(Onüçüncü Söz’ün Birinci Makamı ile İkinci Makamının münasebeti:
- Kur’an adet ve ülfet nazarını kaldırarak kabrin hakikatını gösteriyor. Kabir de bu zamanda ülfet olmuş; herkes ölecek diye bir adet, ülfet var. Hâlbuki herkes ölecek fakat herkes aynı şekilde kabre girmeyecek manasını ders vererek gaflet perdesini yırtıyor.
- Kur’anın herbir âyetinin diğer âyetlerle münasebeti olduğu gibi kabir ve âhiret meselelerinin de erkân-ı imaniye ve esasat-ı İslâmiye ile münasebeti vardır.
- Kur’an yüksek ve parlak hakikatları ders vermesi misüllü kabirde âlemi bekanın kapısı olması cihetiyle her insanın başına gelecek en ehemmiyetli dehşetli en yüksek ve parlak bir hakikattır. )
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
(Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.)
(Şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında “âhiretimizi ne suretle kurtaracağımızı beş hakikatla ders verir:
- Kabre girmenin üç tarzdaki keyfiyetini,
- İhbar eden muhbirlerin sıdkını,
- Kıyas-ı mantıkî ile tehlikeli yolda gitmemenin gereğini
- İmanın dünyevi lezzetini,
- İslâmiyet’ten çıkan insanın sükût-u mutlaka mahkûm olduğunu anlatıyor.)
Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında “âhiretimizi ne suretle kurtaracağız” diye, Risale-i Nur’dan meded istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına onlara dedim ki:
(Cazibedar: Nefse ve hevese bakan çok cazib fitnelere işarettir. His ve heves iyice galebe çalınca insanın aklını kaybetmesine sebeb oluyor.
Bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Hutbe-i Şamiye 9)
- Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok.
(Kişinin itikadına göre dünya ve âhiret hayatı üç tarzda değişir.)
Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için
Bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette (bu dalalet itikadda değil amelde sapmak manasındadır. İnsan bazen olur ki doğru bildiği bir hakikattan muvakkatende olsa sapabiliyor.) gidenlere,
Bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır.
Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.
Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için
Bir i’dam-ı ebedî kapısı… Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i’dam edecek bir darağacıdır.
Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.
Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.
(Birinci yol: Kabrin, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âleme açılan bir kapı olduğu bedihi değildir. Bedihi olmayan birinci yolun bedihi olması için aklî ve naklî delillerin gösterilmesi gerekir. Akıl tek başına bunu bir derece anlar ama tarif edemez.
Bedihi olan iki şık ise ikinci ve üçüncü yoldur.
İkinci yolun bedahet derecesinde olan hakikatı: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette giden insanların nazarında kabrin bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısı gördüğü ve öyle gördüğü için öyle muamele göreceği bedihidir.”
Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Mektubat – 33)
Üçüncü yolun bedahet derecesinde olan hakikatı: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet insanların nazarında kabrin bir i’dam-ı ebedî kapısı olduğu yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i’dam edecek bir darağacı bildiği için, cezası olarak aynını göreceği bedihidir.
Şöyle de olabilir;
Birinci Şık: Kabir var hiç kimse inkâr edemez. (bedihi)
İkinci Şık: Herkes ister istemez oraya girecek. (bedihi)
Üçüncü Şık: Bu yolların hangisinden kimin gideceği belli değil. (bedihi değil))
Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur.
Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mes’ele (herkesi ilgilendiren) karşısında bîçare insan;
Birinci kat’î hakikat; o i’dam-ı ebedî,
İkinci kat’î hakikat; o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak
Üçüncü kat’î hakikat; Ve kabir kapısını bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes’elesidir.
- Bu kat’î hakikat, (Kat’i hakikat, saadet-i ebediyeye girmek, idamdan ve haps-i ebediden kurtulmaktır) bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden
- Yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık, ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar (Mu’cize ikidir. Mu’cizat-ı bahire hissi mucizelerdir. Mu’cizat-ı zahire kevni mu’cizelerdir.)
- Ve enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri (Keramette ikiye ayrılır. Keramet-i kevniye ve keramet-i ilmiyedir.)
(Mu’cize ve keramet fiili olan tasdikdir. Ve kavli olan tasdikten daha kuvvetlidir.)
- Ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat’î delilleriyle -o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri- aklen ilmelyakîn derecesinde {(*): Onlardan birisi Risale-i Nur’dur. Meydandadır.} (Risale-i Nurun tahkik mesleği üzerine gittiğine misal olarak Yirmidokuzuncu Sözde kıyamet ve haşre dair altı suali düşünebiliriz.) isbat ettikleri
Ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat’î (Yüzde doksandokuz ihtimal-i kat’î denilmesi hem havf ve reca ortasında insanları tutmak için hemde ihbar edenlerin keyfiyetini nazara vermek için olabilir. Peygamberlerin ihbarları binde bin kat’iyetindedir.) ile “i’dam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız
İman ve (Amel-i salih imanın bir cüzü olmadığı işarat-ül i’cazda izah edilmiştir. Bu demek oluyor ki amelsiz de cennete girilebilir.)
İtaat (İtaat ise makbul bir imanın var olduğunun delilidir.)
(Kişinin imanındaki kuvvet takva, ubudiyet, ciddiyet (ciddiyet; kişinin rüzgâr önünde bir yaprak gibi savrulmaması amelle itikadın birbirine denk olmasına denir. Ciddiyet dışa tesir eder. Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “Bismillah” der. Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “Bismillah” der.) ve metanetiyle (metanet ise dış etkilere karşı sağlam durabilmektir. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı sağlam durup yanmamalarıdır.) ölçülür.)
iledir.” diye ittifaken haber veriyorlar.
- Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i manevî, onun yemek iştihasını kaçırdığı halde;
Böyle yüzbinler sadık ve musaddak (Musaddak kişinin Cenab-ı Hak tarafından doğrulanması, yaşantısı ile kendini doğrulaması ve düşmanlarının dahi faziletini takdir etmesidir.) muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalalet ve sefahet göz önündeki kabir (dalâlette gidenler için) darağacına ve (sefahette gidenler için) ebedî haps-i münferidine kat’î sebeb olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor (Dalâlet ve sefahet ile iman ve ubudiyet yolların mukayesesi yapıldığı için yüzde yüz ihtimal tabiri kullanılıyor.) diye ihbar eden ve emarelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acib ve garib ve dehşetli ve azametli mes’ele karşısında bulunan bîçare insan ve bahusus müslüman (bahusus müslüman demesi müslümanın daha çok sorumluluğu ve sorumluluğunu yerine getirmemenin neticesinde dehşetli bir azabın onu bekliyor olmasındandır.) eğer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.
Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar.
Elbette o ehl-i dalalet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.
- Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezalîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altun ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış. Her vakit “Gel biletini al!” diye beklemesinden (Her vakit denilmesi ölümü ihtar eden öyle çok şeyler vardır ki her vakit ölümü hatırlatır ve dünyanın sıkıntılarının geçici olduğunu düşünmekle lezzetle ölümünü bekler) derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i manevî öyle bir lezzettir ki; eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terkedip, gençlik saikasıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihane ve heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer.
- Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir müslüman; hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemalâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi (A.S.) tanımaz ve Allah’ı da tanımaz. Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev’-i beşere baktığı için ve mu’cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev’-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, ondört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev’-i beşerin medar-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.
İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir.
* * *