olduğunu telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der.
  • Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder.
  • Onu bir hakikat-ı sabite
  • Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkeza.. çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler.

Felsefe: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet,

O esasat, ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhâssa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat’î isbat etmişiz.

  • Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir.” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar.

İnsaniyetin esasında münderiç olan

  • Acz u
  • Za’f,
  • Fakr u
  • İhtiyaç,
  • Naks u
  • Kusur kapılarını kapayıp,
  • Ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet,

  • Ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber,
  • Aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica,
  • Za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad,
  • Fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad,
  • İhtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad,
  • Kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar,
  • Naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye,
  • Ubudiyetkârane hükmetmişler.

İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene’nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.

İşte o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; (Felsefe’nin kuvve-i şeheviye dalındaki neticeleri verdiren raiyetdir. Zira raiyetin kuvveti müstahsen görmesi, kemalatı o kişilerin zatından bilmesi ve riyakârları manen alkışlaması ile batıl mabudları beşerin enzarına vermiş.)

  • Esnamlar ve âlihelerdir. Çünki felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hattâ “Elhükmü lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der.

______

{(Haşiye-1): Düstur-u nübüvvet “Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir” der, zulmü keser, adaleti temin eder.}

______

  • Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir. (Beşinci Mes’ele: Rivayette vardır ki: “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.” Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Nasılki padişahı inkâr eden bir bedevi kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir. Şualar 584)
  • Hem masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni’ ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der. Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir.
  • Hem herkese satılan müzahref, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide {(Haşiye-2): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.}yapmıştır.

O şecerenin kuvve-i gazabiye dalında,

  • Bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş.

Kuvve-i akliye dalında,

  • Âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.

Şimdi şu hakikatı tenvir için, felsefe mesleğinin esasat-ı fasidesinden neş’et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esasat-ı sadıkasından tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak üç-dört misal zikrediyoruz.

 Meselâ:

Nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللّٰهِ kaidesiyle “Ahlâk-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede?

(Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır. Lem’alar 54

Sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu-l Kur’an” diye tarif ediyorlardı. Yani: “Kur’anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Lem’alar 60)

Felsefenin teşebbüh-ü bil-Vâcib insaniyetin gayet-i kemalidir kaidesiyle “Vâcib-ül Vücud’a benzemeğe çalışınız” hodfüruşane düsturu nerede?

Evet nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede?

Nihayetsiz kadir, kavî, gani ve müstağni olan Vâcib-ül Vücud’un mahiyeti nerede?..

(Felsefe kendinde görünen kemalatı kendi zatından bildiğinden o kemalata sahib olmayanlara göre kendini İlah gibi görmüş, kendinde olmayıpta başkasında olan kemalata karşı, o kemalat sahibine karşı abd vaziyetini almıştır.)

 İkinci Misal:

Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hattâ zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede?

Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını sû’-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.

 Üçüncü Misal:

Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede?

(Her şeyde bir birlik bulunduğundan, elbette birtek zâtın eseri ve san’atı olduğunu gösterir.

  • Kâinatıçeviren isimler ve fiiller bir iken, herbiri kâinatı veya ekserini ihata etmesi
  • Hem kâinat unsurlarının ve nevilerinin herbirisi (Aynı maksada ve gayeye hizmet etmekteki vazifede birlik) bir olmasıyla beraber,
  • Zeminin yüzünü ihata etmesi
  • Ve birbirinin içine girmesi
  • Ve münasebetdarane ve belki muavenetkârane birleşmesi,

Elbette mâlik ve sahib ve sâni’lerinin bir olmasına bir alâmet-i zahiredir. Şualar 28)

Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ “Birden bir sudûr eder” yani “Bir zâttan, bizzât birtek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadîr-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip, âdeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? (“Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.” Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi’ bir hayata mazhar ise, bilbedahe sebeb-i ihtilaf ve keşmekeş olan müteaddid ellerden çıkmadığını; belki gayet Kadîr, Hakîm olan bir tek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve camid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine, hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilat ile, o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır. Lem’alar 179)

Hükemanın yüksek kısmı (Farabi ve İbn-i Sina) olan İşrakiyyun böyle haltetseler; (İşrakiyyun, fikirleriyle Hakaik-ı İlahiye ve Hakaik-ı Kevniye ve Hakaik-ı uhreviyeyi parlatmak istemişler. Aklı hâkim kıldıkları için aklen izah edemedikleri mes’elelerde şirke ve dalalete düşmüşler. Cenab-ı Hakka akl-ı evvel namında bir mahluku deyip onun yarattığı akl-ı sani’, akl-ı salis gibi aciz vesaite muhtaç görmüşler. Acaba akl-ı sani’ ve salis derken meleklere mi muhtaç göstermişler. Meselâ: Meşaiyyun, enva’-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile; İşrakiyyun ise, ukûl ve erbab-ül enva’ ile; dinler dahi melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hattâ akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melaikenin manasını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sâriye ile tabir etmişlerdir. İşarat-ül İ’caz 197

Yukarıda geçen izahat onların fikirlerinin esasını izah eder.)

Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.

(Marifet-i Sâni’ denilen kemalât arşına uzanan mi’racların usûlü dörttür:

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır. Farabi ve İbn-i Sinâ gibi (Zühre)

İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır. Fahreddin-i Râzî’ gibi (Zühre)

Bu iki asıl, çendan Kur’andan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalmamışlar.

Üçüncüsü: Şübehat-âlûd hükema mesleğidir. Aristo, Eflatun ve Sokrat gibi (Katre)

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’aniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anîdir. (Reşha) Mesnevi-i Nuriye 252)

Dördüncü Misal:

Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâni’ine ait neticeleri, Fâtır’ına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? (Herbir masnu’un en mühim gayeleri Sâni’ine bakar; onun kemalât-ı san’atını ve nukuş-u esmasını ve murassaat-ı hikmetini ve hedaya-yı rahmetini, onun nazarına arzetmek ve cemal ve kemaline bir âyine olmaktır, bildim. Mektubat 287)

Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede? Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikatında bir derece gösterildiğinden kısa kestik.

(Onuncu hakikatta hikmet, inayet, adalet, rahmet kapısından baktırdığı halde izahatında daha çok hikmet noktasında Hakîm isminin haşrin gelmemesine müsaade etmeyeceği üzerinde durulmuştur. Diğerleri ise akla havale edilmiştir.

Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur. Sözler 75)

İşte bu dört misale, binler misali kıyas edebilirsin. “Lemaat” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.

(Felsefenin İslam âlemine tesirine üç misal verilecek)

İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki:

İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i surîsine meftun olup, (Şaşaa-i surîsi aklı hâkim kılmaktır.) o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. (İmam-ı Gazalî’nin bu hükmü İbn-i Sina ve Farabi’nin açtıkları yollardan gidenlerin düştükleri durumdan ileri geliyor.)

Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu’tezile imamları, zînet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddî temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler. (Cenab-ı Hakkı takdis etmek isterken esbaba tesir vermişler.)

Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbînlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip; “Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar. (Nefs-i emmareyi okşayan ciheti Uluhiyete, Rububiyeti ve Malikiyeti nefsine vermektir ki şiirlerinde yazılarında bu gözükmekle beraber kendi anlayışıyla eşyaya hadisata baktıklarından kendi acz ve fakrları noktasında bedbinlik ve sahipsizlik elemine düşmüşler.)

Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki:

Ene, kendi zâtında hava gibi zaîf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için;

Güya buhar-misal o ene temeyyu edip,

sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor.

Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder.

Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder.

Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer.

Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir.

İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır.

مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَمِيمٌ der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.

(Felsefenin esasat-ı fasidesine dört misal verilecek)

Ezcümle:

  1. Felasifenin bir taifesi, Cenab-ıHakk’a “mûcib-i bizzât” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmiş Feyâ Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor. (Kadîr-i Alîm ve Sâni’-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şüzuzat-ı kanuniye ile, âdetinin hârikalarıyla, tegayyürat-ı suriye ile, teşahhusatın ihtilafatıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıd altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’nde, her şeyinde ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu i’lam etmekle gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbib-ül Esbab’a çevirir. Sözler 201

Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükema-yı dâlle gibi ve Berahime gibi asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana iman getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayatı ve intizamatı ve semeratı ve âsâr-ı rahmet ve inayatı ve bütün enbiyanın bütün mu’cizatlarını inkâr etsinler veya “Mahlukata verilen ihsanatın hazineleri yanımızda ve elimizdedir” desinler. Kabil-i hitab olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma. Allah’ın akılsız hayvanları çoktur, de.

Sözler 387)

  1. Hem bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahîtaalluk etmiyor” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmiş (
  2. Hem felsefe,esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder. (
  3. HemOnuncu Söz’de isbat edildiği gibi, Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmiş (Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur. Sözler 93)

İşte bu hurafatlara sair mes’elelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. (Kur’anın hakaik-i İlahiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-i âlemin muammasını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünki o hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalalet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhî hükemaları o mesailin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur. Hem Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Kur’ana “Bârekâllah” der. Sözler 406)

Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tagutlardandır.

(فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ bin dokuzyüz yirmidokuz (1929) veya (1928) Şualar 270)

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

(Yani: “Allah’a iman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder.” Şualar 700)

Geçen hakikatı tenvir edecek bir seyahat-ı hayaliye suretinde nim-manzum olarak “Lemaat”ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin mealini şurada zikretmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:

Bu risalenin te’lifinden sekiz sene evvel İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılab edeceği bir hengâmdadır ki,

(Eski Said, ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî mes’eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu. Birden Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle Kur’an-ı Hakîm’deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Lem’alar 239

Evet İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.

Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur.

Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. Mektubat 331)

Fatiha-i Şerife’nin âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّالِّينَ ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hâdise-i misaliye, rü’yaya benzer bir hâdise gördüm ki:

Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. (Sahra ise bu âleme işarettir.)

Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. (Bu âlemden zahirden hakikata geçememenin sureti karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bulut tabakasına teşbih edilmiş. Karanlık ziyaya, sıkıcı nesime ve boğucu âb-ı hayata bakıyor.)

Ne nesim var, ne ziya, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. (Zahirden hakikata geçmekteki istifade, istifaza ve nur; nesim, ziya, ve âb-ı hayata teşbih edilmiş.)

Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. (Eşyadan hakikata geçememenin neticesi; İkinci Sözde de işaret edildiği gibi Bize doğrudan zararı olmayan eşya ecnebi, zararı olabilecek olan eşya ise düşman vaziyetine girdi.)

Kalbime geldi ki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.”

  • Tabiata Saplananların ve Tabiiyyun Fikrini Taşıyanların Mesleği

Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. (İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor. Bazan gelir eline, bâtılı hak zanneder, koynunda saklıyor. Sözler 704)

Zeminin içinde, (O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir.)

Tünel-vari bir mağaraya sokuldum. (Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir.)

Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki: Benden evvel o taht-el arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. (Eşyanın hakikatını bir derece gören Eflatun ve Aristo gibi meşahirler, ayak izine teşbih edildi.)

Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. (Bir derece gördükleri hakikatları ilan eden İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler ise işitilen sese teşbih edildi.)

Sonra sesleri kesiliyordu.

Ey, hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo

______

{(Haşiye): Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun?

Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?” (Kartal teşbihi ile eşyaya ve hadisata yüksekten baktıklarına işarettir.)

Ben de derim ki: “Kur’an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim.

Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, (Onların Üstadı dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdlerine işarettir.)

benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları garkeden madde, ayağımı da ıslatamadı.

Evet büyük bir padişahın, (Büyük padişah, Kur’ana işarettir.)

onun kanununu ve evamirini hâmil küçük bir neferi, (Küçük nefer ise Kur’anın hakikatların bulundukları asırda neşreden velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tâbiîne işarettir. Mektubat 83)

Küçük bir şahın (Küçük bir şah evham-âlûd akla işarettir.)

Büyük bir müşirinden (Büyük bir müşir ise Eflatun ve Aristo gibi meşahir ile İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlere işarettir.) daha büyük işler görebilir.”}

______

gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerindir. Evet İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatın bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatıma dönüyorum.

Gitgide baktım ki benim elime iki şey verildi.

Biri, bir elektrik; o taht-el arz tabiatın zulümatını dağıtır. (Eşyanın hakikatını nurlandıracak nokta-i nazar elektriğe teşbih edilmiştir. Onlardan birisi Risale-i Nurdur.)

Diğeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. (Risale-i Nur mesleğindeki hakikata gitmekte gösterilen düsturlar alete teşbih edilmiştir.)

Kulağıma denildi ki: “Bu elektrik ile o âlet, Kur’anın hazinesinden size verilmiştir.” Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesim, hayatdar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillah dedim.

  • Esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükemasıgibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud’un marifetine yol açanların mesleği

Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda bir saik beni sevkediyordu. Bu defa taht-ez zemin değil, belki seyr ü seyahatla yeryüzünü kat’edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatımda öyle acaib ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdid eder, herşey bana müşkilât peyda eder. (Eşya ve hadisatın zahiri peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir gördüm. Lem’alar 232)

Fakat yine Kur’andan bana verilen bir vasıta-i seyahatımla (Sefine-i İslâmiye seyahat vasıtasına teşbih edilmiş.) geçiyordum, galebe çalıyordum. (Kur’an-ı Hakîm’in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. Lem’alar 7)

Gitgide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. (Meşaiyyun hükeması derslerini seyahat ederek verirler. Peygamberleri dinlemeyip her şeyi akılları ile izah etmek istemişlerdir.)

O seyahatı bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise… O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesimi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

  • Sırat-ımüstakim ehli olan ehl-i Kur’anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.

Sonra baktım: Biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhiş sahraya getirdi. Baktım ki: Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. (Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil… Mektubat 23)

Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. (Yeşil dağlar, maddi perdeleri aşmaya işarettir. Ancak maddi perdeleri aştıktan sonra manevi perdelerin var olduğuna bulut tabakasının dağın yarısına kadar geldiğini söylemekle işaret etmiştir. Hemde perdeleri aşmakta da mertebeler vardır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nurani, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında mürur edip tâ ism-i a’zamına mazhar olan arş-ı a’zamına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir. Sözler 198)

En latif bir nesim, en leziz bir âb, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki: O asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatımda ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm. anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin cilveleridir. (Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. Sözler 476)

İşte وَلاَ الضَّالِّينَ ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müşkilât olduğunu hissettiniz.

 غَيْرِ الْمَغْضُوبِ ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud’un marifetine yol açanların mesleğidir.

 اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.

(Yukarıdaki ilk iki yol hakikattan bütünüyle sapanlara işarettir. Kur’andan ders aldıkları halde araya berzahlar sokmakla hakikatı perdelemekle sapanlara ise Yirmibeşinci Sözdeki gavvas temsili ile işaret edilmiştir. Hükema-yı İşrakiyyunun kitablarına ve Sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimad eden mutasavvıfînin kitablarına teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşübhe tasdik eder. Demek hakaik-i Kur’aniyenin cinsinden ve Kur’anın dersinden aldıkları halde, -çünki Kur’an değiller- böyle nâkıs geliyor.

Bahr-i hakaik olan Kur’anın âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır. Lâkin onların gözleri açık, defineyi ihata eder. Definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüb ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemali gösterir. Sözler 440)

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir