Anasayfa » Ondokuzuncu Mektub Dördüncü Cüz

Ondokuzuncu Mektub Dördüncü Cüz

ONÜÇÜNCÜ İŞARET: Mu’cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hem mütevatir, hem misalleri pek çok bir nev’i dahi; hastalar ve yaralılar nefes-i mübarekiyle şifa bulmalarıdır. Şu nevi mu’cize-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), nev’i itibariyle manevî mütevatirdir. Cüz’iyatları, bir kısmı dahi manevî mütevatir hükmündedir. Diğer kısmı âhâdî ise de, ilm-i hadîsin müdakkik imamları tashih ve tahric ettikleri için, kanaat-ı ilmiye verir. Biz de pek çok misallerinden birkaç misalini zikredeceğiz:

Birinci Misal: Allâme-i Mağrib Kadı-yı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde, ulvî bir an’ane ile ve müteaddid tarîklerle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hâdimi ve bir kumandanı ve Hazret-i Ömer’in zamanında ordu-yu İslâmın baş kumandanı ve İran’ın fâtihi ve Aşere-i Mübeşşere’den olan Hazret-i Sa’d İbn-i Ebî Vakkas diyor:

Gazve-i Uhud’da ben Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında idim. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gün kavsi kırılıncaya kadar küffara oklar attı. Sonra bana okları veriyordu. “At!” diyordu. Nasl’sız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmayan okları verirdi. Ve bana emrederdi: “At!” Ben de atardım. Kanatlı oklar gibi uçardı, küffarın cesedine yerleşirdi. O halde iken, Katade İbn-i Nu’man’ın gözüne bir ok isabet etmiş, gözünü çıkarıp, gözünün hadekası yüzünün üstüne indi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu. Şu vakıa çok iştihar etmiş. Hattâ Katade’nin bir hafidi, Ömer İbn-i Abd-il Aziz’in yanına geldiği vakit, kendini şöyle tarif etmiş: “Ben öyle bir zâtın hafidiyim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun çıkmış gözünü yerine koyup, birden şifa buldu. En güzel göz o olmuş.” diye, nazm suretinde

{(Haşiye):

اَنَا ابْنُ الَّذِى سَالَتْ عَلَى الْخَدِّ عَيْنُهُ ٭ فَرُدَّتْ بِكَفِّ الْمُصْطَفَى اَحْسَنَ الرَّدِّ فَعَادَتْ كَمَا كَانَتْ ِلاَوَّلِ اَمْرِهَا ٭ فَيَا حُسْنَ مَا عَيْنٍ وَيَا حُسْنَ مَا رَدٍّ 

Hazret-i Ömer’e söylemiş; onun ile kendini tanıttırmış.

Hem nakl-i sahih ile haber verilmiş ki: Meşhur Ebî Katade’nin, Yevm-i Zîkarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mübarek eliyle meshetmiş. Ebî Katade der ki: “Kat’iyyen ve aslâ ne acısını ve ne de cerahatini görmedim.”

İkinci Misal: Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Aliyy-i Haydarî’yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali’nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada, şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kal’asının pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup, Kal’a-i Hayber’i fethetti. Hem o vakıada, Seleme İbn-i Ekva’ın bacağına kılınç vurulmuş, yarılmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip, birden ayağı şifa bulmuş.

Üçüncü Misal: Başta Nesaî olarak erbab-ı Siyer, Osman İbn-i Huneyf’ten haber veriyorlar ki: Osman diyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına bir a’ma geldi, dedi: “Benim gözlerimin açılması için dua et.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti:

فَانْطَلِقْ وَتَوَضَّاْ ثُمَّ صَلِّ رَكْعَتَيْنِ وَقُلِ اللّٰهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ وَاَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِىِّ مُحَمَّدٍ نَبِىِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَتَوَجَّهُ بِكَ اِلَى رَبِّكَ اَنْ يَكْشِفَ عَنْ بَصَرِى اَللّٰهُمَّ شَفِّعْهُ فِىَّ

O gitti öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük.

Dördüncü Misal: Büyük bir imam olan İbn-i Vehb haber veriyor ki: Gazve-i Bedr’in ondört şehidinden birisi olan Muavviz İbn-i Afra’, Ebu Cehil ile döğüşürken; Ebu Cehil-i Laîn, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle elini tutup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü; birden şifa buldu. Yine harbe gitti, şehid oluncaya kadar harbetti.

Hem yine İmam-ı Celil İbn-i Vehb haber veriyor ki: O gazvede Hubeyb İbn-i Yesaf’ın omuz başına bir kılınç vurulmuş ki, bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş.

İşte şu iki vakıa, çendan âhâdîdir ve haber-i vâhiddir; fakat İbn-i Vehb gibi bir imam tashih etse, Gazve-i Bedir gibi bir menba’-ı mu’cizat olan bir gazvede olsa, hem bu iki vakıayı andıracak çok misaller bulunsa; elbette şu iki vakıa, kat’î ve vaki’dir denilebilir.

İşte ehadîs-i sahiha ile sübut bulan belki bin misal var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek eli ona şifa olmuş.

Bu parça altun ve elmas ile yazılsa liyakatı var

Evet sâbıkan bahsi geçmiş:

Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi;

 وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sırrıyla aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları inhizama sevketmesi;

 وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile aynı avucunun parmağıyla Kamer’i iki parça etmesi;

Ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi;

Ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması,

Elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu’cize-i kudret-i İlahiye olduğunu gösterir.

Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler.

Ve a’daya karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur.

Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur.

Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer’i parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir;

Ve cemal ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer.

Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu’cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..

Bir Sual: Deniliyor ki: Sen çok şeylere mütevatir dersin, halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz. Mütevatir birşey böyle gizli kalmaz?

Elcevab: Ülema-i Şeriat yanında çok mütevatir ve bedihî şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i hadîs yanında da çok mütevatir var, sairlerin yanında âhâdî de olmuyor ve hâkeza… Her fennin ehl-i ihtisası, o fenne göre bedihiyatı, nazariyatı beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasına itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür. Şimdi haber verdiğimiz hakikî mütevatir veya manevî mütevatir veya tevatür hükmünde kat’iyyeti ifade eden vakıalar, hem ehl-i hadîs, hem ehl-i şeriat, hem ehl-i Usûlüddin, hem ekser tabakat-ı ülemada hükmünü öyle göstermiş. Gaflette bulunan avam veya gözünü kapayan nâdanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir.

Beşinci Misal: İmam-ı Bagavî tahrici ve tashihi ile haber veriyor ki: Aliyy-ibn-il Hakem’in Gazve-i Hendek’te küffarın darbesiyle ayağı kırıldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshetti. Dakikasında öyle şifa buldu ki, atından inmedi.

Altıncı Misal: Başta İmam-ı Beyhakî, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: İmam-ı Ali gayet hasta idi. Izdırabından kendi kendine dua edip inliyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, dedi: اَللّٰهُمَّ اشْفِهِ Ve ayağıyla Hazret-i Ali’ye dokundu, “Kalk!” dedi. Birden şifa buldu. İmam-ı Ali der ki: “Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim.”

Yedinci Misal: Şürehbil-el Cuhfî’nin meşhur kıssasıdır ki: Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıncı ve atın dizginini tutamıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle oğdu. O urdan hiçbir eser kalmadı.

Sekizinci Misal: Altı çocuğun herbiri ayrı ayrı birer mu’cize-i Ahmediyeye mazhar oldu.

Birincisi: İbn-i Ebî Şeybe (muhakkik-i kâmil ve muhaddis-i meşhur) haber veriyor ki: Bir kadın bir çocuğu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına getirdi. O çocukta bir bela vardı, konuşmuyordu, aptal idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir su ile mazmaza etti, elini yıkadı. O suyu kadına verdi, çocuğa içirsin ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından ve belasından bir şey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemal sahibi oldu ki, ukalâ-yı nâsın fevkine çıktı.

İkincisi: Nakl-i sahih ile, Hazret-i İbn-i Abbas demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini onun göğsüne koydu; birden çocuk istifra’ etti. İçinden küçük hıyar kadar siyah bir şey çıktı, çocuk şifa bulup gitti.

Üçüncüsü: İmam-ı Beyhakî ve Nesaî nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Muhammed İbn-i Hâtib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshedip tükürüğünü sürdü, dakikasında şifa buldu.

Dördüncüsü: Büyümüş fakat lisanı yok, büyükçe bir çocuk Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına geldi. Çocuğa ferman etmiş: “Ben kimim?” Hiç konuşmayan dilsiz çocuk, اَنْتَ رَسُولُ اللّٰهِ deyip tekellüme başlamış.

Beşinci çocuk: Âlem-i yakazada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’la mükerrer surette müşerref olan Celaleddin-i Süyutî ve asrın imamı tahric ve tashih ile Mübarek-ül Yemame ismiyle meşhur bir zâtı, daha yeni dünyaya geldiği vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına getirmişler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona müteveccih olmuş. Çocuk tekellüme başlamış, اَشْهَدُ اَنَّكَ رَسُولُ اللّٰهِ demiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Bârekâllah” demiş. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, bu mu’cize-i Ahmediyeye ve “Bârekâllah” dua-yı Nebevîsine mazhar olduğundan, “Mübarek-ül Yemame” ismiyle şöhret bulmuş.

Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk, namazını kat’edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَللّٰهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.

Yedinci çocuk: Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemek yerken lokma istemiş, vermiş. Demiş: “Yok, senin ağzındakini istiyorum.” Onu da vermiş. O gayet hayâsız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının fevkinde bir hayâ sahibi oldu.

İşte bu sekiz misal gibi, seksen değil, belki sekizyüz misalleri var. Çoğu kütüb-ü Siyer ve ehadîste beyan edilmiştir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek eli Hakîm-i Lokman’ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa ve nev’-i beşer çok musibet ve belalara giriftar olsa; elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler. Hattâ kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok sahabelerle görüşen, Taus denilen Ebu Abdurrahman-il Yemanî, kat’iyyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ne kadar mecnun gelmişse, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuş ise, kat’iyyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış.

İşte Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kat’î ve küllî hükmetmişse; elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş, elbette müracaatlar binler olacaktır.

ONDÖRDÜNCÜ İŞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın enva’-ı mu’cizatından bir nev’-i azîmi, duasıyla zahir olan hârikalardır. Evet şu nevi, kat’î ve hakikî mütevatirdir. Cüz’iyat ve misalleri o kadar çoktur ki, hesab edilmez. Misallerin çokları var ki, onlar da mütevatir derecesine çıkmışlar. Belki tevatüre yakın meşhur olmuşlar. Bir kısmını öyle imamlar nakletmiş ki, meşhur mütevatir gibi, kat’iyyeti ifade eder. Biz şu pek çok misallerinden, tevatüre yakın ve meşhur derecesinde münteşir bazı misalleri, nümune olarak ve her misalinde birkaç cüz’iyatını zikredeceğiz:

Birinci Misal: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yağmur duası, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması,

Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs nakletmişler. Hattâ bazı defa minber-i şerif üstünde, yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış. Sâbıkan zikrettiğimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i Nebi Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib’in bir şiiri ile iştihar bulmuş. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.

Hem İmam-ı Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için dua taleb edildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: “Aman dua et, kesilsin.” Dua etti, birden kesildi.

İkinci Misal: Tevatüre yakın meşhurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sahabe ve imana gelenler daha kırka vâsıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken dua etti:

اَللّٰهُمَّ اَعِزَّ اْلاِسْلاَمَ بِعُمَرِ ابْنِ الْخَطَّابِ اَوْ بِعَمْرِو ابْنِ الْهِشَامِ 

Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer İbn-il Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu. “Faruk” ünvan-ı âlîsini aldı.

Üçüncü Misal: Bazı sahabe-i güzine, ayrı ayrı maksadlar için dua etmiş. Duası öyle parlak bir surette kabul olmuş ki, o keramet-i duaiye, mu’cize derecesine çıkmış. Ezcümle,

Başta Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: İbn-i Abbas’a şöyle dua etmiş:

اَللّٰهُمَّ فَقِّهْهُ فِى الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّاْوِيلَ 

Duası öyle makbul olmuş ki; İbn-i Abbas, Tercüman-ül Kur’an ünvan-ı zîşanını ve Habr-ül Ümme, yani allâme-i ümmet rütbe-i âlîsini kazanmış. Hattâ çok genç iken, Hazret-i Ömer, onu ülema ve kudema-yı sahabe meclisine alıyordu.

Hem başta İmam-ı Buharî, ehl-i kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Enes’in vâlidesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a niyaz etmiş ki: “Senin hâdimin olan Enes’in evlâd ve malı hakkında bereket ile dua et.” O da dua etmiş:

اَللّٰهُمَّ اَكْثِرْ مَالَهُ وَوَلَدَهُ وَبَارِكْ لَهُ فِيمَا اَعْطَيْتَهُ 

demiş. Hazret-i Enes âhir ömründe kasem ile ilân ediyor ki: “Ben kendi elimle yüz evlâdımı defnetmişim. Benim malım ve servetim itibariyle de, hiçbirisi benim gibi mes’ud yaşamamış. Benim malımı görüyorsunuz ki pek çoktur. Bunlar, bütün dua-yı Nebeviyenin bereketindendir.”

Hem başta İmam-ı Beyhakî, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman Bin Avf’a, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kesret-i mal ve bereketle dua etmiş. O duanın bereketiyle o kadar servet kazanmış ki, bir defa yedi yüz deveyi yükleriyle beraber “fîsebilillah” tasadduk etmiş. İşte dua-yı Nebeviyenin bereketine bakınız, “Bârekâllah” deyiniz.

Hem İmam-ı Buharî başta olarak râviler naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Urve İbn-i Ebî Ca’de’ye ticarette kâr ve kazanç için bereketle dua etmiş. Urve diyor ki: Ben bazı Kûfe çarşısında duruyordum, bir günde kırkbin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum. İmam-ı Buharî der ki: “Toprağı da eline alsa, onda bir kazanç bulurdu.”

Hem Abdullah İbn-i Cafer’e, kesret-i mal ve bereket için dua etmiş. Hazret-i Abdullah İbn-i Cafer, o derece servet kazanmış ki, o asırda şöhretgîr olmuş. O bereket-i dua-yı Nebevî ile hasıl olan serveti kadar, sehavetle de iştihar etmiş. Bu neviden çok misaller var. Nümune için bu dört misalle iktifa ediyoruz.

Hem başta İmam-ı Tirmizî, haber veriyor ki: Sa’d İbn-i Ebî Vakkas için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etmiş: اَللّٰهُمَّ اَجِبْ دَعْوَتَهُ demiş. Sa’d’ın duasının kabulü için dua etmiş. O asırda, Sa’d’ın bedduasından herkes korkuyordu. Duasının kabulü de şöhret buldu.

Hem meşhur Ebu Katade’ye ferman etmiş:

اَفْلَحَ اللّٰهُ وَجْهَكَ اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَهُ فِى شَعْرِهِ وَ بَشَرِهِ 

diye, genç kalmasına dua etmiş. Ebu Katade yetmiş yaşında vefat ettiği vakit onbeş yaşında bir genç gibi olduğu, nakl-i sahih ile şöhret bulmuş.

Hem meşhur şâir Nâbiga’nın kıssa-i meşhuresidir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında bir şiirini okumuş. Şu fıkra:

بَلَغْنَا السَّمَاءَ مَجْدُنَا وَسَنَائُنَا ٭ وَ اِنَّا نُرِيدُ فَوْقَ ذلِكَ مَظْهَرًا

Yani: “Şerefimiz göğe çıktı, biz daha üstüne çıkmak istiyoruz!” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mülatafe suretinde ferman etti: اِلَى اَيْنَ يَا اَبَا لَيْلاَ؟ Dedi: اِلَى الْجَنَّةِ يَا رَسُولَ اللّٰهِ Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm latife olarak dedi: “Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?” Nâbiga dedi: “Göklerin fevkinde Cennet’e gitmek istiyoruz.” Sonra bir manidar şiirini daha okudu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti: لاَ يَفْضُضِ اللّٰهُ فَاكَ Yani, “Senin ağzın bozulmasın.” İşte o dua-yı Nebevînin bereketiyle, o Nâbiga yüzyirmi yaşında bir dişi noksan olmadı. Hattâ bazı bir dişi düştüğü vakit, yerine bir daha geliyordu.

Hem nakl-i sahih ile İmam-ı Ali için dua etmiş ki: اَللّٰهُمَّ اكْفِهِ الْحَرَّ وَالْقَرَّ Yani: “Ya Rab! Soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme.” İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi, yazda kış libasını giyerdi. Der idi ki: O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.

Hem Hazret-i Fatıma için dua etmiş: اَللّٰهُمَّ لاَ تُجِعْهَا Yani: “Açlık elemini ona verme.” Hazret-i Fatıma der ki: “O duadan sonra açlık elemini görmedim.”

Hem Tufeyl İbn-i Amr, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan bir mu’cize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ لَهُ demiş. İki gözü ortasında bir nur zuhur etmiş. Sonra değneği ucuna naklolmuş. Bunun ile “Zinnur” diye iştihar bulmuş. İşte bu vakıalar, ehadîs-i meşhuredendir ki, kat’iyyet peyda etmişler.

Hem Ebu Hüreyre, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a şekva etmiş ki, “Nisyan bana ârız oluyor.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş, bir mendil şeklinde bir şey açmış. Sonra mübarek avucu ile gaibden birşey alır gibi, öyle avucunu oraya boşaltmış. İki-üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyre’ye demiş: “Şimdi mendili topla.” Toplamış. Bu sırr-ı manevî-i dua-yı Nebevî ile Ebu Hüreyre kasem eder ki: “Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.” İşte bu vakıalar, ehadîs-i meşhuredendirler.

Dördüncü Misal: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bedduasına mazhar olmuş birkaç vakıayı beyan ederiz:

Birincisi: Perviz denilen Fars padişahı, name-i Nebeviyeyi yırtmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a haber geldi. Şöyle beddua etti: اَللّٰهُمَّ مَزِّقْهُ “Yâ Rab! Nasıl mektubumu paraladı, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.” İşte şu bedduanın tesiriyledir ki; o Kisra Perviz’in oğlu Şirveyh, hançer ile onu paraladı. Sa’d İbn-i Ebî Vakkas da, saltanatını parça parça etti. Sasaniye Devleti’nin hiçbir yerde şevketi kalmadı. Fakat Kayser ve sair melikler, name-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.

İkincisi: Tevatüre yakın meşhurdur ve âyât-ı Kur’aniye işaret ediyor ki: Bidayet-i İslâmda Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mescid-ül Haram’da namaz kılarken; rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara beddua etti. İbn-i Mes’ud der ki: Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanların, Gazve-i Bedir’de birer birer lâşelerini gördüm.

Üçüncüsü: Mudariye denilen Arabın büyük bir kabîlesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tekzib ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur kesildi, kaht u galâ başgösterdi. Sonra Mudariye kavminden olan Kabile-i Kureyş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a iltimas ettiler. Dua etti; yağmur geldi, kahtlık kalktı. Bu vakıa tevatür derecesinde meşhurdur.

Beşinci Misal: Hususî adamlara bedduasının dehşetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kat’î üç misali nümune olarak beyan ederiz:

Birincisi: Utbe İbn-i Ebî Leheb hakkında şöyle beddua etti: اَللّٰهُمَّ سَلِّطْ عَلَيْهِ كَلْبًا مِنْ كِلاَبِكَ Yani: “Yâ Rab! Ona bir itini musallat et.” Sonra Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kafile içinde onu arayıp bulmuş, parçalamış. Şu vakıa meşhurdur. Eimme-i hadîs, nakl ve tashih etmişler.

İkincisi: Muhallim İbn-i Cüsame’dir ki, Âmir İbn-i Azbat’ı gadr ile katletmişti. Halbuki Âmir’i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu cihad ve harb için kumandan edip, bir bölük ile göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetiştiği vakit hiddet etmiş. اَللّٰهُمَّ لاَ تَغْفِرْ لِمُحَلِّمِ diye beddua buyurmuş. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce bir duvar yapılmış, o surette yer altında setredilmiş.

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş: كُلْ بِيَمِينِكَ “Sağ elinle ye.” demiş. O adam demiş: لاَ اَسْتَطِيعُ “Sağ elimle yapamıyorum.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: لاَ اسْتَطَعْتَ diye beddua etmiş. “Kaldıramayacaksın.” İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış.

Altıncı Misal: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hem duası, hem temasından zuhur eden pek çok hârikalarından, kat’iyyet kesbetmiş birkaç hâdiseyi zikredeceğiz:

Birincisi: Hazret-i Hâlid İbn-i Velid‘e (Seyfullah’a) birkaç saçını verip, nusretine dua etmiş. Hazret-i Hâlid, o saçları külâhında hıfzetmiş. İşte o saç ve duanın bereketi hürmetine, hiçbir harbe girmemiş illâ muzaffer çıkmış.

İkincisi: Selman-ı Farisî, evvelce Yahudilerin abdi imiş. Onun seyyidleri, onu âzad etmek için çok şeyler istediler. “Üçyüz hurma fidanını dikip meyve verdikten sonra, kırk okıyye altun vermekle âzad edilirsin” dediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a geldi, beyan-ı hâl etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kendi eliyle, Medine civarında üçyüz fidanı dikti. Yalnız bir tanesini başkası dikti. O sene zarfında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Yalnız bir tek başkası dikmişti, o tek meyve vermedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi. Hem tavuk yumurtası kadar bir altunu, ağzının tükürüğünü ona sürdü, dua etti, Selman’a verdi. Dedi: “Git Yahudilere ver.” Selman-ı Farisî gidip o altundan kırk okıyyeyi onlara verdi; o tavuk yumurtası kadar olan altun, eskisi gibi bâki kaldı. İşte şu vakıa, Hazret-i Selman-ı Pâk’in sergüzeşte-i hayatının en mühim bir hâdise-i mu’cizekâranesidir. Muteber ve mevsuk imamlar haber vermişler.

Üçüncüsü: Ümm-ü Mâlik isminde bir sahabiye, “ukke” denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş; ferman etmiş ki: “Onu boşaltıp sıkmayınız.” Ümm-ü Mâlik ukkeyi almış. Ne vakit evlâdları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi.

Yedinci Misal: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın duasıyla ve temasıyla, suların tatlılaşması ve güzel koku vermesinin çok hâdiseleri var. İki-üç taneyi, nümune olarak beyan ederiz:

Birincisi: İmam-ı Beyhakî başta, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Bi’r-i Kubâ denilen kuyunun suyu bazı kesiliyordu. Yani bitiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm abdest suyunu içine koyup dua ettikten sonra, kesretle devam etti, daha hiç kesilmedi.

İkincisi: Başta Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvet’te, ehl-i hadîs haber veriyorlar ki: Enes’in evindeki kuyuya, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tükürüğünü içine atıp dua etmiş, Medine-i Münevvere’de en tatlı su o olmuş.

Üçüncüsü: İbn-i Mâce haber veriyor ki: Mâ-i Zemzem’den bir kova su, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a getirdiler. Bir parça ağzına aldı, kovaya boşalttı. Kova misk gibi râyiha verdi.

Dördüncüsü: İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel haber veriyor ki: Bir kuyudan, bir kova su çıkardılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm içine ağzının suyunu akıtıp kuyuya boşalttıktan sonra, misk gibi râyiha vermeğe başladı.

Beşincisi: Ricalullahtan ve İmam-ı Müslim ve ülema-i Mağrib’in mutemedi ve makbulü olan Hammad İbn-i Seleme haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm deriden bir tuluğa su doldurup ağzına üflemiş, dua etmiş. Bağladı, bir kısım sahabeye verdi. “Ağzını açmayınız! Yalnız abdest aldığınız vakit açınız.” demiş. Gitmişler, abdest almak vaktinde ağzını açmışlar. Görüyorlar ki, hâlis bir süt, ağzında da kaymak yağ. İşte bu beş cüz’ü; bazıları meşhur, bazı da mühim imamlar naklediyorlar. Bunlar ve burada nakledilmeyenlerle mecmuu; manevî tevatür gibi bir mu’cize-i mutlakanın tahakkukunu gösteriyorlar.

Sekizinci Misal: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mesh ve duasıyla, sütsüz ve kısır keçilerin mübarek elinin temasıyla ve duasıyla sütlü, hem çok sütlü olmaları misalleri ve cüz’iyatları çoktur. Biz yalnız meşhur ve kat’î iki-üç misali, nümune olarak zikrediyoruz:

Birincisi: Ehl-i Siyer’in bütün muteber kitabları haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Sıddık ile beraber hicret ederken, Âtiket Bint-il Huzaiye denilen Ümm-ü Mabed hanesine gelmişler. Gayet zaîf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümm-ü Mabed’e ferman etti: “Bunda süt yok mudur?” Ümm-ü Mabed demiş ki: “Bunun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş: “Kap getiriniz, sağınız!” Sağdılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-is Sıddık ile içtikten sonra, o hane halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.

İkincisi: Şât-ı İbn-i Mes’ud’un meşhur kıssasıdır ki: İbn-i Mes’ud İslâm olmadan evvel, bazıların çobanı idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ebu Bekir-is Sıddık ile beraber, İbn-i Mes’ud’un keçileriyle bulunduğu yere gitmişler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, İbn-i Mes’ud’dan süt istemiş. O da demiş: “Keçiler benim değil, başkasının malıdırlar.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: “Kısır, sütsüz bir keçi bana getir.” O da iki senedir teke görmemiş bir keçi getirdi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle onun memesine meshedip dua etmiş. Sonra sağmışlar, hâlis bir süt almışlar, içmişler. İbn-i Mes’ud bu mu’cizeyi gördükten sonra iman etmiş.

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın murdiası yani süt annesi olan Halîme-i Sa’diye’nin keçilerinin kıssa-i meşhuresidir ki; o kabîlede bir derece kahtlık vardı. Hayvanat zaîf ve sütsüz oluyordular ve tok oluncaya kadar yemiyorlardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm oraya, süt annesinin yanına gönderildiği zaman, onun bereketiyle, Halîme-i Sa’diye’nin keçileri, akşam vakti başkalarının hilafına olarak, hem tok ve memeleri dolu olarak geliyorlardı. İşte bunun gibi Siyer kitablarında daha başka cüz’iyatları var; fakat bu nümuneler, asıl maksada kâfidir.

Dokuzuncu Misal: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı zâtların başını ve yüzünü mübarek eliyle meshedip dua ettikten sonra, zahir olan hârikaların çok cüz’iyatından iştihar bulmuş birkaçını nümune olarak beyan ediyoruz:

Birincisi: Ömer İbn-i Sa’d’ın başına elini sürmüş, dua etmiş. Seksen yaşında o adam, o duanın bereketiyle, öldüğü vakit başında beyaz yoktu.

İkincisi: Kays İbn-i Zeyd’in başına elini koyup, meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle, yüz yaşına girdiği vakit, meshin tesiriyle, bütün başı beyaz, yalnız Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın elini koyduğu yer simsiyah olarak kalmış.

Üçüncüsü: Abdurrahman İbn-i Zeyd İbn-il Hattab hem küçük, hem çirkin idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eli ile başını meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle; kametçe en bâlâ kamet ve suretçe en güzel bir surete girmiş.

Dördüncüsü: Âiz İbn-i Amr‘ın Gazve-i Huneyn’de yüzü yaralanmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, eliyle yüzündeki kanı silmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın elinin temas ettiği yer, parlak bir nuraniyet vermiş ki, muhaddisler كَغُرَّةِ الْفَرَسِ tabir etmişler. Yani, doru atın alnındaki beyaz gibi, temas yeri öyle parlıyordu.

Beşincisi: Katade İbn-i Milhan’ın yüzüne elini sürmüş, dua etmiş. Katade’nin yüzü âyine gibi parlamağa başlamış.

Altıncısı: Ümm-ül Mü’minîn Ümm-ü Seleme’nin kızı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın üvey kızı Zeyneb’e, küçükken Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun yüzüne abdest suyu atıp taltif etmiş. O suyun temasından sonra, Zeyneb’in hüsn ü cemali acib suret almış, bedî’-ül cemal olmuş.

İşte şu cüz’iyatlar gibi daha çok misaller var. Onların çoğunu eimme-i hadîs nakletmişler. Bu cüz’iyatın herbirini, haber-i vâhid ve zaîf farzetsek dahi, yine mecmuu manevî bir tevatür hükmünde, mutlak bir mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gösterir. Çünki bir hâdise, ayrı ayrı ve çok suretlerle nakledilse, asıl hâdisenin vukuu kat’î olur. Suretlerin herbiri zaîf dahi olsa, yine asıl hâdiseyi isbat ediyor.

(Haber-i vahidin tevatür derecesine çıkma şartları ikidir. Rivayet silsilesinin sağlamlığı (Âl’i beytin imamları gibi) veya haber veren kişinin kuvveti veya kıymeti ile haber-i vahid olur.)

Meselâ: Bir gürültü işitildi. Bazılar dediler ki, filan ev harab oldu; diğeri, başka ev harab oldu dedi; daha başkası, başka bir evi söyledi ve hâkeza… Herbir rivayet, haber-i vâhid de, zaîf de, hilaf-ı vaki’ de olabilir. Fakat asıl vakıa ki: Bir ev harab olmuş, o kat’îdir; onda bütün müttefiktirler. Halbuki bahsettiğimiz şu altı cüz’iyat; hem sahihtirler, hem bazıları şöhret derecesine çıkmışlar. Faraza bunların herbirini zaîf addetsek, temsilde mutlak bir hane harab olması gibi, yine cüz’iyatın mecmuunda, mutlak bir mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vücudunu kat’iyyen gösterir.

İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cizat-ı bahiresi, her bir nevide kat’î olarak mevcuddur. Cüz’iyatı dahi, o küllî ve mutlak mu’cizenin suretleri veyahut nümuneleridir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nasılki eli, parmakları, tükürüğü, nefesi, sözü yani duası çok mu’cizatın mebdei oluyor. Aynen öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sair letaifi ve duyguları ve cihazatı, çok hârikalara medardır. Kütüb-ü Siyer ve Tarih, o hârikaları beyan etmişler; sîret ve suret ve duygularında, çok delail-i nübüvvet bulunduğunu göstermişler.

ONBEŞİNCİ İŞARET: Nasılki taşlar, ağaçlar, Kamer, Güneş onu tanıyorlar; birer mu’cizesini göstermekle, nübüvvetini tasdik ediyorlar. Öyle de: Hayvanat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melaikeler taifesi o Zât-ı Mübarek’i tanıyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki; onlar, onu tanıdıklarını, herbir taifesi, bazı mu’cizatını göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilân ediyorlar. Şu Onbeşinci İşaret’in üç şubesi var:

Birinci Şubesi: Hayvanat cinsi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanıyorlar ve mu’cizatını da izhar ediyorlar. Şu şubenin çok misalleri var. Biz yalnız burada, meşhur ve manevî tevatür derecesinde kat’î olmuş veya muhakkikîn-i eimmenin makbulü olmuş veya ümmet telakki-i bilkabul etmiş olan bir kısım hâdiseleri, nümune olarak zikredeceğiz:

Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir şöhretle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ebu Bekir-is Sıddık ile, küffarın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gâr-ı Hira’nın kapısında, iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi, hârika bir tarzda, kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir. Hattâ rüesa-yı Kureyş’ten, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın eli ile Gazve-i Bedir’de öldürülen Übeyy İbn-i Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: “Mağaraya girelim.” O demiş: “Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki, Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada duruyor, adam olsa orada dururlar mı?” İşte bunun gibi, mübarek güvercin taifesi, Feth-i Mekke’de dahi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın başı üzerinde gölge yaptıklarını, İmam-ı Celil İbn-i Vehb naklediyor. Hem nakl-i sahih ile Hazret-i Âişe-i Sıddıka haber veriyor ki: Güvercin gibi, Dâcin denilen bir kuş hanemizde vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hazır olsa idi hiç debelenmezdi, sükûtla dururdu. Ne vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıksa idi, o kuş başlardı harekete; giderdi gelirdi, hiç durmuyordu. Demek o kuş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı dinliyordu, huzurunda temkin ile sükût ederdi.

İkinci Hâdise: Beş-altı tarîkle manevî bir tevatür hükmünü almış kurd hâdisesidir ki; bu kıssa-i acibe çok tarîklerle meşhur sahabelerden nakledilmiş. Ezcümle: Ebu Said-il Hudrî ve Seleme İbn-il Ekva’ ve İbn-i Ebî Vehb ve Ebu Hüreyre ve bir vak’a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddid tarîklerle haber veriyorlar ki: Bir kurd, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi’b demiş: “Allah’tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Acaib, zi’b konuşur mu?” Zi’b ona demiş: “Acib senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zât var ki; sizi Cennet’e davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz!” Bütün tarîkler kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarîk olan Ebu Hüreyre ihbarında diyor ki: Çoban kurda demiş: “Ben gideceğim; fakat kim benim keçilerime bakacak?” Zi’b demiş: “Ben bakacağım.” Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmüş, iman etmiş, dönüp gitmiş. Zi’bi çoban bulmuş. Zayiat yok. Bir keçi ona kesmiş, çünki ona üstadlık etmiş.

Bir tarîkte: Rüesa-yı Kureyş’ten Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylanı takib edip Harem-i Şerif’e girdi. Kurd dönmüş, sonra taaccüb etmişler. Kurd konuşmuş, risalet-i Ahmediyeyi haber vermiş. Ebu Süfyan, Safvan’a demiş ki: “Bu kıssayı kimseye söylemeyelim, korkarım Mekke boşalıp onlara iltihak edecekler.” Elhasıl, kurt kıssası kat’î ve manevî mütevatir gibi kanaat verir.

Üçüncü Hâdise: Beş-altı tarîkle mühim sahabelerden nakledilen cemel hâdisesidir ki: Ezcümle: Ebu Hüreyre ve Sa’lebe İbn-i Mâlik ve Câbir İbn-i Abdullah ve Abdullah İbn-i Cafer ve Abdullah İbn-i Ebî Evfa gibi müteaddid tarîkler ve o tarîklerin başındaki sahabeler müttefikan haber veriyorlar ki: Deve gelmiş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a tahiyye-i ikram nev’inden secde edip konuşmuş. Ve birkaç tarîkte haber veriliyor ki: O deve bir bağda kızmış, vahşi olmuş; yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm girdi; deve geldi, ikramen secde etti, yanında ıhdı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yular taktı. Deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a dedi: “Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar, şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım.” Deve sahibine söyledi: “Böyle midir?” “Evet” dediler.

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler. Hem nakl-i sahih ile; Câbir İbn-i Abdullah’ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o deveye ufak bir dürtmek ile dürttü. O deve, o iltifat-ı Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peyda etti ki; daha sür’atinden dizgini zabtedilmiyor, yolda yetişilmiyordu. Hazret-i Câbir haber veriyor.

Dördüncü Hâdise: Başta İmam-ı Buharî, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: Bir defa gecede, Medine-i Münevvere’nin haricinde, düşman hücum ediyor gibi mühim bir hâdise işaa edildi. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler. Yolda görüyorlar, bir zât geliyor. Baktılar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Ferman etmiş: “Birşey yoktur.” Meşhur Ebu Talha’nın atına binip, şecaat-ı kudsiyesi muktezasınca, herkesten evvel gitmiş, tahkik etmiş ve dönmüştü. Ebu Talha’ya ferman etmiş: وَجَدْتُ فَرَسَكَ بَحْرًا Yani: “Senin atın sarsmadan, gayet çabuktur.” Halbuki Ebu Talha’nın atı, katuf tabir edilen yürüyüşsüz kısmından idi. O geceden sonra, hiçbir at ona karşı yürüyüşte mukabele edemiyordu.

Hem nakl-i sahih ile; bir defa, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seferde namaz kılacak vaktinde atına dedi: “Dur.” O da durdu. Namaz bitinceye kadar hiçbir azasını kımıldatmadı.

Beşinci Hâdise: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hizmetkârı Sefine, Yemen Valisi Muaz İbn-i Cebel’in yanına gitmek için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan emir alıp gitmiş. Yolda bir arslan rast gelmiş. O Sefine, ona demiş: “Ben, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hizmetkârıyım.” Arslan ses verip ayrılmış. İlişmemiş. Diğer bir tarîkte haber veriyorlar ki: Sefine döndüğü vakit yolu kaybetmiş, bir arslana rast gelmiş; arslan ona ilişmemekle beraber, yolu da göstermiş.

Hem Hazret-i Ömer’den haber veriyorlar ki demiş: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına bir bedevi geldi. Arabça “dabb” denilen bir susmar, yani keler elinde idi. Dedi: “Eğer bu hayvan sana şehadet etse, ben sana iman getiririm; yoksa iman getirmem.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hayvandan sordu; o susmar fasih bir dille, risaletine şehadet etti.

Hem Ümm-ül Mü’minîn Ümm-ü Seleme haber veriyor ki: Bir ceylan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşmuş ve risaletine şehadet etmiş.

İşte bunun gibi çok misaller var. Hem de kat’î şöhret bulmuş birkaç nümuneyi gösterdik. Ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımayana ve itaat etmeyene deriz:

Ey insan! İbret alınız… Kurt, arslan; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza eder.

İkinci Şube: Cenazelerin ve cinlerin ve melaikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımalarıdır. Bunun da çok hâdiseleri var. Nümune için, şöhret bulmuş ve mevsuk imamlar haber vermiş birkaç nümuneyi, evvelâ cenazelerden göstereceğiz. Amma cinn ve melaike ise, o mütevatirdir.. onların misalleri bir değil, bindir. İşte ölülerin konuşması misallerinden:

Birincisi şudur ki: Ülema-i zahir ve bâtının, Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali’nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan-ı Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına gelerek ağlayıp sızladı. Dedi: “Benim küçük bir kızım vardı, şu yakın derede öldü, oraya attım.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona acıdı. Ona dedi: “Gel oraya gideceğiz.” Gittiler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ölmüş kızı çağırdı: “Yâ filane!” dedi. Birden o ölmüş kız, “Lebbeyke ve sa’deyk” dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: “Tekrar peder ve vâlidenin yanına gelmeyi arzu eder misin?” O dedi: “Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum.”

İkincisi: İmam-ı Beyhakî ve İmam-ı İbn-i Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Hazret-i Enes İbn-i Mâlik’ten haber veriyorlar ki: Enes demiş: Bir ihtiyare kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O sâliha kadın çok müteessir oldu, dedi: “Yâ Rab! Senin rızan için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatımı temin edecek tek evlâdcığımı, o Resul’ün hürmetine bağışla.” Enes der: O ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi.

İşte şu hâdise-i acibeye işaret ve ifade eden, İmam-ı Busîrî’nin Kaside-i Bürde’de şu fıkrasıdır:

لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ آيَاتُهُ عِظَمًا ٭ اَحْيَى اسْمُهُ حِينَ يُدْعَى دَارِسَ الرِّمَمِ

Yani: “Eğer alâmetleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterse idiler; değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de ihya edilebilirdi.”

Üçüncü Hâdise: Başta İmam-ı Beyhakî gibi râviler, Abdullah İbn-i Ubeydullah-il Ensarî’den haber veriyorlar ki: Abdullah demiş: Sabit İbn-i Kays İbn-i Şemmas’ın Yemame Harbi’nde şehid düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit, ben hazırdım. Kabre konurken, birden ondan bir ses geldi:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَاَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ وَعُمَرُ الشَّهِيدُ وَعُثْمَانُ الْبَرُّ الرَّحِيمُ 

dedi. Sonra açtık, baktık; ölü, cansız. İşte o vakit, daha Hazret-i Ömer hilafete geçmeden, şehadetini haber veriyor.

Dördüncü Hâdise: İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvet’te Nu’man İbn-i Beşir’den haber veriyorlar ki: Zeyd İbn-i Harice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında etrafında kadınlar ağlarken birden اَنْصِتُوا اَنْصِتُوا “Susunuz!” dedi. Sonra fasih bir lisanla:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ diyerek bir mikdar konuştu. Sonra baktık ki, cansız vefat etmiş.

İşte cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse; canlı olanlar tasdik etmese; elbette o câni canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler.

Amma melaikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona iman ve itaati, mütevatirdir. Nass-ı Kur’an ve çok âyâtla musarrahtır. Gazve-i Bedir’de beşbin melaike, -nass-ı Kur’an ile- önde, sahabeler gibi ona hizmet edip, asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melaikeler içinde, Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. Şu mes’elede iki cihet var:

Birisi: Cinn ve melaikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi, vücudları kat’î ve bizimle münasebetdar olduğu, Yirmidokuzuncu Söz’de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat’iyyetle isbat etmişiz. Onların isbatını, o Söz’e havale ederiz.

İkinci cihet: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şerefiyle, eser-i mu’cizesi olarak, efrad-ı ümmeti onları görmek ve konuşmaktır.

  1. İşte başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek yani Hazret-i Cebrail, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş, demiş: مَا اْلاِسْلاَمُ وَمَا اْلاِيمَانُ وَمَا اْلاِحْسَانُ Yani: “İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-ı sahabe hem ders almış, hem de o zâtı iyi görmüş O zât misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”
  2. Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’î ile ve manevî tevatür derecesinde, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: “Hazret-i Cebrail’i çok defa, hüsn ü cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında sahabeler görüyorlardı. Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbn-i Abbas ve Üsame İbn-i Zeyd ve Hâris ve Âişe-i Sıddıka ve Ümm-ü Seleme, kat’iyyen sabittir ki, bunlar kat’iyyen haber veriyorlar ki: Biz Hazret-i Cebrail’i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında çok görüyoruz. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zâtlar, görmeden görüyoruz desinler?
  3. Hem nakl-i sahih-i kat’î ile, Aşere-i Mübeşşere’den, İran fâtihi Sa’d İbn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: “Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbetdar gibi muhafız suretinde gördü İkisi de anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikâil olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm gördük dese, görmemek mümkün müdür?
  4. Hem Ebu Süfyan İbn-i Hâris İbn-i Abdülmuttalib (ammizade-i Nebevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gök ile yer arasında, beyaz libaslı atlı zâtları gördü”
  5. Hem Hazret-i Hamza Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan niyaz etti ki: “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâ’be’de ona göründü. Dayanamadı, bîhuş oldu, yere düştü. Bu çeşit melaikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gösteriyor ve delalet ediyor ki; onun misbah-ı nübüvvetine melaikeler dahi pervanelerdir.

Cinnîler ise; onlar ile görüşmek ve görmek, değil sahabeler, belki avam-ı ümmet dahi çokları ile görüşmeleri çok vuku buluyor.

  1. Fakat en kat’î, en sahih haber ile eimme-i hadîs bize diyorlar ki: İbn-i Mes’ud “Batn-ı Nahl’de ecinnilerin ihtidası gecesinde, ecinnileri gördüm ve Sudan kabîlesinden Zutt denilen uzun boylu taifeye benzettim, onlara benziyordular.”
  2. Hem meşhurdur ve hadîs imamları tahric ve kabul ettikleri Hazret-i Hâlid İbn-i Velid vak’asıdır ki: Uzza denilen sanemi tahrib ettikleri vakit, siyah bir kadın şeklinde, o sanem içinden bir cinniye çıktı. Hazret-i Hâlid, bir kılınç ile o cinniyeyi iki parça etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hâdise için ferman etmiş ki: “Uzza sanemi içinde ona ibadet ediliyordu, daha ona ibadet edilmez.”
  3. Hem Hazret-i Ömer’den meşhur bir haberdir ki, demiş: “Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asâ, “Hâme” isminde bir cinnî geldi, iman etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kısa surelerden birkaç sureyi ders verdi. Dersini aldı, gitti. Şu âhirki hâdiseye, çendan bazı hadîs imamları ilişmişler; fakat mühim imamlar, sıhhatine hükmetmiş Her ne ise, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok; misalleri çoktur.

Hem deriz ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylanî gibi aktablar, asfiyalar, melaikeler ve cinler ile görüşmüşler ve konuşuyorlar ve bu hâdise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet ümmet-i Muhammed’in (A.S.M.) melaike ve cinlerle temasları ve tekellümleri ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın terbiye ve irşad-ı i’cazkâranesinin bir eseridir.

Üçüncü Şube: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hıfzı ve ismeti, bir mu’cize-i bahiredir. وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyet-i kerimesinin hakikat-ı bahiresi, çok mu’cizatı gösterir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine; belki umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun amucası en büyük düşman ve kavim ve kabîlesi düşman iken; yirmiüç sene nöbetdarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa sû’-i kasde maruz kaldığı halde, kemal-i saadetle, rahat döşeğinde vefat edip, Mele-i A’lâ’ya çıkmasına kadar hıfz u ismeti, وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ ne kadar kuvvetli bir hakikatı ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş gibi gösterir. Biz yalnız nümune için, kat’iyyet kesbetmiş birkaç hâdiseyi zikredeceğiz:

Birinci Hâdise: Ehl-i siyer ve hadîs, müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabîlesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öldürtmek için, kat’î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabîleden lâakal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı. Hiç birisi onu görmedi, içlerinden çıktı gitti. Gâr-ı Hira’da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş’e karşı ona nöbetdar olup, muhafaza ettiler.

İkinci Hâdise: Vakıat-ı kat’iyyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası mühim bir mal mukabilinde, Süraka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; tâ takib edip, onları öldürmeye çalışsın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-i Sıddık ile beraber gârdan çıkıp giderken gördüler ki, Süraka geliyor. Ebu Bekir-i Sıddık telaş etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mağarada dediği gibi لاَ تَحْزَنْ اِنَّ اللّهَ مَعَنَا dedi. Süraka’ya bir baktı, Süraka’nın atının ayakları yere saplandı kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takib etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi birşey çıkıyordu. O vakit anladı ki: Ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki, ona ilişsin. “El-Aman!” dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: “Git öyle yap ki, başkası gelmesin!”

Şu hâdise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onları gördükten sonra Kureyş’e haber vermek için Mekke’ye gitmiş. Mekke’ye dâhil olduğu vakit, ne için geldiğini unutmuş. Ne kadar çalışmış ise, hatırına getirememiş. Mecbur olmuş dönmüş. Sonra anlamış ki, ona unutturulmuş.

Üçüncü Hâdise: Gazve-i Gatafan ve Enmar’da müteaddid tarîklerle eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabîle reisi, kimse görmeden tam Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın başı üzerine gelerek, yalın kılınç elinde olduğu halde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a dedi: “Kim seni benden kurtaracak?” Demiş: “Allah!” Sonra böyle dua etti: اَللّٰهُمَّ اكْفِنِيهِ بِمَا شِئْتَ Birden o Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer; o kılınç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kılıncı eline alır, “Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra afveder. O adam gider taifesine. O pek cür’etkâr, cesur adama herkes hayrette kalır. “Ne oldu sana, ne için bir şey yapamadın?” dediler. O dedi: “Hâdise böyle oldu. Ben şimdi, insanların en iyisinin yanından geliyorum.”

Hem şu hâdise gibi, Gazve-i Bedir’de bir münafık, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı bir gaflet vaktinde kimse görmeden, tam arkasından kılınç kaldırıp vururken, birden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bakmış. O titreyip, kılınç elinden yere düşmüş.

Dördüncü Hâdise: Manevî tevatüre yakın bir şöhretle ve ekser ehl-i tefsirin

اِنَّا جَعَلْنَا فِى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلاَلاً فَهِىَ اِلَى اْلاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ ٭

وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ

âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadîs imamları haber veriyorlar ki: Ebu Cehil yemin etmiş ki: “Ben secdede Muhammed’i görsem, bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış, Ebu Cehil’in eli çözülmüş. O ise; ya Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın müsaadesiyle veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.

Hem yine Ebu Cehil kabîlesinden -bir tarîkte- Velid İbn-i Mugire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı vurmak için, büyük bir taşı alıp secdede iken vurmaya gitmiş; gözü kapanmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı Mescid-i Haram’da görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu, yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çıktı, ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.

Hem nakl-i sahih ile Ebu Bekir-i Sıddık’tan haber veriyorlar ki: Sure-i تَبَّتْ يَدَا اَبِى لَهَبٍ nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb’in karısı Ümm-ü Cemil denilen “Hammalet-el Hatab” bir taş alıp, Mescid-i Haram’a gelmiş. Ebu Bekir ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm orada oturuyorlarmış. Gözü Ebu Bekir-i Sıddık’ı görüyor, soruyor: “Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadaşın nerede? Ben işitmişim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı ağzına vuracağım.” Yanında iken Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmemiş. Elbette hıfz-ı İlahîde olan bir Sultan-ı Levlak’i, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Ağzına mı düşmüş!..

Beşinci Hâdise: Haber-i sahih ile haber veriliyor ki: Âmir İbn-i Tufeyl ve Erbed İbn-i Kays ikisi ittifak ederek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına gitmişler. Âmir demiş: “Ben onu meşgul edeceğim, sen onu vuracaksın!” Sonra bakıyor ki, birşey yapmıyor. Gittikten sonra arkadaşına dedi: “Neden vurmadın?” Dedi: “Nasıl vuracağım, ne kadar niyet ettim, bakıyorum ki, ikimizin ortasına sen geçiyorsun. Seni nasıl vuracağım?”

Altıncı Hâdise: Nakl-i sahih ile haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud’da veya Huneyn’de Şeybe İbn-i Osman-el Hacebî -ki, Hazret-i Hamza, onun hem amucasını, hem pederini öldürmüştü- intikamını almak için gizli geldi. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın arkasından yalın kılınç kaldırdı. Birden kılınç elinden düştü. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: “O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdı.” İmana geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: “Haydi git, harbet!” Şeybe dedi: “Ben gittim, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm önünde harbettim. Eğer o vakit pederim de rastgelseydi, vuracaktım.”

Hem Feth-i Mekke gününde Fedale namında birisi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına vurmak niyetiyle geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakıp tebessüm etti, “Nefsinle ne konuştun?” dedi ve Fedale için taleb-i mağfiret etti. Fedale imana geldi ve dedi ki: “O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdı.”

Yedinci Hâdise: -Nakl-i sahih ile- Yahudiler sû’-i kasd niyetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın oturduğu yere üstünden büyük bir taş atmak ânında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o dakikada hıfz-ı İlahî ile kalkmış; o sû’-i kasd de akîm kalmış.

Bu yedi misal gibi çok hâdiseler vardır. Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim ve eimme-i hadîs, Hazret-i Âişe’den naklediyorlar ki: وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyeti nâzil olduktan sonra, arasıra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı muhafaza eden zâtlara ferman etti:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِى رَبِّى عَزَّ وَجَلَّ 

Yani: “Nöbetdarlığa lüzum yok, benim Rabbim beni hıfzediyor.”

İşte şu risale de, baştan buraya kadar gösteriyor ki: Şu kâinatın her nev’i, her âlemi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanır, alâkadardır. Herbir nev’-i kâinatta, onun mu’cizatı görünüyor. Demek o Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Cenab-ı Hakk’ın -fakat kâinatın Hâlıkı itibariyle ve bütün mahlukatın Rabbi ünvanıyla- memurudur ve resulüdür. Evet nasılki bir padişahın büyük ve müfettiş bir memurunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur.

Çünki umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer meselâ yalnız adliye müfettişi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaşılıyor ki; bütün devair-i saltanat-ı İlahiyede, melekten tut tâ sineğe ve örümceğe kadar herbir taife onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek Hâtem-ül Enbiya ve Resul-i Rabb-il Âlemîn’dir. Ve umum enbiyanın fevkinde risaletinin şümulü var.

(Üçüncü Nükteli İşarette geçtiği gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cizatı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser enva’-ı kâinattan birer mu’cizeye mazhardır. Güya nasılki bir padişah-ı zîşanın bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanıyla ona “hoş-âmedî” eder, onu alkışlar. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed’in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev’-i beşere meb’us olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikına karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat ve hedaya-yı maneviyeyi getirdiği zaman; taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay’dan, Güneş’ten, yıldızlara kadar her taife, kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mu’cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoş-âmedî demiş. Mektubat  91)

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*