Onyedinci Söz’ün İkinci Makamı

Onyedinci Söz’ün İkinci Makamı

(Birinci makam ile ikinci makam arasındaki fark birinci makam da zeval ve fenaya Cenab-ı Hakk canibinden baktırdı. İkinci makamda ise mahlûkat canibinden baktırıyor. Zeval ve fenaya karşı insanın mukabelesi, ifrat ve tefritleri nazara veriliyor.)

{(Haşiye): Bu ikinci makamdaki parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller. Kasdî nazmedilmemişler. Belki hakikatların kemal-i intizamı cihetinde, bir derece manzum suretini almışlar.} (Kur’an, hakikatların kemal-i intizamı cihetinde şiire benzer. Taki usandırmasın, akıcılığı muhafaza etsin, kolayca ezberlensin. Fakat Kur’anda şiirin zararlı olan üç hususiyeti yoktur;

1- Şiir hususidir, bir zamana bir mekâna ve bazı şahıslara bakar.

2- Şiirde cümleler sadece kendinden önce ve sonra olan cümleler ile münasebeti var, Kur’anda ise herbir cümle, kelime ve harfin bütün cümle, kelime ve harfler ile münasebeti vardır.

3- Şiir küçük ve sönük hakikatleri büyük ve parlak gösterir, Kur’anın ders verdiği hakikatler ise büyük ve parlaktır.)

Bırak bîçare feryadı, beladan gel tevekkül kıl!

Zira feryad, bela-ender, hata-ender beladır bil!

Bela vereni buldunsa, atâ-ender, safa-ender beladır bil! (İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) dediği gibi: “Melikin atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.” Mesnevi-i Nuriye – 77)

Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, (Manend-i belâbil; bülbül gibi demektir.) dema keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender hebadır bil!

Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl! (Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya ALLAH’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki; milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryad et. Çünki bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bahusus âhireti bilmediğin için, ölümü i’dam-ı ebedî tahayyül ettiğinden -âdeta- güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. Lemalar – 209)

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül. (Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir. Lemalar – 13)

Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.

Hudabîn isen, o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde (Hüdabin insanın dünyanın akibeti ne olursa olsun, lezaizi terketmesi evlâdır. Çünki akibetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Mesnevi-i Nuriye 119)

Ger hodbîn isen, helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.

Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

Terki demek: Huda mülkü, onun izni, onun namıyla bakmakta.

Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.

Eğer nefsine talib isen, çürüktür hem temelsiz de.

Eğer âfâkı ister isen, fena damgası üstünde.

Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.

Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında…

* * *

 

Siyah Dutun Bir Meyvesi

(Musibetlere, elemlere karşı nasıl mukabele edileceğine dair bir tatbikattır.)

[O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir.]

Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.

Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur’an namına kalbimdir.

Geçen sözler hakikattır, sakın şaşma, hududundan hazer aşma,

Ecanib fikrine sapma, dalalettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.

Görürsün en ziyadarın, zekâvette alemdarın, (Ziya paşa; zekavette alemdar bir şahsiyet)

O hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekva edeyim ben dahi şaştım!”

Kur’an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem.

Ondan ona şekva ederim sen gibi şaşmam

Hak’tan Hakk’a feryad ederim, sen gibi aşmam,

Yerden göğe dava ederim, sen gibi kaçmam. (Yerden göğe kadar her yerde olan eşya ve hadisatın Hakk’a ait olduğunu dava ediyor.)

Ki, Kur’anda hep dava nurdan nuradır, sen gibi caymam.

Kur’andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam. (Kuran nazarıyla bakılmayan her bakış, her anlayış; ecnebi fikridir, Avrupa feylesoflarının fikridir.)

Furkan’dadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.

Halktan Hakk’a seyran ederim, sen gibi sapmam.

Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.

Ferşten arşa şükran ederim, sen gibi asmam.

Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.

Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.

Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı; sen gibi görmem.

Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.

Rahmet kapısı, Nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.

Bismillah diyerek çalıyorum, {(Haşiye-1): Eyvah diyerek kaçmıyorum.} arkama bakmam, dehşet de almam.

Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.

Allahü Ekber diyerek ezan-ı haşri işitip kalkacağım, {(Haşiye-2): İsrafil’in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahü Ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı kübradan çekilmem, mecma-ı ekberden çekinmem.} mahşer-i ekberden çekinmem, mescid-i a’zamdan çekilmem.

Lütf-u Yezdan, nur-u Kur’an, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem.

Durmayıp koşacağım, arş-ı Rahman zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşâallah.

* * *

Kalbe Farisî olarak tahattur eden bir münacat

(Sıkıntılı vaziyetlerde karşı münacat yolunu gösteriyor.)

هذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

[Yani bu münacat, (Münacat, evvelâ hakikatı arayıp bulduktan sonra istemek demektir. Bu makamda altı cihetden gelen vahşete karşı teselli verecek hakikat taharri ediliyor.  Altı cihetden gelen vahşete karşı teselli verecek hakikatın, iman vesikasını elde etmek olduğunu anlayan insan, cüz’-i ihtiyarîsinden vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ü kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ü kuvvetine iltica etmekle necat bulur. Üçüncü Şuadaki münacat ise teshir hakikatını kâinatta gördükten sonra herşeyi teshir eden zâttan istemek demektir.) kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır. Evvelce matbu olan “Hubab Risalesi”nde dercedilmişti.]

İman nazarının altı ciheti nasıl nurlandırdığını, cüz’-i ihtiyarîden dahi vazgeçip vücudunu, o vücudu veren Hâlıkın yolunda feda etmenin beş kârını anlatılıyor.

يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

Ya Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Manen bana denildi ki: “Yetmez mi derd, derman sana.”

دَرْرَاسْتْ مِى دِيدَمْ كِه دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ

Birinci Cihet- Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. (Sağ cihet kendimizle alâkadar mazimizdir.) Fakat gördüm ki: Dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Birinci Cihet- (İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbab gösterir.)

(Bak zaman-ı mazi senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin!… Mesnevi-i Nuriye – 68)

وَ دَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

İkinci Cihet- Sonra soldaki istikbale baktım. (Sol cihet kendimizle alâkadar istikbalimizdir.) Derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp ünsiyet değil, belki vahşet verdi.

İkinci Cihet- (İman ve huzur-u iman, o dehşetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmaniye gösterir.)

وَ اِيمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor.

(İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.)

(Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. Lemalar – 274)

بَرْ سَرِ عُمْرْ جَنَازَهءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْتْ

Üçüncü Cihet- İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp, yukarıya şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki: O ağacın tek meyvesi, benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.

Üçüncü Cihet- (İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.)

دَرْ قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ

Dördüncü Cihet- O cihetten dahi me’yus olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki: Aşağıda ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.

Dördüncü Cihet- (İman, o toprağı rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.)

(Bu şaşaalı baharın çiçeklerini temaşa etmek için araba ile bir-iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkinde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârane tesbihat edip, lisan-ı hal ile Sâni’-i Zülcelallerinin san’atını takdir edip alkışlıyorlar gibi hakkalyakîn hissettiğimden; hayat-ı dünyeviyeye müştak hissiyatım ve gafil ve tahammülsüz nefsim bu halden istifade ederek, dünyadan nefret ve hastalıklı ve sıkıntılı hayattan usanmak ve berzaha gitmeğe ve oradaki yüzde doksan dostlarını görmeğe iştiyak cihetinde karar veren kalbime ve fânide bâki zevk arayan nefsime itiraz geldi. Birden hissiyata da, damarlara da sirayet eden iman nuru o itiraza karşı gösterdi ki: Madem toprak bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve zînetlere maddî cihetinde mazhar olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başı boş kalmıyor.. elbette bütün bu zahirî ve maddî zînetlerin ve güzelliklerin ve hüsün ve cemal ve rahmet ve hayatın manevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev’i, toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette bu himayetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakikî ve daimî ve manevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka lâyıktır.. diye o kör hissiyatın ve dünyaperest nefsin itirazını tamamıyla izale ve def’etti. “Elhamdülillahi alâ nur-il imani min külli vechin” dünyaperest nefsime de dedirtti. Emirdağ-1 – 237)

چُونْ دَرْ پَسْ مِينِگَرَمْ بِينَمْ اِينْ دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْتْ

Beşinci Cihet- Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. (Arka cihet bütün mahlûkatın mazisidir.) Gördüm ki: Esassız, (Esassız yani gayesiz maksadsız) fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. (Risale-i Nurda vücud dairesi dağa, adem ise dereye teşbih edilmiştir.) Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti.

Beşinci Cihet- (İman o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterir.)

وَ دَرْ پِيشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ

وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدِيدَارَسْتْ

Altıncı Cihet- Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. (Arka cihet bütün mahlûkatın istikbalidir.) Gördüm ki: Kabir kapısı yolumun başında açık görünüp; onun arkasında ebede giden cadde, (Eşyaya tevehhümü ebediyetle bakmak ebede giden caddeye teşbih edilmiştir. Ama bu bakış saadet getirmez.) uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Altıncı Cihet- (İman, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi, saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden dertlerime hem derman, hem merhem olur.)

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْتْ دَرْ دَسْتْ

İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil benim elimde bir cüz’-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim.

(İman, o cüz’-i lâ-yetecezza hükmündeki cüz’-i ihtiyarî yerine, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir ve belki iman bir vesikadır.)

كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاه و هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ

Halbuki o cüz’-i ihtiyarî denilen silâh-ı insanî

  • Hem âciz,
  • Hem kısadır,
  • Hem ayarı noksandır (Diğer bütün mahlûkatın tercihleri ile kendi tercihlerimizin iktiran ettiği noktaları öncesinde ve sonrasında bilmekte noksan)

İcad edemez, kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez.

(İman, o cüz’-i ihtiyarîyi, Allah namına istimal ettirip, her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi.)

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْتْ

Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.

(İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünki kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir.)

(Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise, cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dâhil olduğundan; o cüz’-i ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i iman ile girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def’edebildiği gibi; nur-u iman ile istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder. Lemalar – 230)

مَيْدَانِ اُو اِينْ زَمَانِ حَالْ و يَكْ آنِ سَيَّالَسْتْ

O cüz’-i ihtiyarînin meydan-ı cevelanı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir.

بَا اِينْ هَمَه فَقْرْهَا وَ ضَعْفْهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه

نُوِشْتَه اَسْتْ دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zaîfliğimle ve fakr ve aczimle beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde dercedilmiştir.

بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ

Belki dünyada ne varsa, nümuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için (fıtratımda nümuneleri olan eşya için) çalıştırıyorum, (fıtratımda bulunan cihazlar için) çalışıyorum.

دَائِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگِى دَارَسْتْ

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْ رَسَدْ

دَرْ دَسْتْ هَرْچِه نِيسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ

Hattâ hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hacet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَائِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَائِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْر و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ

Demek fakr u ihtiyaçlarım, dünya kadardır.

وَ سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لاَيَتَجَزَّا اَسْتْ

Sermayem ise, cüz’-i lâ-yetecezza gibi cüz’î bir şeydir.

اِينْ جُزْءْ كُدَامْ وَ اِينْ كَائِنَاتِ حَاجَاتْ كُدَامَسْتْ

İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hacet nerede?

Ve bu beş paralık cüz’-i ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْ رَاهِ تُو َازْ اِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْ مِى گُذَشْتَنْ چَارَهءِ مَنْ اَسْتْ

O çare ise şudur ki: O cüz’-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ü kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ü kuvvetine iltica ederek hakikat-ı tevekküle yapışmaktır.

(Buraya kadar altı cihetimizden bir nur aradık. Neticede çare-i necatı acz ve fakrımıza meded edecek külli iradeye ilticada etmekte buluyoruz.)

Ya Rab! Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz’-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتْگِيرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُو پَنَاهِ مَنْ اَسْتْ

Tâ senin inayetin, acz u za’fıma merhameten elimi tutsun.

Hem tâ senin rahmetin, fakr u ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتْ اَسْتْ تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْتْ

Evet, herkim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serab hükmünde olan cüz’-i ihtiyarına itimad etmez; rahmeti bırakıp ona müracaat etmez…

اَيْوَاهْ اِينْ زِنْدِگَانِى هَمْ چُو خَابَسْتْ

وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ

(Cüz’i ihtiyariyeye sarılan insan aciz, kısa noksan olduğunu görünce kurtuluşu dünyanın ve kendinin devam ve bekasında buluyor. Hâlbuki)

Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi’ ettik. Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rü’ya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider…

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَا اَسْتْ

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانِى ىِ خُودْرَا فَدَا كُنْ

خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْتْ

Madem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder; gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, Güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de: Kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun.

Hem feda et. Çünki şu vücud, sende vedia ve emanettir.

وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ

اَزْ آنْ سِرِّى كِه ، نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتْ اَسْتْ

Hem onun mülküdür, hem o vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et; tâ beka bulsun. Çünki nefy-i nefy, isbattır. Yani: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.

خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْ تُو

بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ

Birinci Kâr: Hâlık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiatı verir. (Altıncı Sözdeki İkinci Kâr: Hem cennet gibi bir fiat veriliyor.)

İkinci Kâr: Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. (Altıncı Sözdeki Dördüncü Kâr: Hem hayat yükünü, zaîf beline yüklemediğinden dolayı vicdanı daimi azabtan kurtulur.

Üçüncü Kâr: Kıymetini yükselttiriyor. (Altıncı Sözdeki Üçüncü Kâr: Hem her âza ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar.)

Dördüncü Kâr: Yine sana, hem bâki, bir surette verecektir. (Altıncı Sözdeki Birinci Kâr: Fâni mal, (evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat) beka bulur.)

Beşinci Kâr: hem mükemmel bir surette verecektir. (Altıncı Sözdeki Beşinci Kâr Hem bütün o âza ve âletlerin ibadeti ve tesbihatı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, mükemmel olarak Cennet yemişleri suretinde verilir.)

Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Tâ beş hasaretten kurtulup, beş rıbhi birden kazanasın.

* * *

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَلَمَّا اَفَلَ قَالَ لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ

لَقَدْ اَبْكَانِى نَعْىُ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِنْ خَلِيلِ اللّٰهِ

İbrahim Aleyhisselâm’dan sudûr ile, kâinatın zeval ve ölümünü ilân eden na’y-i لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ beni ağlattırdı.

(İbrahim’den (AS) sudur ile, kainatın zeval ve ölümünü gösterip akıl, ruh, kalb, vicdan ve nefsin ağlamalarına karşı hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabuda yüzleri çevirerek akıl, ruh, kalb, vicdan ve nefsi güldüren farisi bir beyttir.)

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُئُونِ اللّٰهِ

Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da, o kadar hazîndir, ağlattırıyor. Güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.

لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فِى كَلاَمِ اللّٰهِ

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlahî’nin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.

نَمِى زِيبَاسْتْ اُفُولْدَه گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. (İnsan kâinata ebediyet verecek ve kainatın ihtiyaçlarını yerine getirecek Kayyum-u Bakî ve Ehad-i Samed olan bir Zâtı sevebilir. Çünkü insan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. Sözler – 358)

نَمِى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlub ki, gurubda gaybubet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın. (“Madem dünya fanidir, değmiyor alaka-i kalbe…” Mektubat – 79)

نَمِى خَواهَمْ فَنَادَه مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ

Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünki fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?..

نَمِى خَوانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ

Bir mabud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünki nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mabud olur?

عَقْلْ فَرْيَادْ مِى دَارَدْ نِدَاءِ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِى زَنَدْ رُوحَمْ

Evet zahire mübtela olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile me’yusane feryad eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ feryadını ilân ediyor.

نَمِى خَواهَمْ نَمِى خَوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرَاقِى

İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem müfarakati…

نَمِى اَرْزَدْ مَرَاقَه اِينْ زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاَقِى

Der-akab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir. Çünki zeval-i lezzet, elem olduğu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin, bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar.

اَزْ آنْ دَرْدِى گِرِينِ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte o zeval-âlûd mülâkatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belasındandır ki, kalbim İbrahimvari لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ اِينْ فَانِى بَقَا خَازِى بَقَا خِيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fâni dünyada beka istiyorsan; beka, fenadan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki, bâki olasın. (Cüz’i ihtiyarini Külli ihtiyariye muvafık olarak kullan esmaya ayinedarlık et ki beka bulasın. Yoksa nefs-i emmare hesabına kullansan fenaya gidecektir.)

فَنَا شُدْ هَمْ فَدَا كُنْ هَمْ عَدَمْ بِينْ كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَه رَاهْ فَنَادَنْ

Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et. (“Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.” Sözler – 494)

Fâni ol! Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u Hakikî yolunda feda et. (Nefis ve malını Cenab-ı Hakka satsan beş kârı bulur beş zarardan kurtulursun.) Mevcudatın adem-nüma akibetlerini gör. Çünki şu dünyadan bekaya giden yol, fenadan gidiyor.

فِكِرْ فِيزَارْ مِى دَارَدْ اَنِينِ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalıp, me’yusane fizar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvari لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ eniniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcud-u Hakikî’ye ve Mahbub-u Sermedi’ye bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ كِه دَرْ هَرْ فَرْدْ اَزْ فَانِى دُو رَاهْ هَسْتْ

بَا بَاقِى دُو سِرِّ جَانِ جَانَانِى

Ey nâdan nefsim! Bil ki: Çendan dünya ve mevcudat fânidir. Fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can-ı canan olan Mahbub-u Lâyezal’in tecelli-i cemalinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki: Suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen… (Yani afaka bakıp mevcudatın bir nakış olduğunu görüp nakşın fâni sureti arkasında nakkaşa geçebilirsen; hem enfüse bakıp mazhar olduğu nimetleri görüp nimetin fâni sureti arkasında in’ama geçebilirsen.)

كِه دَرْ نِعْمَتْهَا اِنْعَامْ هَسْتْ وَ پَسْ آثَارْهَا اَسْمَا بِگِيرْ مَغْزِى وَ مِيزَنْ دَرْ فَنَا آنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

(Fâniden bâkiye îsal eden iki sırdan biri nimetten in’ama geçmekle şükretmek diğeri nakıştan manaya geçerek marifet kesbetmektir. İki yol ise nimette in’amı görme ve nakıştan manaya geçme yoludur. Ve o iki lem’a ise Mün’im’in ve Sâni’-i Zülcelal’in cilve-i Cemalinin lem’asıdır.)

(Vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır:

Biri: Cenab-ı Mün’im-i Hakikî’nin bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip, şükür ve ibadetini etmelisiniz. (Şükrün, tanımanın önüne geçmesinin sebebi insanın nimete mübtela olmasıdır.)

İkincisi: Âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz. İşte bu iki esas üzerine kemalât-ı insaniye neşv ü nema bulur. Bununla insan, insan olur. Sözler – 126)

Birinci Sır: Evet, nimet içinde in’am görünür; Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’ama geçsen, Mün’im’i bulursun.

İkinci Sır: Hem her eser-i Samedanî, bir mektub gibi, bir Sâni’-i Zülcelal’in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen, esma yoluyla Müsemmayı bulursun.

Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et. Manasız kabuğunu kışrını, acımadan fena seyline atabilirsin.

بَلِى آثَارْهَا گُويَنْدْ زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا وَ مِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا

Evet masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sâni’-i Zülcelal’in çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat, elfazdır, kelimat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy. Manasız kalan elfazı, bilâperva zevalin havasına at. Arkalarından alâkadarane bakıp meşgul olma.

عَقْلْ فَرْيَادْ مِى دَارَدْ غِيَاثِ ( لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte zahirperest ve sermayesi âfâkî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî böyle silsile-i efkârı, hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me’yusane feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçare nefsim, İbrahimvari لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ gıyasını çek, kurtul.

(Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Mektubat – 10)

(Muhabbet, çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecazî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir. Sözler – 638)

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا جَامِى عِشْقْ خُوىْ

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى گُوىْ demiştir.

__________________

{(Haşiye): Yalnız bu satır Mevlâna Câmî‘nin kelâmıdır.}

__________________

  1. Yani: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değ
  2. Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.
  3. Biri taleb et, başkalar lâyık değiller.
  4. Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
  5. Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
  6. Biri söyle, ona aid olmayan sözler malayani sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى ٭ هُوَ الْمَطْلُوبُ ٭ هُوَ الْمَحْبُوبُ ٭ هُوَ الْمَقْصُودُ ٭ هُوَ الْمَعْبُودُ

Evet Câmî pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mabud; yalnız odur.

كِه لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ

Çünki bu âlem bütün mevcudatıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamatıyla zikr-i İlahînin halka-i kübrasında beraber “Lâ ilahe illa Hu” der, vahdaniyete şehadet eder.

لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezalî’yi gösteriyor. (Bu cümlede üçüncü lem’a yı özetledi.)

* * *

[Bundan yirmibeş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yuşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız, istihare edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmiüçüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.]

(Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû’-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz’ün İkinci Makamının 219-220’nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:

Birinci Levha: Ehl-i dalalet gibi, fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder.

İkinci Levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir. Sözler 330)

Birinci Levha

[Ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder levhadır.]

Beni dünyaya çağırma Ona geldim fena gördüm.

Dema gaflet hicab oldu (Gaflet perde olduğu zaman) Ve nur-u Hak nihan gördüm. (Hak nuru saklanmış gördüm.)

Bütün eşya-yı mevcudat Birer fâni muzır gördüm.

Vücud desen onu giydim Ah ademdi çok bela gördüm.

Hayat desen onu tattım Azab ender azab gördüm.

Akıl ayn-ı ikab oldu Bekayı (bekayı dünyeviyi) bir bela gördüm. (Dünya hayatının bâkî olup âhiretin olmaması bir beladır. Evet gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor; ne haldesin? Elbette, aman vakit geçmiyor, gel bir şeş-beş oynayalım, veyahud vakti geçirmek için bir eğlence bulalım, gibi müteellimane sözleri ondan işiteceksin.. veyahud tûl-i emelden gelen, bu şey’im eksik, keşki şu işi yapsaydım gibi şekvaları işiteceksin. Lem’alar 217)

Ömür ayn-ı heva oldu Kemal ayn-ı heba gördüm. (Devam etmeyen kemal hakikat nazarında kemal değildir. Vücudun vücudu kemal iledir. Kemalin kemali de devam ile olur. Mesnevi-i Nuriye 62)

Amel ayn-ı riya oldu (İnsanın amelinde iki şık vardır. Eğer amel Allah için olmazsa ayn-ı riya olur. Hayır o vakit hayır olur ki Allah için ola… Nur’un İlk Kapısı 45)

Emel ayn-ı elem gördüm. (Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır. Sözler 212 O zaman ne kadar emelin var ise o kadar elemin var.)

Visal, nefs-i zeval oldu (Visal dediğimiz şeylerin akıbeti zeval olmasından visal zevalin ta kendisi oldu.)

Devayı ayn-ı dâ’ (dâ’ hastalık demektir.) gördüm. (Her şeyin akıbeti zeval olmasından visale düşman olmayı derdime deva gördüm.)

Bu envâr, zulümat oldu Bu ahbabı yetim gördüm.

Bu savtlar, na’y-ı mevt oldu Bu ahyayı mevat gördüm. (Ve ortalıkta dahi, müdhiş cenazeleri ve me’yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır. Sözler 16)

Ulûm, evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm. (Cenab-ı Hakka ve esmaya bakan hikmetleri görmeyince; hikmet zannettiği hikmetsizlikler adedince hastalıklar oluyor. O vakit herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî mes’eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu. Lem’alar 239)

Lezzet, ayn-ı elem oldu (Lezzetin bitecek olması elem verir.) Vücudda bin adem gördüm. (Eşyanın bin bir esmanın tecellisi vücuda geldiğinden gaflet veya küfür saikasıyla eşyaya bakan insan bin bir esmayı göremez.)

Habib desen onu buldum Ah! Firakta çok elem gördüm.

İkinci Levha

[Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder levhadır.]

Dema gaflet zeval buldu Ve nur-u Hak ayân gördüm.

Beni dünyaya çağırma Ona geldim fena gördüm. Dema gaflet hicab oldu Ve nur-u Hak nihan gördüm.

Vücud, bürhan-ı Zât oldu.

Vücud desen onu giydim Ah ademdi çok bela gördüm.

Hayat, mir’at-ı Hak’tır gör.

Hayat desen onu tattım Azab ender azab gördüm.

Akıl, miftah-ı kenz oldu Fena, bab-ı bekadır gör.

(Eğer Mâlik-i Hakikî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar. Sözler 27)

Akıl ayn-ı ikab oldu Bekayı bir bela gördüm.

Kemalin lem’ası söndü Fakat, şems-i Cemal var gör.

(Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtı, o şuur-u imanî sahibine ulvî bir zevk verir. Şualar 62)

Zeval, ayn-ı visal oldu (Zeval ve firak bizim nazarımızı fani, dünyevi ve maddi şeylerden âhirete, Cenab-ı Hakka çevirmekle bekâya vasıl ediyor.)

Visal, nefs-i zeval oldu Devayı ayn-ı dâ’ gördüm.

Elem, ayn-ı lezzettir gör. (Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir. Şualar 478)

Lezzet, ayn-ı elem oldu Vücudda bin adem gördüm.

Ömür nefs-i amel oldu Ebed ayn-ı ömürdür gör.

Ömür ayn-ı heva oldu Kemal ayn-ı heba gördüm.

Zalâm zarf-ı ziya oldu Bu mevtte hak hayat var gör.

Bu envâr, zulümat oldu Bu ahbabı yetim gördüm.

Bütün eşya enis oldu Bütün asvat zikirdir gör.

Bütün eşya-yı mevcudat Birer fâni muzır gördüm.

Bütün zerrat-ı mevcudat Birer zâkir, müsebbih gör.

Bu savtlar, na’y-ı mevt oldu Bu ahyayı mevat gördüm.

Amel ayn-ı riya oldu Emel ayn-ı elem gördüm.

Ulûm, evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm.

Habib desen onu buldum Ah! Firakta çok elem gördüm.

Fakrı kenz-i gına buldum Aczde tam kuvvet var gör. (Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar. Sözler 6)

Eğer Allah’ı buldunsa Bütün eşya senindir gör. (Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, herşeyi bulur. Sözler 478)

Eğer Mâlik-i Mülk’e memluk isen Onun mülkü senindir gör. (Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memluküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Mektubat 224)

Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen: Bilâ-addin beladır gör,

Bilâ-haddin azabdır tad, Bilâ-gayet ağırdır gör.

Eğer hakikî abd-i hudabin isen Hududsuz bir safadır gör,

Hesabsız bir sevab var tad Nihayetsiz saadet gör…

[Yirmibeş sene evvel Ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî’nin (K.S.) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, esma-i hüsna ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat!. Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münacat, Otuzüçüncü Söz’ün Otuzüçüncü Mektub’u olan Pencereler Risalesine ilhak edilmişti. (Otuzüçüncü Söz de Otuzüç mertebede Vacib-ül Vücubun Vücudu ve Vahdeti kat’i isbat edildikten sonra akabinde münacat edip istemek makamına gelinmiştir.) Makam münasebetiyle buraya alındı. (Bu münacatın Onyedinci Sözle münasebeti; Zeval ve fenaya maruz olan insana zeval ve fenadan kurtuluş çaresinin eşya ve hadisatın zeval ve fenasını anlayıp Bâkî-i Zülcelal’e münacat ta olduğunu ders veriyor.)]

هُوَ الْبَاقِى

حَكِيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فِى قَبْضِ حُكْمِهِ ٭

(Hükümlerinde hakîm olandır. Bizler O’nun kabza-i hükmündeyiz.

“Bütün İstanbul’un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın, sen de gideceksin.” Lemalar – 236)

هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ اْلاَرْضُ وَ السَّمَاءُ

(Hakem olan, Adl olan O’dur. Arz ve sema O’nundur. Hakem ismi hikmetle hükmeden demektir.

عَلِيمُ الْخَفَايَا وَ الْغُيُوبِ فِى مُلْكِهِ ٭

O, mülkündeki bütün gaybları ve gizlilikleri bilendir.

 هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَ الثَّرَاءُ

O, Kâdir ve Kayyûmdur. O’nundur arş ve sera (yer).

لَطِيفُ الْمَزَايَا وَ النُّقُوشِ فِى صُنْعِهِ ٭

Sanatında latif güzellikler ve nakışlar sahibidir.

 هُوَ الْفَاطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَ الْبَهَاءُ

O, Fâtır ve Vedûd’tur. Bütün kıymet ve güzellikler O’nundur.

جَلِيلُ الْمَرَايَا وَ الشُّؤُنِ فِى خَلْقِهِ ٭

Mahlûkat ayinelerinde mahlukatın şuunatında tecelli eden, O’nun celalidir.

 هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَ الْكِبْرِيَاءُ

O’ Melik’tir ve Kuddüs’tür. İzzet ve azamet O’na aittir.

بَدِيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنْعِهِ ٭

Yarattıklarını modelsiz ve emsalsiz olarak yaratan O’dur. Biz de  O’nun sanatının nakşıyız.

 هُوَ الدَّائِمُ الْبَاقِى لَهُ الْمُلْكُ وَ الْبَقَاءُ

O, Dâim-i Bâki’dir. Mülk ve beka O’nundur.

كَرِيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهِ ٭

O hediye ve ihsanları sınırsız olandır. Biz de O Kerîm’in misafirleriyiz.

 هُوَ الرَّزَّاقُ الْكَافِى لَهُ الْحَمْدُ وَ الثَّنَاءُ

Her hacete Kâfî’ olan Rezzak O’dur. Bütün hamd ve senalar yalnız O’na mahsustur.

جَمِيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهِ ٭

O, en güzel hediyeler sahibidir. Bizler O’nun ilminin nesciyiz (dokumalarıyız)

 هُوَ الْخَالِقُ الْوَافِى لَهُ الْجُودُ وَ الْعَطَاءُ

Hâlık O’dur. Vâfî’ O’dur.  Cömerdlik ve ihsan O’ndandır.

سَمِيعُ الشَّكَايَا وَ الدُّعَاءِ لِخَلْقِهِ ٭

Mahlûkatının şikâyetlerini ve dualarını işiten O’dur.

 هُوَ الرَّاحِمُ الشَّافِى لَهُ الشُّكْرُ وَ الثَّنَاءُ

Rahîmdir, şifa verendir. Bütün şükür ve senalar yalnız O’na mahsustur.

غَفُورُ الْخَطَايَا وَ الذُّنُوبِ لِعَبْدِهِ ٭

Kullarının hata ve günahlarını bağışlayacak ancak O’dur.

هُوَ الْغَفَّارُ الرَّحِيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَ الرِّضَاءُ

O Gaffar’dır, Rahîm’dir. Af ve rıza O’ndandır.

Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. (Peki, ne istersin.)

  • İsterim, fakat bir yâr-ıbâki isterim.
  • Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.
  • Hiçender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.”

BARLA YAYLASI; ÇAM, KATRAN, ARDIÇ, KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİDİR

[Barla Yaylası Tepelice de Çam, Katran, Ardıç, Karakavak Ağaçlarına nazar-ı ibret ve sem’-i hikmet ile bakıldığında görülen hakikatlar Farisî Beytler suretinde yazılmış ve Farisî beytin manası verilmiştir. Ehl-i imanın ibret nazarıyla bakarak her zihayat ve ağacın sanat-ı ilahiyyeye nakış olduğunu bilmesinin fikre, ruha, kalbe, nefse, akla, hevaya ve hayale verdiği ayrı ayrı lezzetler anlatılıyor. Makam münasebetiyle buraya alınmış, Onbirinci Mektub’un bir parçasıdır.]

(Onbirinci mektupla münasebeti; mektubta Kur’anın hazine hükmünde olan hakikatlarına dört misal verilmiştir. İkincisi vesvese hakikatının bize ders verilmesi en büyük bir rahmettir. Üçüncüsü kardeşler arasındaki miras hükmündeki rahimiyet cihetini gösteriyor. Şöyle ki cahiliye devrinde ar edip gömdükleri kızlar gibi şimdi de hırs edip kızların haklarını ya vermemek yada fazla vermek ile zulüm ediliyor. Dördüncüsü anneye evladından miras düşmesi hükmü bir rahmettir.)

Bir vakit esaretimde dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybet-nüma suretlerini, hayret-feza vaziyetlerini temaşa ederken pek latif bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin velvele-âlûd bir zelzele-i raks-nüma, bir tesbihat-ı cezbe-edâ suretine çevirdiğinden; eğlence temaşası, nazar-ı ibrete ve sem’-i hikmete döndü. (Mütefekkirane ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Lem’alar 190)

Birden Ahmed-i Cezerî’nin Kürdçe şu fıkrası:

هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگَهِ حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاىْ تَشْبِيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ

hatırıma geldi. Kalbim, ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:

يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگَهِ صُنْعِ تُو زِهَرْجَاىْ بَتَازِى

زِنِشِيبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَّلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى

دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو دَرْ رَقْصْ بَازِى

زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى

زِشِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى

اَزْوَىْ رَقْصَ آمَدْ جَذْبَه خَازِى

اَزِينْ آثَارِ رَحْمَتْ يَافْتْ هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى

اِيسْتَادَسْتْ هَرْ يَكِى بَرْ سَنْگِ بَالاَ سَرْفِرَازِى

دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتْهَارَا بَدَرْگَاهِ اِلهِى هَمْ چُو شَهْبَازِى

بِجُنْبِيدَسْتْ زُلْفْهَارَا بَشَوْقْ اَنْگِيزِ شَهْنَازِى

بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عِشْقْ بَازِى

مِيدِهَدْ هُوشَه گِرِينْهَاىِ دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى

بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْگِيزِ اَيَازِى

مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْنْ اَنْگِيزِ نَوَازِى

رُوحَه مِى آيَدْ اَزُو زَمْزَمَهءِ نَازُ نِيَازِى

قَلْبْ مِيخَوانَدْ اَزِينْ آيَاتْهَا سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازِى

نَفْسْ مِيخَواهَدْ دَرْ اِينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَا بَازِى

عَقْلْ مِيبِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازِى

آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا هَوْهَوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازِى

خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَاهَزَارَانْ نَىْ

اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ

وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ

چُو لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ هَرْ شَىْ

دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْدْ اَللّهْ

فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ

حَيَاتِى دِهْ بَاِينْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَاِينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا آمِينْ

Barla Yaylası Tepelicede çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisî beyitlerin manası:

هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگَهِ حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاىْ تَشْبِيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ

Hatırıma geldi. Kalbim dahi ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:

Yani: Senin temaşageh-i hüsnüne, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemalinle nazdarlık ediyorlar. (Çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ Sâni’-i Zülcelal’in neşir ve teşhir olunan acaib-i san’atını bir-iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın; tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın. Sözler – 600)

(Sema ve yüzü, Güneş gözüyle zeminin yüzündeki cemal-i rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarıdaki azamet-i İlahiyeyi temaşayı müteakib; o iki göz birbiri içine kapanırken, rûy-i zemindeki gözleri kapıyor.” diye mu’cizane bir kelime ile hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos işaretine işaret ediyor. Lem’alar 108)

يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگَهِ صُنْعِ تُو زِهَرْجَاىْ بَتَازِى

Her zîhayat senin temaşageh-i san’atın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.

زِنِشيِبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَّلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى

Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar.

دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو (نُسْخَه: زِهَوَاىِ شَوْقِ تُو) دَرْ رَقْص بَازِى

Senin cemal-i nakşından keyiflenip, o dellâl-misal ağaçlar oynuyorlar.

زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى

Senin kemal-i san’atından neş’elenip, güzel güzel sadâ veriyorlar.

زِشِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى

Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neş’elendirip nazeninane bir naz ettiriyor.

اَزْوَىْ رَقْصَه آمَدْ جَذْبَه خَازِى

İşte ondandır ki; şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

اَزِينْ آثَارِ رَحْمَتْ يَافْتْ هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى

Şu rahmet-i İlahiyenin âsârıyladır ki; her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar. (Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı, lafzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip ta’zim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir. Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Sözler 40)

اِيسْتَادَسْتْ هَرْ يَكِى بَرْ سَنْگِ بَالاَ سَرْفِرَازِى

Ders aldıktan sonra, herbir ağaç yüksek bir taş üstünde arşa başını kaldırıp durmuşlar. (Kıyamda durmuşlar)

دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتْهَارَا بَدَرْگَاهِ اِلهِى هَمْ چُو شَهْبَازِى

Herbirisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender {(Haşiye-1): Şehbaz-ı Kalender, meşhur bir kahramandır ki, Şeyh-i Geylanî’nin irşadıyla dergâh-ı İlahîye iltica edip mertebe-i velayete çıkmıştır.} gibi dergâh-ı İlahîye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar. (Ağaçlar elleri hükmünde olan dallarını dergah-ı ilahiyeye kaldırıp dua ediyorlar.)

بِجُنْبِيدَسْتْ زُلْفْهَارَا بَشَوْقْ اَنْگِيزِ شَهْنَازِى

_____________________________________

{(Haşiye-2): Şehnaz-ı Çelkezî, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.}

_____________________________________

Oynattırıyorlar zülüfvari küçük dallarını ve onunla, temaşa edenlere de latif şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.

بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عِشْقْ بَازِى

Aşkın “Hây Hûy” perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor (insanın ince hissiyatları) gibi sadâ veriyorlar.

_____________________________

{(Nüsha): Şu nüsha, mezaristandaki ardıç ağacına bakar:

 بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ چَرْخِ بَازِى ٭ مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْنْ اَنْگِيزِ نَوَازِى

____________________________________

مِيدِهَدْ هُوشَه گِرِينْهَاىِ دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى

(Zahir nazarda fikre gelen mana) Fikre şu vaziyetten şöyle bir mana geliyor: Mecazî muhabbetlerin zeval elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazîn bir enîni ihtar ediyorlar.

بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْگِيزِ اَيَازِى

Mahmudların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlûd mahbublarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar.

مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْنْ اَنْگِيزِ نَوَازِى

Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere; ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.

رُوحَه مِى آيَدْ اَزُو زَمْزَمَهءِ نَازُ نِيَازِى

Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sâni’-i Zülcelal’in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.

قَلْبْ مِيخَوانَدْ اَزِينْ آيَاتْهَا سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازِى

Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i’cazın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece hârika bir intizam, bir san’at, bir hikmet vardır ki: Bütün esbab-ı kâinat birer fâil-i muhtar farzedilse ve toplansalar taklid edemezler.

نَفْسْ مِيخَواهَدْ دَرْ اِينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَا بَازِى

Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe; bütün rûy-i zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradı. “Dünya-perestliğin terkinde bulacaksın” manasını aldı. (Nefis lezzet ve menfaatin menşeidir. Sözler 359 Nefis hakiki zevki ve lezzeti dünya-perestliğin terkinde buluyor.)

عَقْلْ مِيبِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازِى

Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet manidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her şey, çok cihetlerle Sâni’-i Zülcelal’i tesbih ettiğini anlıyor.

(İnsanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. Şualar 759)

آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا هَوْهَوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازِى

Heva-yı nefs ise şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvak-ı mecazîyi (Ezvak-ı mecazî Allah namına olmayan dilin gözün kulağın ve manevi cihazların aldığı zevklerdir.) ona unutturup, o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazîyi terketmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.

خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَاهَزَارَانْ نَىْ

Hayal ise, görüyor; güya şu ağaçların müekkel melaikeleri içlerine girip herbir dalında çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara onları giydirmiş ki; o ağaçlar camid, şuursuz cisim gibi değil.. belki gayet şuurkârane manidar vaziyetleri gösteriyorlar.

اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ

İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-u Kayyum’a karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor. (Üstadın fikri o neylerden teşekkürat manasını anlıyor. Bülbülün cüz’î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşahedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhavere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamat-ı hazînesi, hayvanî teellümattan gelen teşekkiyat değil, belki atâyâ-yı Rahmaniyeden gelen bir teşekkürattır. Sözler – 355)

وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ

Madem ağaçlar, birer cesed oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleri ile havanın dokunmasıyla “Hu Hu” zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla Sâni’inin Hayy-u Kayyum olduğunu ilân ediyorlar.

چُو لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ هَرْ شَىْ

Çünki bütün eşya “Lâ ilahe illa Hu” deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar.

دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْدْ اَللّهْ

Vakit-bevakit lisan-ı istidad ile Cenab-ı Hak’tan hukuk-u hayatını “Ya Hak” deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. (Birinci nevi dua: İstidad lisanıyladır ki; bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidad ile Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: “Senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için, bize neşv ü nema ver, küçük hakikatımızı sünbülle ve ağacın büyük hakikatına çevir.” Mektubat 299)

Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisanıyla “Ya Hayy” ismini zikrediyorlar.

فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ

حَيَاتِى دِهْ بَاِينْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَاِينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا آمِينْ

* * *

[Bir vakit Barla’da Çam Dağı’nda yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış. Dördüncü Mektub (Dördüncü Mektub da ism-i Hakîm ve Rahim anlatılmıştı. Hakîm isminin tecellisi ile yıldızların vaziyetinde hikmet-i kudsiyenin ne surette göründüğüne bu yıldızname bir misal olmuştur.) ile Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfının âhirinden alınmıştır. (Otuzikinci Sözün Birinci Mevkıfının âhirindeki bu âyet-i kerime nazar-ı dikkati semanın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semanın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak’ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Sözler 601)]

(Yıldızname’nin Onyedinci Sözün Birinci makamı ile münasebeti; Cenab-ı Hakk esmasının güzellikleri ile zemini çiçeklerle semayı yıldızlarla tezyin etmiş süslemiş. İman nazarı ise yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarından ders almıştır.)

Yıldızları konuşturan bir Yıldızname

فَاسْتَمِعْ آيَةَ

  اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا…الخ

Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine (Yüksek bir yerden hutbe okuyan imam gibi yıldızlar da zişuurlara şirin bir hutbe okuyor.)

Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş. (Gayet nurlu olan hikmetli bir nameyi kudret kalemi sema sahifesinde yazmıştır.)

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler: (Semavat Cenab-ı Hakkın Celalini, Kudretini ve haşmetini gösterdiği gibi arz da Cemalini ve Rahmetini gösteriyor. Küçük mevcudat cemali büyük mevcudat ise celali gösteriyor.)

“Bir Kadîr-i Zülcelal’in haşmet-i Sultanına

Birer bürhan-ı nur-efşanız vücud-u Sâni’a

Hem vahdete, (Nizam ve intizam ile vahdete şehadet ediyor. Âyet-ül Kübranın Birinci Mertebesi gibi) hem kudrete şahidleriz biz. (Her bir yıldız kudretin mücessem bir şahididir.)

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan (Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi bizzarure menşe’lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar. Sözler – 569 Semavat ağaç ise yıldızlar meyveleri hükmünde, Semavat çimen ise yıldızlar çiçekleri hükmünde, Semavat tarla ise yıldızlar sünbülleri hükmünde, Semavat deniz ise yıldızlar balıkları hükmündedir.)

Nazenin mu’cizatı çün melek seyranına.

Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden (Arza nezaret eden melaikenin, arzdaki mahlukatın herbir amellerinin âhiretteki neticelerini gördüğüne işarettir.)

Binler müdakkik gözleriz biz

{(Haşiye): Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizat-ı kudret teşhir edildiğinden; semavat âlemindeki melaikeler o mu’cizatı, o hârikaları temaşa ettikleri gibi, ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, (yani yıldızlara müekkel olan melekler) güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe Cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat hârikaları bâki bir surette Cennet’te dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir Cennet’e bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var demektir.}

(“Sema ve yüzü, Güneş gözüyle zeminin yüzündeki cemal-i rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarıdaki azamet-i İlahiyeyi temaşayı müteakib; o iki göz birbiri içine kapanırken, rûy-i zemindeki gözleri kapıyor.” diye mu’cizane bir kelime ile hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos işaretine işaret ediyor. Lemalar – 108)

Tûbâ-i hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına (Kehkeşan semavatın bir dalı hükmünde olduğuna işaret ediyor. Zira ğusun ve uruc dal demektir.) (Ağacın ekseriyet itibari ile yapraklarının yeşil olmasından dolayı kainat ağacının seması yeşil tabir edilmiştir.)

Bir Cemil-i Zülcelal’in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz. (Yıldızların bize menfaati cihetinde bakarsak Cemal, zâtı itibari ile bakarsak Celal görünür.)

Şu semavat ehline

  1. Birer mescid-i seyyar,
  2. Birer hane-i devvar, (meleklerin dönen bir hanesi)
  3. Birer ulvî âşiyane, (ulvi bir kuş yuvası hükmünde)
  4. Birer misbah-ı nevvar, (melekler nurlu lambaları ellerine almışlar onlarla raks ediyorlar.)
  5. Birer gemi-i cebbar,
  6. Birer tayyareleriz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemal’in, bir Hakîm-i Zülcelal’in

  1. Birer mu’cize-i kudret,
  2. Birer hârika-i san’at-ı hâlıkane,
  3. Birer nadire-i hikmet,
  4. Birer dâhiye-i hilkat,
  5. Birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüzbin dil ile yüzbin bürhan gösteririz, (Yıldızların anları ve adedlerince tesbih ettiğine işareten yüzbin dil denilmiştir.) işittiririz insan olan insana. (Evet bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve berr ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır. Sözler 164 – 165)

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.

Kehkeşanın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz.” dediklerini hayalen dinledim. (Hayal aklın hizmetkarıdır.)

* * *

(Bu yıldıznameyi insanlık âlemine tatbik ettiğimizde nev’i beşerin güneşi, ayları, yıldızları hükmünde olan Peygamberler, asfiyalar ve evliyalar hakkında şu manalar ortaya çıkıyor.

Peygamberler, asfiyalar ve evliyalar âleme hutbe okuyor. Onlar kendilerine takrir edilmiş ümmetlerine hikmet dersleri veriyorlar.

Hep beraber nutka gelip, hak lisanıyla Kadîr-i Zülcelal’in haşmetli saltanatına bir bürhan olup Sâni’in vücuduna, vahdetine ve kudretine şehadet ederler.

Zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mu’cizatı seyrederler. Hem semaya hemde arza bakar, arzdaki icraatların âhiretteki cennet cehennemdeki tecelliyatlarını görür binler müdakkik Peygamberler, asfiyalar ve evliyalardır onlar.

Bir Cemil-i Zülcelal’in, dest-i hikmetle (Beşeriyet âlemine) taktığı pek güzel meyvelerdir onlar. (Yani beşeriyet âleminin bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir. Sözler 235)

Peygamberler, asfiyalar ve evliyalar semavata, melek ve ruhanilerin birer mescidi, birer hanesi, birer ulvî âşiyanesi, birer misbahı, birer gemisi, birer tayyaresi nazarı ile bakmışlardır.

Peygamberler, asfiyalar ve evliyalar bulunmuş oldukları zamanlarda Kadîr-i Zülkemal’in, Hakîm-i Zülcelal’in mu’cize-i kudretini ümmetlerine göstermişler, Ve o bulundukları asırlarda İslam’ın yaşanması için yaptıkları hizmetlerle mana nakşını dokuyarak Hâlık’ın birer san’at harikası, birer nadire-i hikmeti, birer dâhiye-i hilkatı, birer nur âlemi olduklarını ehl-i nazara göstermişler.

Peygamberler, asfiyalar ve evliyalar yüzbin delil ile yüzbin bürhan göstererek insan olan insana hakkı ve hakikatı lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile ders vermişlerdir. Fakat kâfirlerin dinsiz gözü Peygamber, asfiya ve evliyanın lisan-ı hal ile ders verdiği hak ve hakikatı görmezler. Ve lisan-ı kal ile tebliğ ettikleri hakikatları işitmezler.

Peygamberler, asfiyalar ve evliyaların gösterdikleri tevhid sikkeleri ve turraları birdir aralarında yalnız icmal tafsil farkı vardır. Bütün Peygamberler, asfiyalar ve evliyalar Rabblerine öyle müsahhardırlar ki bir sâniye kadar yollarını şaşırmayarak, zerre kadar vazifelerinden geri kalmayarak tesbih, zikir ve ubudiyet vazifelerini yerine getirmişler. (Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir. “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der. İşte Kur’anın tilmizlerinden Şah-ı Geylanî, Rufaî, Şazelî (R.A.) gibi şakirdleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adedlerini, mahlukatın aded-i enfasını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar. Cenab-ı Hakk’ı zikir ve tesbih ediyorlar. Lem’alar 119)

Bu yıldıznamede adeta Peygamberler, asfiyalar ve evliyaların ubudiyet halka-i kübrasına mensub birer meczub olduklarını hayalen dinledim.

 

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir