Anasayfa » Onbeşinci Söz

Onbeşinci Söz

(Ondördüncü Sözde Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edildiği gibi Onbeşinci Sözde de kozmoğrafyanın ruhsuz mes’eleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve âyetin azametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektebliler, âyetin semasına yedi basamaklı bir merdivenle çıkartılıyor.

Ondördüncü Sözde üçüncü misalinde herşeyin tesbih ettiğini izah ettiği gibi Onbeşinci Sözde de Semavatın dahi boş olmadığı ve oraya münasib sakinlerin orada tesbih ettiğini izah ediyor.

Ondördüncü Sözde beşinci misalinde İnsanın cüz’î ihtiyarı ile yaptığı tercihler Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine de perde çektiğinden çok önemli olduğunu izah ettiği gibi Onbeşinci Sözde de semavattaki mevcudatla insanların tercihlerinin ne münasebeti var olduğunu ders veriyor.)

Onbeşinci Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

Ey kozmoğrafyanın ruhsuz mes’eleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektebli efendi! Şu âyetin semasına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız!

(Her bir basamakta bir şüpheyi yok ediyor.

Birinci basamakta melaike, ervah ve şeyatinin vücuduna dair gelen şüpheleri hakikat ve hikmet vechi ile isbat ediliyor.

İkinci basamakta semavat ve zemin arasında münasebet olup olmadığına dair gelen şüpheleri gelen gidenlerin vücuduyla isbat ediliyor.

Üçüncü basamakta mesken ile sakinleri arasındaki münasebet nazara veriliyor.

Dördüncü basamakta Cenab-ı Hakkın şeytanların ve kafirlerin bir anda cezalarının verilmemesinin hikmeti kanun-u mübarezenin tamimidir.)

 Birinci Basamak:

(Hakikat ve Hikmetin iktizasıyla melaike ve ruhaniyatın vücudunu isbat ediyor.

Cenab-ı Hakk canibinden bakıldığında eşya ile gösterilen mananın, mehasinin, tezyinatın ve saltanatın hakikatı esma-i ilahiyeye dayandığından hakikat semavatta tecelli eden esmayı nezaret ve temaşe edecek melaike ve ruhaniyyatın varlığını iktiza ediyor. Melaike ve ruhaniyyatın üç’e ayrılan vazifesi vardır. Şöyle ki:

  1. Şu âlem sarayında mehasininin seyircileri
  2. Şu kâinat kitabında manalarının mütalaacıları
  3. Şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar.

Hikmetin iktizasında ise mesken ile zihayat arasındaki münasebet nazara veriliyor. Zira meskenin vaziyetine göre ona münasib sekenelerin bulunmasını hikmet iktiza ediyor.

Yirmidokuzuncu Sözde geçen hikmetin iktizası ile ilgili mukadder sualler

Birinci mukadder sual: Görünmemelerinin sebebleri nelerdir?

Elcevab: Uzaklık, göz zaafı ve gizlenmeleridir.

İkinci mukadder sual: Bizim için gerekli olan hayat şartları orada bulunmuyor?

Elcevab: Küre-i Arzın insanlar ile dolu olduğunu gören adam, bilâ-tereddüd semavatta da hayatın var olduğunu ve orada da oraya münasib sâkinlerin bulunduğuna hükmeder. Ve o sakinlerin semavata mahsus ve münasib hayat şartları vardır.)

Hakikat ve hikmet ister ki: Zemin gibi, semavatın da kendine münasib sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde o ecnas-ı muhtelifeye, melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir. (Bu basamakta melaike ve ruhanilerle beraber aynı zamanda şeytan ve ervah-ı habisenin de vücutları isbat edilmiş oluyor.)

(Melaike ile Ruhaniler Arasındaki Farklar;

  • Farklı cinsten melaikelerin olduğu gibi ruhanilerin dahi farklı cinsleri vardır. Hem vefat edenlerin ruhları ile ruhaniyyat birbirlerine benzer. Zira ölüm ruhun ıtlakıdır. Şöyle ki: Birinci Mektubta ölüm, beş tabakaya ayrılmış. Ölüm nedir desek; ölüm birinci hayat  tabakasından beşinci hayat tabakasına geçmektir. Birinci bizim hayatımız, beşinci ruhanilerin hayatıdır. (Ölenlerin ruhları gibi). Melaikenin hayatı ise üçüncü tabakadır. (Bu tabakada cisim var fakat ruhu kayıtlamıyor.) Bir ile beşinci tabaka arasında üç tabaka vardır. Yani maddilikten ruhaniliğe geçişte üç mertebe vardır. Ölüm birden beşe geçmektir.
  • Melaikelerin nezaret vazifesi vardır. Ruhanilerin nezaret vazifesi yoktur. Melaikeler, nurani manevi bir cesedle maddi âlemden istifade ederek zerrelere, yıldızlara, eşcar ve nebatata, tuyur ve hayvanatın fertlerine değil ama nevlerine nezaretleri vardır. Burada ruhanilerin nezaret vazifesi olmadığı için harice açılan bir cihazlarının da olmadığı anlaşılıyor. Ancak ruhanilerin seyretmek noktasında diğer mahlukatın cismani azalarından istifade etmeleri mümkündür. Cennette olduğu gibi (tuyurun hudrun) dünyada da ruhanilerin buradaki mahlukatın cisimlerine girerek maddi âlemden istifade edebileceklerine dair bir kanun var diye anlaşılıyor. Sonuç olarak; 1. Nezaret var/yok ve bu nezaret için 2. Cihaz var/yok diyebiliriz.
  • Meleklerin nezaret ettiği esma daireleri itibari ile vazife noktasında keyfiyet ve cinsleri farklı farklıdır.)

(Melaike İle İnsan Arasındaki Farklar:

  • Melaikenin mahiyetinde bir mecburiyet bir ıztırar yok. Enbiya gibi tüm tercihlerini hayırda kullanıyorlar. Cebrail (AS) ‘da peygamberimiz gibi tüm esmayı anlamış, görmüş, mazhariyeti var. Ancak aralarında küçük bir fark var gibi… Cebrail’in (AS) nezareti hasta-doktor misali gibi; melaike doktor gibi; kendi tam hissetmiyor fakat biliyor.
  • Melaikenin makamı sabittir. Fakat insanın terakkisi hadsiz. Tam terakkisi, tam mertebesi ortaya çıkması için bir çok defa musibete, imtihana tabi tutuluyor. Mesela; insana bir noktada bir musibet geliyor; sabır ile mukabele ediyor. Fakat ikinci bir musibette uygun mukabele edemeye biliyor. Böylece tam mertebesi tebeyyün, tahakkuk edene kadar çok defa ayrı ayrı noktadan imtihan ediliyor. Mesela on musibetten yedisine sabredebiliyor gibi…)

Evet, hakikat öyle iktiza eder. (Hakaik-ı eşya esma-i İlahiyedir. Öyle ise eşyanın hakikatı yani esma-i İlahiyenin hakikatı melaike ve ruhaniyatın vücudlarını iktiza ediyor. Şöyle ki: eşya ile gösterilen mananın, mehasinin, tezyinatın ve saltanatın hakikatı melaike ve ruhaniyyatın varlığını iktiza ediyor. Buna üç cihetle işaret edilmiş; Zeminde gösterilen 1. Mehasin 2. Kudsi manalar 3. Saltanat-ı Rububiyyet, insanların varlığını iktiza ettiği gibi. Aynen öyle de semada bulunan mehasin, manalar ve saltanat da oraya mahsus zişuuru iktiza ediyor.)

Zira zemin (Zeminin hakikatını izah edip bunun üstünde melaikenin vücudunu isbat edecek)

Küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, (Hakaret manası zıdların iç içe olması itibari iledir. Bu yüzden zemin süfli, sema ise ulvi diye nitelendirilmiştir.)

zîhayat ve zîşuur mahlûklardan doldurulması ve arasıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki:

Şu muhteşem burçlar sahibi, müzeyyen kasırlar hükmünde olan semavat dahi, zîşuur ve zevil-idrak mahluklarla doludur. Onlar dahi ins ve cin gibi,

  1. Şu âlem sarayının seyircileri ve (Mehasini seyretmek)
  2. Şu kâinat kitabının mütalaacıları ve (Yaratılmasındaki kudsi manaları anlamak)
  3. Şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. (Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmek)

Çünki kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen tezyinat ve mehasin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister. Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise, aç olana verilir.

Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs’atli ubudiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir.

Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike enva’ı ve ruhaniyat ecnası lâzımdır.

Bazı rivayatın işaratıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler.

Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste “Tuyurun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler.

(Buradan sonra hikmeten melaikenin ispatı yapılıyor. Şöyle ki: Mesken ile hayat sahibleri arasındaki münasebet hikmeti, semanında melaike ile dolu olmasını iktiza ediyor. Zira dünya gibi hakir, süfli bir meskende böyle zişuur mahlukat varsa elbette sema gibi ulvi, hayata daha münasib bir meskende zişuur olması gerekir.)

Elbette kesafetli topraktan ve küduretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Hâlık’ın,

Elbette ruha ve hayata münasib

Şu nur denizinden (Tayyib)

Ve hattâ zulmet bahrinden (Habis)

bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır.

Melaike ve ruhaniyatın vücudlarına dair “Nokta” namında bir risalemde ve Yirmidokuzuncu Söz’de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat’iyyetle isbat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.

 İkinci Basamak:

(Sema ve zemin arasındaki münasebet)

Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır.

(Sema ve zemin arasında ne münasebet vardır?)

Zemine lâzım olan

(Maddi münasebet)

Ziya, (Ziyanın parlaması, sair hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve ilân etmektir. Sözler – 670)

Hararet (Dünya sarayını ısındıran Güneş Lemalar – 314)

(Manevi münasebet)

Ve bereket

Ve rahmet

(Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Sözler – 744)

gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor.

(Buna dair iki delil)

  • Vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile (Nakli delil)
  • Ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, (Bu hakikatı ilmel yakîn bilmekte bir derece keşitir. Amma burada geçen ehl-i keşif aynel yakîn görenlerdir.)

melaike ve ervah semadan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki: (Gelmek vaki’ ise gitmekte mümkündür.) Sekene-i arz için, semaya çıkmak için bir yol vardır.

Evet nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider.

Öyle de: Ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya (Maddi cesed nurlandıkça kayıtlardan kurtulur. Nurlanmak ise marifet, muhabbet ve ubdiyetle olur. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet’e uçabilir. Sözler 314

Birinci Mektubta geçen ikinci ve üçüncü hayat tabakasındaki zâtlar ağırlığını bırakanlara misal olarak gösterilebilir.)

Veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlahî ile oraya giderler.

Madem hıffet ve letafet bulanlar oraya giderler.

Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve latif bir kısım sekene-i arz ve hava, (Havanın sekenesi cinlerdir. Cinler latiftir ama nurani değildir. Bu yüzden bir anda melekler gibi birçok yerde bulunamazlar.) semaya gidebilirler.

 Üçüncü Basamak:

(Kur’an-ı Hakîm, semavata nisbeten, arzı, bütün semavata denk tutuyor.)

(Ruha münasib ceset verildiği gibi Sekeneye münasib de memleket veriliyor.)

Semanın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı ve vüs’at ve nuraniyeti gösterir ki: Sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki bütün ahalisi muti’dirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı îcab edecek bir sebeb yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir. (Her bir meleğin makamı vardır ama o makamda terakkileri yoktur.)

Evet zeminde ezdad içtima etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münakaşat başlamış; o sebebden ihtilafat ve ızdırabat düşmüş ve ondan imtihanat ve müsabakat teklif edilmiş ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış.

Şu hakikatın hikmeti şudur ki:

Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi

  • En uzak, (En son dünyaya gönderilmiş olması)
  • En cem’iyetli, (Kâinat ağacını içinde bulundurması)
  • En nazik, (En çabuk bozulan)
  • En ehemmiyetli (Beşeri, şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nazik ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatab ittihaz ederek herşeyi ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, Sözler – 80)

cüz’üdür.

İşte bunun için semere-i âlem olan insan en câmi’, en bedî’, en âciz, en zaîf ve en latif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber

  1. Manen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi,
  2. Ve bütün mu’cizat-ı san’atın meşheri, sergisi
  3. Ve bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi
  4. Ve nihayetsiz faaliyet-i rabbaniyenin mahşeri ve ma’kesi
  5. Ve hadsiz hallakıyet-i ilahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva’-ı sagiresinde, cevvadane icadın medar ve çarşısı;
  6. Ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı
  7. Ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgâhı
  8. Ve menazır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklidgâhı
  9. Ve besatîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte arzın

____

{(Haşiye): Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semavata karşı gelebilir. Çünki nasılki daimî bir çeşme, (kure-i arz) vâridatsız büyük bir gölden (semavattan) daha büyük denilebilir.

Hem bir ölçek (kure-i arz)  ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zahiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle (semavatla) o ölçek müvazeneye çıkabilir.

Aynen öyle de: Küre-i arz, Cenab-ı Hak onu (Küre-i arz çeşmesinden akan sekiz hakikat nazara verilecek)

  1. San’atına bir meşher
  2. Ve icadına bir mahşer
  3. Ve hikmetine medar
  4. Ve kudretine mazhar
  5. Ve rahmetine mezher
  6. Ve Cennetine mezraa
  7. Ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek
  8. Ve mazi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme

hükmünde icad etmiş.

Her sene kat kat (herbir nev bir kat tabiriyle küçük bir ölçeğe teşbih edilmiş.) ve katmerli yüzbin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddid gömleklerini nazara al; yani, bütün mazisini hazır farzet. Sonra yeknesak ve bir derece basit semavata karşı müvazene et. Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz.

 İşte رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ sırrını anla.}

____

bu azamet-i maneviyesinden (Azamet-i maneviyesi meskende yaşayan insanının kıymetinden ileri geliyor.) ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakîm, semavata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor. Mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ der.

Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve devamlı tegayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun.

Hem şu mahdud arz, hadsiz mu’cizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur. Enbiyadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur. [İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi’ bir istidad verildiği için; esfel-i safilînden tâ a’lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir. Sözler – 319]

Madem öyledir,

Elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar. (Şüphe veya vesvese taşına karşılık olarak ilim ve hakikat taşını at. Gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin manasını gör!. O âyetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet!.. Sözler – 182)

 Dördüncü Basamak:

(Mübaraze Kanununun Tamimi)

Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelal’in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve esma-i hüsnası vardır. Meselâ: Ashab-ı Nebi safında küffara karşı muharebe etmek için melaikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melaike ile şeyatîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyar-ı semaviyyîn ve eşrar-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelal, bir emir ile, bir sayha ile onları mahvetmiyor.

Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor. Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki: Nasılki bir padişahın daire-i hükûmeti itibariyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ: Daire-i adliye onu “Hâkim-i Âdil” namıyla yâd eder. Daire-i askeriye onu “Kumandan-ı A’zam” namıyla bilir. Daire-i meşihat onu “Halife” ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu “Sultan” namıyla tanır. Muti’ ahali ona “Merhametkâr Padişah” derler. Âsi insanlar ona “Kahhar Hâkim” derler. Daha bunlara kıyas et. İşte bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âlî; âciz, zelil bir âsiyi bir emir ile i’dam etmiyor. Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, (Mü’minin iktidarı Cenab-ı Hakka intisaptan ileri geliyor.) hem sadık bir memurunu taltife liyakatını biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar; vezirine (Vezir Cebrail Aleyhisselamdır. Zira Cebrail Akeyhisselam Cenab-ı Hakkın ilmine nezaret eden ülü’l-azm bir melaikedir.) emreder, ahaliyi temaşaya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır (İstikbal-i siyasî, melekler tarafından vefatla beraber insanların karşılanmasına işarettir.). Muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlîde onu taltif eder, liyakatını ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.

İşte وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى ezel ve ebed sultanının pek çok esma-i hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celaliye ve tezahürat-ı cemaliye ile pek çok şuunatı ve ünvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennem’in vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe’n ise; kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tamimini isterler… Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.

(Bu basamakta üç nokta var;

  1. Cenâb-ı Hakk açısından bakılırsa; Allah esma ve sıfatının gereği olarak; dar-ı imtihan ve muhakemeden sonra ceza ve mükafat veriyor.
  2. Seyredenler;  Cenâb-ı Hakkın adaletini, hikmetini görmüş oluyorlar. Zalim hatasını ve hatasının neticesinde cezalandırıldığını görüyor.
  3. Mükafat ve ceza alanlar; cezayı hakettiğini, bizzat görmüş oluyor. Yani neden bu ceza verildi gibi…)

 Beşinci Basamak:

(Mübareze-i maneviyenin ve tasarrufat-ı gaybiyenin âlem-i şehadette alâmetleri)

Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor. Ehemmiyetli levazımat-ı arziye, oradan gönderiliyor. (Ziya, hararet ve rahmet, bereket)

Ve madem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar.

Elbette ervah-ı habise dahi, ahyarı takliden semavat memleketine gitmeğe teşebbüs edecekler.

Çünki vücudça letafet ve hıffetleri var. (Ruhani mahluk olduğu için letafeti vardır ve ruh cesedden ölümle beraber ayrıldığı için hafiftir.)

Hem şübhesiz tard ve reddedilecekler.

Çünki mahiyetçe şeraret ve nühusetleri vardır.

Hem bilâşek velâ şübhe, şu muamele-i mühimmenin ve şu mübareze-i maneviyenin âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır.

Çünki saltanat-ı rububiyetin hikmeti iktiza eder ki: Zîşuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın.

Nasılki nihayetsiz bahar mu’cizatına yağmuru işaret koymuş ve havarik-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş. Tâ, âlem-i şehadet ehlini işhad etsin.

Belki o acib temaşaya, umum ehl-i semavat ve sekene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celbetsin.

Yani o koca semavatı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kal’a hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i rububiyetini tefekkür ettirsin.

Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır.

Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki hâdisat-ı cevviye ve semaviye içinde şu ilâna münasib hiçbir hâdise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır. Halbuki şu hâdisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka ona münasib bir hikmeti bilinmiyor. Sair hâdisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem’den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.

 Altıncı Basamak:

(Kur’anın ins ve cinni, isyandan ve tuğyandan zecrindeki tahşidatın sebepleri)

Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda (cühud; bilerek inkâr etmek.) müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte bunun için Kur’an-ı Kerim,

  • Öyle i’cazkâr bir belâgatla ve
  • Öyle âlî ve bahir üslûblarla ve (İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikıyla birkaç cümlede îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et. Sözler 376)
  • Öyle gâlî ve zahir temsiller ve mesellerle

ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki; kâinatı titretir. Meselâ:

Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız, meseline işaret eden

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ ٭

 فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ٭ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ ٭

âyetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl, ins ve cinnin gayet mağrurane temerrüdlerini, gayet mu’cizane bir belâgatla kırar. Aczlerini ilân eder. Saltanat-ı rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçare olduklarını gösterir.

Güya şu âyetle, hem وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ âyetiyle böyle diyor ki:

“Ey hakareti (küçüklük) içinde mağrur ve mütemerrid ve ey za’f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki

  • İsyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşan’ın evamirine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.
  • Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti’ askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.
  • Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibadından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlukları, belki farz-ımuhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şüvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.
  • Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar. Gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

(Tekvin-i kanunun hameleri olan melaike teklif-i kanunun hamelesi olan şerir insanın ve ervah-ı habisenin kırdıkları teklif kanunu yüzünden kızıyor.)

Evet Kur’anda bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki (İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasına değil, belki zalimane cinayetinin azametine ve kâfirane tecavüzünün dehşetine karşı Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukuklarının ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar her gün usanmadan kemal-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar. Asa-yı Musa – 68)

  1. Haşmetin izharı (Cenab-ı Hakka bakan vechi)
  2. ve düşman şenaatinin teşhiri (insana bakan vechi) gibi sebeblerden ileri geliyor.
  3. Hem bazan kemal-i intizamı
  4. ve nihayet-i adli
  5. ve gayet-i hilmi
  6. ve kuvvet-i hikmeti göstermek için,

en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zaîf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. (Cenab-ı Hakk kainat büyüklüğünde makasıdını nazara vermek için intizam, adalet, hilm ve hikmet ile hareket eder ki insanın büyüklüğünü ve kuvvetini değil maksadın büyüklüğünü gösterir.)

Meselâ şu âyete bak: (Tahrim suresinin 3. ve 4. ayetlerinin mealidir.

  • Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi.
  • Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.

{Rivayete göre Resûlullah, eşi Hafsa’nın evde bulunmadığı bir sırada cariyesi Mâriye’yi onun odasına almıştı. Hafsa bundan haberdar olunca üzüntüsünü belirtmiş ve darılmıştı. Resûlullah da Hafsa’ya, bundan böyle Mâriye’yi yatağına almayacağını söylemiş ve bunu gizli tutmasını tenbih etmişti. Hafsa ise bu konuyu Hz. Âişe’ye açıklamış, bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur.

Başka bir rivayete göre Hz. Peygamber, irtihalinden sonra hilâfete sırasıyla Ebubekir ve Ömer’in geçeceklerini söylemiş, Hafsa, Hz. Peygamber’in bu sırrını Hz. Âişe’ye söyleyince durum vahiyle Hz. Peygamber’e bildirilmiş ve âyette zikredilen konuşma cereyan etmiştir.}

  • Eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz, (yerinde olur). Çünkü kalpleriniz sapmıştı. Ve eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka çıkarsanız bilesiniz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de (ona) yardımcıdır. { Âyette, Hz. Âişe ve Hafsa’ya hitap edilmiş, Hz. Peygamber’in gönlünü almaları istenmiş, kıskançlık, sır yayma ve onun hoşlanmayacağı aşırılıklardan kaçınma konusunda uyarılmışlardır.}

وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللّهَ هُوَ مَوْلَيهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلٰئِكَةُ بَعْدَ ذلِكَ ظَهِيرٌ

(Ayet zevcelerin hatalarının büyüklüğüne karşı bir tahşidat değil belki Resul-i Ekrem’e ASM hürmet etmek gerektiğinin azametini ve zevcelerinin şenaatinin teşhiri ile bizimde hürmetsizlikten sakınmamız gerektiğini ders veriyor. Hem bazan kemal-i intizamı ve nihayet-i adli ve gayet-i hilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, iki zevcenin yaptığı yanlış davranışa karşı tahşidat yapar ve boşanmakla tehdid eder ama boşatmaz tövbe etmelerini hilm ile bekler, böylelikle o iki zevcenin hukuklarına tecavüz ettirmez.)

  • Ne kadar Nebi hakkına hürmet
  • Ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var. (Yeminini kefaret ile bozup tekrar onlarla evliliğini devam ettirmesi ile hukuklarını muhafaza ediyor. Taki hatalarını anlayıp tövbe edebilsinler)

Şu mühim tahşidat, yalnız

  • Hürmet-i Nebinin azametini
  • Ve iki zaîfenin şekvalarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini,

rahîmane ifade etmek içindir.

 Yedinci Basamak:

(Recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç manası)

Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hattâ gök yüzünde her parlayana “yıldız” denilir.

İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin sema yüzünün

  • Murassa’ zînetleri 

وَلَقَدْزَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ ٭  وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَ الْقَمَرَ

burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mana cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden birer lem’a alıp, yıldızlar adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o âlem-i semavat nurlandı. Bir farklı mana ile zinetlendi. Mektubat 411)

  • Ve ağacın münevver meyveleri (Hususan Mayıs’ın âhirinde olduğu gibi, bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve Hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ teşbihinin letafetini, belâgatını gör Mektubat 16)
  • Ve denizin müsebbih balıkları hükmünde, (Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.” Lem’alar 67)

Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal

  1. Onları yaratmış ve meleklerine
  2. Mesireler,
  3. Binekler,
  4. Menziller yapmıştır
  5. Ve yıldızların küçük bir nev’ini de, şeyatînin recmine âlet etmiş.

(Yıldız kaymaları; ehli iman noktasında sema; saray gibi; bu kaymalar şenliğe ve bayrama, eğlenceye teşbihtir. Ehli küfür için semavat kale manasında ve bu kaymalar mancınık ile atılan mermilere teşbih edilmiş.)

İşte bu recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç manası olabilir:

Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir. (Kanun-u mübarezenin cereyan ettiği en küçük ve en geniş daire;

Birincisi: Nefs-i emmarem ile kalbimdir.

İkincisi: Felsefe şakirdleriyle, Kur’an-ı Hakîm tilmizleridir.

Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir. Sözler – 59)

İkincisi: Semavatta hüşyar nöbettarlar, muti’ sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir.

(Zıddiyet itibari ile hoşlandıkları zamanlarda oluyor. Semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelal’inin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san’atını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler. Barla – 260)

Üçüncüsü: Müzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.

İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’an güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlara birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin manasını gör!. O âyetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet!..

Biz dahi etmeliyiz ve رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ 

beraber demeliyiz. فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَ الْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*