Onsekizinci Söz
(Onsekizinci Söz’ün Onyedinci Sözle olan münasebeti: Onyedinci Sözde zeval ve fenaya hem Hâlık hem mahlûk canibinden baktırarak kâinatta, hilkatte mutlak bir güzellik olduğunu, her şeyi her yeri Cenab-ı Hakkın rahmeti ile güzelleştirdiğini ispat etti. Burada ise bu güzellikleri göremememizin sebepleri üzerinde duruluyor. Birinci ve İkinci Noktada Cenab-ı Hakkın kâinatta vaz ettiği güzelliği ve kemalatı görememenin enfüsi ve afaki sebebleri beyan ediliyor. Üçüncü Noktada bu güzellikleri görmeğe mani olan sebepleri ortadan kaldıran Peygamberimizin nübüvveti nazara veriliyor. Üçüncü Noktanın sonunda geçen âyette “Allah’ın indinde din İslâmdır” diyor. Çünkü din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif eden bir beyannamesi ve bir tarifesi olduğundan Cenab-ı Hakkı ve kâinatı en iyi beyan ve tarif eden din islamiyettir. Ayrıca diğer âyette Peygamberimizle beraber olanların esmanın cemal ve kemalini görüp ona göre mukabele edenler olduğuna işaret ediyor.)
Onsekizinci Söz
(Bu sözün iki makamı var. İkinci Makamı daha yazılmamıştır. Birinci Makamı üç noktadır.)
BİRİNCİ NOKTA:
İnsanda görünen güzellikler de insanın sahiplenmeye hakkı yoktur. Zira o güzellik Cemal sahibi olan Allah’a aittir. Güzellikleri üstüne alan nefisperest eşyaya veren tabiatperest olur.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ
(O yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övülmek isteyenlerin azaptan kurtulacaklarını sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Âl-i İmran 189)
Nefs-i emmareme bir sille-i te’dib:
Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta (eşsiz) sersem nefsim! (Nefsin bu hitaba mazhar olmasının sebebi nefsin tevhidde noksanlığından dolayı Tevhid sikkelerini görmeyip kendinde görünen güzellikleri üstüne almaktır.)
Eğer
Birinci temsil: Binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği (Binler meyve binbir esmaya teşbih edilmiş. Mahiyet veya cüz’i ihtiyari; çekirdeğe teşbih etmiş.)
İkinci temsil: Ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; (İcmali olarak yüz esmaya ayine olmak veya tafsilli olarak bin esmaya şuurlu bir ayine olmayı yüz salkıma teşbih etmiş. Mahiyet veya cüz’i ihtiyari; siyah kurucuk çubuğuna teşbih etmiş.)
bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.
(Bu temsilden iki hüküm çıkarıyoruz.
Evvela bir insan ihtiyarı ile kendi vücudunu ademden vücuda çıkaramaz ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamaz. Toplasa da, o vücudun mikdar-ı muayyenesinde durduramaz. Durdursa da, daima tazelenmekte olan ve vücuduna gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramaz. Öyle ise; bilbedahe insan, vücuduna ve o vücudda görünen güzelliklere sahib çıkamaz.
Saniyen Demek sahib-i hakikîsi başkadır. Öyle ise onlarla gururlanmaya hakkı yoktur. O sahib-i hakikî, adem karanlığında acz, fakr ve kusurla alude olan insanın feryadını işitmiş. İnsanı adem aleminden varlık alemine çıkararak umumi kemale erdirmiş. Sonra O sahib-i hakikî insanın feyze olan kabiliyetine göre dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i esmasının nizam ve tekabülüyle ruh ve cesed vermekle insanı hususi kemale erdirmiş.)
Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini
- Fahrin ile tenkis ediyorsun,
(Yirmiüçüncü Söz Birinci Noktada beyan edilen intisabla kıymetinin artması, küfür ile kıymetsiz olması gibi.. Hem nimeti Allahtan bilmemek nimetin kıymetini noksanlaştırır. Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san’atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymetdar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki bazan, antika (tek yekta) olan bir san’at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski (ezeli) hünerver san’atkârına nisbet ederek o san’atkârı yâd etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.
İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır.
Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani: “Sâni’-i Zülcelal’in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi manalarla insandaki san’at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Sâni’ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur. Sözler – 311)
- Gururunla tahrib ediyorsun (Nimet manası kaybolduğu için tahrib oluyor.)
- Ve küfranınla ibtal ediyorsun
- Ve temellükle gasb ediyorsun.
Senin vazifen
- Fahr değil, şükürdür. (Nimetten dolayı gururlanmak değil verilen nimeti verenin rızası yolunda kullanarak şükür etmektir.)
- Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, (Birinci Sözdeki mütevazi şahıs gibi; bir reisin ismini almak. Yani her şeyde reisin maksadı görüp ona göre hareket etmek.) (Lâyık olmadığımız halde verilmesinden dolayı hacaletle utanmak)
- Senin hakkın medih değil istiğfardır, (Nimet bana takıldığı için kendi noksanlığımı anlayıp istiğfar etmek veya nimetin verilme maksadlarına tam riayet edememekten dolayı istiğfar etmek)
- Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir. (Kemale ermek kendinden bilmekle değil Allah’dan geldiğini bilmekle olur.)
Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. (Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tagutlardandır. Sözler 544)
Ene ve Tabiatın iki vazifesi vardır. İkiniz,
Birinci Vazifesi Mahlûkat Canibinden Bakmakla anlaşılır: Hayrı kabul etmek, (Mehasinin hep mevhubedir; Mesnevi-i Nuriye 66)
İkinci Vazifesi Cenab-ı Hak Canibinden Bakmakla anlaşılır: Şerre merci olmak için yaratılmışsınız. (Seyyiatın meksûbedir. Mesnevi-i Nuriye 66)
Ene ve Tabiatın Birinci Vazifesinin izahatı: Yani fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. (Böyle bir şerre sebeb olmakla hakiki çirkinlik ortaya çıkar.)
Demek enenin “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Sözler 537
Enenin istimali ile insan cüz’i ihtiyarisinin tercihleri noktasında ya hayrı kabul eder yada hayrı kabul etmeyerek o cüz’-i ihtiyarî, seyyiata merci’ olmakla şerre sebeb olur. Yani insan tecelliyatına mazhar olduğu esmanın dairesi içinde o esmanın iktiza ettiği vaziyete göre mukabele ederek bir ubudiyette bulunmakla hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmiş olur. Veya cüz’-i ihtiyarîsinden vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ü kuvvetimnden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ü kuvvetine iltica etmekle hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmiş olur. Hayrı kabul ettikten sonrada o da hayrı kendisinden bilmemekle muhafaza etmiş olur.)
Ene ve Tabiatın İkinci Vazifesi Cenab-ı Hak Canibinden Bakmakla anlaşılır: Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. (Zira Tevvab ismi günahları ister.)
Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, (Bu güzellikleri ben takmadım demeyerek ahmak oluyor.) gayet zalimdir. (Cenab-ı Hakk’ın esmasını örtmekle küfran-ı nimet edip esmanın hukukunu çiğnemekle cinayet işleyip zalim oluyor.)
Hem deme ki: “Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir.” Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun. (Yani güzelliği kendimizden bildiğimizden o Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz güzelliği bizde temessül etmemiş olmasından Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz güzelliğine mazhar olamayıp o güzellik bizim üstümüze geçtiğinden yani kendimizden bildiğimizden memer oluruz.)
Hem deme ki: “Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. {(Haşiye): Hakikaten ben de bu münazarada Yeni Said, nefsini bu derece ilzam ve iskât etmesini çok beğendim (Yani nefsini ilzam ve iskat etmekte nefsine kaçacak bir yer bırakmama usulünü beğendim. Yoksa Yeni Saidi beğenmiş değil.) ve “Bin Bârekâllah” dedim.}
(Onüçüncü Lem’a Onbirinci İşaret İkinci Sual “Hasenata insan yalnız, iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir.”
Yirmialtıncı Söz Birinci Mebhas “Hasenata yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur.”)
İKİNCİ NOKTA:
(Kâinatta ki her şey ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir. İnsan kâinattaki bu afakî güzelliğin Allah’tan geldiğini bilmekle mükelleftir.)
اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
(Bu âyet Onbeşinci Pencerede tevhid noktasında tefsir edilmiş. Herşeye hikmetli bir vücud vermek, nazara verilmiş. Aynı zamanda Otuzikinci Sözde; mahlukiyetin envaındaki mertebelere bakmak noktasında beyan edilmiş. Burada ise hilkatte herşey güzeldir ciheti beyan edilecek.
Onbeşinci Pencere اَلَّذِى اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ sırrınca: Herşeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile biçilip hüsn-ü san’at ile tertib edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde, (meselâ kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal etmelerine bak) hem israfsız hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek, eşya adedince diller ile bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna şehadet ve bir Kadîr-i Alîm-i Mutlak’a işaret ederler. Sözler – 664)
(İKİNCİ İŞARET: اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ gibi tabirler, Hâlıkların taaddüdüne bakmıyor. Belki mahlukıyetin enva’ına bakıyor. Yani “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halkeder bir Hâlıktır.” Nasılki şu manayı اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler ifade eder. Sözler – 617)
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet
- Kâinataki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-übizzât denilir. (Cemalî isimlerin tecellisi ile olan güzellikler; Lâtif, Mün’im, Rahim gibi)
- Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-übilgayr denilir. (Celalî isimlerin tecellisi ile olan güzellikler; Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi)
Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
(İnsanların amellerine bakan cihetle Cenab-ı Hakk’ın emirleri Cemali isimlerine, nehiyleri ise Celali isimlerine bakar. Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder. Sözler – 276)
Ezcümle:
Birinci Sebeb: Zahirî çirkinliğin birinci sebebi hadisattaki müşevveşiyettir. Buna dair bahar ve güz mevsiminden iki misal verilecek. Birinci Misal: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve
(Ondokuzuncu Mektub Beşinci Nükteli işarette denildiği gibi Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?
Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hâkeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı… ” Şimdi sadede geliyoruz. Mektubat – 100)
Zahirî çirkin görünen müşevveş hadisata dair ikinci misal: Güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. (Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır. Mektubat – 8)
Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur.
Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder.
İkinci Sebeb: Zahiri çirkinliğin ikinci sebebi insanın kendi menfaatini esas alıp herşeyi kendine göre değerlendirmesidir. Halbuki eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâni’inin esmasına aid binlerdir. Buna dair dikenli otlar, ve güz mevsiminden iki misal verilecek.
(Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterir. Sözler – 174)
Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları (Zahire bakanlar manasız görür esma-i İlahiyeye ne vecihle delalet ettiğini görmez.) muzır, manasız telakki eder. (Kendisine bakan yönüyle ise faydasız görür.) Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.
(Hakikat nazarında ise dikenli otlar ve ağaçlar hayvanatın meyvelere musallat olmaması için kahraman bir asker vaziyetinde olduğu gibi işarî bir mana olarak ise dikenli otlar ve ağaçlar insana daim vazife başında olmayı ve ehl-i küfre karşı hak ve hakikatlarla silahlanarak kahraman olmamızı ders veriyor.)
Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder.
Meselâ: Kar’ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. (Mesela ilim öğrenmek: İlmin kıymetini bilmeyenler için zahiren soğuk, tatsız gibi görünüyor. Mesela derse gittik, çok güzeldi; ne yapıldı, dört duvar arasında kitab okundu, bu kadar.. Halbuki Sâni’inin esmasına aid ne kadar tatlı, şeker gibi gayeler, neticeler var olduğunu zahire bakan görmez.)
Üçüncü Sebeb: Kendi menfaatini esas alan insanların zahiren çirkin gördükleri perdeler ve hikmetlere dair misal:
Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder.
Meselâ âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.
İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Hakîm’in bazı tabiratı bu yüzler ve perdelere göredir. (Hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüz ve perdelere göre Kur’anın boşanmadan ve kadınların özel hallerinden bahsi ayn-ı hikmet ve rahmettir.)
Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında
- Gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâni’ine bakar
- Ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar
- Ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.
(Kitapta, harflerden, kelimelerden, cümlelerden, paragraflardan, sayfalardan, bablara ve tamamına kadar tam bir münasebet vardır. Yoksa kitab olmaz. İnsanlar ve insanların başına gelen tüm cüzi , külli hadiseler de kitabettir. Kitaba uzaktan baksan, manasını bilmesen karışık gibi görünür; bu harfin yerine şu harf niye gelmiş gibi.. Fakat manası bilinse, yakından bakılsa intizamlı olduğu anlaşılır. İnsanlık da öyle; uzaktan bakılsa karışık gibi.. Otuzikinci Söz Birinci Mevkıfın âhirinde denildiği gibi “Benim nev’imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Çünki bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.“)
(Nev’-i beşer dahi bir ağaçtır: Kökü ve çekirdeği mazide ve semereleri, neticeleri müstakbelde olarak hayat-ı cinsiye ve beka-yı nev’î içinde gayet muntazam kanunların bulunması gibi, hal-i hazır vaziyeti dahi, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye düsturlarının hükmü altında bir sikke-i tevhid ve zahirî karışıklıklar altında gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet ve müşevveş ahval-i beşeriye altında mukadderat-ı hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarının hükmü altında bir mühr-ü vahdaniyet taşıyor. Şualar – 34)
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
İnsanda ve kâinatta görünen güzelliklerin tarif edicisi ve Daire-i Rububiyyete karşı Ubudiyetle mukabele eden Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı Allah sever ve ona ittiba’ edenleri de derecelerine göre sever.
( قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyet-i azîmesi, ittiba-ı Sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir surette ilân ediyor. Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şübhe Habibullah’ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur. Evet bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zât-ı Kerim-i Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir. Hem bu kâinatı bu kadar mu’cizat-ı san’atla tezyin eden o Zât-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatab ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zât-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve san’atının en câmi’ ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zâta, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevkedecek, tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün. Lem’alar 53)
اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ
Madem kâinatta hüsn-ü san’at, bilmüşahede vardır ve kat’îdir.
Elbette risalet-i Ahmediye (A.S.M.), şuhud derecesinde bir kat’iyyetle sübutu lâzımgelir.
(Cenab-ı Hakkın şuunatları içinde merkezde Cenab-ı Hakka bakan vecihle Muhabbet şuunatı olduğu gibi Mahlûkata bakan vecihle Rahmet ve Şefkat şuunatı vardır. Şuunattan ise sıfatlar çıkar ve merkezde üç sıfat vardır. Kudret, irade ve ilim sıfatlarına Onbirinci Sözde işaret edilmiştir. Şöyle ki;
Hem kemalâtça sanayi-i garibede pek çok mehareti varmış. (Kudret) İşte o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlahiyenin mu’cizeleridir. Sözler 123)
Hem hesabsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. (İrade) Fenler Cenab-ı Hakkın iradesi ile eşyayı intizamlı yaratması ile ortaya çıkar.)
Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı varmış. (İlim) Sözler – 120)
Birinci Basamak: Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san’at ve zînet-i suret gösteriyor ki: Onların san’atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır.
İkinci Basamak: Ve şu irade-i tahsin ve taleb-i tezyin ise; o Sâni’de, ulvî bir muhabbet ve masnu’larında izhar ettiği kemalât-ı san’atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor.
Üçüncü Basamak: Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister.
(Niçin insanı merkeze aldığını izah ettikten sonra konuya geri dönülecektir.)
İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir.
Meyve ise,
- En cem’iyetli (ağaçta olan bütün hakikatlar meyvede odaklaşmasından dolayı cemiyetlidir.)
- Ve en uzak (En son yaratılan insan olmasından en uzaktır. Şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sözler 579)
- Ve en ziyade nazarıâmm ve şuuru küllî bir cüz’üdü (İnsanın kâinat ağacının umumuna küllî bir şuuru vardır. Kainatla olan münasebetini bilir.)
(Hiç mümkün müdür ki:
- Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler,
- Misilsiz sermedî cemal,
- Kusursuz ebedî kemal;
bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan
- Muhtaç şâkirleri,
- Müştak âyinedarları,
- Mütehayyir seyircileri istemesinler? Sözler 67)
Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San’atkâr-ı Zülcemal’e muhatab olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâni’in perestişliğine ve san’atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir. (Öyle ise hayvanların şuuru için hususi ve cüz’idir diyebiliriz.)
Şimdi iki levha, iki daire görünüyor.
Biri: Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve
gayet musanna’, murassa’ bir levha-i san’at…
Diğeri: Gayet münevver, müzehher (hitab çiçeği açan) bir daire-i ubudiyet ve
gayet vâsi’, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.
(Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında هُوَ هُوَ اللّٰهُ okusun, görsün (Cenab-ı Hakkın manevi şahsiyetini görsün.). Onun kulağı herşeyden قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dinlesin, işitsin. Onun lisanı لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ desin, ilân etsin. Sözler – 333)
İşte o Sâni’in bütün makasıd-ı san’atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni’ ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır.
Acaba hiç akıl kabul eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san’atperver,
hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in’amperver san’atkârı, (Cenab-ı Hakk, cemalini takdir edebilmemiz için cemalini ihtiyacımız olan nimetler suretinde bize sunuyor. Zira insan menfaati olan şeye kıymet verir, takdir eder. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünki kendisine menfaatı dokunmuyor. Mesnevi-i Nuriye 209)
(Bu san’atlara karşı nasıl mukabele edileceğini Resulünden (A.S.M.) öğreniyoruz.)
- Arşve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan (istihsan daha ziyade cemale bakıyor.) ve takdir (takdir daha ziyade kemale bakıyor.) içinde,
- Berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile
perestişkârane ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarane onu resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve onu resul yapmamak mümkün değil.
(Şu Mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur. Bilmüşahede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâni’inde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni’de san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi’ ve letaif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Mâşâallah” deyip istihsan eden, bilbedahe o san’atperver ve san’atını çok seven Sâni’in nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır. Sözler 578)
اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ ٭
(Neden Allah katında tek din İslâmdır. Çünkü Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârane Sâni’ine müteveccih olmayı ders veren dinler içinde tek din İslâmiyettir.) (Ondokuzuncu Mektubun Ondokuzuncu Nükteli İşaretinde denildiği gibi din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Allah katında tek din İslâm olduğuna göre insanın vazifesi bu güzel kâinatı unutmak veya yok saymak değil kâinata enfüsi veya afaki, bizatihi veya neticeleri itibari ile olan güzelliklere bakıp Allah’ın rububiyetini tanıyıp ubudiyetle mukabele etmektir. Böyle tanımak ve mukabele etmek ise ancak risalet vazifesi ile anlaşılır. Şimdi makam münasebetiyle sıra risalet-i Ahmediyeye gelmiştir. Vesselam)
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ
(وَالَّذِينَ مَعَهُ Âyetinin işaret ettiği manaya göre Sahabeler her zaman Peygamberin ASM gayelerinin maksadının yanında bulunurlar. 18. Söz’deki hakikatlarla baktığımızda 1. Nokta itibariyle nefsinde görünen güzelliklere sahiblenmeyip Cemal sahibi olan Allah’a ait olduğunu bilmekle yanında bulunmaktır. 2. Nokta itibariyle kâinatta ki her şeyin ya bizzat ya da neticeleri itibariyle güzel olduğunu görmekle yanında bulunmaktır. 3. Nokta itibariyle Daire-i Rububiyyete karşı Ubudiyetle mukabele etmekle Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında bulunmaktır. Bizde bu noktalara riayet ettiğimiz nisbetinde davasına yakınlaşıyoruz.)
* * *
[Firkatli ve gurbetli bir esarette,
fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır]
(Farisi beytin Onsekizinci Sözle münasebeti Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele edememenin pişmanlığı ile ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır.)
Seherlerde eser bâd-ı tecelli
Uyan ey gözlerim vakt-i seherde
İnayet hah zidergâh-ı İlahî
Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı
Uyan ey kalbim vakt-i fecirde
Bikün tövbe, bicû gufran zidergâh-ı İlahî
سَحَرْ حَشْرِيسْتْ دَرُو هُشْيَارْ دَرْ تَسْبِيحْ هَمَه شَىْ ..
“Seher haşrîst der û hüşyâr der tesbîh heme şey..
Seher vakti bir haşir gibidir, onda her şey uyanık ve tesbih halindedir..
بَخَوابِ غَفْلَتْ سَرْسَمْ نَفْسَمْ حَتَّى كَىْ ..
be hâb-ı gaflet sersem nefsem hatta key?…
Gaflet uykusunda nefsim ne zamana kadar sersem kalacak?..
عُمْرْ عَصْرِيسْتْ سَفَرْ بَاقَبْرْ مِى بَايَدْ زِهَرْ حَىْ ..
omr asrîst sefer bâ kabr mî bâyed zi her hayy..
Ömür bir asra yaklaştı her canlı gibi kabre doğru sefer etmeli?..
بِبَرْخِيزْ نَمَازِى چُو نِيَازِى گُو بِكُنْ آوَازِى چُونْ نَىْ ..
bi ber hîz nemâzî çü niyâzî gu bekon âvâzî çün ney..
Kalk namaza dur, niyazda bulun, ney gibi inle?..
بَگُو يَا رَبْ پَشِيمَانَمْ خَجِيلَمْ شَرْمْسَارَمْ اَزْ گُنَاهْ بِى شُمَارَمْ پَرِيشَانَمْ ذَلِيلَمْ اَشْكْ بَارَمْ اَزْ حَيَاتْ بِى قَرَارَمْ
غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ عَلِيلَمْ عَاجِزَمْ اِخْتِيَارَمْ بِى اِخْتِيَارَمْ َاْلاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلهِى
“be gû: Yâ Rabb peşîmânem, hacîlem, şermsârem ez günâh-ı bî- şumârem, perîşânem, zelîlem eşk- bârem ez hayât bî- karârem, ğarîbem bî-kesem, zaîfem, nâ-tuvânem, alîlem, âcizem, ihtiyârem, bî- ihtiyârem el- amân gûyem, afv cûyem, meded hâhem zi dergâhet ilâhî”
De ki, Ya Rabb pişmanım, günahımdan dolayı mahcubum, utanıyorum, perişanım, zelilim, ağlamaktayım, hayatta kararım takatim kalmadı, garibim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, aciz ve ihtiyarım, bî ihtiyarım. Allah’ım dergahında aman dilemekte, afvını talep etmekte ve meded istemekteyim.
Sözler ( 233 – 235 )