(Onbeşinci Sözde mübareze bahsi vardı. Enfüsi âlemde ve afaki âlemdeki şeytanın vesvese ve şüphelerine karşı mübareze yolu gösterilmişti. Burası onun tetimmesi kabilindendir.)
Onbeşinci Söz’ün Zeyli
Şeytanla Münazara Bahsi
(Mübareze hakikatı: Şeytanlar ehli imana vesvese taşını atıyor. Ehli imanda şeytanlara hakikat taşını atıyor. Buna bir misal gelecek. Yani şeytan nasıl taş atıyor ve ehli iman şeytanı nasıl taşlar; bu vazıh bir şekilde gösterilecek.)
[Yirmialtıncı Mektub’un Birinci Mebhası]
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Hüccet-ül Kur’an Aleşşeytan ve Hizbihî… (Delillerin bir araya gelmesine bürhan, bürhanların da bir araya getirilmesine hüccet denilmektedir.)
İblisi ilzam, (Kur’anın beyan noktasındaki i’cazına bir misal olarak iblisin ilzam edildiği bu risaleyi düşünebiliriz.)
Şeytanı ifham, ( افحام İkna edip sükût ettirmek. Delil göstermekle ve isbat etmekle galip gelmek.)
Ehl-i tuğyanı iskât eden
“Birinci Mebhas”: Bîtarafane muhakeme içinde şeytanın müdhiş bir desisesini kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemaat’ta yazmıştım. Şöyle ki:
(Kuvve-i vahime; bir meseleyi tahkik etmek için verilmiş. Eğer kuvvetli delilleri gördükten sonra hala şüphe varsa; burada şeytanın telkinatı vardır, kuvve-i vahime fesad olmuş demektir.)
Bu risalenin te’lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid câmi-i şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. (İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir. Ve bu lümme-i (Lümme, ruhani mahluklarla münasebete açılan kalbde bulunan bir cihazdır. Kulak ve dil vazifesini görmektedir..) şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler. Lemalar – 83)
(Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Sözler – 276)
(Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor. Şualar – 121 Akıl marifet delillerini görerek eserden bizim için gayb hükmünde olan müessire geçtiği gibi kalbde Sani’in varlığını hissi ve zevki mizanlarla tartmakla şehadet âleminden gayb âlemine geçer.)
Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:
Birinci Desise-i Şeytaniye: “Sen, Kur’anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak… Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?” dedi.
(Şeytan; parlak hakikatları karanlığa, âliyi süfliye, kuvvetliyi zayıf hale getiriyor. Bizim âlemimizde Kur’anın tamamı olmasa da bazı hakikatları zayıf, karanlıkta kalabiliyor, âlî görünmeyebiliyor. Kur’an beşer kelamı farz edildiğinde; içindeki hakikatların doğruluğuna bakılmaksızın, tasannu’cu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olarak düşünüldüğünden Kur’an’ın kıymeti birden düşer.)
İ’lem Eyyühel-Aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhâssa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dava vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkid lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru’ ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir. Mesnevi-i Nuriye – 112)
Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farzedip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’anın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. (Konuşanın şeytan olduğunu Kur’an’ın kuvvetli, âlî ve parlak hakikatlarını âlemimizde zaif, süfli ve sönük vaziyete çevirmek istemesinden anlıyoruz.) Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’andan istimdad ettim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münazara başladı.
Dedim: Ey şeytan! Bîtarafane muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirdlerin, dediğiniz bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünki Kur’ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafane muhakeme değildir. Belki, bâtıla tarafgirliktir.
(En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar. Hutbe-i Şamiye 140
Ey hakikatın âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca’ etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za’fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir. {1: Dikkat lâzımdır.}
Hem de bahaneli çocukluk tabiatı, hem de mahaneli düşman seciyesi, hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir’atı taskil ve tasfiye et, müvazene ve mukabele eyle. Ekser emaratın imtizacından tezahür eden hakikatın şu’le-i cevvalesini karine-i münevvire et; tâ ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def’ edebilesin… Hem de munsıfane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle… Muhakemat 136 )
Şeytan dedi ki:
İkinci Desise-i Şeytaniye: Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farzet, bak.
Ben dedim: O da olamaz. Çünki münaza’un fîh bir mal bulunsa,
Eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve kurbiyet-i mekân varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi isbat etse o alır.
Eğer o iki müddeî birbirine gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağribde ise; o vakit kaideten “sahib-ül yed” kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünki ortada bırakmak kabil değildir.
İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenab-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, seradan süreyyaya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.
Hem ortası yoktur. Çünki vücud ve adem gibi ve nakîzeyn gibi iki zıddırlar. Ortası olamaz.
Öyle ise Kur’an için sahib-ül yed, taraf-ı İlahîdir. (İşte şu temsil gibi münazara-i şeytanî mebhası, arştan ferşe kadar olan uzun mesafeyi hizb-üş şeytanın elinden alıyor ve hizb-üş şeytanı mecbur ediyor, sıkıştırıyor. En gayr-ı makul, en muhal, en menfur mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremiyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur’an namına zabtediyor.
Eğer onlara denilse: “Kur’an nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.” O vakit onlara denilir: Öyle ise Allah’ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünki siz mesleğinizce, “Güzel” diyemiyeceksiniz! Hem eğer onlara denilse: “Peygamber’i nasıl bilirsiniz?” Derler: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam.” O vakit onlara denilecek: “Öyle ise imana geliniz. Çünki güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihal Resulullahtır. Çünki sizin bu “güzel” sözünüz, hududunuz dâhilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz.” Ve hâkeza… Temsildeki sair işaretlere, hakikatın sair cihetleri tatbik edilebilir.
İşte bu sırra binaen o şeytan ile münazara edilen Birinci Mebhas, ehl-i imanın imanını muhafaza etmek için mu’cizat-ı Ahmediyeyi bilmeğe ve kat’î bürhanlarını öğrenmeğe muhtaç etmiyor. Edna bir emare, küçük bir delil, onların imanlarını kurtarıyor. Kuyu dibindeki esfel-i safilînde olmadığına, herbir hâl-i Ahmediye (A.S.M.), herbir haslet-i Muhammediye (A.S.M.), herbir tavr-ı Nebevî (A.S.M.) birer mu’cize hükmüne geçer, a’lâ-yı illiyyînde bir makamı bulunduğunu isbat eder. Mektubat – 337)
Öyle ise onun elinde kabul edilip, öylece delail-i isbata bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün bürhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binler berahin-i kat’iyyenin mıhlarıyla Arş-ı A’zam’a çakılan bu muazzam pırlantayı hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip (onu) düşürebilir?
İşte ey şeytan! Senin rağmına ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatlı muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ en küçük bir delilde dahi Kur’ana karşı imanını ziyadeleştirirler.
Senin ve şakirdlerinin gösterdiği yol ise: Bir kerre beşer kelâmı farzedilse, yani arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhanların metanetinde birtek bürhan lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Tâ küfrün zulümatından kurtulup, imanın envârına erişsin. (Yani şeytan ve şeytanın şakirdleri diyor ki; Kur’anın Allah kelâmı olduğunu gösteren imanın altı erkânını bir kenara koy bana öyle bir delil getir ki imanın Altı rüknünün kuvvetinde tekbir delil olsun.)
Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için senin desisen ile şu zamanda, bîtarafane muhakeme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar…
- Şeytan döndü ve dedi:
Doğru; Kur’an beşer kelâmına benziyor,
Doğru; onların muhaveresi tarzındadır.
Yanlış; Demek, beşer kelâmıdır.
Doğru; Eğer Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı.
Doğru; Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor,
Doğru; kelâmı da benzememeli? (Evet benzemiyor. Üstünde sikke-i i’caz lem’aları vardır. Hem Kur’an, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse, Kur’anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Sözler 430)
(Benzemek ise yalnız lafız itibari iledir. Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. Şualar 124)
(Kur’anın i’cazının delilleri çoğaldıkça hüsnünü arttırmıştır. (Yedi, on, kırk ve ikiyüz nev’ ile mu’cize olması gibi) Evet in’ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse, on olur. On içtima ederse, kırk olur. Çünki herşeyde bir nevi in’ikas ve bir nevi temessül vardır. İşarat-ül İ’caz – 39)
Cevaben dedim: Nasılki Peygamberimiz,
Mu’cizatından (Nübüvveti müddetince ehl-i tahkikin yanında bine baliğ mu’cizesi vardır.)
Ve hasaisinden (Kendisine has hususiyetlerine hasâis denir. Gölgesinin olmaması, üstüne sinek konmaması vb) başka, ef’al ve ahval ve etvarında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlahiyeye ve evamir-i tekviniyesine münkad ve muti’ olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkeza… Herbir ahval ve etvarında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine ef’aliyle imam olsun, etvarıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin.
Eğer her etvarında hârikulâde olsa idi,
- Bizzât her cihetçe imam olamazdı.
- Herkese mürşid-i mutlak olamazdı.
- Bütün ahvaliyle Rahmeten lil-âlemîn olamazdı.
Aynen öyle de:
- Kur’an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, (Küllî şuur sahibi olan ins ve cinn ve melek ve ruhanîler.. Şualar 645)
- Cin ve inse mürşiddir,
- Ehl-i kemale rehberdir,
- Ehl-i hakikata muallimdir.
Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat’îdir. Çünki
- Cin ve ins münacatını ondan alıyor,
- Duasını ondan öğreniyor,
- Mesailini onun lisanıyla zikrediyor,
- Edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor
Ve hâkeza… Herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın Tur-i Sina’da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hazret-i Musa gibi bir ulü-l azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş:
اَهكَذَا كَلاَمُكَ قَالَ اللّٰهُ لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ
(Cenab-ı Hakkın her bir esmasının mertebesi vardır. Yetmiş bin perde tabiri ile mi’rac risalesinde buna işaret edilmiştir. Musa A.S. mütekellim ismine nezareti diğer mazhar olduğu isimlere göre daha ziyade olmuştur. Diğer insanlara göre daha ziyade mütekellim isminin tecelliyatını görmüş demektir. Bu nokta-i nazarla Musa Aleyhisselâm’ın ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmesini muhatabın seviyesi kelama tam muhatabiyet noktasındaki düşüktür diye düşünebiliriz. Diğer bir nokta-i nazarda kelam ulviyetini mütekelliminden alır ve öylelikle tesirini gösterir. Kelam sahibi Mütekellim-i Ezeli olunca O’na muhatab olmaktan gelen tesirden dolayı tahammül edememiştir diye biliriz.)
Şeytan döndü, yine dedi ki:
- Kur’anın mesaili gibi çok zâtlar o çeşit mes’eleleri din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer, din namına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?
Cevaben Kur’anın nuruyla dedim ki:
Evvelâ, (Birinci delil dindar insanların Kur’anın Kelâmullah olduğunu tasdikleridir. Zira dindar bir adam; Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. Evvelâ Hak böyledir diyerek hakkı tasdik eder. Sâniyen hakikat budur diyerek anladığı hakikatı ortaya koyar. Sâlisen Allah’ın emrini yerine getirir ve tebliğ eder.)
Dindar bir adam; din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. (Böyle demesi dindar insanların imanının kemalini gösteriyor.)
Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derecede haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّٰهِ düsturundan titrer.
Ve sâniyen, (İkincisi bir beşerin, 1- Allah’ın sıfatlarını, 2- mahiyetini ve 3- mertebesini taklid edememesi Kur’anın Kelâmullah olduğuna delildir. Birbirine yakın zâtlar, bir cinsten olanlar ve Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Beşeriyet âleminde bile birbirine yakın olmayanlar birbirini taklid edemezken bir insan Vacib-ül Vücudu nasıl taklid edebilir.)
bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece muhaldir.
Çünki birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler. (Evvelâ hakikat neşretmek sıfatı itibariyle; yıldız böceği de süreyya yıldızı gibi nur neşretmek sıfatı itibariyle etrafa aydınlık verir. Fakat eşyayı aydınlatmakta yıldız böceğinden süreyya yıldızına kadar birbirinden uzaktır, birbirini taklid edemez.
İbn-i Sina gibi bir dâhiyi, adi bir adam ilim ciheti ile taklid edemediği gibi. Aynen öyle de bütün ukûl-ü beşerin önlerini aydınlatamayan kafa fenerleri ittihad edip bir akıl olsa, yine de Kur’an’ın Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ders verdiği hakikatların künhüne yetişemez.)
Bir cinsten olanlar, birbirinin suretine girebilirler. (Sâniyen mahiyetçe ikisi de kelam dahi olsa bütün lisanların kuvveti Allah’ın Kelâmında bulunur. Tavuskuşu ve sinek.)
Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten insanları iğfal ederler. Fakat daimî iğfal edemezler. (Sâlisen mertebe: Padişahın iradesi ile idare ettiği ahali ve çobanın irade ettiği sürü mertebece uzaklığı gösteriyor.)
Çünki ehl-i dikkat nazarında alâküllihal etvar ve ahvali içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek. Hilesi devam etmeyecek.
Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır.
İşte, hâşâ yüzbin defa hâşâ!.. Kur’an, beşer kelâmı farzedildiği vakit:
Nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakikî bir yıldız olarak rasad ehline görünsün.. (Evvelâ yıldız böceği misali ile büyüklük ve nur neşretmek noktasında mukayese yapılmış. Hakikatında ise Kur’anın her şeyin hakikatını ders verip nurlandırmak ciheti ile büyüklüğü mukayese ediliyor.)
Hem bir sinek bir sene tamamen tavus suretini tasannu’suz, temaşa ehline göstersin.. (Sâniyen kelâmın mahiyeti itibariyle; Sinekte tavus kuşu gibi kuş cinsinden olmak itibariyle aynı mahiyettedir. Ancak san’at ve kıymet, güzellik, zinet itibariyle arasında hadsiz mesafe vardır. Aynen öylede mahiyet itibariyle Kur’an’da beşer kelâmı gibi görünürken san’at, kıymet, güzellik, zinet itibariyle bütün kelamların kuvvet ve kıymetindedir.)
Hem sahtekâr, âmi bir nefer; namdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin.. (Kelâmın tesiri noktasında; Kur’an; kalbe, ruha, nefse, akıllara tesir ediyor. Diğer kelamlar sureten bile Kur’an gibi tesir edemez.)
Hem müfteri, yalancı itikadsız bir adam; müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mu’tekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın!.. (Kur’anı insanlık âlemine ders veren Zât ciheti)
Bu ise yüz derece muhaldir. Ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Öyle de farzetmek dahi, bedihî bir muhali vaki’ farzetmek gibi bir hezeyandır.
Aynen öyle de: Kur’anı kelâm-ı beşer farzetmek; lâzım gelir ki: (Nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakikî bir yıldız olarak rasad ehline görünsün.. Kur’an vechinden bakılırsa parlak, yüksek ve daima nur neşren Kur’anı bir beşer yazamaz) Âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalât telakki edilen “Kitab-i Mübin”in mahiyeti; hâşâ bir yıldız böceği hükmünde tasannu’cu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin.
(Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan meydana çıktığı vakit bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı:
Birisi: Dostlarında hiss-i taklidi; yani sevgili Kur’anın üslûbuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi…
İkincisi: Düşmanlarda bir hiss-i tenkid ve muaraza; yani Kur’an üslûbuna mukabele etmekle dava-yı i’cazı kırmak hissi…
İşte bu iki hiss-i şedid ile milyonlar Arabî kitablar yazılmışlar, meydandadır. Şimdi bütün bu kitabların en beligleri, en fasihleri Kur’anla beraber okunduğu vakit, her kim dinlese, kat’iyyen diyecek ki; Kur’an bunların hiç birisine benzemiyor. Demek Kur’an, umum bu kitabların derecesinde değildir. Öyle ise herhalde, ya Kur’an umumunun altında olacak; o ise yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hattâ şeytan bile olsa diyemez. Mektubat 182)
Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytaniyette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin! Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın!
(Peygamber vechinden bakılırsa böyle bir Peygamber (ASM) kendi kelâmını Allah kelâmı diyerek takdim etmez; Âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalât telakki edilen “Peygamber (ASM), hâşâ bir yıldız böceği hükmünde tasannu’cu bir beşer olsun ve en yakınında olanlar (Sahabeler) ve dikkatle ona bakanlar (Dost ve Düşmanın itifakıyla) farkında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytaniyette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin! Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın!)
Yalnız manen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun. Yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
Sâlisen: (Üçüncü delil; Risaletin hakkaniyetini gösteren bütün deliller Kur’anın Allah kelâmı olduğunu tasdik etmektedir. Risaletin birinci delili olan Kur’an 1- âsârıyla, 2- tesiratıyla ve 3- netaiciyle Risalet-i Ahmediyeyi tasdik ederek Kur’anın Allah kelâmı olduğunu gösteriyor. Risaletin ikinci delili olan Zat-ı Ahmediyenin ahvalinden, akvalinden, harekâtından neş’et eden islamiyet Kur’anın Allah kelâmı olduğunu gösteriyor.)
Hem Kur’anı beşer kelâmı farzetmek, lâzımgelir ki;
(Bir sinek bir sene tamamen tavus suretini tasannu’suz, temaşa ehline göstersin..
Kur’an vechinden bakılırsa böyle bir Kur’anı beşer yazamaz:)
1- Âsârıyla,
2- Tesiratıyla, (Hakaiki ders vermesi
3- Netaiciyle (Evliyaları yetiştirmesi
Âlem-i insaniyetin bilmüşahede
En ruhlu ve hayat-feşan, (Eserler: Enenin istikametli istimaliyle emaneti bihakkın yerine muhafaza etmesi, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti),
En hakikatlı ve saadet-resan, (Verdiği dersin tesiratıyla, hakikatı anlamaktan gelen saadeti temin etmesi)
En cem’iyetli ve mu’cizbeyan, (Netaiciyle evliyaları yetiştirmesi bütün âlemi bir tek şahısta toplaması)
Âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan’ın gizli hakikatı; (Furkan’ın gizli hakikatı; Huluk-ul Kur’an olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamdır.) hâşâ muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniatı olsun ve yakından onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehalar ondan hiçbir zaman hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eseri görmesin! Daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun!
(Peygamber vechinden bakılırsa; böyle bir Peygamber (ASM) kendi kelâmını Allah kelâmı diyerek takdim etmez:) Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvaliyle, akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âlî haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zâtı; en emniyetsiz, en ihlassız, en itikadsız farzetmekle, muzaaf bir muhali vaki’ görmek gibi şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir. Çünki şu mes’elenin ortası yoktur. Zira farz-ı muhal olarak Kur’an Kelâmullah olmazsa, arştan zemine düşer gibi sukut eder. Ortada kalmaz. Mecma-i hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o hârika fermanı gösteren Zât, -hâşâ sümme hâşâ- eğer Resulullah olmazsa; a’lâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı kemalât derecesinden maden-i desais makamına düşmek lâzımgelir. Ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen en edna bir dereceye düşer.
Bir sineği, daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mes’ele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin.
Râbian: (Dördüncü delil; Kur’anın bütün mu’cizeleri beşer kelâmı olamayacağını isbat ediyor.)
Hem Kur’anı kelâm-ı beşer farzetmek lâzımgelir ki;
(Kur’an meziyetlerine üç noktada bakıyoruz.) Nev’-i benî-Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) mukaddes kumandanı olan Kur’an, bilmüşahede
Birinci Nokta: kuvvetli kanunlarıyla, (Şeriat Allah’ın kelam sıfatından çıkan kanunudur. Yirmibeşinci Sözün Birinci Şulesinin Üçüncü Şuaının İkinci Cilvesinin Üçüncü derecesinde Kur’anın kanunlarının râsih olduğuna binler mesail-i Kur’aniyeden dört esas misal verilmiştir.
Birinci Esas: Vücub-u Zekât ve Hurmet-i Riba
İkinci Esas: Taaddüd-ü Zevcat
Üçüncü Esas: Kur’anın kadına mirasta sülüs vermesinin hikmeti
Dördüncü Esas: Kur’an suret-perestliği men’eder.
Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı mağlub oluyor.)
İkinci Nokta: Esaslı düsturlarıyla, (Birden çok esma dairesinde hareket etmeye veya birçok hakikattan ortaya çıkan neticeye düstur denilir. Yirmibeşinci Sözün Birinci Şulesinin Üçüncü Şuaının İkinci Cilvesinin İkinci derecesinde Onikinci Söz’de de isbat edildiği gibi, hayat-ı içtimaiyeye dair düsturlarına misaller verilmiştir.)
Üçüncü Nokta: Nafiz emirleriyle
o pek büyük orduyu,
- İki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği
- Ve bir inzibat altına aldığı
- Ve maddî-manevî teçhiz ettiği
- Ve umum o efradın derecatına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir ve aza ve cevarihlerini istimal ve istihdam ettiği halde;
(Ve keza ibadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve meade, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebebdir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır. İşarat-ül İ’caz – 83)
(hâşâ, yüzbin defa hâşâ) kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farzedip yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber..
(Cismani bir Kur’an olan Peygamber (ASM) vechinden bakılırsa; böyle bir Peygamber (ASM) kendi kelâmını Allah kelâmı diyerek takdim etmez:) Müddet-i hayatında
- (Sahtekâr olmadığına harekât, ef’al ve akvali delildir.)
- Ciddî harekâtıyla Hakk’ın kanunlarını benî-Âdeme ders veren
- Ve Samimî ef’aliyle hakikatın düsturlarını beşere talim eden
- Ve Hâlis ve makul akvaliyle istikametin ve saadetin usûllerini gösteren ve tesis eden
- (Allahtan korktuğuna bütün tarihçe-i hayatı şahittir.) Ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle Allah’ın azabından çok havf eden
- (Allah’ı bildiğine de bütün tarihçe-i hayatı şahittir.) Ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren
- (Haysiyetli olduğuna kumandanlık ettiği nev’-i beşer ordusu ve cihan şahittir.) Ve nev’-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üçyüzelli sene kemal-i haşmet ile kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren
- (İnsaniyetin âdi derecesinde olmadığına şöhretşiar şuunatı şahittir.) Ve şöhretşiar şuunatıyla nev’-i beşerin belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan
bir Zâtı; -hâşâ, yüzbin defa hâşâ-
- Sahtekâr,
- Allah’tan korkmaz
- Ve bilmez
- Ve haysiyetini tanımaz,
- İnsaniyetin âdi derecesinde
farzetmekle yüz derece muhali birden irtikâb etmek lâzım gelir. Çünki şu mes’elenin ortası yoktur.
(Yani ya doğrudur, ya yanlıştır. Ortası yoktur. Bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış olamaz mı? Olamaz; Çünkü Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Risalet davasında bulunduğu için yani her söylediğimi Allah’tan söylüyorum dediği ve her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şehadet ettiği için yeri her zaman minare başındadır. Kâfirlerin kuyu dibinin dışında gösterdikleri her yer minare başı olduğunu gösterir.)
Zira farz-ı muhal olarak Kur’an Kelâmullah olmazsa; arştan düşse, ortada kalamaz. Belki yerde yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzımgelir. Bu ise ey şeytan! Yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.
Şeytan döndü, dedi:
Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’anı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.
Elcevab: (Şeytanlar insanları nasıl kandırıyor. Sorusuna dört misal:)
Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.
(Tanımamaktan dolayı manen uzaktan bakıyor. Yani bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtında olan ve nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olan ve her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar olan ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtını tanımıyor. Mektubat 97
İ’lem Eyyühel-Aziz! Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilafları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur’anın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm, nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fennî mes’eleleri keşfeden feylesoflar, Hakkın esrarını, Kur’an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünki kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür. Mesnevi-i Nuriye – 239)
(Meselâ: Çok uzak bir mecliste, mütehassıs ve müdakkik âlimlerin okudukları ve tedkik ettikleri bir kitaba ve ders aldıkları bir zâta, pek uzak bir mesafede bakmak isteyen ve görmeyen bir ebleh, o âlimlerin aksine hüküm verip onları tenkid eden, divanece hezeyan eder. (Yani uzaktan bakan ve görmeyenin hükmü kabul edilmez.
Cenab-ı Hak ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini böylelerin şerrinden muhafaza eylesin, âmîn. Kastamonu Lahikası 151)
Sâniyen: Hem tebaî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal bir şey, mümkün görünebilir. Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. (Allah kelâmını görmek için Kur’ana bakılmış) Gözüne bir beyaz kıl inmiş. (Allah kelâmına beşer kelâmı demiş) O kılı Ay zannetmiş. Ay’ı gördüm demiş. İşte muhaldir ki; hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat kasden ve bizzât Ay’a baktığı ve o saçı tebaî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için o muhali mümkün telakki etmiş.
(Yani tebaî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal bir şey, mümkün görünebilir. Bir zaman bir adam Allah kelâmını görmek için Kur’ana bakmış. Kur’an’ı görmüş. Ama gördüğü Kur’an’ı beşer kelâmı zannetmiş. Allah kelâmını görmedim demiş. İşte muhaldir ki; Kur’an-ı Hakîm, beşer kelâmı olsun. Fakat kasden ve bizzât Allah kelâmı olarak Kur’ana baktığı ve beşer kelâmı olduğuna tebaî ve dolayısıyla ve ikinci derecede baktığı için o muhali mümkün telakki etmiş.
Tebaî ve sathî nazarla bakan bir insan Peygamber Efendimizin (ASM) manevi şahsiyetini nazara almaz.
Misali tersi ile düşünürsek tebaî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet mümkün bir şey, muhal görünebilir. Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Ay’ı görmüş. Ama gördüğü Ay’ı kaşındaki beyaz kıl zannetmiş. Ay’ı görmedim demiş. İşte muhaldir ki; o beyaz kıl, hilâl olsun. Fakat kasden ve bizzât O beyaz kıl’a baktığı ve o Ay’a tebaî ve dolayısıyla ve ikinci derecede baktığı için o mümkünü muhal telakki etmiş. Tebaî nazarla bakan bir insan Peygamber Efendimizin (ASM) manevi şahsiyetini nazara almaz.)
Sâlisen: (Bu kandırma şekli üç kısımda anlatılıyor. Adem-i kabul, kabul-ü adem ve muhali mümkün göstermektir.)
Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.
- Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.
- Kabul-ü AdemAmma inkâr ise; o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir. Bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur.
- Muhali mümkün gösteren sekiz sebep (yok olan bir şeyi var göstere bilmek için sekiz sebebi yerine getirmek gerekir.) Hem ey şeytan! Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren
- Gaflet
- Ve dalalet
- Ve safsata (safsatanın tarifi: tahakkümi, manasız söz ve dava-i müceerred veya vehmin hayallerini hakikat görmek)
- Ve inad
- Ve mugalata (kandırmak için söz söylemek)
- Ve mükâbere (kibirlenmek)
- Ve iğfal (kandırmak aldatmak)
- Ve görenek (atalarımızın dinini terketmemek) gibi şeytanî desiselerle çok muhalatı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun!
(Hulusi abinin bu manada risale-i Nur için düşündüğümüzde “Benim fikrime gelince: Bütün Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur, ihtiyac-ı zamana göre her sınıf erbab-ı din ve hattâ müfrit muannid olmamak şartıyla, dinsizleri bile ilzam ve ikna’ edecek derecededirler. Fakat (dünya bu) sevk-i menfaat, hırs-ı câh, küfr ü inad, gaflet ü kesel, şirk ü dalal gibi ilâçsız hastalıklara tutulanlar için, bu Nurlara karşı göz yummak, görse bile kabul etmemek, gördüğünü inkâr etmek, hak ve hakikatı reddetmek gibi divanelikler istib’ad edilemez.” Barla – 37)
Râbian: (Kur’an-ı Hakîm’in ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hakkaniyetini gösteren delilleri yok göstermek istemiş. Yani mümkünü muhal göstererek hakikatın zıddını kabul ettirmekle kandırıyor.. Bu yüzden makam münasebetiyle hakkaniyetinin delillerini göstermek iktiza etmiştir. Hakkaniyetinin delilleri ise iki kısımda izah edilmiştir. Evvela Kur’an-ı Hakîm’in sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın hakkaniyetinin delilleri gösterilmiştir.)
Hem Kur’anı, kelâm-ı beşer farzetmek, lâzımgelir ki:
- Âlem-i insaniyetin semavatında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden (asfiya, sıddıkîn, aktabı inkar etmek hiç mümkün mü?)
- Ve bilbedahe mütemadiyen hakk u hakkaniyeti, sıdk u sadakati, (Kâinatta tecelli eden esmanın tecellisi olan bütün hakikatların hakkaniyetini ömr-ü hayatında yaşayarak sıdk ve sadakatini ferdler adedince tabakalarını göstermek)
Emn ü emaneti (Verilen her bir cihazın emanet olduğunu bilip ona göre her bir cihazı emredildiği yerde kullanmak da ferdler adedince tabakalarını göstermek)
umum tabakat-ı ehl-i kemale talim eden (ehl-i kemali inkar etmek hiç mümkün mü?)
- Ve erkân-ı imaniyenin hakaikıyla (Allaha, ahirete, kadere, meleklere imanın dünyevi ve uhrevi saadete medar hakikatlarını iman küfür müvazenesindeki manalarla birlikte düşünmek) ve erkân-ı İslâmiyenin (Başta namaz olarak oruç ve zekat gibi evamirin dünyevi ve uhrevi faidelerini düşünüp kalb ve ruhun mide gibi ihtiyaçlarını tatmin etmekteki saadeti düşünmek) desatiriyle iki cihanın saadetini temin eden (iki cihanın saadetini temin ettiğini inkar etmek hiç mümkün mü?)
- Ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve hâlis ve safi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı; (doğruluğunu ve ciddiyetini inkar etmek hiç mümkün mü?)
Kendi evsafının ve tesiratının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip, -hâşâ sümme hâşâ- bir sahtekârın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak; sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şeni’ bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber;
Hem Peygamberi (ASM) adi bir beşer farzetmek, lazımgelir ki:
- İzhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle (İtikadını gösteren din ve şeriatıdır. Dinin tarifi: dini burada islamiyetle eş manada düşünüp ümmi bir zâtın (ASM) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkmasının şehadeti inkâr etmek hiç mümkün müdür? Şeriat ise ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesinin şehadetini inkâr etmek hiç mümkün müdür?)
- Ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalâde takvasının ve hâlis ve safi ubudiyetinin delaletiyle (Metanetini gösteren takva ve ubudiyetidir. Takvasını ve ubudiyetini inkâr etmek hiç mümkün müdür?)
- Ve bilittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenenin iktizasıyla (En emin olduğunu gösteren bütün ahlakının ahsen olmasıdır. Ahlak-ı hasenesini inkâr etmek hiç mümkün müdür?)
- Ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatın ve sahib-i kemalâtın tasdikiyle (Sadakatini gösteren yetiştirdiği bütün ehli hakikat ve sahib-i kemalâttır. Ehl-i hakikatı ve sahib-i kemalâtı inkâr etmek hiç mümkünmüdür.)
En mu’tekid, en metin, en emin, en sadık bir Zâtı, İtikadını, metanetini, eminliğini ve sadıkıyetini inkar etmek hiç mümkün müdür?
-hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kerre hâşâ- itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farzetmek; muhalatın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalaletin en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâb etmek lâzımgelir.
Elhasıl: Ondokuzuncu Mektub’un Onsekizinci İşaretinde denildiği gibi; nasıl kulaklı ami tabakası i’caz-ı Kur’an fehminde demiş: Kur’an, bütün dinlediğim ve dünyada mevcud kitablara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir. Öyle ise ya Kur’an umumunun altındadır veya umumunun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman hattâ şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise Kur’an, umum kitabların fevkindedir. Öyle ise mu’cizedir.
Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebr ü taksim denilen en kat’î bir hüccetle deriz: Ey şeytan ve ey şeytanın şakirdleri! Kur’an, ya arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kerre hâşâ- yerde sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise ey şeytan, sâbık hüccetlere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemiyeceksin. Öyle ise bizzarure ve bilâşübhe Kur’an, Hâlık-ı Kâinat’ın kelâmıdır. Çünki ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasılki kat’î bir surette isbat ettik. Sen de gördün ve dinledin.
Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, ya Resulullahtır ve bütün Resullerin ekmeli ve bütün mahlukatın efdalidir veyahut -hâşâ yüzbin defa hâşâ- Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikadsız, esfel-i safilîne sukut etmiş bir beşer farzetmek {(Haşiye): Kur’an-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını ibtal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalaletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için şu tabiratı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmağa mecbur oldum.} lâzımgelir ki: Bu ise ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünki bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsidleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) çok akıllı idi. Çok güzel ahlâklı idi.” Madem şu mes’ele iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahib çıkmıyor ve madem kat’î hüccetlerle isbat ettik ki, ortası yoktur. Elbette bizzarure senin ve hizb-üş şeytanın rağmına olarak bilbedahe ve bihakkalyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün Resullerin ekmelidir, bütün mahlûkatın efdalidir.
عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ
* * *
( اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut: Yalancı, vicdansız münafıklar gibi “Kur’an senin sözlerindir” diye seni ittiham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kur’anın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazirini bulsunlar. Sözler 386
Altıncı Mes’ele
Sâlisen: Şeytanla münazara namındaki Birinci Mebhas’taki şeytanın mesleğine ait bazı tabirat çok galiz düşmüş. “Hâşâ, hâşâ!” kelimesiyle ve farz-ı muhal suretindeki kayıdlarla ta’dil edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak ta’dilât vardı, nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi? Fikrinizi tevkil ediyorum; o tabirattan lüzumsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz.
Aziz kardeşim, o mebhas çok mühimdir. Çünki ehl-i zındıkanın üstadı, şeytandır. Şeytan ilzam edilmezse, onun mukallidleri kanmazlar. Kur’an-ı Hakîm, kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için zikrettiğinden bana bir cesaret verildi ki; bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, -farz-ı muhal suretinde- hizb-üş şeytanın efradı, mesleklerinin iktizasıyla kabul etmeye mecbur oldukları ve ister istemez manen meslek diliyle diyecekleri ahmakane tabiratlarını titreyerek istimal ettim. Fakat o istimal ile onları kuyu dibine sıkıştırıp, meydanı baştan başa Kur’an hesabına zabtettik, onların foyalarını meydana çıkardık.
Şu muzafferiyete, şu temsil içinde bak. Meselâ: Semavata başı temas etmiş pek yüksek bir minare ve o minarenin altında Küre-i Arz’ın merkezine kadar bir kuyu kazılmış farzediyoruz. İşte ezanı umum memlekette umum ahaliye işitilen bir zât, minare başından tâ kuyu dibine kadar hangi mevkide bulunduğunu isbat etmek için iki fırka münakaşa ediyorlar. Birinci fırka der ki: “Minare başındadır, kâinata ezan okuyor. Çünki ezanını işitiyoruz; hayatdardır, ulvîdir. Çendan herkes onu o yüksek yerde görmüyor; fakat herkes derecesine göre onu, çıktığı ve indiği vakit bir makamda, bir basamakta görür ve onunla bilir ki: O, yukarı çıkar ve nerede görünürse görünsün o, yüksek makam sahibidir.” Diğer şeytanî ve ahmak güruh ise der: “Yok, makamı minare başı değil; nerede görünürse görünsün, makamı kuyu dibidir.” Halbuki hiç kimse, ne onu kuyu dibinde görmüş ve ne de görebilir. Faraza eğer taş gibi sakil, ihtiyarsız olsaydı, elbette kuyu dibinde bulunacaktı, birisi görecekti.
Şimdi bu iki muarız fırkanın muharebe meydanı, o minare başından tâ kuyu dibine kadar uzun bir mesafedir. Hizbullah denilen ehl-i nur cemaati, yüksek nazarlı olanlara o müezzin zâtı minare başında gösteriyorlar. Ve nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kasır-ün nazar olanlara, derecelerine göre birer basamakta o müezzin-i a’zamı gösteriyorlar. Küçük bir emare, onlara kâfi gelir ve isbat eder ki: O zât, taş gibi camid bir cisim değil, belki istediği vakit yukarı çıkar, görünür, ezan okur bir insan-ı kâmildir. Diğer hizb-üş şeytan denilen güruh ise, derler: “Ya minare başında herkese gösteriniz veyahud makamı kuyu dibidir.” diye ahmakane hükmederler. Ahmaklıklarından bilmiyorlar ki: Minare başında herkese gösterilmemesi, herkesin nazarı oraya çıkmamasından ileri geliyor. Hem mugalata suretinde, minare başı hariç olarak bütün mesafeyi zabtetmek istiyorlar.
İşte o iki cemaatin münakaşasını halletmek için biri çıkar, o hizb-üş şeytana der ki: Ey menhus güruh! Eğer o müezzin-i a’zamın makamı kuyu dibi olsa; taş gibi camid, hayatsız, kuvvetsiz olmak lâzım gelir. Ve kuyu basamaklarında ve minarenin derecelerinde görünen o olmamak lâzım gelir. Madem öyle görüyorsunuz; elbette o, kuvvetsiz, hakikatsız, camid olmayacak. Minare başı onun makamı olacak. Öyle ise, ya siz onu kuyu dibinde göstereceksiniz -ki hiçbir cihette bunu gösteremezsiniz ve hiçbir kimseye orada bulunmasını dinletemezsiniz- veyahut susunuz! Meydan-ı müdafaanız kuyu dibidir. Sair meydan ve uzun mesafe ise, şu mübarek cemaatin meydanıdır; kuyu dibinden başka, o zâtı nerede gösterseler, davayı kazanırlar.
İşte şu temsil gibi münazara-i şeytanî mebhası, arştan ferşe kadar olan uzun mesafeyi hizb-üş şeytanın elinden alıyor ve hizb-üş şeytanı mecbur ediyor, sıkıştırıyor. En gayr-ı makul, en muhal, en menfur mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremiyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur’an namına zabtediyor.
Eğer onlara denilse: “Kur’an nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.” O vakit onlara denilir: Öyle ise Allah’ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünki siz mesleğinizce, “Güzel” diyemiyeceksiniz!
Hem eğer onlara denilse: “Peygamber’i nasıl bilirsiniz?” Derler: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam.” O vakit onlara denilecek: “Öyle ise imana geliniz. Çünki güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihal Resulullahtır. Çünki sizin bu “güzel” sözünüz, hududunuz dâhilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz.” Ve hâkeza… Temsildeki sair işaretlere, hakikatın sair cihetleri tatbik edilebilir.
İşte bu sırra binaen o şeytan ile münazara edilen Birinci Mebhas, ehl-i imanın imanını muhafaza etmek için mu’cizat-ı Ahmediyeyi bilmeğe ve kat’î bürhanlarını öğrenmeğe muhtaç etmiyor. Edna bir emare, küçük bir delil, onların imanlarını kurtarıyor. Kuyu dibindeki esfel-i safilînde olmadığına, herbir hâl-i Ahmediye (A.S.M.), herbir haslet-i Muhammediye (A.S.M.), herbir tavr-ı Nebevî (A.S.M.) birer mu’cize hükmüne geçer, a’lâ-yı illiyyînde bir makamı bulunduğunu isbat eder. Mektubat 336 – 338 )