İkinci Makam
(Makam münasebetiyle buraya alınmıştır.)
(Birinci Söz’ün Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı ile olan münasebeti; Risale-i Nur’un birinci kısmı olan Birinci Sözde, çekirdek hükmünde hakaik-i imanîye tahkik ve tahlil edilmiştir. Birinci Sözden buraya kadar ağaç hükmünde hakikatler tafsilli izah edilmiştir. Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı ise meyve hükmündeki hakikatın tecemmü ettiği kısımdır. Onbeşinci Lem’a olan fihrist risalesinde ise hakikat icmalen gösterilmiştir.
Birinci Sözle bu ikinci makamı birlikte düşündüğümüzde iki risalenin bize verdiği ders; İnsan, kendisinin acz ve fakrına ve ihtiyaçlarının hadsizliğine bakıp kâinat sahrasının Malik-i Ebedisi ve Hâkim-i Ezelisinin ismini alarak, Peygamber’e (A.S.M.) salavat getirip sünneti seniyyesine uyması gerektiğidir.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ‘in binler esrarından altı sırrına dairdir. (Esma adedince sırlar olmasından binler esrar denilmiştir. Bu altı sırrın içinde binler esma kadar esrar anlatılmıştır.)
İhtar: Besmele’nin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma (Aklın sönük olması mütevazi olamayıp Allah namına hareket etmeyip kendi aklına anlayışına güvenmekten dolayı gururlu olmasındandır. Çünkü Akıl tek başına hakikatı anlayamaz.) uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için nota suretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi-otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmek ile avlamak ve zabtetmek arzu ettim. Fakat maatteessüf şimdilik o arzuma tam muvaffak olamadım. Yirmi-otuzdan, beş-altıya indi.
“Ey insan!” dediğim vakit, nefsimi murad ediyorum.
(Risale-i Nur’u okuyan herbir kimse; güya o risale kendisi için yazılmış gibi bir halet-i ruhiye içinde kalarak büyük bir iştiyak ve şiddetli bir ihtiyaç hissederek mütalaa ediyor. Tarihçe-i Hayat 161)
Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebetdar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zâtlara belki medar-ı istifade olur niyetiyle,
(Ruhen münasebettar olmak nasıl olur? “ihtiyacını hissetmek, Nurlara hizmet etmek, sadık ve müdakkik bir talebe olmakla ruhen Üstadla münasebettar olunur.”
Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir. Emirdağ Lahikası-1 70)
“Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı” olarak müdakkik kardeşlerimin tasviblerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nâzırdır. (Bu risalede Rahmet hakikatı anlatıldığı için kalbe bakar denilmiştir. Zira insanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. Şualar 759
Hem “Kalbe bakar demek aklın hissesi yok demek değildir; Rahmet noktasında sırlar anlatıldığı için rahmetin birinci derecede muhatabı kalbtir. Bu sebeble ikinci derece akla bakar. Kalbe bakan kısmı ise feyz ve nurdur. Zira insanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. Şualar 759
Zevke nâzır olması ise; Risale-i Nur’un birinci kısmı olan Birinci Sözden buraya kadar hakaik-i imaniye tahkik ve tahlil edildiğinden akıl mutmain olmuştur. Risale-i Nur’un ikinci kısmının başı olan Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamındaki besmeleye dair olan bu sırlarla kalb artık hakikatleri hissedip zevk etmeye başlar.
Birinci Sözle bu ikinci makamı birlikte düşündüğümüzde iki risalenin bize verdiği ders; İnsan kendisinin acz ve fakrına ve ihtiyaçlarının hadsizliğine bakıp kâinat sahrasının Malik-i Ebedisi ve Hâkim-i Ezelisinin ismini alarak, Peygamber’e (ASM) salavat getirip sünneti seniyyesine uyması gerektiğidir.)
Ayetin Tahlili:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
قَالَتْ : Söyleyen Belkıs müennes olduğundan Şefkat kahramanı kadınlar daha ziyade rahmete mazhar olmasından galet denilmiştir.
يَا اَيُّهَا الْمَلَؤُا : Milletin ileri gelenleri; Başta Peygamberler, sahabeler, müceddidler, şühedalar ve salihlerdir.
اِنِّى اُلْقِىَ اِلَىَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ : Kerim olan kitab bana bırakıldı. Ayetin Üstada ve Risale-i Nura bakan ciheti hem şefkati esas alması hem de elindeki kitabın tam kerim bir kitab olmasını düşünebiliriz.
اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمنَ وَ اِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ : Süleyman (AS) gönderdiği hüdhüd kuşunun getirdiği mektubun içeriği Bismillahirrahmanirrahim’dir. Bunun içinde çok sırlar vardır.
Şu makamda birkaç sır zikredilecektir.
Birinci Sır: Bismillahirrahmanirrahîm kâinatta, küre-i arzda ve insanda tecelli eden bütün isimlerin ünvanıdır.
“Bismillahirrahmanirrahîm”in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmasında, arz sîmasında ve insan sîmasında birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var. (Birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet denilince; Rab ismiyle esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince rububiyet tecellilerini düşüneceğiz. Sadece terbiye etme manasını değil.)
Biri: Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübra-i uluhiyettir ki, “Bismillah” ona bakıyor. (Kâinatın heyet-i mecmuasındaki eczaların bir Mabud’un evamirine itaatlerinde ve ibadet denilen bir gaye ve maksad için yaptıkları fıtri vazifelerinde Uluhiyyet Hakikatı görünüyor. Bunun geniş izahı gelecek sırlarda yapılacaktır. Herbir sır birbirini açar izah eder bir tarz da tanzim edilmiştir.
Ayrıca Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamının Yedinci Lem’ası ve Otuzüçüncü Sözün Onuncu Penceresinde de izah edilmiştir. Kâinatta insanın gezip ve Rububiyyet sikkelerini görüp Uluhiyyeti anlaması için Kur’an-ı Kerim Kâinatı bir harita şeklinde açıp göstermiştir. Ayrıca insanda kâinattaki âlemlere açılan cihazlar fıtratına konulmuş. Bu cihazlar, birer pencere gibi insanın o âlemlere geçmesine vasıta olmuştur. Risale-i Nurda bu bahis Onaltıncı Sözün Dördüncü Şua’ında izah edilmiştir. Şöyle ki hac miftahıyla meratib-i külliye-i rububiyet açılabildiği gibi Bismillah miftahıyla da meratib-i külliye-i rububiyet açılır ve dûrbîniyle âfâk-ı azamet-i uluhiyet nazarına görünür. Tatbiki ise Ayet-ül Kübra risalesinde vardır.)
İkincisi: Küre-i Arz sîmasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübra-i Rahmaniyettir ki, “Bismillahirrahman” ona bakıyor.
Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letaif-i re’fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaat-ı merhamet-i İlahiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i Rahîmiyettir ki, “Bismillahirrahmanirrahîm” deki “Errahîm”ona bakıyor. (İnsandaki cami mahiyet kalb, ruh ve aklının ihtiyaçlarının verilmesi ile anlaşılıyor. Bu ihtiyaçların verilmesi Rahimiyet tecelisidir.)
Demek “Bismillahirrahmanirrahîm” sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani “Bismillahirrahmanirrahîm” yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arş’a bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur. (Yani Bismillahirrahmanirrahîm kâinatta, küre-i arzda ve insanda tecelli eden bütün isimlerin ünvanı olarak söylenir. İnsanlık nev olarak bütün esmaya mazhar olduğu gibi (Yirmidördüncü Sözün Birinci Dalı) ferd olarakta Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır. (Otuzbirinci Sözün İkinci Esasının Birinci Temsilinin sonu)
(İcmali olarak insanın ehadiyet tecellisine mazhar olduğu insanın kâinatın bir haritası olacak şekilde yaratılmış olmasından bilinir. Tafsilli bir surette ise insanın ehadiyet tecellisine mazhar olduğu: insana bir teşahhus-u vechi verilmesi ile bilinir.
Sual: İnsani arşa çıkmaya bir yol ne demektir.
Elcevab: İnsanın kendisinden başlıyarak küre-i arzda ve kâinatta tecelli etmekte olan bütün isimleri görmesi Hakikat-ı Miraç demektir. Cenab-ı Hakkın bütün enva’-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla bir tek aynada göstermek istemesi ise Hikmet-i Miraç demektir. Demek Besmele; en küçük mevcudattan en büyük mevcudata kadar herşeyi yaratan ve ihtiyacını gören Zâtın bütün isimlerini gösteriyor. Bu manayı anlamak ve görmek insanlığın en yüksek makamı yani insanlığın arşıdır.
Kuran’ın fatihada fatihanın besmelede dercedilmiş olması iki şekildedir. Birincisi cifir hesabı ile ikincisi ise mana itibariyledir.)
İkinci Sır: İnsanın mahiyet âyinesinde bütün isimlerin cilvelerini irae eden “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. (Kâinat ağacının meyvesi küre-i arz dersek çekirdeği de insandır. Ağaçta olan her şeyin çekirdekte de bulunması sırrıyla kâinatta tecelli eden binbir esma insanda da tecelli eder. Bismillahirrahmanirrahîm binbir ismi ile Cenab-ı Hakkı tanımamız için Rahmet tarafından bize verilen bir hediyedir. Yoksa insan kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edemez. Ancak kendinde tecelli eden bütün esmayı görüp sair mahlûkatta görünen bütün esmalarla birleştirmekle kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edebilir. Ama binbir esmanın haşmetini anlamak vahidiyet tecellisini görmekle olur.)
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hadsiz kesret-i mahlukatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ
Nasılki Güneş, ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki Güneş’in zâtını mülahaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan; Güneş’in zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde Güneş’in zâtını aksi vasıtasıyla gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince Güneş’in cilve-i zâtîsiyle beraber ziyası, harareti gibi hâssalarını gösteriyor ve her parlak şey Güneş’i bütün sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi; Güneş’in ziya ve hararet ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor.
Öyle de: وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde hata olmasın- ehadiyet ve samediyet-i İlahiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmasıyla bir cilvesi olduğu gibi.. vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudat ile alâkadar herbir ismi bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes’i unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irae eden “Bismillahirrahmanirrahîm”dir.
Üçüncü Sır: (Rahmet Şuunatı
Kâinatta; Şems ve Kamer’i, anasır ve maadini, nebatat ve hayvanatı; bir nakş-ı a’zamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şualarıyla tanzim etmesi ve hayata hâdim etmesi ve nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedakârane şefkatleriyle şefkatini göstermesi ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye müsahhar etmesi ve ondan rububiyet-i İlahiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı a’zamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar etmesi ile o Rahman-ı Zülcemalin Rahmet Şuaatı biliniyor.
Küre-i Arzda; zeminde dörtyüzbin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare etmesi ile Rahmet Şuaatı biliniyor.
İnsanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında akıl, kalb ve ruh gibi cihazlar vermesi ile maddi simasında da bir teşahhusatı vechi vermesiyle Rahmet Şuaatı biliniyor.
İnsan bu Rahmetin Şuaatını göremiyorsa Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine baksın.)
1- Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. (Mahlûkatın itibari vücut mertebesinden Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle hariçte vücuda çıkması, maddî ve manevî ihtiyaçlarının karşılanması ve mahlûkatın ubudiyet vazifelerinin bilinmesi ile kâinat şenlenir.)
2- Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedahe yine rahmettir. (Eşyanın hakikatı bilinmemesi karanlıklı bir vaziyet iken Cenab-ı Hakk rahmetiyle Nebiler vasıtasıyla eşyanın hakikatının bildirmesi bizim için rahmettir.)
3- Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden, bilbedahe yine rahmettir. (Cenab-ı Hakk mahlukatı kemale sevk etmek için menfaattar şeyleri etrafına celb edip zararlı şeyleri def etmesi bizim için rahmettir.)
4- Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan bilbedahe rahmettir. (Ağaç meyveye hizmet ettiği gibi kâinat ağacının insana hizmet ettiren Cenab-ı Hakkın rahmetidir.)
5- Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. (Semavat-ı melaikelerle şenlediren Cenab-ı Hakkın rahmetidir.)
6- Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, bilbedahe rahmettir. (Bab-ı Kerem ve Rahmettir. İsm-i Kerim ve Rahimin cilvesidir. Cenab-ı Hakkın rahmetiyle insan ebede namzed olmuştur.)
Ey insan, madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbubedir. “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şefaatıyla ve şuaatıyla o Sultan’a muhatab ve halil ve dost ol!
(Kâinatta tecelli eden rahmetin tahkiki yapılacak)
Evet kâinatın enva’ını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hacatına kemal-i intizam ve inayet ile koşturmak, bilbedahe iki haletten birisidir: (İki haletten biri mümkinat canibinden iki kısımda izah edilmiştir. Şöyle ki: Mümkinat birleşip bir şeyin imdadına koşamayacağı gibi bir tek mümkinatta her şeyi kendine muavenet ettiremez. Diğeri Cenab-ı Hakk canibinden izah edilmiştir. Mümkinat muavenet ettiremediğine göre bütün eşyayı birşeyin muavenetine gönderen Cenab-ı Hakkın ilim, kudret ve iradesidir.)
Ya kâinatın herbir nev’i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor. Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhalâtı intac ediyor. (Yüz derece muhal olması birşeyin muavet edebilmesi için Cenab-ı Hakkın yüz esmasına sahib olması gerekmesindendir. Bir mahlukun ise bu esmalara sahib olması muhaldir.)
Veya İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ı Mutlak’ın kudreti bulunmak lâzım geliyor.
Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak’ın ilmi ile bu muavenet oluyor. Demek kâinatın enva’ı, insanı tanıyor değil, belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
(Kâinatı rahmetiyle insana müteveccih ettiren Cenab-ı Hakka karşı ne surette ubudiyetle mukabele edileceği izah edilecek)
Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva’-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk! dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka bu koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.
(Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; (İsyan) nimet içinde in’amı görmüyorlar. (Küfran) İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakikî’den gaflet ederler. (Tuğyan) Mün’imden gafletleri saikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancakAllah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun. Mesnevi-i Nuriye 95)
Evet rahmetin vücudu ve tahakkuku, Güneş kadar zahirdir. Çünki nasıl merkezî bir nakış, (Merkezi nakış rahmettir.) her taraftan gelen atkı ve iplerin (atkı ve ipler ise binbir İsm-i İlahi) intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor. Öyle de: Bu kâinatın daire-i kübrasında binbir ism-i İlahînin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki, Güneş’ten daha parlak kendini akıllara gösteriyor. (Güneşten daha parlak denilmesi güneşin ışığının girmediği yer olabilirken binbir esmanın tecelli etmediği yer olmamasındandır.) (Rahman ism-i Rezzak burcunda külde gözüken Rahmet manasını ifade ettiği gibi Rahim ismi de şefkat burcunda cüzde gözüken hususan yavruların beslenmesindeki Rahimiyet manasını ifade ediyor.)
Evet Şems ve Kamer’i, anasır ve maadini, nebatat ve hayvanatı bir nakş-ı a’zamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şualarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden (Rahmet külli manada bütün mahlukatı hayata hizmet ettirmesiyle görünüyor.) ve nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedakârane şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye müsahhar eden ve ondan rububiyet-i İlahiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı a’zamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahman-ı Zülcemal, elbette kendi istiğna-i mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçı yapmış.
Ey insan, eğer insan isen “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O şefaatçıyı bul! (İnsan olan insanın kâinatta herşeyin Bismillahirrahmanirrahîm dediğini görerek ve Rububiyet dairesine karşı Ubudiyetle mukabele etmesi icab ediyor. Bu ubudiyet, besmelenin ruhu ve manası iken besmeleyi dile getirmek ise cesed ve lafzı hükmündedir.)
Evet rûy-i zeminde dörtyüz bin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmasında hâtem-i ehadiyeti vaz’eden; bilbedahe belki bilmüşahede, rahmettir ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın sîmasındaki mevcudatın vücudları kadar kat’î olduğu gibi, o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var. Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasındaki sikke-i uzma-yı rahmetten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyeti var.
Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren (Verilen sima kâinatta tecelli eden bütün esmanın nokta-i mihrakiyesi olmasıdır.) ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiç bir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiç bir vechile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!.. (Cenab-ı Hakk insana ehemmiyet vererek sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’etmesinin hikmetine muvafık hareket etmezsek hikmeti inkâr etmiş oluruz. Hikmete muvafık hareket edersek ise rahmetin arşına yetişerek derecemize göre miraca çıkmış oluruz.)
Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi’rac var. O mi’rac ise “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve bu mi’rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine bak. Ve Besmelenin azamet-i kadrine en kat’î bir hüccet şudur ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde Kur’anda yüzondört defa nâzil olmuştur.”
Dördüncü Sır: Rahmete mukabele tarzı: Kesret içinde vahidiyet tecellisini görmekle huzur makamı kazanmamız için Zât-ı Akdes, o sikke-i ehadiyet üstünde rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur.
Kur’an-ı Hakîm, cüz’iyatta ve nev’ide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad’i mülahaza ettirmek için kâinatın daire-i a’zamından meselâ semavat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder.
Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet üstünde rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur.
Ve bize de hakiki hitaba muhatablık makamında elimize Kur’anın mücmel bir hülâsası olan Fatiha’yı ve Fatiha’nın fihristesi olan Bismillahirrahmanirrahîm’i vermiştir.
Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellisi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. (İlm-i Kelam imamları imkan ve hüdus yoluyla veya Vahdet-ül Vücud mesleğinde Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar vahidiyet için de herşey odur demekle fikri dağılmadan doğrudan doğruya Zât-ı Akdes’e hitab ederek müteveccih olabiliyor.)
Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyet’i mülahaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeğe küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen cüz’iyatta zahir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad’i mülahaza ettirmek için hâtem-i rahmaniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor; tâ külfetsiz herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdes’e hitab ederek müteveccih olsun.
İşte Kur’an-ı Hakîm bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i a’zamından meselâ semavat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder; tâ ki, zahir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ: Hilkat-ı semavat (Yirmibirinci Pencere) ve arzdan (Yirmiikinci Pencere) bahsi içinde hilkat-ı insandan (Otuzbirinci Pencere) ve insanın sesinden ve sîmasındaki dekaik-ı nimet ve hikmetten (İkinci Pencere) bahis açar. Tâ ki, fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mabudunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ: وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyeti mezkûr hakikatı mu’cizane bir surette gösteriyor.
Evet hadsiz mahlukatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedâhil daireler gibi en büyüğünden, en küçük sikkeye kadar enva’ı ve mertebeleri vardır. (Yirmiikinci ve Otuzüçüncü Söz ve Yedinci Şua gibi tevhid dersleri kesret içinde vahdet delillerini göstermektedir.) Fakat o vahdet ne kadar olsa yine kesret içinde bir vahdettir. Hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır. Tâ ki, kesreti hatıra getirmesin. Doğrudan doğruya Zât-ı Akdes’e karşı kalbe yol açsın. Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemal ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur. (Sikke-i ehadiyet üstüne konulan cazibenin izahatı aşağıda yapılmıştır.
Cenab-ı Hakk’ın masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.
Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde tasarrufatıdır.
İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Sözler 618)
Evet o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine îsal eder. Ve Zât-ı Ehadiye’yi mülahaza ettirir ve ondan اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hakikî hitaba mazhar eder. İşte “Bismillahirrahmanirrahîm” Fatiha’nın fihristesi ve Kur’anın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle, bu mezkûr sırr-ı azîmin (Vahidiyet için ehadiyet sikkesini görmekle huzur-u etem kazanmak azîm bir sırdır.) ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envâr-ı rahîmiyeti ve şefkati görür.
(Tevhid-i hakikî öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzımgelir. Şualar 154)
Beşinci Sır: Besmelenin hadîs-i şerifte ki tefsiri
Hadîs-i Şerifin çok makasıdından birisi şudur ki: İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. İnsanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir. “İnsanda suret-i Rahman var” vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir.
Bir hadîs-i şerifte vârid olmuş ki: اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ -ev kema kal- Bu hadîs-i şerifi, bir kısım ehl-i tarîkat, akaid-i imaniyeye münasib düşmeyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sîma-yı manevîsine bir suret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarîkatın bir kısm-ı ekserinde sekr ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikata muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar. Fakat, aklı başında
olanlar, fikren onların esas-ı akaide münafî olan manalarını kabul edemez. Etse hata eder.
Evet bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlahî’nin
1- Şeriki, (Ortağı yoktur. Ortakların her biri aynı sermayeye sahip olmadığı gibi Allah’ın Uluhiyetine ortaklık edecek az bir sermaye ile olsa dahi bir şeriki yoktur.)
2- Naziri, (Benzeri yoktur. Allah’ın rububiyet noktasında kâinattaki idaresine müdahale edebilecek bir naziri de yoktur.)
3- Zıddı, (
4- Niddi (Ortak yoktur. İkinci bir Allah)
olmadığı gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla
Sureti, (Aynı surette
Misli, (Cenab-ı Hakk gibi duyan ve gören misli yoktur.
Misali, (
Şebihi (Teşbih ile anlatmakta mümkün değildir.)
dahi olamaz. Fakat, وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ sırrıyla, mesel ve temsil ile, şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır.
(Şu kâinatın Sâni’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Mektubat 249)
Şu mezkûr hadîs-i şerifin çok makasıdından birisi şudur ki:
İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. (İnsan Rahman olan Allah’a ayinedarlık yapar.) Evet sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, kâinatın sîmasında binbir ismin şualarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi, zemin yüzünün sîmasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahman gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir.
Hem işarettir ki: Zât-ı Rahmanurrahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar, o kadar o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a delaletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki, Güneş’in timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna işareten “O âyine Güneş’tir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahman var” vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. (İnsan’ın kat’i bir surette Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un vücuduna delalet ettiğine işarettir.)
Ve ehl-i Vahdet-ül Vücud’un mutedil kısmı “Lâ Mevcude illâ Hu” bu sırra binaen, bu delaletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir ünvan olarak demişler.
(Vacib-ül Vücud’un vücuduna nisbetle eşyanın vücudu zayıf bir mertebede olmakla beraber bu Ehl-i vahdet-ül vücudun dedikleri gibi; mevcudat, evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi, Cenab-ı Hakk’ın âsârıdır. Mektubat 84)
اَللّٰهُمَّ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ بِحَقِّ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلِيقُ بِرَحِيمِيَّتِكَ وَ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ آمِينَ
Altıncı Sır: Rahmetin hazinesinin vesileleri; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünneti ve ona edilen salavatlar olduğu gibi bir diğeri de Bismillahirrahmanirrahîmdir.
O Zât-ı Akdes’e ve o Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.
O Rahmet hazinesini bulmanın çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salâvattır.
Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan bîçare insan! (Biz, devamlı ihtiyaçlarımızın giderildiğini ve düşmanlarımızın def edildiğini gördüğümüz için aczimizi ve fakrımızı anlayamıyor veya anlamakta zorlanıyoruz. Cenab-ı Hakk musibetlerle bizi aczimizi ve fakrımızı anlamaya sevk ediyor.)
Rahmet ne kadar kıymetdar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçı olduğunu bununla anla ki: O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir ki; yıldızlarla zerrat beraber olarak kemal-i intizam ve itaatla -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât-ı Zülcelal’in ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in istiğna-i zâtîsi var ve istiğna-i mutlak içindedir. Hiç bir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alel-ıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve iradesinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celaline karşı tezellüldedir. İşte rahmet seni ey insan! O Müstağni-i Alel-ıtlak’ın ve Sultan-ı Sermedî’nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasıl sen Güneş’e yetişemiyorsun, çok uzaksın; hiçbir cihetle yanaşamıyorsun. Fakat Güneş’in ziyası Güneş’in aksini, cilvesini, senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de: O Zât-ı Akdes’e ve o Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.
İşte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en belig bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten lil-âlemîn ünvanıyla Kur’anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten lil-âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salavattır. Evet salavatın manası, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten lil-âlemîn’in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten lil-âlemîn’e ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et. Umum ümmetin Rahmeten lil-âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle rahmet manasıyla salavat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymetdar bir hediye-i İlahiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette isbat eder.
Elhasıl: Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.
اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Allah razı olsun kardeşlerim.
hilkat-ı insandan (Yirmiüçüncü Pencere) doğrumu.
Selamün Aleyküm Recep Abi
Âmîn Ecmain Cenab-ı Hakk cümlemizden razı olsun
Sizin sorunuzdan sonra dikkatimi çekti. Yirmiüçüncü Pencere Hayat Pencersi, Hilkat-ı insan için insanın üç cihette âyinedarlığını izah eden Otuzbirinci Pencere daha muvafık geldi. Sizce de muvafık mı?
Bende öyle düşünmüştüm.