Yirmiyedinci Söz’ün Zeyli

Yirmiyedinci Söz’ün Zeyli

Sahabeler hakkındadır

Mevlâna Câmî’nin dediği gibi derim:

يَا رَسُولَ اللّٰهِ چِه بَاشَدْ چُونْ سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ
دَاخِلِ جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَهءِ اَصْحَابِ تُو
اُو رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمْ كَىْ رَوَاسْتْ
اُو سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ مَنْ سَگِ اَصْحَابِ تُو
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ

 ilâ âhir-il âyet…

(Bu ayette üç ihbar var

1- Sahabelerin üstün sıfatları nelerdir.

A- Sahabeler her zaman Peygamberin (ASM) gayelerinin maksadının yanında bulunurlar. 18. Söz’deki hakikatlarla baktığımızda 1. Nokta itibariyle nefsinde görünen güzelliklere sahiblenmeyip Cemal sahibi olan Allah’a ait olduğunu bilmekle yanında bulunmaktır. 2. Nokta itibariyle kâinatta ki her şeyin ya bizzat ya da neticeleri itibariyle güzel olduğunu görmekle yanında bulunmaktır. 3. Nokta itibariyle Daire-i Rububiyyete karşı Ubudiyetle mukabele etmekle Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında bulunmaktır. Bizde bu noktalara riayet ettiğimiz nisbetinde davasına yakınlaşıyoruz.

B- Düşmana karşı şiddetlidirler. (Bu asırda hizmeti kâfirlere ulaştırmakta çok gayretli olmak şeklinde tefsir edilir.)

C- Birbirilerine karşı şefkatlidirler

D- Çok ibadet eder ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını ararlar.

2- Sahabelerin tabakalarının sıfatlarını haber veriyor.

A- رِضْوَانًا Peygamberin yanında olmakla Allah’ın rızasını kazanan Ehl-i Biat-ı Rıdvana bakıyor.

B- سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa’ya bakıyor.

C- ذلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ  Tevratın haber verdiği vasıflar, ulema ve fukaha tabakatındaki sahabelere bakıyor.

D- وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ İncilde geçen vasıflar, Ashab-ı Huneyn ve Feth, Uhud ve Bedir’deki Sahabelerin namdar yiğitlerine işaret ediyor. Barla Lahikası 275)

3- Halifelerin tertib sırasını haber veriyor.

A- Ebu Bekir’in (RA) ikinin ikincisi olacağına bakıyor.

B- Hz Ömer’in (RA) önce manevi sonra maddi fütühat yapacağına bakıyor.

C- Hz Osman’ın (RA) kan dökülmemesi için kendini feda edeceğine bakıyor.

D- Hz Ali (RA) ibadette ve şecaatte en ileri olacağına bakıyor.

Ayrıca bu dört halifenin sırası İslam devletlerinin sırasınada bakıyor. Şöyle ki;

A- Hz Ebu Bekir (RA) Emeviler dönemine bakıyor.

B- Hz Ömer (RA) Abbasiler dönemine bakıyor.

C- Hz Osman (RA) Osmanlı İmparatorluğu dönemine bakıyor.

D- Hz Ali (RA) Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına bakıyor.

E- Hz Hasan (RA) Hz Hüseyin (RA) ise Risale-i Nurun devrine tam bakıyor.

4- (Barla Lahikasında 260 sahabe ismi ile ayetteki harf sayısı tevafuk ediyor)

Sual ediyorsunuz: Bazı rivayetlerde vardır ki; “Bid’aların revacı hengâmında ehl-i iman ve takvadan bir kısım suleha, sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir” diye rivayetler vardır. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise, hakikatları nedir?

Elcevab: Enbiyadan sonra nev’-i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı bir hüccet-i katıadır ki; o rivayetlerin sahih kısmı, fazilet-i cüz’iye hakkındadır. Çünki cüz’î fazilette ve hususî bir kemalde, mercuh racihe tereccuh edebilir. Yoksa Sure-i Feth’in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’anın medh ü senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatın pekçok esbab ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyan edeceğiz:

 Birinci Hikmet:

(Sohbet-i nebeviyyeye mazhar oldukları için sahabelere yetişilmez. Verilen dersin yüksekliği nazara veriliyor. Burada hakikat (sahabe) mesleği ile seyru süluk mesleği mukayese ediliyor. Seyru süluk mesleğinde gidenler sahabe derecesine çıkamaz. Fakat hakikat mesleğinde gidenlerden sahabelere yetişenler çıkabilir. Sahabelerin ulaştığı Külli fazilete ulaşmanın yolu sohbet-i Nebeviye iksiriyle hakikatın envârına mazhar olmakladır.) Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envârına mazhar olur. Çünki sohbette insibağ ve in’ikas vardır. (İnsibağ ve inikas; Veraset-i Nübüvvet tarîkı berzahsız gölgesiz olduğundan ders verdiği hakikatı öyle kuvvetli delillerle anlatıyor ki, istifade eden kişi artık her şeye o hakikatla bakarak o hakikatla renkleniyor, o hakikatı hayatının her safhasında tatbik edebiliyor, Hem bu hakikat yalnız ona münhasır kalmıyor. Hakikatı anlamaktan gelen yaşantısı başkalarınada aksediyor.)

Malûmdur ki: İn’ikas ve tebaiyetle, o Nur-u A’zam-ı Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir.

Nasılki, bir sultanın hizmetkârı (Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın varisi olan sahabesi) ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. (Tasavvuf ve tarikat berzahları, şaha teşbih edilmiş.) İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil. Madem öyledir; nübüvvet derecesi, velayet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.

(Celaleddin-i Süyutî ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü sülûk ile terakki ederek o manevî güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nur’un isbat ettiği gibi, Peygamber’in velayetiyle bir nevi sohbeti, kendi derecelerine göre ve kendi istidadları derecesinde olur. (Aynadaki güneşten istifade etmek gibi tarikat ve tasavvuf perdesi ile istifade etmekte kişilerin istidadı bir ayine olup derecesi nisbetinde velayet-i Ahmediyyeden Aleyhissalatü Vesselam istifade ettiğinden sahabeye yetişmez.) Fakat nübüvvet hakikatı, velayetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi, hiçbir cihette hakikî Peygamberle muhabereye yetişemeyeceğinden yeni ahkâm-ı şer’iyeye medar-ı ahkâm olamaz. Emirdağ Lahikası-2 156)

Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki:

(İlk misal de rahmet hakikatını anlamanın hayattaki neticesi gösteriliyor. İnsibağa bir misaldir.)

Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmaneyi kesbederdi.

(İkinci misal de ise alınan hakikat dersinini yalnız ona münhasır kalmayıp başkalarınada aksettirildiği gösteriliyor. İnikasa bir misaldir.)

Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalât olurdu.

 İkinci Sebeb:

(Sahabelerin ulaştığı Külli fazilete ulaşmanın yolu alemimizde hayırla şerri birbirinden ayırmakladır.) Yirmiyedinci Söz’deki içtihad bahsinde beyan ve isbat edildiği gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin en a’lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş.

Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık (Hayır o dur ki, Allah için ola, Allah için olmayan her şey şerdir.)

Ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, (Sıdkı ve kizbi hem kavli hem hali olarak düşünüyoruz.)

küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahata meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve nümunesi olan Habibullah’ın (A.S.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i kemalâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir.

Meselâ: Nasılki zaman oluyor; medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insaniye dükkânında, bazı şeylerin verdiği müdhiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i katil gibi herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve bazı şeylerin ve manevî meta’ların verdikleri güzel neticeler ve kıymetdar eserler, bir tiryak-ı nâfi’ ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almağa çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları tevlid ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren sıdk ve hakka ve imana en nâfi’ bir tiryak, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letaifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarurîdir. Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin. Geçen mes’eleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. (“Sübhanallah” kelime-i kudsiyesi ise, Cenab-ı Hakk’ı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manasıyla, saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal-i saltanatının haşmetine medar olan dâr-ı âhireti ve ondaki Cennet’i ihtar edip delalet ve işaret eder. Şualar 235

İşte سُبْحَانَ الله, cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir. Büyük Mesnevî-i Nuriye 456)

Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. (İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak (Hakkı bütün delilleriyle görmek ve neticelerini anlamakla ona iştiyak göstermek), bâtılı bâtıl göstermektir. (Batılın mümkün olmadığını bütün delilleriyle görmek ve neticelerini anlamakla ondan içtinab etmek) İşarat-ül İ’caz 22

Sahabeler, hak ve batılı âlemlerinde ayırdıkları için bütün hissiyatlarıyla ve letaifiyle hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygularıyla hüşyar ve müteyakkız bir surette zikir, tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır, emerler.

Kur’anda ve Risale-i Nurda hak ve batıl bütün delil ve neticeleri ile gösterildiğinden insana hakka iştiyak batıldan ictinab hissini veriyor. Kişi hakka itaat noktasında secdeye geliyor.

Hem bedevi bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen müslüman mı oldun?” O demiş: “Hâyır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.” (Bedevinin duyduğu ayetteki hayaline canlanan mananın belâgatına secde etmesinden şöyle bir mana anlaşılıyor. Ayın harfinin okunurken boğazın çatlatıldığını ve te harfinin hemze ile birbirine çarptırılarak okunduğunu gören bedevi Kur’anın lafız itibari ile belâgatına secde etmiş. Hem Birinci Sözle birlikte düşünürsek, Allah namına yapılan tebliğde öyle bir hususiyet vardır ki en sert kalblere dahi girebildiğini gördüğünden secde etmiş. Hem İşarat-ül İ’cazdaki hidayet manasıyla birlikte düşünürsek öyle bir uslubla tebliğ ediliyor ki tebliğ edilen kişi çatlak bir şeyin eski haline dönemediği gibi tebliğ edilen insanlarda hakkı hakikatı bulduktan sonra bir daha eski hallerine dönmediğini görmesinden dolayı secde etmiş. Hem Yedinci Lem’adaki kafirlerin gayzı ile birlikte düşünürsek hakikat öyle tebliğ ediliyor ki o hakikatı gören Ehl-i dalaleti çatlatıp öfkelerinden tükürüklerini yutturuyor olmasına secde etmiştir.)

Kalben dedim: Keşki birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki; o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur’an-ı Hakîm’in envârıyla hasıl olan o inkılab-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve kemalât bütün envârıyla ve netaiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve inkılabdan sonra, gitgide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.

 Üçüncü Sebeb:

  • Onikinci (Dört esastır. Birinci esasta eşyaya Cenab-ı Hak canibinden bakmak anlatılmıştır. İkinci esasta hikmet-i kudsîyenin şahsi hayatımıza getirdiği şeyler, üçüncü esasta hikmet-i kudsîyenin içtima-i hayatımıza getirdiği şeyler,dördüncü esasta ise kur’an’ın hikmet-i kudsîyesinin sair kelamlara nisbeten sebeb-i rüchaniyeti gösterilmiştir. Velayet ile risaletin mukayesesi yapılmıştır.)
  • Ve yirmidördüncü (İkinci Daldavelayet ile risaletin mukayesesi yapılmıştır.)
  • Ve yirmibeşinci sözlerde (Üçüncü Ziyadavelayet ile risaletin mukayesesi yapılmıştır.)

isbat edildiği gibi, nübüvvetin velayete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misali gibidir.

İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez. Şu üçüncü sebebin müteaddid vücuhundan üç vechini beyan ederiz:

Birinci Vecih:

(Sahabelerin ulaştığı Külli fazilete ulaşmanın yolu marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamaya gayret gösteren insanlarla aynı ortamda bulunmaktır.)

İçtihadda yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.

İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihad ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz’ün içtihad bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.

İkinci Vecih:

Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız.

Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur.

Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. (Cezb ve lütuf yolu vehbidir. Biz kesbimizle o yoldan gideriz.)

İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velayet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor.

İşte birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil; incizabdır, cezb-i Rahmanîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir.

Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de; kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.

Meselâ: Nasılki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var.

Birincisi: Zamanın cereyanına tâbi’ olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir.

İkincisi: Bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor.

Öyle de, zahirden hakikata geçmek iki suretledir.

Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zahir içinde bulmaktır.

İkincisi: Çok meratibden seyr ü sülûk suretiyle geçmektir.

Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.

Üçüncü Vecih:

Fazilet-i a’mal ve sevab-ı ef’al ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetişilmez. Çünki (İki nefer misali veriliyor.)

  1. Nasıl bir asker bazı şerait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir
  2. Ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor.

Öyle de, Sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’aniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez.

  1. Hattâ denilebilir ki; bütün dakikaları, -o hizmet-i kudsiyede- o şehid olan neferin dakikası gibidir.
  2. Bütün saatleri, müdhiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir.

(Dehşetli zamandaki ücretin yüksekliğine bir misalde bu asrımızdır.)

Sual: Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur, Kur’anın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A’zam’ın teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

Elcevab: Malûmdur ki, bazı vakit olur bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar.. ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ: Bir dakikada şehid olan bir adam, bir velayet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında (Üstadın zamanında küfrün dalaletin soğuğunda iman ve ibadet etmekte insanlarlarda uyuşukluk olduğu gibi bu zamanda da sefahat ve lehviyatın soğuğunda iman ve ibadet etmekte uyuşup nefsin, his ve hevanın esiri olunuyor.) ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

İşte aynen öyle de: Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve şeair-i Ahmediyeye (A.S.M.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki; Kur’an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (R.A.) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci’ etmiş. Şualar 748

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!… Mektubat 427)

Evet sahabeler madem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur’aniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar.

  • اَلسَّبَبُكَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün ümmetin hasenatından onlara hisse çı Ümmetin اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle; sahabelerin, bütün ümmetin hasenatından hissedarlıklarını gösteriyor.
  • Hem nasılki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet; ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyüktü
  • Hem nasılki mebde’de küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teşkil eder.
  • Hem nasılki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhitada, bazan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor.

Aynen şu dört misal gibi;

  • Sahabeler, İslâmiyetin şecere-i nuraniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları, (İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur’aniyenin neşrinde, kökler hükmündedirler.)
  • Hem bina-yı İslâmiyetin hutut-u nuraniyesinin mebde’inde,
  • Hem cemaat-ıİslâmiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinde,
  • Hem Şems-i Nübüvvet ve Sirac-ı Hakikat’ın merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktü onlara yetişmek için, hakikî sahabe olmak lâzım geliyor.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى
قَالَ اَصْحَابِى كَالنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ
وَ خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِى
 وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

  Sual:

Deniliyor ki: Birinci sual iki kısımdır.

Birinci Kısım Sual: Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyle ise, imanımız daha kavîdir.

İkinci Kısım Sual: Hem, kuvvet-i imanımıza delalet eden rivayet var?

Elcevab:

Birinci Kısma Cevab:

Sahabeler o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakaik-i İslâmiyeye muarız ve muhalif iken; -sahabeler- yalnız suret-i insaniyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görüp, bazan mu’cizesiz olarak, öyle bir iman getirmişler ki; bütün efkâr-ı âmme-i âlem, onların imanlarını sarsmıyordu. Şübhe değil, bazısına vesvese de vermezdi.

Sizler iseniz kendi imanınızı, sahabelerin imanlarıyla müvazene ediyorsunuz.

  • Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye, imanınıza kuvvet ve sened olduğu halde; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve suret-i cismaniyesini değil, belki umum envâr-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur’aniye ile nurani muhteşem şahs-ı manevîsini bin mu’cizat ile muhat olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şübheye düşen imanınız nerede?
  • Bütün âlem-i küfrün ve Nasara ve Yehud’un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan sahabelerin imanları nerede?
  • Hem, sahabelerin kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhatı olan şiddet-i takvaları ve kemal-i salahatları nerede?
  • Ey müddei! Senin şiddet-i za’fından, feraizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede?
İkinci Kısma Cevab:

Amma hadîste vârid olan ki, “Âhirzamanda beni görmeyen ve iman getiren, daha ziyade makbuldür” mealindeki rivayet, hususî fazilete dairdir. Has bazı eşhas hakkındadır. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibariyledir.

 İkinci Sual:

Diyorlar ki: Ehl-i velayet ve ashab-ı kemalât, dünyayı terketmişler. Hattâ hadîste var ki: “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.” Halbuki sahabeler dünyaya pek çok girmişler; terk-i dünya değil, belki bir kısım sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var, diyorsunuz?

(Ehl-i dalaletin vekili der ki: “Ehadîsinizde dünya tel’in edilmiş, “cîfe” ismiyle yâdedilmiş. Hem bütün ehl-i velayet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. “Fenadır, pistir” diyorlar. Halbuki sen, bütün kemalât-ı İlahiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?” Sözler 625)

Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lâzımdır. Mesnevi-i Nuriye 125 )

Elcevab: Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’î isbat edilmiştir ki: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esma-i İlahiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider.

(Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.” Mektubat 22)

Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Mektubat 330)

Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir.

Birinci Yüzü: Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. (Nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki Sözler 481)

İkinci Yüzü: Mevcudatı, esma-i İlahiyenin âyinesi görüp, müştakane temaşa edip bakmışlar.

Üçüncü Yüzü: Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesatına bakar.

 Üçüncü Sual:

Tarîkatlar, hakikatların yollarıdır. Tarîkatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarîk-ı Nakşbendî hakkında, o tarîkatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:

دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ چَارْ تَرْكْ
تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ

Yani, tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?

Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.

(İnsandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Sözler 323)

 Dördüncü Sual:

Sahabelere karşı iddia-yı rüchan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu mes’eleyi medar-ı bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izama karşı müsavat dava etmek neden ileri geliyor?

Elcevab: Şu mes’eleyi söyleyen iki kısımdır:

Bir kısmı, safi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; bazı ehadîsi görmüşler, şu zamanda ehl-i takva ve salahatı teşvik ve tergib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibaha gelirler.

Diğer kısım ise gayet müdhiş mağrur insanlardır ki;

Evvelen: Mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i izama müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve

Sâniyen: Dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar. Çünki

Evvelen: O ehl-i dalalet sefahete girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mani’ olan tekâlif-i Şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: “Şu mesail, içtihadiyedirler. O mesailde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor.

Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi’ olmaya ne mecburiyetimiz var?”

İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile, başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu davaları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmiyedinci Söz’de kat’î bir surette gösterildiğinden ona havale ederiz.

Sâniyen: O kısım ehl-i dalalet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyat-ı diniyedir. Halbuki bu kısım ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. “Onlardan daha iyiyiz” deseler, mes’eleleri tamam olmuyor. Çünki müçtehidîn, nazariyata ve kat’î olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesaili tebdil etmek ve kat’î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler.

Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri; sahabenin küçüklerine karşı müsavat davasını kazanamadıkları, gayet kat’î bir surette Yirmiyedinci Söz’de isbat edilmiştir. (Sohbet-i nebevîdeki insibağ ve inikas noktasından, hak ve batılın tamamen ayrılması noktasından, Allah’ın kelamından marziyatını anlamak noktasından, Akrabiyet-i İlahiyenin inkişafı noktasından, şartların zorluğu noktasından ve İslâmiyeti tesisi noktasından sahabeye yetişilmez.)

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ الَّذِى قَالَ لاَتَسُبُّوا اَصْحَابِى لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابِى صَدَقَ رَسُولُ اللّٰهِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir