Anasayfa » Yirmiyedinci Lem’a Eskişehir Müdafaası

Yirmiyedinci Lem’a Eskişehir Müdafaası

Yirmiyedinci Lem’a

Eskişehir Mahkeme Müdafaası olup, teksir Lem’alar mecmuasında ve kısmen de Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiştir.

* * *

Bu müdafaayı Eskişehir Mahkemesi yeni hurufla müteaddid nüshaları çıkarmıştı. İddianameler ve itiraznameler bunun iki misli kadardır. Birer nüsha bunlardan bizlere verdiler.

Madem Isparta benim ve Risale-i Nur için mübarektir. Bu müdafaatımda hücum ettiğim yerde “Isparta” kelimesini kaldırınız. Yalnız muhbir ve mülhid kalsın.

Yirmiyedinci Lem’a

Müdafaat

Eskişehir

Arabî 1351

بِسْمِ اللهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

Risale-i Nur’u mahv ve Risale-i Nur’un yüzer şakirdlerini imha etmek için, sû’-i kasd ile ihzar edilen gaddar ve müdhiş bir plânı akîm bırakan fakat gayet mülayimane bir müdafaadır ki; Otuzbirinci Mektub’un Yirmiyedinci Lem’ası olmuştur.

Tenbih: Bu Lem’a, müdafaatımın üç kısmından bir kısmıdır. İhtilattan men’edildiğim için mahkemenin zabtına ve defterine geçen 100 sahifeden ziyade müdafaatımdan yalnız bir kısmını çok noksan kalemimle kaydedebildim. Bu kısmın da kıymeti ve kuvveti ve ehemmiyeti nısf-ı âhirde tezahür ediyor.

Eskişehir

Sene 1354

Said-ün Nursî

Müdafaat Safahatının Fihristesi

Birinci Safha: Sorgu hâkimlerinin suallerine karşı cevablardır. Bu kısım onların zabtına geçmiş. Fakat biz kaleme alamadık.

İkinci Safha: Yine sorgu hâkimlerini manasız, lüzumsuz suallerden kurtarıp “Son Müdafaat” namıyla müskit, gelecek umum suallere cevab olarak son müdafaat namındaki kısımdır.

Üçüncü Safha: Son Müdafaatın iki gayet mühim tetimmeleridir.

Dördüncü Safha: Müddeiumumun sorgu hâkimlerinin tahkikatına istinaden yirmidokuz sahifelik iddianamesine karşı ondokuz sahife birinci itiraznamedir.

Beşinci Safha: Mahkemede sorgu hâkimlerinin altmışüç sahifelik lüzum-u muhakeme kararını bize karşı mahkemede okuduktan sonra, o kararnameyi çürütecek (beş umde) ile ağır bir hastalık içinde son müdafaatın mukaddemesi olan (dört madde) ile müskit bir cevabdır. Hem tahrirî olarak yirmidokuz sahifelik son müdafaadır. Sorgu hâkimlerine karşı istintakta söylendiği gibi, aynen mahkemeye de tahrirî olarak verildi.

Altıncı Safha: Müddeiumumun tecziye talebine dair iddianamesine karşı, iki mühim noktadan ibaret üçüncü bir itiraznamedir.

Yedinci Safha: Pek haksız ve sebebsiz mahkûmiyetimizin tebliğinden sonra davamızı temyize dair Mahkeme-i Temyiz’e verilen layiha-i temyiziyedir.

Sekizinci Safha: Temyiz Mahkemesi davamızı nakzetmeyip tasdik ettiği için, tenkid ve şikayeti mutazammın Heyet-i Vekile’ye yazılıp gönderilen bir arzuhaldir.

Müdafaatıma gelen küçük bir tenkide cevabdır.

Yirmiyedinci Lem’a Müdafaatın diğer bir kısacık fihristesidir.

Risale-i Nur’u mahvetmek ve yüzer şakirdlerini imha etmek için sû’-i kasd ile tertib ve ihzar edilen gaddar ve müdhiş bir plânı akîm bırakan mülayimane bir müdafaadır.

Bu Lem’a, Risale-i Nur şakirdlerinin bir kuvve-i müdafaa ve muhafazasıdır. Bu Lem’a, hayretbahş sekiz safhayı havidir:

Birinci safha: Sorgu hâkimlerinin suallerine karşı, akılları durduran hakikî ve kat’î cevabları havidir.

İkinci safha: Sorgu hâkimlerinin nâ-hak ve fuzuliyane suallerine ve isnad olunan ittihamları hiçe indiren “Son Müdafaat” namıyla umum suallerine müskit cevabları muhtevidir.

Üçüncü safha: Son müdafaatın gayet mühim iki tetimmelerini münderiçtir.

Dördüncü safha: Müddeiumumî ve sorgu hâkimlerinin tahkikatına istinaden 29 sahifelik iddianameye karşı, 19 ferman hükmünde edille-i kat’iyye ve berahin-i sübutiyeyi câmi’ 19 sahifelik bir itiraznamedir.

Beşinci safha: Sorgu hâkimlerinin 63 sahifelik lüzum-u muhakeme kararlarını Risale-i Nur naşirine okumasını müteakib, o kararı çürütecek 5 umdeli müskit ve mülzim bir cevabdır.

Altıncı safha: Müddeiumumînin tecziye talebine dair olan iddianamesine mukabil iki mühim noktadan ibaret ve Risale-i Nur’un tam tebriesini mûcib üçüncü bir itirazname olduğu halde, esefle karşılanan haksız ve indî bir hüküm ve karara uğrayan safhaya aiddir.

Yedinci safha: Haksız ve îcabsız tebliğ-i mahkûmiyetten sonra Mahkeme-i Temyiz’e verilen müsbit ve müberhen ve müdellel ve müessir bir Temyiz Lâyihasını havidir.

Sekizinci safha: Adliyeye velvele veren çok ehemmiyetli Lâyiha-i Tashihi havidir.

Şu Lem’a çok şevk ve merak ile mütalaa edilerek pek çok intişar ettiğinden, fihristesi gayet kısa bırakılmıştır.

Sabri (RH)

Sual: Sen müdafaatında âdete muhalif olarak, hakikatı ve doğruluğu tamamen takib ettiğin halde, neden sorgu hâkimlerinin altmışüç sahifelik ittihamnamesine karşı arkadaşlarını hem kısaca müdafaa ettin, hem Risale-i Nur ile münasebetleri pek kuvvetli bulunan bir kısım kardeşlerinin alâkalarını pek zaîf göstermişsin?

Elcevab: “Her söylediğin doğru olmak gerektir. Fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” kaidesiyle o musibette arkadaşlarımın kısmen inkârlarının ve mahkemenin elindeki vesikalarının tazyiki altında ancak o kadar doğruluğu muhafaza edebildim. Kardeşlerimi tekzib etmemek ve vesikaların tekzibine uğratmamak için sükût ettim. Sükût ise hilaf sayılmaz. Hem bütün müdafaatımda arasıra görünen mülayimane ve musalahakârane (Haşiye) tabirler ise “tevriye” nev’inden olarak mahzan masum kardeşlerimi kurtarmak içindir. Yoksa masumiyetim ve mazlumiyetim beni çok şiddetli konuşturacaktı. Amma kısaca müdafaatıma karşı mahkeme ve sorgu hâkimlerinin iddianame namındaki uzun ittihamnameleri ise, onlar üç-dört ayda ancak yazdıkları ittihamnamelerine karşı bütün müdafaatım dört-beş günün mahsulü olduğu ve altmışüç sahifelik sorgu hâkimlerinin ittihamname ve iddianamelerine karşı kırküç sahifelik itiraznamem dört-beş saatin mahsulüdür. Elbette bu nisbetsiz mukabelede, bu müdafaat hârika sayılabilir. Kusurlarına bakılmaz.

_______

(Haşiye) Hattâ layiha-i temyiziyenin âhirinde üç sahife evvel “Eğer pek haklı bu feryadımı adliyenin yüksek makamı işitip dinlemezse, şiddet-i me’yusiyetimden diyeceğim: “Bu zamanda adliyede adalet kalkıyor. Ey beni bu belaya sevkedip bu hâdiseyi icad eden Isparta muhbirleri” diye olan fıkraya kardeşlerimin hatırı için “Adliyede adalet kalkıyor.” cümlesini kaldırdığımdan o makam müşevveş olmuş. Hem de buradaki mahkemeyi gücendirmemek için, kardeşlerimin hatırına binaen Isparta muhbirleri namını bize zulmeden umum zalimlere derdim. Halbuki Şükrü Kaya. Her ne ise…

______

Mahkemede Cevabım

Onüç sene müddetle münzevi yaşayan bir adam elbette resmî işleri ve kanunları bilmez ki, onlara riayet etsin. Öyle ise o resmî sual ve cevab yerine, bu ifademi dinlemenizi rica ederim. Çünki Isparta’da üç yerde resmî bir tarzda ifadem alınmış ve bu uzun yeni ifadem sizi şaşırtmayacak. Belki pek doğru olarak hakkımdaki tahkikatınızı tenvir edecek. Ve şimdi elinizde olan otuz kitabın tahkikat ve teftişinden sizi kurtaracak. Mahkeme heyet-i hâkimesinin ve Dâhiliye Vekili’nin ve Meclis-i Meb’usan riyasetinin nazar-ı dikkatlerine arzedilecek ayn-ı hakikat bir istidadır. Ve çokların hayat-ı ebediyelerine taalluk eder bir arzuhaldir.

Ey heyet-i hâkime! Beni, dört-beş madde ile ittiham edip tevkif ettiler.‎

Birinci Madde: İrtica fikriyle dinî‎ âlet edip, emniyet-i umumiyeyi ihlâl edebilecek bir teşebbüs niyeti ‎olduğu ihbar edilmiş.‎

Elcevab:

Evvelâ; imkânat başkadır, vukuat başkadır. Herbir ferd, çok adamları öldürebilmesi ‎mümkündür. Bu imkân-ı katl cihetiyle mahkemeye verilir mi? Herbir kibrit, bir haneyi yakması mümkündür. Bu yangın imkânıyla, kibritler imha edilir mi?‎

Sâniyen: Yüzbin defa hâşâ! İştigal ettiğimiz ulûm-u imaniye, rıza-yı İlahiyeden başka hiçbir şeye âlet ‎olamaz. Evet Güneş Kamer’e peyk ve tâbi’ olmadığı gibi, saadet-i ebediyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve ‎hayat-ı uhreviyenin bir güneşi olan iman dahi, hayat-ı içtimaiyenin âleti olamaz. Evet bu kâinatın en ‎muazzam mes’elesi ve şu hilkat-i âlemin en büyük muamması olan sırr-ı imandan daha ehemmiyetli bir ‎mes’ele-i kâinat yoktur ki, bu mes’ele-i sırr-ı iman ona âlet olsun.‎

Ey heyet-i hâkime! Eğer bu işkenceli tevkifim, yalnız hayat-ı dünyeviyeme ve şahsıma ait olsa idi; ‎emin olunuz ki, on seneden beri sükût ettiğim gibi yine sükût edecektim. Fakat tevkifim, çokların hayat-ı ‎ebediyelerine ve muazzam tılsım-ı kâinatın keşfini tefsir eden Risale-i Nur’a ait olduğundan, yüz başım olsa ‎ve her gün biri kesilse, bu sırr-ı azîmden vaz geçmeyeceğim; ve sizin elinizden kurtulsam, elbette ecel ‎pençesinden kurtulamayacağım. Ben ihtiyarım, kabir kapısındayım.‎ İşte o müdhiş tılsım-ı kâinat keşşafı olan Kur’an-ı Hakîm’in o muazzam keşfini göze gösterir bir surette ‎tefsir eden Risale-i Nur’un, o tılsıma ait yüzer mes’elelerinden, bu herkesin başına gelecek olan ecele ve ‎kabre ait yalnız bu sırr-ı imana bakınız ki:‎

Acaba bu dünyanın bütün muazzam mesail-i siyasiyesi, ölüme ecele inanan bir adama daha büyük ‎olabilir mi ki; bunu, ona âlet etsin? Çünki vakit muayyen olmadığından, her vakit baş kesebilen ecel, ya ‎i’dam-ı ebedîdir veyahut daha güzel bir âleme gitmeye terhis tezkeresidir. Hiçbir vakit kapanmayan kabir; ‎ya hiçlik ve zulümat-ı ebediye kuyusunun kapısıdır veyahut daha daimî ve daha nuranî bâki bir dünyanın ‎kapısıdır.‎

İşte Risale-i Nur, keşfiyat-ı kudsiye-i Kur’aniyenin feyziyle, iki kerre iki dört eder derecesinde ‎kat’iyyetle gösterir ki, eceli i’dam-ı ebedîden terhis vesikasına ve kabri dipsiz, hiçlik kuyusundan müzeyyen ‎bir bahçe kapısına çevirmeleri, şübhesiz kat’î bir çaresi var. İşte bu çareyi bulmak için, bütün dünya ‎saltanatı benim olsa bilâ-tereddüd feda ederim. Evet hakikî aklı başında olan feda eder…‎

İşte efendiler, bu mes’ele gibi yüzer mesail-i imaniyeyi keşf ve izah eden Risale-i Nur’a, evrak-ı muzırra gibi, hâşâ yüzbin defa hâşâ siyaset cereyanlarına âlet edilmiş garazkâr ‎kitablar nazarıyla bakmak; hangi insaf müsaade eder, hangi akıl kabul eder, hangi kanun iktiza eder? Acaba ‎istikbal nesl-i âtîsi ve hakikî istikbal olan âhiretin ehli ve Hâkim-i Zülcelal’i, bu suali müsebbiblerinden ‎sormayacaklar mı? Hem bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa ‎tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem lâik cumhuriyet, ‎prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ‎ilişmemek gerektir.‎

Sâlisen: Bundan oniki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” namındaki ‎mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun ‎gelmedi. “Bizimle çalış.” dediler. Dedim: “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat ‎size de ilişmez.”‎

Evet ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim. Çünki an’anat-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir dehâ-yı askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir ‎vesile oldu. Evet ben, Ankara reislerinde, hususan reisicumhurda bir dehâ hissettim ve dedim: “Bu dehâyı ‎kuşkulandırmakla an’anat aleyhine çevirmek caiz değildir.” Onun için, ne kadar elimden gelmişse ‎dünyalarından çekindim, karışmadım. Onüç seneden beri siyasetten çekildim; hattâ bu yirmi bayramdır, ‎bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim; tâ ki siyasete ‎bulaşmam tevehhüm edilmesin.‎

Hükûmetin işlerine ilişmediğime ve karışmak istemediğime delalet eden:‎

Birinci Delil: Onüç senedir, siyaset lisanı olan gazeteleri bu müddet zarfında hiç okumadığım; dokuz ‎sene oturduğum Barla köyünde, dokuz ay ikamet ettiğim Isparta’da dostlarım biliyorlar. Yalnız Isparta ‎tevkifhanesinde, gayet insafsız bir gazetecinin, dinsizcesine, Risale-i Nur’un talebelerine hücumunun bir ‎fıkrası, istemediğim halde kulağıma girdi.‎

İkinci Delil: On senedir Isparta Vilayetinde bulunuyordum. Dünyanın çok tahavvülâtı içinde siyasete karışmak teşebbüsüne dair hiçbir emare, hiçbir tereşşuhat görülmediğidir.‎

Üçüncü Delil: Hiçbir hatıra gelmeyen, âni olarak benim ikametgâhım bastırıldı, tam taharri edildi. On ‎seneden beri en mahrem evrakımı ve kitablarımı aldılar. Hem vali dairesi, hem polis dairesi, bu ‎kitablarımda siyaset-i hükûmete ilişecek hiçbir maddeyi bulamadıklarını itiraf etmeleridir. Acaba on sene ‎değil, belki on ay benim gibi sebebsiz nefyedilen ve merhametsizce zulüm gören ve işkenceli tazyik ve ‎tarassud edilen bir adamın en mahrem evrakı meydana çıksa, zalimlerin yüzlerine savrulacak on madde ‎çıkmaz mı?‎

Eğer denilse: “Yirmiden ziyade mektubların yakalandı?” Ben de derim: O mektublar, birkaç sene ‎zarfında yazılmışlar. Acaba on sene zarfında on dosta, on ve yirmi ve yüz mektub çok mu? Madem ‎muhabere serbesttir ve dünyanıza ilişmezler, bin olsa da bir suç teşkil etmezler.‎

Dördüncü Delil: Müsadere edilen bütün kitablarımı görüyorsunuz ki, siyasete arkalarını çevirip, ‎bütün kuvvetleri ile imana ve Kur’ana, âhirete müteveccih olmalarıdır. Yalnız iki-üç risalelerde Eski Said ‎sükûtu terkederek bazı gaddar memurların işkencelerine karşı hiddet etmiş;‎ hükûmete değil, belki vazifesini sû’-i istimal eden o memurlara itiraz eylemiş, mazlumane şekvasını ‎yazmış. Fakat yine o iki-üç risaleyi mahrem deyip neşrine izin vermedim, has bir kısım dostlarıma münhasır ‎kalmışlardır. Hükûmet ele bakar ve zahire dikkat eder. Kalbe bakmak, gizli ve hususî işlere bakmak hakkı ‎yoktur ki, herkes kalbinde ve hanesinde istediğini yapabilir ve padişahları zemmeder, beğenmez.‎

Ezcümle: Yedi sene evvel -daha yeni ezan çıkmadan- bir kısım memurlar sarığıma, hem hususî ‎Şafiîce ibadetime müdahale etmek istemelerine mukabil, bir kısa risale yazıldı. Bir zaman sonra yeni ezan ‎çıktı; ben o risaleyi mahrem dedim, intişarını men’ettim. Hem ezcümle, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de ‎bulunduğum zaman, tesettür âyeti aleyhinde Avrupa’dan gelen itiraza karşı bir cevab yazmıştım. Bundan ‎bir sene evvel, eski matbu’ risalelerimden alınan ve Onyedinci Lem’a namındaki risalenin bir mes’elesi ‎olarak kaydedilmiş ve sonra Yirmidördüncü Lem’a ismini alan kısacık Tesettür Risalesi, ilerideki kanunlara ‎temas etmemek için, o Tesettür Risalesi’ni setrettim. Her nasılsa, yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o ‎risale; medeniyetin, Kur’anın âyetine ettiği itiraza karşı, müskit ve ilmî bir cevabdır. Bu hürriyet-i ilmiye, ‎cumhuriyet zamanında elbette kayıd altına alınamaz.‎

Beşinci Delil: Dokuz senedir, bir köyde inzivayı ihtiyar ettiğim ve hayat-ı içtimaiyeden ve siyasetten ‎sıyrılmak istediğim ve bu defa gibi müteaddid başıma gelen bütün işkencelere tahammül edip, dünya ‎siyasetine karışmamak için bu on senede hiç müracaat etmediğimdir. Eğer müracaat etseydim, Barla ‎yerine İstanbul’da oturabilirdim. Ve belki bu defadaki gaddarane tevkifimin sebebi; müracaatsızlıktan ‎küsen ve gururlarına dokunan Isparta Valisinin ve hükûmetin bazı memurlarının garazlarından veya ‎iktidarsızlıklarından habbeyi kubbe yapıp, Dâhiliye Vekaletini evhamlandırmasıdır.‎

Elhasıl: Benim ile temas eden bütün dostlarım bilirler ki; siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, ‎belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahval-i ruhiyeme ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme muhaliftir ve ‎olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu verilmemiş. Bu halin bir hikmeti şudur ki; hakaik-i imaniyeye ‎müştak ve memuriyet mesleğine giren birçok zâtları, bu hakaike endişeli ve tenkidkârane baktırmamak, ‎onlardan mahrum etmemek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir kaçınmak ve bir nefret ‎vermiştir kanaatındayım.‎

Benim medar-ı ittihamım olan ikinci madde: Mu’cizat-ı Ahmediye (ASM) Risalesi’nin ve beka-i ruh ve haşr-i azam risalesinin âhirlerinde görülen imzalardır. Güya onlar bir cem’iyetin efradı veya bir tarîkatın dervişleridir.

Elcevab: Bütün kuvvetimle sizi temin ederim ki, o imza sahiblerinin bu işde hataları yoktur. Hata varsa benimdir. Acaba Mu’cizat-ı Ahmediye bahsinin göz ile görülen bir kerametini güzel görüp ve Yirmidokuzuncu Söz eliflerinin hârika tevafukatını hakkaniyetine bir imza-yı gaybî bilip bir hatıra olarak imza eden ve yanıma nadir gelebilen bir misafirin hatası var mı? Misafirhane sahiblerinin hatıra defterlerinde bu çeşit imzalara ve bakkalların defterlerindeki isimlere cem’iyet namı verilir mi? Ve böyle herkesin eline geçebilen ve levha gibi Barla’daki odamda üç-dört sene ta’lik edilen o imzalar, bir cem’iyet-i hafiyenin efradı olmasını hiç akıl kabul eder mi? O imza sahiblerinin çoğu misafir idiler ve bir kısmı da siyasetle alâkası olmayan bazı âhiret kardeşlerimdir. Bizi yani bu imza sahiblerini çok sıkmayınız. Çünki Isparta’da istintak dairesinde gayet namuslu müstakim bir kardeşimiz olan mütekaid Binbaşı Merhum Asım Bey isticvab ‎edildi;‎ eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik namuskârane ve müstakimane ‎askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, “Yâ Rab, canımı al!” diyerek on dakikada teslim-i ruh ‎eyledi. İstikamet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve ‎bir tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir ‎su içer gibi kolayca terhis tezkeresi telakki ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan ‎kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de âlîcenab kardeşim Asım Bey gibi “Yâ Rab! Canımı da ‎al!” diyecektim. Her ne ise.‎

                Benim sebeb-i ittihamımdan olan:‎

Üçüncü Madde: Risale-i Nur’un müsaade-i hükûmet alınmadan intişarı ve hissiyat-ı imaniyeyi ‎kuvvetleştirmesiyle, ileride belki hükûmetin serbestane prensiplerine sed çeker ve emniyet-i umumiyeyi ‎ihlâl eder.‎

Elcevab: Risale-i Nur, nurdur. Nurdan zarar gelmez. Siyaset topuzunu onüç seneden beri elinden ‎atmıştır ve bu vatanın ve bu milletin hayatlarının temel taşları olan bir hakikat-ı kudsiyeyi tesbit eder ve bu mübarek milletin yüzde doksan dokuzuna zararsız menfaati olduğuna, ‎eczalarını okuyan bütün zâtları işhad edebilirim. Haydi biri çıksın, desin: “Bunda bir zarar gördüm.”

Ve ‎sâniyen: Benim matbaam yok ve müteaddid kâtiblerim yok. Birisini zor ile bulabilirim. Ve hüsn-ü hattım ‎yok, yarım ümmiyim, bir saatte ancak bir sahifeyi çok noksan yazımla yazabilirim. Merhum Asım Bey gibi ‎bazı zâtlar benim için bir yâdigâr olarak güzel yazılarıyla yardım ettiler. Benim, çok hazîn gurbetimdeki ‎hatıratımı yazdılar. Sonra o envâr-ı imaniyeyi derdine tam derman bulan bir kısım zâtlar onları okumak ‎istediler ve okudular; hayat-ı ebediyelerine tam bir tiryak olduğunu hakkalyakîn gördüler, kendilerine ‎istinsah ettiler.‎

Elinize geçen ve nazar-ı teftişinizde bulunan “Fihriste Risalesi” gösteriyor ki; Risale-i Nur’un her bir ‎cüz’ü, bir âyet-i Kur’aniyenin hakikatını tefsir eder ve hususan erkân-ı imaniyeye dair âyetleri öyle vuzuhla ‎tefsir eder ki, Avrupa feylesoflarının bin seneden beri Kur’an aleyhinde hazırladıkları hücum plânlarını ve ‎esaslarını bozuyor.‎ Şimdilik elinizde İhtiyar Risalesi’nin Onbirinci Ricasında binler imanî ve tevhidî bürhanlardan bir tek bürhan ‎var. Nümune için ona bakınız, dikkat ediniz. Davam doğru mudur, yanlış mıdır anlarsınız. Hem bu vatana ve ‎bu millete ne kadar menfaatli olduğunu, nümune için, Risale-i Nur’un eczalarından olan İktisad Risalesi ve ‎hastalara imandan gelen yirmibeş devalı risale ve ihtiyarlara imandan gelen onüç rica ve teselli risaleleri, bu ‎mübarek milletin yarısından ziyade bir yekûn teşkil eden fakirler, hastalar, ihtiyarlar taifelerine gayet ‎kıymetdar bir hazine-i servet ve tiryak ve ziya olduğunu insaf ile bakan herkes kabul eder kanaatındayım.‎

Hem vazife-i tahkikatınıza yardım için derim: Fihriste Risalesi yirmi senelik risalelerimin bir kısmının ‎fihristesidir. İçindeki risalelerin bir kısmının asılları Dâr-ül Hikmet’ten başlar. Fihristedeki numaralar, te’lif ‎tertibiyle değildirler. Meselâ: Yirmiikinci Söz, Birinci Söz’den daha evvel te’lif edilmiş ve Yirmiikinci Mektub, ‎Birinci Mektub’dan daha evvel yazılmış. Bunlar gibi çok var…‎

Sâlisen: İman ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları, emniyet ve asayişi tesis ve temin ederler. Evet güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe’ ve menbaı olan iman; elbette emniyeti bozmaz, ‎temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder.‎

Hem bunu biliniz ki, yirmi-otuz sene evvel bir gazetede gördüm ki; İngilizlerin bir Müstemlekât ‎Nâzırı demiş: “Bu Kur’an Müslümanların elinde varken, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun ‎kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.” İşte bu kâfir muannidin bu sözü, otuz senedir nazarımı ‎Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan, nefsimden sonra onlar ile uğraşıyorum. Dâhiliyeye pek ‎bakamıyorum ve dâhildeki kusuru, Avrupa’nın hatası, ifsadıdır derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ‎ediyorum, onları vuruyorum. Felillahilhamd Risale-i Nur, o muannid kâfirin hülyasını kırdığı gibi; ‎maddiyyun, tabiiyyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir. Dünyada hangi şekilde olursa olsun, ‎hiçbir hükûmet yoktur ki kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir maden-i kuvve-i ‎maneviyesini yasak etsin ve naşirini mahkûm eylesin! Avrupa’da rahiblerin serbestiyeti gösteriyor ki; hiçbir ‎kanun, târik-i dünya olanlara ve âhirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez.‎

Elhasıl: On sene kadar sebebsiz bir nefye mahkûm; ihtilattan, muhabereden memnu’ gurbetzede bir ihtiyar adamın, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanına dair hatırat-ı ilmiyesini yazmasını, dünyada ‎hiçbir kanun ona yasak diyemez ve demez kanaatindeyim. Ve şimdiye kadar hiçbir âlim tarafından tenkid ‎edilmemesi, elbette o hatırat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduğunu isbat eder.‎

Benim ittihamım ve tevkifime sebeb gösterilen,‎

Dördüncü Madde: Devletçe yasak edilen tarîkat dersini vermekle ihbar edilmiş olmaklığımdır.‎

Elcevab:

Evvelâ, elinizdeki bütün kitablarım şahiddirler ki, ben hakaik-i imaniye ile meşgulüm. Hem ‎müteaddid risalelerde yazmışım ki: “Tarîkat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız ‎Cennet’e giden pek çok, fakat imansız Cennet’e girecek yok. Onun için imana çalışmak zamanıdır.” diye ‎beyan etmişim.‎

Sâniyen: On senedir Isparta Vilayetinde bulunuyorum. Biri çıksın, “Bana tarîkat dersi vermiş.” ‎desin. Evet bazı has âhiret kardeşlerime ulûm-u imaniye ve hakaik-i âliye dersini, hocalık itibariyle ‎vermişim. Bu, tarîkat talimi değil, belki hakikat tedrisidir. Yalnız bu kadar var; ben Şafiîyim, namazdan ‎sonraki tesbihatım Hanefî tesbihatından biraz farklıdır. Hem akşam namazından yatsı namazına kadar ve fecirden evvel, hiç kimseyi kabul etmemek şartıyla, kendi kendime ‎günahlarımdan istiğfar ve âyetler okumak gibi şeylerle meşguliyetim var. Zannederim, dünyada hiçbir ‎kanun bu hale yasak diyemez. Bu mes’ele-i tarîkat münasebetiyle hükûmet ve mahkeme memurları ‎tarafından benden soruluyor:‎

‎-Ne ile yaşıyorsun?‎

Elcevab: Dokuz sene ikamet ettiğim Barla halkının müşahedesiyle, şiddet-i iktisad berekâtıyla, tam ‎kanaat hazinesiyle. Ekser günlerde her bir gün yüz para ile, bazı daha az bir masrafla yaşadığımı, benimle ‎temas eden dostlarım bilirler. Hattâ yedi sene zarfında; elbise, pabuç gibi şeylere yedi banknot ile idare ‎ettim.‎

Hem elinizde bulunan tarihçe-i hayatımın şehadetiyle, bütün hayatımda halkların hediye ve ‎sadakalarından istinkâf edip, en sadık dostlarımın hatırlarını rencide ederek hediyesini reddetmişim. Eğer ‎mecburiyetle hediye almış isem, mukabilini vermek şartıyla aldığımı, bana hizmet eden dostlarım bilirler. ‎Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitabların tab’ına sarfettim;‎ az bir kısmını, hacca gitmek için sakladım. İşte o cüz’î para, iktisad ve kanaat berekâtıyla on sene bana kâfi ‎geldi ve yüz suyumu döktürmedi; daha o mübarek paradan biraz var.‎

Ey heyet-i hâkime! Bu uzun ifadatımı dinlemekten usanmamak gerektir. Çünki yirmi-otuz kitab, ‎benim tevkifnamemin evrakı içine girmişler. Bu kadar itham evrakıma karşı, elbette bu uzun ifade kısa ‎kalır. Ben onüç senedir dünya siyasetine karışmadığımdan, kanunları bilmiyorum. Hem kendimi müdafaa ‎için, aldatmağa tenezzül etmediğime tarihçe-i hayatım şahiddir. Ben, hakikat-ı hali olduğu gibi beyan ettim. ‎Sizin vicdanınız var ve kanunların gadirsiz vech-i tatbiklerini bilirsiniz, hakkımda hükmünüzü verirsiniz. Bunu ‎da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi ‎nev’inden veya kendilerine pâye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının ‎tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda dûrbîn ile bakarak habbeyi kubbe gösterdiler. ‎Sizlerden ümidimiz şudur ki; iktidarınızdan, onların evhamlarının kubbesinin habbe olduğunu göstermektir. ‎Yani dûrbînlerini aksine çevirip bakarsınız… Hem bir ricam var: Müsadere edilen kitablarımın, bin liradan ziyade bence ‎kıymetleri var. Bana iade ediniz. Onların mühim bir kısmı, oniki sene evvel Ankara kütübhanesine iftihar ve ‎teşekkür ile kabul edildiğini, kütübhane nâzırı gazete ile ilân etmiştir. Şimdilik hayatıma hükümleri geçen ‎heyetinizin re’yile, bu ifademin bir suretini müddeiumumîye verip beni bu zarara sokanlar aleyhinde ‎ikame-i dava etmek ve bir suretini Dâhiliye Vekaleti’ne ve bir suretini de Meclis-i Meb’usana vermek ‎istiyorum.‎

            Yukarıdaki müdafaatımın birinci tetimmesi

Beni istintak eden zâtın ve heyet-i hâkimenin nazar-ı dikkatlerine! Evvelki ifademe üç maddeyi ‎ilâve ediyorum.‎

Birinci Madde: Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas eden ve bil’iltizam hiçten ‎bir sebeb-i ittiham icad etmek nev’inden, musırrane bir cem’iyet ve teşkilât varmış gibi soruyorlar. “Bu ‎teşkilâtı yapmak için nereden para alıyorsunuz?” diyorlar.‎

Elcevab: Evvelâ, ben dahi soranlardan soruyorum: Böyle bir cem’iyet-i siyasiyenin, bizim ‎tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika, hangi emareler var ve para ile teşkilât yaptığımıza hangi delil, ‎hangi hüccet bulmuşlar ki, bu kadar musırrane soruyorlar? Ben on senedir Isparta Vilayetinde şiddetli ‎tarassud altında bulunmuşum. Bir-iki hizmetkâr ve on günde bir-iki yolcudan başka adamları görmeyen ‎garib, kimsesiz, dünyadan usanmış, siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş ve kuvvetli siyasî muhalif ‎cem’iyetlerin ne kadar aks-ül ameller ile zararlı ve akîm kaldığını mükerrer müşahedatla görmüş ve kendi ‎kavim ve binler dostları içinde, en mühim fırsatta, siyasî cem’iyet ve cereyanları reddetmiş ve karışmamış ‎ve iman-ı tahkikînin gayet kudsî ve hiçbir şeyle zedelenmesi caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz-ı siyasî ‎ile çürütmeyi en büyük bir cinayet telakki ederek şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan ve on seneden ‎beri ‎اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‎ kendine düstur eden ve hileyi hilesizlikte bulan, asabî ve bilâ-perva ‎esrarını fâşeden, on sene koca Isparta vilayetinin hassas ve cessas memurlarına böyle teşkilat ‎sezdirmeyen bir adama, “Böyle bir teşkilat ve siyasî‎ bir dolabı çeviriyorsunuz.” diyenlere karşı, yalnız ben değil, belki Isparta vilayeti ve bütün beni tanıyanlar, ‎belki bütün ehl-i akıl ve vicdan, onların iftiralarını nefretle karşılar ve “Garazkâr plânlar ile onu itham ‎ediyorsunuz.” diyecekler.‎

Sâniyen: Mes’elemiz imandır. İman uhuvvetiyle bu memlekette ve Isparta’nın yüzde doksandokuz ‎adamları ile uhuvvetimiz var. Halbuki cem’iyet ise, ekser içinde ekalliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, ‎doksandokuz adam cem’iyet olmaz. Meğer gayet insafsız bir dinsiz, herkesi (hâşâ) kendi gibi dinsiz ‎tevehhüm edip, bu mübarek ve dindar milleti tahkir etmek niyetiyle böyle işaa eder…‎

Sâlisen: Benim gibi pek ciddî bir muhabbetle Türk Milletini seven ve Kur’anın senasına ‎mazhariyetleri cihetiyle Türk Milletini pek çok takdir eden ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı ‎koyan ve Kur’anın bayraktarı olan bu millete karşı gayet şiddetli taraftar bulunan ve bin Türk’ün ‎şehadetiyle, bin milliyetçi Türkçüler kadar Türk Milletine bilfiil hizmet eden ve kıymetdar otuz-kırk Türk ‎gençleri, namazsız otuz bin hemşehrilerine tercih etmekle bu gurbeti ihtiyar eden ve hocalık haysiyetiyle ‎izzet-i ilmiyeyi muhafaza eden ve hakaik-i imaniyeyi pek vazıh bir surette ders veren bir insanın; on sene ve belki yirmi-otuz sene zarfında, yirmi-otuz değil, belki yüz, belki binler talebesi, sırf ‎iman ve hakikat ve âhiret noktasında onunla fedakârane bağlansa ve âhiret kardeşi olsalar çok mudur ve ‎zararı mı var? Hiç ehl-i vicdan ve insaf bunları tenkide cevaz verir mi? Ve bunlara cem’iyet-i siyasiye ‎nazarıyla bakabilir mi?‎

Râbian: On sene zarfında yüz banknot ile idare eden ve günde, bazan kırk para ile geçinen ve ‎yetmiş yamalı bir abayı yedi sene giyen bir adam hakkında: “Nereden para alıp yaşıyorsun ve teşkilat ‎yapıyorsun?” diyenler, ne kadar insaftan uzak düştüklerini ehl-i insaf anlar.‎

İkinci Madde: Menemen hâdisesinin bir yalancı taklidini yapıp; millete dehşet verip, serbestî ‎kanunları kolayca tatbik etmek desisesiyle, hükûmeti iğfal ederek, güya “Hükûmetin serbestî kanunlarını ‎kabul ettirmesine yardım ediyor.” entrikasıyla, beni Barla’dan Isparta’ya cebren celbettiler. Baktılar, ben ‎öyle fitnelere âlet olamıyorum ve öyle her cihetçe vatana, millete, dine zararlı olan akîm teşebbüslere ‎hiçbir meylim yoktur, anladılar ki o vakit plânlarını değiştirdiler. Benim beğenmediğim bir şöhret-i ‎kâzibemden istifade edip, hiç hatır u hayalimize gelmeyen entrikalarla başımıza Menemen hâdise-i mazlumesinin bir mevhum taklidini geçirdiler. Hem millete, hem hükûmete, ‎hem masum, mevkuf birçok efrad-ı millete büyük zarar verdiler. Şimdi yalanları meydana çıktıkça, kurdun ‎keçiye bahane bulması nev’inden bahaneleri bulup, memurîn-i adliyeyi şaşırtmak istiyorlar. Adliye ‎memurlarının bu mes’elede çok dikkate ve ihtiyata muhtaç olduklarını, müdafaa-i milliye hukukum ‎noktasında hatırlatıyorum. Asıl ittiham edilecek onlardır ki, on sene zarfında yüz banknot ile idare eden ve günde, bazan ‎kırk para ile geçinen ve yetmiş yamalı bir abayı yedi sene giyen bir adam hakkında: hükûmetin bazı erkânına dalkavukluk ‎edip ve sahtekârlıkla, bir yalancı cem’iyet maskesi altında bazı safdil masumları, bîçareleri tehyic ederek ‎küçük bir hâdise çıkarır; sonra şeytan gibi habbeyi kubbe gösterip, hükûmeti şaşırtır, çok masumları ezdirir, ‎memlekete büyük zarar verir, kabahati başkalara yükler. İşte bu mes’elemiz aynen böyledir.

Üçüncü Madde: Hükûmetin daireleri içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye ve tesirat-ı ‎hariciyeden en ziyade bîtarafane, hissiyatsız bakmakla mükellef olan elbette mahkemedir. Ben, ‎mahkemenin hürriyet-i tâmmesine istinaden, hürriyetle hukuk-u hürriyetimi bu suretle müdafaa etmeye hakkım vardır. Evet her yerde, adliyede mal ve can mes’eleleri var. Eğer hâkim şahsî ‎hiddet edip bir kātili katletse, o hâkim kātil olur. Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı ‎hariciyeden bütün bütün âzade ve serbest olmazsa, sureten adalet içinde müdhiş günahlara girmek ‎ihtimali var. Hem cânilerin, kimsesizlerin ve muhaliflerin dahi bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet ‎bîtarafane bir merci’ isterler. Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, ‎hakkımda sarfedilen bir tabirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her ‎tekrarında Said Kürdî ve bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hamiyet-i ‎milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıd ‎ve muhalif bir cereyan vermektir. Evet, hâkim ve mahkeme tarafgirlik şaibesinden müberra ve gayet ‎bîtarafane bakması birinci şart-ı adalet olduğuna dair binler vukuat-ı tarihiyeden, Hazret-i Ali Radıyallahü ‎Anh’ın hilafeti zamanında bir Yahudi ile mahkemede beraber oturmaları ve çok padişahların, âdi adamlar ‎ile mahkeme-i adalette görülmesi gibi çok hâdisat-ı tarihiye varken, benim hakkımda bir yabanilik hissini veren ve nazar-ı adaleti şaşırtmak isteyen adamlara derim:‎

Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat, Türklere ‎hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde ‎geçmiş ve en sadık ve en hâlis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler ‎olduğundan, meslek-i Kur’aniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî ‎hizmetimin muktezası olduğundan; bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini ‎kadar Türk Milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmerd bin Türk gençlerini işhad edebilirim.‎

Hem heyet-i hâkimenin ellerinde bulunan otuz-kırk kitabımı; hususan İktisad, İhtiyarlar, Hastalar ‎Risalelerini işhad ediyorum ki: Türk Milletinin beşten dört kısmını teşkil eden musibetzede, fakirler ve ‎hastalar ve dindar müttakiler taifelerine bin Türkçü kadar hizmet eden o kitablar, Kürdlerin ellerinde değil, ‎belki Türk gençlerinin ellerindedirler. Heyet-i hâkimenin müsaadesiyle, bizi bu belaya sokan ve hükûmetin ‎mühim bazı erkânını iğfal eden ve milliyetperverlik perdesi altında entrikaları çeviren muhbirlere derim:‎

Ey efendiler! Benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen ve suç ‎olsa bile yalnız beni mes’ul eden bir madde yüzünden, kırktan fazla Türk’ün en kıymetdar gençlerini ve en ‎muhterem ihtiyarlarını, büyük bir cinayet işlemişler gibi bu belaya atmak, milliyetperverlik midir? Evet ‎sebebsiz böyle işkenceli tevkife düşenler içinde, Türk gençlerinin medar-ı iftiharı olacak bir kısım zâtlar var ‎ki; [1](Haşiye) uzaktan kıymetini hissedip, ona yalnız bir selâm veya imanî bir risale göndermemle, onu bir ‎câni gibi çoluk ve çocukları içinden alıp bu belaya atmak milliyetçilik midir? Ben ki, sizin nazarınızda yabani ‎millettenim diyorum. Bu mevkuf olan civanmerd ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri ‎var ki; onların bir tanesini, kendi milletimden yüz adama değiştirmem. İçinde öyleleri var ki; on sene bana ‎zulüm eden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için, o zalimlere bedduayı bıraktım. Ve onların ‎içinde öyleleri var ki; âlî seciyelerin en hâlis nümunelerini o âlîcenab Türk arkadaşlarda kemal-i hayret ve ‎takdirle gördüm ve Türk Milletinin sırr-ı tefevvukunu onlarla anladım.‎ Ben, vicdanımla ve çok emarelerle temin ederim ki; eğer bu masum mevkuflar adedince vücudlarım ‎bulunsaydı veyahud onların umumuna gelen her nevi meşakkatlerini alabilseydim; kasem ederim ki, ‎müftehirane o kıymetdar zâtlara bedel çekmek isterdim. Benim bunlara karşı bu hissim, onların kıymet-i ‎zâtiyeleri içindir; yoksa şahsıma karşı faidesi dokunması değildir. Çünki, bir kısmını yeni görüyorum. Bir ‎kısmı, belki o benden faide görmüş, ben ondan zarar görmüşüm. Fakat binler zarar görsem, yine onların ‎kıymeti nazarımda tenzil etmez.‎

İşte, ey Türkçülük dava eden mülhid zalimler! Türk Milletinin medar-ı iftiharı olabilecek bu kadar ‎zâtları gayet âdi ve ehemmiyetsiz bahaneler ile -sizin tabirinizle- benim gibi bir Kürd yüzünden perişan ‎etmek, tezlil etmek milliyetçilik midir? Türkçülük müdür?‎

Vatanperverlik midir? Haydi, o insafsız vicdanınıza havale ediyorum.‎

İşte mahkeme-i âdile, onların masumiyetini anlamakla çoklarını tahliye etti. Eğer ortada bir suç ‎varsa, o suç benimdir. Onlar, ulüvv-ü cenablarından, benim gibi garib bir ihtiyar hocaya; soba yakmak, su ‎getirmek, yemek pişirmek ve kendime mahsus bir risalemi tebyiz etmek gibi cüz’î işlerimi sırf Lillah için ‎yapmışlar ve benim hatırım için hatıra defterim hükmünde olan o iki risalemin âhirlerinde, bir hatıra olmak üzere imzalarını atmışlar. Acaba dünyada, böyleleri, böyle bahanelerle muahaze edecek bir kanun, bir usûl ‎ve bir maslahat var mı?‎

            Müdafaatımın İkinci Tetimmesi

Ey heyet-i hâkime! Gelecek beyanatımda, belki vazifenizce lüzumsuz şeyler bulunacak. Fakat bu ‎mes’eleler ile umum memleket, belki dünya alâkadardır. Yalnız siz değil, onlar dahi manen dinliyorlar. Hem ‎beyanatımda intizamsızlık göreceksiniz. Sebebi ise, mühim bir hakkım bana verilmedi. Benim hüsn-ü ‎hattım yok. Çok rica ettim ki, bu hayat-memat mes’elesidir, bir yazıcı bana veriniz; tâ hakkımı müdafaa için ‎bir istida yazdırayım. Vermediler. Belki beni iki ay, gayet insafsızcasına bütün bütün konuşmaktan ‎men’ettiler. Onun için, gayet noksan ve müşevveş yazımla intizamlı yazamadım.‎

İşte âhir beyanatım budur:‎

Eğer farz-ı muhal olarak, müfsidlerin, muhbirlerin ihbar ettikleri gibi, Risale-i Nur, hükûmetin bir ‎takım siyasetiyle ve bazı kanunlarıyla tevfik edilmiyor, muaraza ediyor; belki başka siyasî kanaatlardır ve ‎ayrı ayrı fikirlerdir; ve umum risaleler, imandan değil, belki siyasetten bahseder diye, gayet zahir bir iftira ‎farz ve kabul edilse,‎ cevaben derim: Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükûmet ise, cumhuriyetin en ‎serbest suretini kabul etmiştir; elbette hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-ı ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi ‎asayişe dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdad altına alamaz ve onu bir ‎suç tanımaz. Evet dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki, bütün bir tek kanaat-ı siyasiyede bulunsun? Haydi -‎farz-ı muhal olarak- ben, perde altında kendi kendime kanaat-ı siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has ‎dostlarıma göstermişim; bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Halbuki Risale-i Nur, iman nurundan ‎bahseder; siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.‎

Eğer farazâ, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risalelerin, kuvvetli bir ‎dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor.”‎

Elcevab: Hükûmetin lâik cumhuriyeti dinî‎ dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, ‎hiçbir hatıra gelmeyen dinî‎ reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir ‎dinsiz kabul eder.‎ Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi; Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, ‎bütün aktar-ı cihanda, nerede Türk varsa Müslümandır. Sair anasır-ı İslâmiyenin küçük de olsa yine bir ‎kısmı, İslâmiyet haricindedir. Böyle pek ciddî ve hakikî dindar ve bin sene kadar Hak dininin kahraman ‎ordusu olarak zemin yüzünde, mefahir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılınçlarının ‎uçlarıyla yazan bu mübarek milleti, “Dini reddeder veya dinsiz olur.” diye itham eden yalancı dinsizler ve ‎milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki, Cehennem’in esfel-i safilîn tabakasında ceza görmeye müstehak ‎olurlar. Halbuki Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden ‎bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi; dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden ‎bahseder. Hem ekseriyetle muhatabım, evvel kendi nefsim, sonra Avrupa feylesoflarıdır. Böyle mesail-i ‎kudsiyeden, doğru olmak şartıyla zarar tevehhüm eden, yalnız şeytanlar olabilir tasavvurundayım. Yalnız ‎üç-dört risale, tenkidkârane şekva suretinde bir kısım memurlara bakmış. Fakat o risaleler, hükûmetle ‎mübareze ve tenkid için değil, belki bana zulmeden ve memuriyetini sû’-i istimal eden bir kısım memurlara karşıdır. ‎Hem sonra da, sû’-i tefehhüme medar olmamak için, o üç-dört risalelere “Mahremdir” deyip neşrini ‎menetmişiz. Sair risalelerin ekser-i mutlakası, dört-beş sene evvel ve bir kısmı sekiz sene evvel, bir kısmı ‎onüç sene evvel te’lif edilmişlerdir. Yalnız İktisad ve İhtiyarlar ve Hastalar Risaleleri geçen sene te’lif ‎edilmişler. Ve bununla beraber risaleler, hükûmetin kanunlarına mugayir olmadığı ve asayişi ihlâl ve halkı ‎idlâl mahiyetinde bulunmadığını ve bilakis hükûmetçe takdirler ile karşılanması lâzım geleceğini, zerre ‎mikdar aklı bulunan, risaleleri bîtarafane tedkik eden tasdik eder. Ve eğer farz-ı muhal olarak, hükûmetin ‎nokta-i nazarına çok noktaları muhalif olsa bile 28 Temmuz 933 tarihinde, evvelki cürümlerin bu kısımlarını ‎affetmekte olan ve ahîren neşredilen Af Kanunu mûcibince o risaleleri takibe mahal kalmadığını iddia edip, ‎bize edilen haksızlığın bir an evvel def’edilmesi ve risalelerin iade olunmasını taleb ederim.‎

Eğer insaniyetin mahiyetini, hayvaniyetin en bedbaht ve en aşağı derecesinde telakki ve dünyayı ‎daimî ve lâyezal tevehhüm ve insanı bâki ve lâyemut tahayyül eden bir sarhoş vicdansız tarafından denilse: ‎‎“Senin bütün risalelerin, imanî pek kuvvetli ders veriyor. Dünyadan soğutuyor. Nazarı, âhirete çeviriyor. ‎Biz ise, bütün kuvvet ve dikkat ve zihnimizle dünya hayatına müteveccih olmamız ile bu zamanda ‎yaşayabiliriz. Çünki şimdi yaşamak ve düşmanlardan sakınmak çok müşkilleşmiştir.”‎

Elcevab: İman-ı tahkikînin dersleri, gerçi nazarı âhirete baktırıyor; fakat dünyayı, o âhiretin mezraa ‎ve çarşısı ve bir fabrikası göstermekle, daha ziyade dünya hayatına çalıştırır. Hem imansızlıktaki müdhiş bir ‎surette kırılan kuvve-i maneviyeyi, gayet kuvvetli bir tarzda kazandırır. Ve me’yusiyet içinde atalet ve ‎lâkaydlığa düşenleri şevk u gayrete, sa’ye sevkeder, çalıştırır. Acaba bu dünyada yaşamak isteyenler; böyle ‎hayat-ı dünyeviyenin lezzetini, hem çalışmaya şevki, hem hadsiz musibetlerine karşı dayanmaya medar ‎kuvve-i maneviyesini temin eden ve itiraz kabul etmeyen deliller ile isbat edilen iman-ı tahkikînin ‎derslerine yasak denecek bir kanunun vücudunu kabul ederler mi ve öyle bir kanun olabilir mi?‎

Eğer idare-i millet ve asayiş-i memleketin hakikî esaslarını bilmeyen bir cahil hamiyet-füruş dese:‎ ‎“Senin risalelerin, asayişi bozanlara ve idareyi karıştıranlara bir medar olabilir cihetiyle ve sen dahi ‎ihtiyatsızlık edip idare-i hazıraya itiraz etsen, risalelerin kuvvetiyle bir gaile açmak ihtimaliyle sana ilişiyoruz.”‎

Elcevab: Risale-i Nur’dan ders alan, elbette çok masumların kanını ve hukukunu zayi’ eden ‎fitnelere girmez ve bilhâssa tecrübeleriyle, mükerreren akîm ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle ‎yanaşmaz. Ve bu on senedeki on fitnelere, Risale-i Nur’un şakirdlerinin ondan birisi, belki aslâ hiçbirisi ‎karışmadığı gösterir ki, risaleler bu fitnelere zıd ve asayişi temine medardırlar. Acaba idarece ve asayişi ‎muhafazaca; bin imanlı adam mı, yoksa on dinsiz serseri mi daha kolaydır? Evet iman, güzel seciyeler ‎vermekle hem merhamet hissini, hem zarar vermekten sakınmak meylini verir. Amma benim ‎ihtiyatsızlığım ise, bu onüç senedir imkân dairesinde ne kadar elimden gelmişse hükûmetin nazar-ı ‎dikkatini celbetmemek ve onunla uğraşmamak ve işlerine karışmamak için Isparta vilayetine malûm olan ‎hârika bir surette münzeviyane ve merdümgirizane ve müşfikkârane ve siyasetten müctenibane yaşadığımı bu memleket bilir.‎

Ey beni bu belaya sevkeden insafsızlar! Anlaşılıyor ki, asayiş aleyhinde hareket etmediğimden ‎benden kızdınız, hiddet ettiniz. Asayişe düşmanlık damarıyla beni tevkif ettirdiniz. Evet asayişi bozmak ve ‎idareyi karıştırmak isteyenler, benim hakkımda hükûmeti iğfal ederek, adliyeyi lüzumsuz işgal edip beni ‎tevkif ettirenlerdir. Onların hakkında değil yalnız biz, belki memleket namına, başta müddeiumumî olarak ‎heyet-i hâkimeye dava etmelidir.‎

Eğer denilse: “Sen vazifesizsin, milletin hürmetini kabul edip vazifedarlar gibi dinî ders veremezsin. ‎Hem dinî ders verecek resmî bir daire var, onun müsaadesi lâzımdır.”‎

Elcevab:

Evvelâ, benim matbaam ve kâtiblerim yoktur ki vazife-i neşri yapsın. Bizimki hususîdir. ‎Hususî işlere, hususan imanî ve vicdanî olsa, hürriyet-i vicdan düsturu, onun serbestiyetini temin eder.‎

Sâniyen: Hükûmet-i İttihadiye ittifaklarıyla, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de Avrupa’ya karşı hakaik-i ‎İslâmiyeyi isbat edecek ve millete ders verecek bir vazife ile tavzif etmeleri ve Diyanet Riyaseti’nin Van’da beni vaiz tayin etmesi ve şimdiye kadar yüz risaleden ziyade eserlerim ülema ellerinde ‎gezmesi ve tenkid edilmemesi isbat eder ki, millete ders vermeye hakkım var!‎

Sâlisen: Eğer kabir kapısı kapansaydı ve insan dünyada lâyemut kalsaydı, o vakit vazifeler yalnız ‎askerî ve idarî ve resmî olurdu. Madem her gün lâakal otuz bin şahid, cenazeleriyle ‎اَلْمَوْتُ حَقٌّ‎ davasını imza ‎ediyorlar; elbette dünyaya ait vazifelerden daha ehemmiyetli imanî vazifeler var. İşte Risale-i Nur o ‎vazifeleri Kur’anın emriyle îfa ediyor. Madem Risale-i Nur’un âmiri, hâkimi, kumandanı olan Kur’an, ‎kumandası üçyüzelli milyona hükmedip talimat yaptırıyor; ve her gün lâakal beş defa, beşten dördünün ‎ellerini dergâh-ı İlahiyeye açtırıyor; ve bütün câmilerde ve cemaatlerde, namazlarda, kudsî, semavî ‎fermanlarını hürmetle okutturuyor; elbette onun hakikî tefsiri ve o güneşin bir nuru ve onun bir memuru ‎olan Risale-i Nur, o vazife-i imaniyesini biiznillah sadmelere uğratmayarak görecektir. Öyle ise ehl-i dünya ‎ve ehl-i siyaset, onunla mübareze değil, belki ondan istifade etmeye pek çok muhtaçtırlar.‎ Evet şu tılsım-ı kâinatın muğlakını keşfeden ve mevcudatın nereden nereye ve ne olacaklarının tılsımını ‎açan Risale-i Nur’un eczalarından Yirmidokuzuncu Söz ve tahavvülât-ı zerratın muammasını keşfeden ‎Otuzuncu Söz ve kâinatta mütemadiyen fena ve zeval içindeki faaliyet ve hallakıyet-i umumiye tılsım-ı ‎acibini hall ü keşfeden Yirmidördüncü Mektub ve tevhidin en derin ve en mühim muammasını keşf ve hall ‎ve izah eden ve haşr-i beşerî bir sinek ihyası kadar kolay olduğunu isbat eden Yirminci Mektub ve ‎tabiatperestlerin fikr-i küfrîlerini esasıyla bozan ve tahrib eden Tabiat Risalesi namındaki Yirmiüçüncü ‎Lem’a gibi Risale-i Nur’un çok cüzleri var. Bunların yalnız birisindeki muammayı keşfeden bir âlim, bir edib, ‎bir profesör, hangi hükûmette olsa, takdirle mükâfat ve ikramiye verileceğini, bu risaleleri dikkatle mütalaa ‎eden tasdik eyler.‎

Bu beyanatıma, sadedden hariç tafsilât nazarıyla bakmamak gerektir. Çünki Risale-i Nur’un yüzden ‎ziyade risaleleri benim evrak-ı tevkifiyem hükmüne geçmiş olduğundan, hem heyet-i hâkime tedkik ile ‎mükelleftir, hem ben izah ve cevab vermeye, Kur’ana ve âlem-i İslâma ve istikbale alâkadarlığı cihetiyle ‎mecburum. Madem bir mes’elenin tam tenevvürü, herhalde uzak ve yakın bütün ihtimalleri beyan etmekle olur. Mes’elemize ait uzak bir ihtimali beyan etmeye ihtiyaç var. Şöyle ki:‎

Eğer dinsizliği ve küfrü kendine meslek ittihaz eden bedbaht bir kısım adamlar, bir maksad-ı ‎siyasînin perdesi altında hükûmetin bazı erkânına hulûl edip iğfal etseler veya memuriyet mesleğine ‎girseler ve Risale-i Nur’u desiselerle imha ve beni tehdidleriyle susturmak için deseler: “Taassub zamanı ‎geçti. Maziyi unutmak ve istikbale bütün kuvvetimizle müteveccih olmak lâzım gelirken, senin irticakârane ‎bir surette dinî‎ ve imanı kuvvetli ders vermen işimize gelmez!”‎

Elcevab: Evvelâ o mazi zannedilen zaman ise, istikbale inkılab etmiş ve hakikî istikbal odur ve oraya ‎gideceğiz.‎

Sâniyen: Risale-i Nur tefsir olduğu haysiyetiyle, Kur’an-ı Hakîm ile bağlanmış. Kur’an ise, Küre-i ‎Arz’ı Arş’a bağlayan cazibe-i umumiye gibi bir hakikat-ı cazibedardır. Asya’da hükmedenler, Kur’anın ‎Risale-i Nur gibi tefsirleriyle mübareze edemezler. Belki musalaha ederler, ondan istifade ederler ve ‎himaye ederler.‎

Amma benim susmam ise; madem âdi bir keşif yolunda ve ehemmiyetsiz bir fikr-i siyasî peşinde ve ‎dünyevî bir haysiyet yüzünden çok ehl-i izzetin başları feda edilse; elbette koca Cennet’in fiatı olacak bir servet ve ‎hayat-ı ebediyeyi kazandıracak bir âb-ı hayat ve bütün feylesofları hayrette bırakacak bir keşfiyat yolunda, ‎vücudum zerreleri adedince başlarım bulunsa ve feda edilmesi lâzım gelse, bilâ-tereddüd feda edilir. Hem ‎beni tehdid veya imha suretiyle susturmak, bir dil yerine bin dil konuşturacak. Yirmi seneden beri ruhlara ‎yerleşen Risale-i Nur; susmuş bir dilime bedel, binler dilleri söylettirmesini Rahîm-i Zülcelal’den ümidvarım.‎

‎* * *‎

            Ehemmiyetsiz fakat ehemmiyetli bir suç olarak bana sorulan bir mes’ele

Diyorlar ki: “Sen şapkayı başına koymuyorsun; mahkeme gibi çok resmî yerlerde başını açmıyorsun. ‎Demek o kanunları reddediyorsun. O kanunları reddetmenin cezası şiddetlidir!”‎

Elcevab: Bir kanunu reddetmek başkadır ve o kanunla amel etmemek bütün bütün başkadır. ‎Evvelkinin cezası i’dam ise, bunun cezası ya bir gün hapis ve bir lira ceza-yı nakdî veya bir tekdir veya bir ‎ihtardır. Ben o kanunlarla amel etmiyorum; hem amel etmekle dahi mükellef olamıyorum. Çünki münzevi ‎yaşıyorum. Bu kanunlar hususî menzillere girmez.‎

Amma red ise; bende red kuvveti [2]‎(Haşiye) olmadığı gibi, veli derecesinde belki hakiki veli telakki ettiğim has kardeşlerimin ‎başlarındaki şapkalar bana kanaat vermiş ki; şapka ihtida edip müslüman olmuş. O geldi başa, secdeye ‎gitme dedi; secde onu secdeye getirdi. İnşâallah baştaki iman onu imana getirdi.‎

Bir ihtar: Bu iki aydır gayet dikkatle ve ince elekle elemek suretiyle; hem Isparta, hem Eskişehir ‎mahkemeleri, hem Dâhiliye Vekaleti on seneden beri teraküm eden mahrem kitablarımı ve hususî ‎mektublarımı müsadere edip teftiş ettikleri halde, gizli bir komite ve cem’iyet gibi medar-ı itham hiçbir ‎maddeyi tesbit etmediklerini itirafla beraber, daha tedkike devam ediyorlar. Ben de derim:‎

Ey efendiler! Beyhude yorulmayınız… Eğer aradığınız varsa, hiçbir ucunu bu kadar zaman bulamadığınızdan, biliniz ki; onu idare eden öyle acib bir dehâ vardır ki, mağlub edilmez ve ‎mukabele edilmez. Çare-i yegâne, onunla musalahadır. Yoksa, bu kadar masumlara zarar vermek ve ‎ezmek yeter! Belki gayretullaha dokunur, gala (kıtlık) ve veba gibi belalara vesile olur. Halbuki benim gibi ‎asabî ve en gizli olan sırrını yabani adamlara çekinmeyerek söyleyen ve Divan-ı Harb-i Örfi’de meşhur ve ‎pek merdane ve fedakârane müdafaatı yapan ve ihtiyarlık zamanında en ziyade akibeti tehlikeli ve akıbeti ‎meçhul sergüzeştlerden sakınmağa meslekçe mecbur olan bir adama, böyle hiç keşfedilmeyecek ‎komiteciliği isnad etmek, belâhet derecesinde bir safdilliktir veyahut bir entrikadır.‎

Heyet-i hâkimeden bir hakkımı isterim. Benden müsadere edilen kitablarımın bence bin liradan ‎ziyade kıymetleri var. Ve onların mühim bir kısmı, oniki sene evvel Ankara kütübhanesinde iftihar ve ‎teşekkürler ile kabul edilmiş. Hususan sırf uhrevî ve imanî olan Ondokuzuncu Mektub ile Yirmidokuzuncu ‎Söz’ün benim için çok ehemmiyetleri var; benim manevî servetim ve netice-i hayatımdırlar; ve cüz’leri ‎i’caz-ı Kur’anînin on kısmından bir kısmının cilvesini göze gösterdikleri için fevkalâde bence kıymetleri var. Hem onları, kendime mahsus olarak yazdırıp yaldızlatmışım. Hem ihtiyarlığımın gayet hazîn ‎hatıratına dair olan İhtiyarlar Risalesi’nin üç-dört nüshalarından bir tanesini kendime mahsus yazdırmıştım. ‎Madem muahaze edilecek hiçbir dünyevî madde içlerinde yoktur; onları ve arabî risalelerimi bana iade ‎etmenizi bütün ruhumla istiyorum. Hapiste ve kabirde dahi olsam, o kitablarım, bu garib dünyanın bana ‎yüklediği beş elîm ve hazîn gurbetlerde enislerim ve arkadaşlarımdırlar. Onları benden ayırmakla, ‎tahammülsüz bir altıncı gurbete düşeceğim ve bu çok ağır gurbetin tazyikinden çıkan âhlardan ‎sakınmalısınız.‎

Mahkemenin Reis ve A’zâlarından ehemmiyetli bir hakkımı taleb ederim.‎

Şöyle ki: Bu mes’elede yalnız şahsım medar-ı bahis değil ki, siz beni tebrie etmekle ve hakikat-ı ‎hale muttali olmanızla mes’ele hallolsun. Çünki ehl-i ilim ve ehl-i takvanın şahs-ı manevîsi, bu mes’elede ‎nazar-ı millette itham altına girdiği ve hükûmete dahi ehl-i takva ve ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği ve ‎ehl-i takva ve ilim, tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lâzım olduğu için; benim ‎müdafaatımın kendim kaleme aldığım bu son kısmını, herhalde yeni huruf ile,‎ matbaa vasıtasıyla intişarını isterim. Tâ ki ehl-i takva ve ehl-i ilim, entrikalara kapılmayıp; zararlı, tehlikeli ‎teşebbüslere yanaşmasınlar; ve hükûmetin şahs-ı manevîsi nazar-ı millette ithamdan kurtulsun. Ve ‎hükûmet dahi, ehl-i ilim hakkında emniyet etsin ve bu anlaşılmamazlık ortadan kalksın. Ve hükûmete ve ‎millete ve vatana çok zararlı düşen bu gibi hâdiseler ve anlaşmamazlık daha tekerrür etmesin.‎

            Sorgu Hâkimliğinin kararnamesine karşı itiraznamem

Ey heyet-i hâkime ve ey müddeiumumî! Bu iddianamede sebeb-i ittihamım herbir maddeye karşı, ‎istintak dairesinde zabtınıza geçen müdafaatımda cevabları vardır. Hususan “Son Müdafaatım” namındaki ‎otuzbeş sahifelik bir müdafaanameyi, itiraz yerine size takdim ediyorum. Bu noktaya nazar-ı adalet ve ‎insafı çevirmek için derim ki: Yirmi sene zarfında yazdığım bu yirmi risale içinde medar-ı tenkid ve itiraz yalnız on onbeş ‎nokta bulunması gösteriyor ki, Risale-i Nur’un yüzbin Nuru içinde karanlıklı on onbeş noktası nazar-ı adalet ‎ve insaf görünmemek gerektir. Hem de o noktalar sekiz dokuz sene evvel yazılmış olan risalelerde ‎bulunmuştur ki,‎ ondan sonra afv kanunları çıkmış hem nazar-ı adalet ve insafa arz ediyorum ki, on seneden beri Isparta ‎vilayetinde, mazlum bir surette, tazyik altında asayiş-i dâhiliye ve emniyet-i umumiyeye zarar verecek ‎hiçbir emare, hiçbir tereşşuhat olmadığı halde, emniyet-i dâhiliyeyi ihlâl etmek teşebbüsü ile ittiham ‎edilmekliğime hangi insaf, hangi vicdan müsaade eder?‎

Eğer 163’üncü madde-i kanuniye manasına bizim hakkımızda vech-i tatbiki gibi mana verilse, o ‎vakit başta Diyanet Riyaseti, bütün imamlar, hatibler ve vaizlere teşmil etmek lâzım gelir. Çünki hayat-ı ‎diniyeyi telkin etmekte onlarla beraberiz. Eğer telkinat-ı diniye, emniyet-i dâhiliyeyi, mutlaka ihlâl etmek ‎gibi manasız bir fikir ileri sürülse, umuma şamil olur. Evet benim, onların fevkinde bir cihet var ki; o da ‎kat’iyyetle, şübhesiz şeksiz hakaik-i imaniyeyi izah etmektir. Bu ise; farz-ı muhal olarak, umum ehl-i dine ‎bir itiraz gelse, bu hal bizi itirazdan kurtarmağa vesile olur. Benim hakkımda bu kadar tahkikatla beraber ‎daha tesbit edilmeyen ve tesbit edilse de adalet-i hakikiye noktasında bir suç teşkil etmeyen ve bir suç ‎teşkil etse de, yalnız beni mes’ul eden bir madde yüzünden, yüzyirmi kadar masum ve bîgünah kimseleri; çoluk çocuğundan, işinden alıkoyup ‎hapiste perişan etmek, elbette adliyenin nazar-ı adaletine uygun gelmez.‎

Hem bu üç aydır habbeyi kubbe yapar tarzında hakkımızda evhamlı bir surette taharriyat ‎neticesinde onbeş ‎yirmi hususi ve Risale-i Nur’un medhine ait mektubların onbeş yirmi hususi dotlarımın ‎bana karşı ‎samimane bir dostluk ve Risale-i Nurun yüz parçasından ancak zahirî bir tarzda şimdiki bir kısım ‎ehl-i ‎siyasete hoş görünmeyen ve izaha lüzum görülen on onbeş madde bulunduğu halde benim ile edna ‎bir ‎teması bulunan çok bîçare masumlar, tevkif ile mühim zararlara dûçar oldular. Bu arkadaşlarıma aid ‎halin hakikatı, bu itiraznamemin altında beyan edilecektir. İddianamenin evvelinde ve âhirinde şapka ‎iktisası hakkındaki itiraza size takdim edilen son müdafaatımın nihayetinden altı sahife evvel cevabı ‎yazılmıştır. Hem de Haziran onüçüne kadar hem vaizlik hem imamlık vesikam vardı. 13 Haziran 1935 ‎tarihinden sonra resmen yasak edilmeyen bereden bir tane aldım, fakat giymiyorum. Münzevi hususi ‎odamda bu kanunla amel etmiyorsun denilmez.‎

Şark hâdisesi münasebetiyle nefyedilmem, iddianamede iştiraki ihsas ettiği cihetle cevab ‎veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur; sırf ihtiyat ‎yüzünden nefyedildiğim, hükûmetçe sabit olmuştur. Ben o zaman da, şimdiki gibi münzevi yaşıyordum. Bir ‎dağın mağarasında, bir hizmetçi ile yalnız otururken; beni tutup, on sene bilâ-sebeb, müracaat etmediğim ‎için, dokuz sene bir köyde, bir sene de Isparta’da ikamete mahkûm edip, âhirinde bu musibete giriftar ‎ettiler.‎

Üçüncüsü: İddianamede din perdesi altında taşıdığı menfî duygularını bazı kimselere telkin ‎suretiyle “Barla’da iken tesis-i münasebet edildiği, uzağında ve yakınında bulunan bu eşhasın maddî ve ‎manevî yardımlarını temin ederek faaliyete giriştiği ve heyet-i umumiyesine Risale-i Nur adını verdiği ve ‎kısım kısım yazdırdığı bu eserlerini muhtelif vasıtalarla gizli gizli çoğalttırarak Antalya, Aydın, Milas, Eğirdir, ‎Dinar ve Van gibi mıntıkalarda, adamlarının delaletiyle neşr ü tamim ettirdiği bu eserlerden devletin ‎emniyet-i dâhiliyesini ihlâl edebilecek olanlarına mahrem ve yarım mahrem diyerek işaretler koyduğu ve bu suretle istihdaf ettiği gayesini kendisinin de kabul ve izhar etmiş bulunduğu” hakkındaki ‎fıkraya karşı, şu kat’î ve izahlı cevabın, sizin evvelce zabtınıza geçen “Son Müdafaa” namındaki otuzbeş ‎sahifelik müdafaatımı itirazname olarak takdim ile beraber derim ki:‎

Yüzbin defa hâşâ!.. İman ilmini rıza-yı İlahîden başka bir şeye âlet etmemişim ve edemiyorum ‎ve ‎kimsenin de hakkı yoktur ki edebilsin. Ve Risale-i Nur namı altındaki yüz yirmi beş risale, yirmi ‎sene ‎zarfında te’lif edilmiş. Ve şimdi nazar-ı tenkidinize ilişmiş on onbeş nokta sekiz dokuz sene ev-‎‎vel ‎yazılmıştı. Daha o noktaları tenkid edecek kanunlar çıkmamıştı. Ve hem o ‎noktaları afvedecek ‎afv ‎kanunları onlar yazıldıktan sonra çıkmış.‎

Mahrem dediğimiz risaleler ise, üç tanesi bize gurur ve riyaya medar olmamak için mahrem ‎demişim. Şimdi ise, o setr-i mahremin bir köşesini fâşetmeye mecbur olarak derim ki: O mahremlerden ‎birisi, Keramet-i Gavsiye; ikinci, Keramet-i Aleviye; üçüncü, sırr-ı ihlasa ait risalelerdir ki; o iki keramet, ‎benim haddimden yüz derece fazla ve hizmet-i Kur’aniyemi takdir suretinde Hazret-i Ali ile Hazret-i Gavs’ın işaretleridir. Ve riyadan, gururdan, enaniyetten kurtaracak sırr-ı ‎ihlasa dair risaleye, en has kardeşlerime mahsus olarak, mahrem denmiştir. Asayiş-i dâhiliye ile bunların ne ‎münasebeti var ki, onlar medar-ı itham oluyorlar? İkinci kısım mahremler ise; Dâr-ül Hikmet’te ve dokuz ‎sene evvel Avrupa itirazatına ve Doktor Abdullah Cevdet’in dinsizce hücumlarına karşı yazdığım bir-iki ‎risale ve bazı memurların bana insafsızcasına ve gaddarane tecavüzlerine karşı şekva suretinde yazdığım iki ‎küçük risaledir ki; son müdafaatımda bahsetmişim. Bu dört risalenin te’lifinden bir zaman sonra, serbestî ‎kanunlarına ve hükûmetin işine hiçbir cihette temas etmemek için, onların neşrini men’edip, “Mahremdir” ‎demişim; en has bir-iki kardeşime mahsus kalmıştır. Delilim de şudur ki: Bu kadar taharriyatınızda, o ‎mahrem denilen risalelerin hiçbir yerde bulunmamasıdır. Yalnız umumunun fihristesi elinize geçmiş, o ‎fihristeye göre bu noktalardan istizaha lüzum görülmüş; ben de cevab vermişim, o cevab da zabtınıza ‎geçmiştir.‎

İddianamede, müteaddid mıntıkalar ve Risale-i Nur’un neşr ü tamimine adamlar vasıtasıyla ‎çalıştığım beyan ediliyor. Cevaben derim ki:‎

Ben bir köyde, gurbette, kimsesiz, hüsn-ü hattım yok iken; tarassud altında, herkes benim ‎muavenetimden çekinirken; yalnız gayet mahdud dört-beş ahbabıma bir yâdigâr olarak hatırat-ı imaniyeyi ‎gönderdiğime “Neşr ü tamime çalışıyor.” demek, ne kadar hilaf-ı hakikat olduğunu elbette takdir edersiniz. ‎Benim gibi haddinden çok fazla teveccüh-ü âmmeye mazhar bir insanın, onbeş sene Van’da tedris ile ‎meşgul olduğum halde, bir tek dostuma bir-iki imanî risalelerimi göndermekle buna nasıl neşriyat denilir? Ve bütün Anadolu’da bir Antalyalı işçi, bir Milaslı Hancı ve ihtiyarlıktan ateh getirmiş Aydınlı bir ihtiyarın ısrarlarına ‎binaen imanî bir iki risaleyi göndermekle nasıl neşriyat denilir. Benim matbaam yok, kâtiblerim yok, hüsn-ü ‎hattım yok, elbette neşriyat yapamadım. Demek Risale-i Nur cazibedardır, kendi kendine intişar ediyor. ‎Yalnız bu kadar var ki; “Onuncu Söz” namında haşre dair olan risaleyi, daha yeni harfler çıkmadan evvel ‎tab’ettirdik. Hükûmetin büyük memurlarının ve meb’uslarının ve valilerinin ellerine geçti, kimse itiraz ‎etmedi. Ondan, sekizyüz nüsha intişar etti. Ve hükûmetin müsaadesinden istifa ederek her tarafa gitti. Onun intişarı münasebetiyle, onun gibi sırf uhrevî ve imanî bir ‎kısım risaleler, kendi kendine bir kısım insanların eline geçti. Elbette ihtiyarsız, kendi kendine bu intişar ‎benim hoşuma gitmiş. Ben de bazı hususî mektublarımda, bu takdirimi teşvik tarzında yazmışım. Bu üç ‎aydır, bu kadar taharriyat-ı amîka neticesinde, koca bir memlekette, onbeş-yirmi adamın ellerinde ‎kitablarımı bulmuşlar. Benim gibi otuz sene te’lifat ve tedrisatla ömrü geçen bir adamın, yirmi hususî ‎dostunda bazı hususî risaleleri bulunması, ne suretle neşriyat olur? O neşriyat ile nasıl bir hedefi takib ‎edebilir denilir?‎

Efendiler! Eğer ben dünyevî veyahud siyasî bir maksadı takib etseydim, bu on sene zarfında, ‎onbeş-yirmi değil, yüzbin adamlar ile alâkadarlığım tezahür edecekti. Her ne ise, bu noktaya dair son ‎müdafaatımda daha fazla izahat ve tafsilat vardır.‎

İddianamede Fihriste Risalesi’nde “İşarat-ı Seb’a” namındaki risalenin birkaç noktasına ‎tenkidkârane ilişilmiş. Güya hükûmete ta’riz vardır diye zikredilmiş.‎

Elcevab: Bu risaleyi daha hükûmet Kanun-u Medenî’yi kabul etmeden evvel ve yeni ezan çıkmadan ve Kur’anın tercümesine başlanmadan evvel yazdığımı ve isbat ettiğimi evvelce cevab vermiştim. ‎Bu risale hükûmete bakmıyor. Belki bazı mülhidlerin Avrupa feylesoflarından Fransa inkılab-ı kebirini esas ‎tutup İslâmiyet’e ettikleri hücuma karşı bir müdafaadır. Hayli zaman sonra hükûmet Kanun-u Medenî’yi ‎kabul edip yeni ezan çıktıktan sonra, o risalenin kat’iyyen intişarını men’ ettim. Delilim de budur ki; ne ‎bende, ne hiçbir dostumda bunun nüshası bulunmamasıdır. Yalnız yirmi senelik kitablarımın fihristesi olan ‎Onbeşinci Lem’a namındaki risalede o İşarat-ı Seb’anın mevzularına işaret ediyor. Hiç fihriste ile muahaze ‎olunur mu?‎

İhtiyarlar Risalesi’nin Yedinci Rica’sında zikredilen gayet ehemmiyetli bir hakikat anlaşılmadığından ‎tenkidkârane iddianamede zikredilmiş. Bir kelimesine yanlış mana verilmiş. İstintakta buna cevab ‎vermiştim. Burada bu kadar derim ki: Ben o zaman Ankara’ya dostane dostlar içine girmiştim. Elbette ‎hükûmete, Ankara’ya ta’riz suretinde değildi. O vaziyette Ankara’da o vakit beş ihtiyarlığın beni ihatasıyla ‎kendi nefsimde en kara bir halet-i ruhiye hissettim demektir. O kelimeden sonra altı cihetimde vahşet ve zulmetlerin hissedilmesi ve sonra altı cihette tenevvür etmesi, sırr-ı iman ile ‎insanın altı ciheti nasıl tenevvür ettiğini ve gaflet ve dalalet ise nasıl o altı ciheti zulmetli ve vahşetli ‎gösterdiğini gösteren öyle bir hakikat-ı âliyedir ki; değil tenkidkârane ona bakmak, belki umum insanlar ‎ona takdirkârane bakmak gerektir.

Yine iddianamede Onbeşinci Lem’a namındaki Fihriste Risalesi’nde ‎âyet-i kerimenin لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِ ۞ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ‎ âyetlerinin eskiden beri medeniyetin itirazına karşı bütün ‎tefsirlerde bulunan bir hakikat ve gayet kat’î ve şübhesiz bir cevab-ı ilmî, iddianamede benim aleyhimde ‎nasıl istimal edilebilir?‎

İddianamede, yine fihristeden naklen, huruf-u Kur’aniye ve zikriyenin tercümeleri yerlerini ‎tutmadıklarından medar-ı tenkid beyan ediliyor. Bu mes’ele, sekiz sene mukaddem olmuş bir mes’eledir ‎ve hiçbir itiraz kabul etmez bir hakikat-ı ilmiyedir. Ondan hayli zaman sonra, bu zamanın bazı mukteziyatına ‎göre tercüme edilmesinin hükûmetçe kabulü ne suretle o hakikat-ı ilmiyeyi aleyhime çevirir?‎

Mescidimizin kapanması münasebetiyle, dört noktadan ibaret, bana vahşiyane zulmeden Nahiye ‎Müdürüyle birkaç arkadaşı ve kaza kaymakamının, şahıslarına ve memuriyetlerinin sû’-i istimallerine karşı ‎bir şekvanamedir ki; o risaleyi kimseye vermedim. Çünki, hiç kimsede bulunmamıştır.‎

Yalnız fihristede bahsi var. İddianamede Telvihat-ı Tis’a namında tarîkatın bazı hakaikına dair bir ‎risalede medar-ı tenkid bulunan şu fıkra: “Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset ve bir ‎kısım gafil insanlar, ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalatı ve bir kısım hatiatı bahane ederek bu ‎hazine-i uzmayı kapatmaya, belki tahrib etmek ve bir nev’ âb-ı hayatı dağıtan o kevser menbaını ‎kurutmağa çalışıyorlar. Ve merkez-i hükûmet olan İstanbul’u 550 sene bütün âlem-i Hristiyanînin ‎karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da 500 yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve merkez-i İslâmiyet’teki ehl-i ‎imanın mühim bir nokta-i istinadı o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde o Allah Allah diyenlerin ‎kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cuş u huruşlarıdır.‎

İşte ey insafsız hamiyetfüruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın hayat-ı içtimaiyemizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.” diye yazılı olan fıkra ‎aleyhime tenkidkârane bir madde olarak dercedilmiş.‎

Elcevab: Bu fıkra hakikat noktasında çok hatiatımı afvettirir mübarek bir fıkradır. Hem bu fıkra, ‎hükûmetçe tarîkatın yasak olduğuna dair kanunların neşrinden hayli zaman evvel olmakla beraber; bu ‎tarîkat talimi değil, tarîkatın bir hakikat-ı ilmiyesini ilmen beyan etmektir. Buna yasak temas edemez. Hem ‎bu milletin 1000 seneden beri ruhlarını feyizlendiren ve mezaristanda yarı ecdadları onunla merbut olan ‎bid’asız, hâlis ve hakikat-ı takva olan bir nev’ tarîkatın kat’î bir içtimaî faidesini beyan etmekliğim, nasıl ‎aleyhimde istimal edilebilir? Hem bu risale taharriyatta hiç bir dostumda bulunmadı. Demek ki onun ‎neşrine çalışmıyorum. Yalnız fihristede bahsini görmüşsünüz.‎

İddianamede بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ ile başlayan ve şapoğrafla teksir edilmiş olan dört sahifelik yazının birinci sahifesinde “1342’de mebde-i te’lifine ve haşrin inkârına bir emare olan lâdinî siyasetinin ilânı ve Latin hurufunun resmen kabul tarihine” diye yazılı olan şu fıkra benim aleyhimde istimal edilmekle beraber, masum mevkuflardan Hüsrev namındaki bir kimsenin ehl-i hibre tarafından yazısına benzetildiği cihetle onunla muahaze edilmiştir.

Elcevab: Bundan dokuz sene evvel eski tarihiyle 42’de Onuncu Söz’ü te’lif ettim. İstanbul’a ‎matbaaya gönderdim. O vakit tab’ edildi. 800 nüsha bana gönderildi. Ben de hicri 42 tarihiyle tab’edilen ‎Onuncu Söz’ün tevafukatına dair el yazısı ile iki-üç sahifelik bazı şeyler yazdım. O zaman birkaç nüshaya o ‎tetimme el yazısıyla yazıldı. Onuncu Söz’ün kesretli nüshaları her yerde vardı. Demek bir arkadaşımız o ‎matbu’ Onuncu Söz’ün tetimmesini on veya yirmi nüshalarına ilâve etmek için tâ o zamanda yasak ‎olmayan şapoğrafla yazmış. Ben de sonra gördüm ve iznim olmadan ve kim yazdığını bilmediğim halde ‎zararsız gördüm kabul ettim. İçindeki medar-ı tenkid olan fıkra ise acaba benim midir? Yoksa bir dostumun ‎tevafukatı tevsi’ için ilâvesi midir? Meçhul olan şu mealdeki fıkra:‎

Onuncu Söz’ün tevafukatındandır ki; Onuncu Söz’ün satırları hem te’lif tarihine, hem dinî‎ ‎dünyadan tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilânına tevafuk ediyor ki, haşrin inkârına bir emaredir.‎ Yani o fıkranın meali budur: “Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ‎ehl-i dalalet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri ‎muhtemeldir.” demektir. Yoksa hükûmete bir taarruz değildir; belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine ‎işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel, Onuncu Söz sekizyüz nüshasıyla, o zaman hükûmetin müsaadesinden istifade edip yayılmasıyla, ehl-i dalaletin ‎kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. ‎Onuncu Söz’ün hârika bürhanlarını gözlerine soktu.‎

Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalaleti ‎susturdu. Elbette Hükûmet-i Cumhuriye bundan memnun oldu ki, meclisteki meb’usanın ve valilerin ve ‎büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile gezdi.‎

İşte şapoğrafla sekiz sene evvel matbu’ Onuncu Söz’ün iki sahifelik ilâvesi, elbette ne bana ve ne ‎de Hüsrev’e medar-ı mes’uliyet olamaz. Çünki hem o zaman yasak değildi. Hem de ondan sonra afv ‎kanunları çıktı ki; değil bunun gibi sinek kanadı kadar mevhum küçük cürümleri, belki hakikî büyük ‎cürümleri afvetti.‎

İddianamede Tesettür Risalesi hakkında evvelce istintak dairesinde izahlı bir cevab vermekliğim ‎ile ‎beraber, yine şiddetli ve tenkidkârane bahsedilmiş.‎

Elcevab: Onüç veya onbeş sene evvel te’lif edilen Arabça ve Türkçe eski matbu’ ve gayr-ı ‎matbu’ ‎risalelerimden alınan ve Notalar namında Onyedinci Lem’a risalesinin bir mes’elesi olan, tesettüre ‎dair ‎risaleye sonradan Yirmidördüncü Lem’a namı verilmiş. Bu risalenin aslı, başta Doktor Abdullah Cevdet ‎olarak Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad siyaseti hesabına “Tesettür ‎Âyeti”ne ‎ettikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir. Böyle bir cevab-ı ilmî, değil ‎bundan onbeş ‎sene evvel, her zaman takdir ile karşılanır. Bu hürriyet-i ilmiyeyi, elbette hürriyetperver bir ‎Hükûmet-i ‎Cumhuriye tahdid etmez.

Hem bir zaman sonra, hükûmetin ileride serbestî kanunlarına temas ‎etmemek için ona (benim ‎mahremdir) dedim. Kimseye vermek istemedim. Yalnız yanlışlıkla Milas’a ‎gönderilmiştir.‎ Delilim de şudur ki; ‎bu kadar taharriyatta ne bende ve ne de dostlarımda bulunmadı. Hem bin ‎seneden beri çarşaf altında ‎bulunan muhadderat-ı İslâmiye, şimdi de çarşaflarını muhafaza ‎ediyorlar. Avrupa gibi ekseriyeti açık-saçık olmadıklarını gösteriyorlar. Bu risale hükûmetin ‎kanunuyla ‎muaraza etmiyor.‎

Hem tesettür aleyhinde olanların yüzüne şamar vurmak fıkrası ise, o zaman payitaht ‎olan ‎İstanbul’da bana haber verilen bir vukuat münasebetiyle Abdullah Cevdet gibilerin yüzüne ‎havaledir. ‎Sonra bu hâdiseye benzer yeni payitaht olan Ankara’da bir vakıa münasebetiyle, bu eski cevabı ‎yeniden ve ‎ileride çıkacak ref’-i tesettür kanununa temas edilmesi suretiyle bu hakikat ve gizli ve hususi ‎kalmış cevab-ı ‎ilmiyeye ahaliyi fesad namı vermek, ne kadar insaf ve adaletten uzak olduğunu takdir için ‎vicdanınıza ‎havale ediyorum.‎

Benim hakkımdaki iddianamelerin âhirlerinde Halil İbrahim’e gönderdiğim risalelerin dördüne ‎mahrrem namını verdiğimi ilâ âhir fıkrasına cevaben derim ki; Benim gibi bu ‎milleti aldatmamış ve otuz kırk ‎seneden beri imanına hizmet etmiş bir adamın beş ‎on dostu, talebesi bulunması çok mudur? Hususi bir ‎talebem olan Halil İbrahim’e ‎kendime mahsus yazdırdığım Keramet-i Gavsiye ve Keramet-i Aleviye ve İhlas ‎ve ‎Tesettüre dair üç dört risaleyi mahrem demekle yani başkasına göstermemek niyetiyle gönderdiğim nasıl bir suç teşkil edebilir. Bunlara mahrem dediğim ‎asayişe zarar olduğundan ‎değildir, belki ya benim hakkımda riya ve gurura medar ‎olmamak için Keramet-i Gavsiye ve Keramet-i ‎Aleviye ve İhlas Risalelerine ‎mahrem demişim. Bunların dünya ile hiç alakaları yok ve Tesettür Risalesi ‎benim ‎mahrem üstünde yazıldığının işaretiyle su-i tefhime medar olmamak için ‎intişarına tarafdar ‎olmadığımı gösterir.‎

Elhasıl evvelen: Otuz kırk sahifelik son ‎müdafaatımda Risale-i Nur’un mahiyetini ve kıymetini ve ‎ehemmiyetini ve ‎medar-ı tenkid olacak hiçbir ciheti olmadığını ve ne şekilde olursa olsun hiçbir ‎hükûmet ‎onu yasak etmeyeceğini isbat etmekle beraber bütün kuvvetimle derim ‎ki;‎

Ey Heyet-i Hâkime Eğer Risale-i Nur’un hedefi dünyevi olsa veya bir maksad-ı ‎dünyevi içinde niyet ‎edilse idi yüzyirmi risale içinde yalnız on on beş noktası mı medar-ı tenkid bulunacaktı. Belki ‎yarısından ‎ziyade takib ettiği maksadı ihsas ederek nazarınızda on binler ‎medar-ı tenkid noktalar bulunacak idi. Böyle ‎yüz yirmi bin tatlı meyveler içinde ‎sizce sulfato gibi acı gelen yalnız on beş meyvesi bulunmasıyla o ‎mübarek ‎bahçeyi yasak etmek caiz olabilir mi?‎ Ve bahçe sahibini mesul etmek caiz ‎olabilir mi? Adalet-perver olan vicdanınıza havale ediyorum.‎

Sâniyen: Ben son müdafaatımda beyan etmişim ki, ya otuz senedir Avrupa ‎feylesoflarına ve ‎Avrupa feylesofları hesabına dahilde ecnebi dolapları ‎hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek ‎cevap vermişim ve ‎veriyorum. Muhatabım ekseriya nefsimden sonra onlar olduğunu risalelerimi ‎takib ‎eden anlar. Şimdi ben sizlerden soruyorum böyle Avrupa feylesoflarının başına ‎ve ecnebi entrikaları ‎hesabına çalışan dinsiz her bir mülhidin yüzüne indirdiğim ‎kuvvetli ilmi her bir tokat hangi suretle hükûmet ‎hesabına geçiyor. böylelere ait ‎olan tokadı hükûmet hesabına almak bizim havsalamız almıyor. Ve ihtimal ‎de ‎vermiyoruz. Hükûmet namına kanun hesabına bu haklı ve ilmi tokatları medar-‎ı mesul tutmak değil ‎belki hükûmet-i Cumhuriyenin hürriyet-perverliği bu ‎tokatları alkışlar.‎

Sâlisen: İddianamede cevabsız kalan umum noktaların kat’i cevapları zabtınıza geçen son ‎müdafaatım ve bu itiraznamemle size takdim ‎ettiğim son müdafaat risalesidir.‎

Ey müddeiumumî ve ey heyet-i Hakime gücenmeyiniz ben beşerin adaletinden bir ariza ‎münasebetiyle ‎şimdilik şiddet-i me’yusiyetimden bir hadiseyi beyan edeceğim. Bu hadisede bura mahkemesine karşı ‎şekva ve ‎itiraz değil, bilakis ben buraya geldiğimden beri bura adliye memurlarından adaletperver vicdan ‎hissettiğimden ‎onların o vicdanlarına ve o adaletperverliklerine binaen on seneden beri adem-i müracaat ‎ve sükutumu terk edip ‎hukukumu müdafaaya başladım. Eğer bu âli vicdanî bu mahkemede hissetmese ‎idim emin olunuz kendimi müdafaa ‎değil belki, daha çabuk aleyhime verdirmek için inad edecektim. Ve ‎müftehirane tâ dar ağacına kadar çıkmayı ‎göze almıştım. Bura mahkemesinin memurlarının vicdanlarına ve ‎adaletperverliklerine dayanıp müdafaatta hakikat-‎ı hali olduğu gibi beyan ederek bîçare masum ve perişan ‎çok mahpus arkadaşların tahliyelerini beklerken ‎maatteessüf ümidimizi bütün bütün kıran acip bir ‎iddianameyle karşılaştık. Hayretle me’yusiyete düşdük, ben ‎katiyen anladım ki, başta müddeiumumî ‎temiz vicdanlarıyla ve hakperest mahkemenin memurları adaletin tecellisine bütün kuvvetiyle taraftar ‎iken daha büyük bir makamdan acib bir vehim onların tezahür-ü adaletteki arzularına sed çekti. İşte bende ‎hakkımdaki adaletin tezahürüne sed çeken o vehim sahibine ve o büyük makamdaki zâta onun kendi şahsî evhamlarından Isparta muhbirlerini ‎kendilerine şekva etmek suretinde hâlimizin ‎misali olarak bu hikayeyi beyan ediyorum.‎

Bir zaman, bir padişahın mübtela olduğu bir hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun ‎pederi, ‎çocuğu, hâkimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. Çocuk, mecliste ağlamak ve ‎şekva yerine ‎gülmüş. Sormuşlar:‎

‎-Neden istimdad etmiyorsun, şikayet etmiyorsun, gülüyorsun?‎

Demiş ki: İnsan, musibete giriftar olduğu vakit; evvel pederine, sonra hâkime, sonra ‎padişaha ‎şekva eder. Benim pederim, beni kesilmek için satıyor; işte hâkim de ölmekliğime karar veriyor; ‎işte ‎padişah benim kanımı istiyor… Bu antika ve pek garib ve şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hale ‎karşı, ‎ancak gülmek ile mukabele edilir.‎

İşte ey Şükrü Kaya Bey! Biz de o çocuk hükmüne geçtik. Derdimizi evvel mahallî ‎hükûmetteki ‎valiye, sonra mahkeme adaletine, sonra Dâhiliye Vekaleti’ne müracaat edip mazlumiyetimizi ‎beyan ‎ederek zalimlerden bizi kurtarmak için arzuhal etmek mukteza-yı hal iken, gördük ki: En son ‎şekvamızı dinleyecek ‎Dâhiliye Vekili’nin hakkımızda kapıldığı asılsız evhamına bir hakikat rengi vermek ve hatasını örtmek fikriyle ‎hatasında ısrar etmesi daha büyük bir hata olduğunu ‎düşünmediğinden; dûçar olduğu gurur hastalığına, ‎kanımızı isteyerek, bizi asılsız bahanelerle perişan ‎etmek istenildiği anlaşılyor. Biz de Şükrü Kaya’nın ‎şahsiyetini, hakkımızda yanlış yola sevk eden muhbirler ‎hakkında Dâhiliye Vekili olan Şükrü Kaya Bey’e ‎şekva ediyoruz. Çünkü, bir seneden beri ve her gün veya ‎haftada hakkımda rapor vere vere ve isteye ‎isteye aleyhime zabıtaların ve muhbirlerin nazar-ı dikkatini ‎celbettirip, kurban koyunu gibi kesmek için ‎beslettiriyordu.‎

Mahkeme-i adalet ise; adaletten başka hiçbir şey düşünmemek lâzım gelirken ve ‎hakikaten ‎mahkeme içindeki zâtlar da adalete tam bağlı oldukları halde, yüksek makamdaki şahsların ‎evhamına karşı ‎ihtiyatkar harekete mecbur oldukları için, bizi tahliyede tereddüd gösteriyorlar. Mahallî ‎hükûmet ‎hükûmet ‎olan Isparta Vilayeti ve zabıtası ise, herkesten ziyade beni ve Isparta’lı bîçare, masum mevkufları ‎himaye ‎etmek ve bir an evvel kurtulmasına sa’yetmeleri vazife-i vicdaniyeleri iken, bilakis çok manasız ve ‎asılsız ‎bahaneler ile Isparta mevkufları hususan muhtaç ve fakirlerin tayinlerini verdirmeyip, açlıkla sefalete ‎düşmeleri için onları ezdirmeye ‎çalışıyorlar. İşte bu hale şekva değil, belki ağlamanın nihayet derecesini ‎gösteren acı bir gülmek ile ‎mukabele edip hale, o çocuk gibi gülüyoruz. Isparta Vilayeti ve muhbirlerin ‎hakkımızda garazkârane ‎hareketde bulunduklarına delil şudur ki, Isparta da mevcud fırka ve jandarma ve ‎polis kuvvetli kâfi ‎gelmiyormuş gibi dahiliye vekâleti evhama sevk ederek bir jandarma ve bir polis ile ‎yapılacak bir vazifeyi tâ ‎Ankara’dan kuvvet celbine sebebiyet vererek hükûmete benim gibi bir çok ‎zavallılara binlerce zarar ‎verdirilmesine ve hayat-ı içtimaiye arasındaki mevkilerini sarsıntılara uğratılmasına ‎ve istirahatlerinin ‎selbine vesile olmuştur. Demek bil-iltizam hiçten büyük bir hadiseyi icad etmek garazıyla ‎o vaziyeti ‎göstermişler. Habbeyi yüz kubbe yaparak dahiliyenin en ziyade sükunete mecbur olduğu bir ‎zamanda ‎böyle her tarafı sarsacak bir vaziyeti icad etmek ve kanunsuz kanun namına amel etmek kanunca ‎mühim ‎bir cürüm yapıldığı düşünülmediği için üzerimize tahmil edilen evhamın kaldırılarak ‎bir an evvel tahliyemize ‎delaletle telafi-i mâfat etmesini talep ederim.‎

Bîçare masum mevkuf arkadaşlarım ‎hakkında başta mücmelen bir iki fıkra yazılmıştı. Her birinin ayrı ‎ayrı itiraznamesi yerine benim itiraznamem ‎kafi gelir zannındayım. Madem evvelki müdafaalarımda ve son ‎müdafaatımda bu itiraznamemde delillerle ‎ispat edilmiş ki; Risale-i Nur imanî ve uhrevî olmakla beraber ‎dahili asayişe hiçbir cihette zararı olmamış. Ve ‎olamayacağı ve kendi kendine mahdud ve dostlarımda ‎intişar etmiş ve bende bu on sene zarfında imkan ‎dairesinde ne kadar elimden gelmişse hükûmet-i ‎hâzıranın işlerine karışmamak için tahammül haricinde ‎şefkatkarane vaziyeti kabul ve hiçbir vecihle siyaset-‎i dünyeviyeye karışmak ve ilişmekde bulunmadığımı ‎delillerle isbat ve bu on sene zarfında şiddetli ‎tarassudat altında ve en sonunda ani taharriyat neticesinde ‎ne bende ve ne de has dostlarımda emniyet-i ‎dahiliyeyi ihlal veya halkı idlal veya muhalif cemiyetlere ‎intisaba dair hiçbir emare bulunmamasıdır. Madem ‎bende ve Risale-i Nur hakkında bir cürüm teşkil edecek ‎bir madde tesbit edilmedi benim sabit olmayan ‎mevhum bir küçük cürmümle bu kadar masum adamları ‎suçlu tabir edip tevkifhanede süründürmek ‎elbette nazar-ı adalet hoş görmüyor.‎

Ezcümle bu masumlar içinde varidat katibi Rüşdü ‎gençler içinde istikamet ve namusla mümtaz ve ‎vazifesinde işgüzar hiçbir sû-i ahlakı görünmeyen bir ‎zattır. Ben Isparta’ya getirildiğim vakit onun ‎komşuluğunda bulundum. Bu zât mümtaz merdliğiyle bana ‎komşuluk cihetiyle misafirperverane akşam ‎vazifesinden döndüğü vakit benim gibi garib bir adamın ‎sobasını yakmak, suyunu getirmek, yemeğini ‎pişirmek gibi hususi işlerimi Allah için yapmış. Bu zâtın ‎vazifesi vakit bırakmıyor ki, başka bir hizmette ‎bulunsun. Yalnız akşamdan akşama bu hizmeti yapıyordu. Bu ‎zâtı mertlik ve misafirperverlik noktasında âli ‎bir seciyeli gördüm. Bazı vehham kimseler ona diyorlardı ki, “Sen memursun, ona yanaşma,” o diyormuş ‎‎“Bu zâtta dünyaya karışacak bir emare ve arzusu yok ve benim ‎vazifemde mani değil.” Hatta bu tevkif ‎zamanında bile o merdane hissiyle benim gibi zaif ve hizmete ‎muhtaç bir bîçareye herkes gözünü benden ‎kaparken o bana yardıma koşuyordu. Ve der idi ki; “Bu hoca da ‎ben medar-ı itham bir şey göremiyorum ki ‎ve yoktur ki ben onun ithamından temasla hissedar olayım.” İşte ‎bu zât okumak için bir iki küçük ve imanî ‎risaleleri almış kaza ve kadere ait risalenin yarısını yazmış. ‎Tamamlamaya vazifesi müsaade etmediği için nüshamı bana iade etmiş. Acaba ‎dünyada böyle bir âli ‎seciyeyi taşıyan müstakim bir genci böyle münasebetle itham edecek bir kanun var ‎mı. Eğer ecnebi bir ‎düşman devletinin bir adamı bir şehre gelse misafirperverlik veya ücret mukabilinde ‎komşusundaki bir ‎adam hizmet etse o hizmetle itham altına alınır mı. Halbuki bu zât bu vatanın benim gibi ‎bir evladı ve yirmi ‎senedenberi bu millete hassaten harb-i umumiyede ve istiklal harbinde mühim ‎hizmetlerde bulunmuş bir ‎ihtiyar ve garib bir komşuya böyle hizmet eden bir zâta hiç itiraz gelebilir mi. ‎Farzı muhal olarak benim gizli ‎yanlış fikirlerim bulunsa da akşamdan akşama sobamı yakmaya gelmesi ile ‎iştirak tevehhüm edilir mi?‎

Hem ‎ezcümle bu masum mevkuflardan Hüsrev eskiden memur iken ailevi bir hadise yüzünden ‎gençlik ‎hissiyatına bir darbe gelmiş, yüzünü dünyadan ahirete çevirmişti. Kendine hem hal ve dünya ‎hevesatından ‎usanmış bir adamı arıyordu. Birkaç sene evvel uzaktan uzağa beni kendine bir dost bir kardeş buldu. Ben ‎Isparta’ya geldim, yalnız hâli bir köşkte oturuyordum. Bu zât ‎hasta ve ihtiyar validesine tercihen beni yalnız ‎gecelerde bırakmamak için yanımda kaldı. Rüşdü ‎bulunmadığı zaman hususi hizmetlerimi görüyordu. Bu kış elinizdeki Yirmidokuzuncu Söz’ün tevafuk ‎kerametini gösterir bir ‎surette üç nüsha ona yazdırdım ve en son te’lif ettiğim İktisad ve İhtiyarlar ‎Risalelerinin tesvid ve ‎tebyizinde bana yardım etti. Zaten Isparta’ya geldim geleli yazmak hevesi yoktu, ‎birden bire bu millete çok ‎menfaatli olan üç risaleyi te’lif ettim, o da yazdı. Eğer böyle mübarek ve zararsız ‎çok menfaatli üç risaleyi ‎te’lif etmek ve yazmak bir suç ise ikimiz de maaliftihar kabul ediyoruz. Tesettür ‎Risalesi ise eskiden ‎yazdığım için bir sene evvel hususi şahsıma yazdırmamda ne benim ne onun hatırımıza ‎bir mes’uliyet ‎tevehhümü gelmemiş. Onuncu Söz şapoğrafla yazılmış dört sahifelik tetimmesi onun hattına ‎benzer ‎bilmediğimiz başka birinin hattı olduğunu iddia ediyorum. Hem sekiz sene şapoğrafla yasak ‎olmadığı gibi ve ‎içindeki medar-ı tenkid kelimenin manasını sabıkan izah etmiştim. İşte bu kadar ‎münasebetle benim ‎hakkımda tesbit edilmeyen benim cürmümden ona bir hisse ifraz etmek ve ihtiyar hasta validesini ‎ağlattırmak ve onu tayınsız tevkifhanede süründürmek ‎elbette nazar-ı adalet hoş görmüyor.‎

Hem ezcümle ‎Re’fet isminde masum bir mevkuf onüç sene evvel beni İstanbul’da görmesi ‎münasebetiyle Isparta’ya ‎geldikten sonra beni Barla’da işitip eski dostluk münasebetiyle bir iki defa ‎selâmlaştık. Isparta’ya gittiğim ‎vakit bu zât Kur’an ve tecvidine meraklı olup camilerde hâfızları ‎dinlemekten zevk alırdı, beni de Kur’an’ın ‎manevî tecvidine münasebetdar bulduğu cihetle samimi dostluk ‎etti, haftada bazen onbeş günde bazen ‎üç günde hatır sormak için yanıma uğrar idi. Hattâ İktisat ve ‎İhtiyarlar Risalesinde gözlerinin adem-i ‎müsaadesine rağmen bir parça yardım etti. İşte bu zatın benimle ‎münasebetine binaen mevhum bir ‎cürmümden bir hisse ayırmak elbette nazar-ı adalete uygun gelmez.‎

Hem ezcümle Barla’lı Hafız Tevfik ben ‎Barla’da iken bu şahıs gurbetliğime ve kimsesizliğime ‎şefkaten ara sıra yanıma uğrardı. Ben de eski yazdığım ‎birkaç tane imanî risalelerimi ücrete mukabil ‎kendime mahsus yazdırdım. Bu zât hem fakir-ül hal, hem muhacir, ‎hem ihtiyar âmâ bir validesiyle,‎ hem ihtiyar bir kayınvalidesi, hem hastalıklı bir ailesinin idaresine bakmaya ‎mecbur ve kendiside vehham ‎derecesinde ihtiyatlı zerre miktar dünya siyasetine ilişecek bir kelime ‎bulunsa titrer aman bu kelime olmaz ‎derdi. Bazı sırf selâmdan ibaret birkaç mektubumu da yazmış. Ben bu ‎zat kadar ihtiyatçı dünya ‎siyasetinden kaçar ve korkar bir adama rast gelmemişim. Acaba böyle bir bîçare adamı benim mevhum ‎küçük cürmümden hakiki bir ‎büyük cürüm ona tefrik etmek nazar-ı adalet nasıl müsaade eder. Hattâ hiç ‎gizlenmeye lüzumu olmayan ‎sırf imanî bazı risalelerimi onun hatırı için gizli tutuyordum, yoksa içimizde ‎gizlenecek hiçbir şeyimiz yoktur. ‎Yalnız sabıkan bahsi geçen üç dört Risale var ki onun yazısıyla olmakla ‎beraber hususi esrar-ı kalbiyeme ve ‎hususi şekvama ve iki büyük zâtın kerametlerini aiddir.‎

Hem ezcümle Isparta’da muhacir bulunan aslen ‎Türk, vatanen Vanlı Kürd Bekir namındaki şahsı ‎ben Barla’da iken benim paramla Isparta’dan hususi işlerimi ‎görmek için arasıra yanıma gelirdi ve ‎hemşehrilik münasebetiyle Isparta’ya geldikden sonra hususi işlerimi ‎arasıra görüyordu. Ve bu şahıs ‎ümmidir, okumak yazmak bilmiyor. Hem hemşehrim olmak münasebetiyle ‎bazı zâtlar ona mektub göndermiş ve bazı dostlarımla sırf bir selâm nev’inden muhabere etmiş. Ben de bir iki ‎hususi ‎mektubumda onu taltif etmek için başka dostuma sena etmişim. Bu adam Isparta zabıtasının ‎ekserisiyle ve ‎Halk Fırkasıyla hilesizliğine ve istikametine ve safdilliğine binaen münasebetdar idi. Hem ‎benim hakkımda ‎ihtiyatımdan daha fazla belki vehim derecesinde ihtiyat edip her vakit bana “Aman ‎dünya işine hükûmetin ‎siyasetine hiçbir hareketin ilişmesin,” der idi. İşte bu bîçare muhacirin ihtiyare bir ailesi ve ‎dilsiz hastalıklı bir ‎kerimesinin rızıklarını şahsi ticaretiyle günü gününe temin ediyordu. Acaba bunu benim ‎mevhum ‎cürmümden ehemmiyetli bir hisse ile müttehem tutmak ve fakir haliyle bu üç aydır ‎tayınatını ‎verdirmemek nazar-ı adalete muvafık olur mu?‎

Hem ezcümle fakir ül hal ve masum saatçi sanatıyla geçinen ‎Saatçi Lütfi ben Isparta’ya geldikten ‎sonra o zât bazı memurların ihtarıyla bana karşı çekinmek vaziyetini ‎aldı. Hattâ bütün kışda iki defa yanıma ‎gelebildi. Yalnız bu zâtın dükkanı muvakkithane gibi malum bir yerde ‎olduğundan pek nadir hususi ‎mektuplarım idareye geliyormuş. O zât mektubda ne var elbette bilmez. İşte ‎bu zât bu kadar az münasebetiyle mevhum suçumdan perişaniyetine sebebiyet veren ‎böyle büyük hakiki bir ‎hisse vermek elbette nazar-ı adalete uygun gelmez.‎

Hem ezcümle Milas’lı Halil İbrahim bu adam altı yedi ‎sene evvel benim eski memleketli bir talebem ‎vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş sonra da üç dört ‎sene evvel kendi işi için Eğirdir’e gelip Barla’da ‎beni gördü. Hafız Bey ve Hacı Hüsnü gibi meb’uslara verdiğim ‎ve gösterdiğim risalelerimden bir iki tanesini ‎vermiştim. Sonra bu adam Kur’an’a ve imana fazla iştiyakı ‎olduğundan musırrane benden imanî eserler ‎isteye isteye ve her fırsatta bana selâm ve tebrik mektubları ‎samimane gönderdiğinden dayanamadım, ‎kendime mahsus yazdırdığım risaleleri ona göndermeye mecbur ‎oldum. Fakat başkalarına göstermemek ‎için üzerlerine mahremdir diye yazıyordum. Hattâ bir mektubunda ‎onun ısrarına karşı kandırmak için çok ‎yerden benden risaleler istiyorlar, yazacak adamım yok. Bekir sizi ‎tercih edip gönderdi. Bu mektubda onun ‎ısrarı üzerine bir kandırmaktan ibarettir. Şimdi ben kendi ‎vicdanımla bu zâtta iman ve Kur’an’a karşı ‎iştiyakdan başka bir his bulamadığımı ve benim gibi siyasetle hiç ‎alakası olmadığını ve benim mesleğimden hariç entrikalara kapılmadığını kanaatim geldiğinden onu da ‎hususi ‎kardeş telakki ettim. Kendime has yazılarımı ona da gönderdim. İşte on sene zarfında Halil İbrahim ‎gibi iki ‎üç dostuma hususî ve imanî risalelerimi göndermek elbette hiçbir cihetle medar-ı itiraz olamaz. ‎Tesettür ‎Risalesi ise yanlışlıkla ona gitmiştir. Mesmuatıma göre Onuncu Söz’ün şapoğrafla yazılmış ‎tetimmesini ‎Onuncu Söz ile beraber yedi sene evvel hanına gelen bir yolcudan almıştır. İşte bu adamın ‎benim ‎hakkımda tespit edilmeyen suçumdan ona hakiki bir suç ifraz edip ve onun suçundan İnce Mehmed ‎gibi ‎bazı adamlara hisse çıkarmak elbette Eskişehir Mahkemesi gibi kuvvetli hüsn-ü adaleti takib eden ‎yüksek ‎bir mahkeme bunu hoş görmez.‎

Hem ezcümle Küçük Hafız Zühdü beş altı sene evvel bir defa işi ‎için Barla’ya uğramış, hafızlığı ‎münasebetiyle ona taltifkarane ve bir ailevi musibete karşı tesellikarane bir ‎iki mektub yazmıştım ve onu ‎da tatyib için çalışkan bir talebemsin demiştim ve Aydın’da görmediğim ve ‎aynen selâmlarını aldığım iki üç ‎dostlarımı benim bedelimle selâm göndermekle görüşmek manasıyla “Aydın ‎vilayeti sana havaledir.” ‎ibaresi evvel vakit bana o mektubu yazan ve şimdi tahattur etmediğim kâtibin bir ‎gevezeliğidir. Yani Aydın vilayetinde gıyabi iki üç dostuma ‎benim bedelime sen onlarla muhabere et, selâm ‎gönder demektir. Acaba çok seneler içinde bir defa ‎benimle görüşen kendi işinde hafızlığında çalışan bu ‎adamı bu mektuptaki taltifkârane teşvikten en mühim ‎naşir-i efkarım zan ve tevehhüm edilip benim ‎mevhum suçumdan o bîçareye ehemmiyetli bir hisse çıkarıp ‎Isparta’daki Cami-i Kebir imamlık vazifesinden ‎kaldırıp aç, tayınsız fakir hal ile beraber ihtiyar ve ‎amelmande validesini ve validesiz iki küçük çocuğun ‎perişan kalmaması elbette mahkemenin ona ‎şefkatkarane bakması icab eder.‎

Hem ezcümle gayet ‎ihtiyarlığından ve gözü az görmesinden gayet perişan olan Aydın’lı Hacı Emin ‎namındaki adam beş altı sene ‎evvel bir işi için Barla’ya uğrayıp beni görmüş. İhtiyarlığı münasebetiyle ‎âhiret kardeşliğine kabul ve sonra sırf imanî olan eski yazıdan yazdığım bir risalemi vermiştim ‎sonra ‎İhtiyarlar ve İktisat Risalesini göndermek niyet ettim. Mektub da yazılmıştır fakat sonra ‎göndermedim. Bu ‎adam ihtiyarlıktan ve tevkif telaşından şuurunu kaybedecek derecede bir vaziyette ‎iddianamede ‎görüldüğü üzere Veli Hoca nam müstearıyla bir polis yanına sokulup zaif diyanet damarını tahrik edip athe uğramış, ‎şuursuzluğundan istifade edip manasız birkaç söz söylettirmiştir. Sonra onun aleyhinde jurnal ‎etmiş. Bu ‎bîçare kabir kapısında [3]‎(Haşiye) gözü pek az görür, aklı pek az anlar, bizimle bir defa görüşmüş ve ‎kendi ‎tam okuyamadığı bir iki risaleme mukabil güya küçük bir hediye olarak incir göndermiş. Bu bîçare ‎adamın ihtiyarlık ‎ve perişaniyet zamanında benimle mezkur az münasebeti yüzünden ağır bir itham altına ‎almak ve hizmete çok ‎muhtaç bir halde iken hapishanede perişan etmek elbette mahkemenin yüksek ‎adaleti tecviz etmez, bir ‎an evvel kurtulmasını ister.‎

Hem ezcümle Muallim Galib Rahmetullahi Aleyh üç dört sene evvel Barla’da ‎muallimliği ‎münasebetiyle haftada bazen yirmi günde bir defa ayak üstünde görüşüyorduk. Bu zât ‎hattatdır ve hüsn-ü ‎hattından kendime istifade etmek için kendime mahsus eskiden yazdığım Mu’cizat-ı ‎Ahmediye (A.S.M.) ‎ve İ’caz-ı Kur’an risalelerini yazdırdım. Odamda ta’lik ettiğim bir iki levhayı da bana ‎yazdı. İşte ‎münasebetimiz bu kadardır. Bu zâtın şiire hevesi bulunduğundan ben de şair olmadığımdan ‎hiçbir risalemi ‎Onuncu Söz’den başka vermedim. Onuncu Sözü’de başkasına vermiş yanında hiçbir eserim ‎bulunmadığı ‎halde benim mevhum suçumdan elbette hakiki bir hisse ona ifraz edilmez. Bunun gibi çoklar ‎var men-i ‎muhakeme ile haklarında adaletin tecellisini bekliyorlar.‎

Hem ezcümle Keçeci Mustafa ile oğlu Hafız ‎Mehmed bu zâtlar benimle münasebetleri yalnız ‎Yirmidokuzuncu Söz’ü kendine yazmış ve oğlunun da bu ‎kış bir defa yanıma gelmesidir. Bu muhterem ‎ihtiyarı ve bizimle alakası pek az oğlunu medar-ı taayyüşlerinin ‎başından alıp fakir halleriyle beraber ‎tayınsız tevkifhane de süründürmek on nüfus çoluk ve çocuğunu ‎perişan edecek derecede benim tesbit ‎edilmeyen suçumdan nasıl mes’ul olabilirler. Bir an evvel bu ‎bîçareleri bu beladan kurtarmak ve ‎çocuklarının içine göndermek mahkemenin adaletinden bekleriz.‎

Hem ‎ezcümle Antalya’lı Aşçı Hüseyin Usta bir tek defa benim ile bir saat görüşmüş bir iki tebrik ‎mektupları bana ‎yazmış. Ben de ona İktisad ve İhtiyarlar ve bir iki imanî Lem’a risalelerini okuyup iade ‎etmek üzere ‎göndermiştim. Bir ikisini almış ötekilerini almamış. Bu kadar az münasebetle benim en büyük ‎cürmüm de olsa onu bu kadar tevkif altında ‎tutamayacağını nazar-ı adalete takdir edip dokuz nüfus ailesinin başına gönderilmesini bir an evvel men-i ‎muhakeme ile ‎bekliyor.‎

Hem ezcümle Eğirdir’li Hafız Mustafa dokuz sene Barla’da komşusunda iken dört ‎beş defa yanıma ‎gelmiş, benim meşreb-i ilmiyemden daha başka bir meslekte bulunduğundan hiçbir bir ‎risalemi yanında ‎bulundurmamış. Yalnız bir iki talebemi eski risalelerimi yazmak hususunda terğibkarane yazdığımı hususi ‎kalem mektubu her nasılsa onun eline geçmiş. Ve evrakı içinde bulunmuş. İşte bu zât bu ‎kadar az bir ‎münasebetle bu kadar çok zaman tevkifhanede bana arkadaş olup bir kader-i İlahiyedir diyerek ‎kazaya ‎teslim olup mahkemenin adaletini bekler.‎

Hem ezcümle Eğirdir’li Hakkı Efendi dokuz sene Barla’da ‎oturduğum halde belki, karşıdan iki üç ‎defa beni görmüş. Ancak şahıs ve hürriyetini hapishanede anlamış olduğum bu zât ‎eskiden beri hükûmet ‎hizmetinde ve sonra da dava vekili olduğundan benim gibi dünyadan tecerrüd ‎etmiş bir adamla elbette ‎mesleken ve meşreben münasebeti az bulunmakla beraber dokuz sene Barla’da ‎bulunduğum müddet en ‎ziyade bana karşı rakibane ve tarafgirane vaziyet alan onun kardeşi olan müftü ve oğlu Barla’da Baş Muallim Tevfik olduğundan bu zât benimle hususi bir fikir ve mesleğime taraftar ‎ve ‎naşir olmak değil, bilakis kardeşine ve biraderzadesine irtibatı münasebetiyle ve hükûmetin ‎işlerinde ‎bulunmak cihetiyle aleyhimde tarafgirane vaziyet almak iktiza ettiğinden iddianamede bunu en ‎mühim ‎gizli efkarıma bir vasıta göstermek suretiyle onuda buraya kadar sürükleyip getirmek elbette ‎tedkikatın ‎noksaniyetinden ileri gelse gerektir. Mesmuatıma göre bu zâtın harekat-ı milliye zamanında ‎hükûmet ‎lehinde çalıştığı ve müstakimane bir surette ehl-i garaza karşı sebat ettiğinden ve şahsi çok ‎düşmanlar ‎kazandığından bu defa ki, hem onun perişaniyetine, hem bizim zararımıza bunun şahsi ‎düşmanlarının çok ‎medhali olmuştur. Benim ile münasebeti olmasına rağmen hakkında daha tahakkuk ‎etmeyen bir suç ile ‎tevkifhanede sürüncemeye bırakılması adalete muvafık olamayacağından bir an evvel ‎men-i ‎muhakemesiyle çoluk ve çocuklarının başına gönderilmesi mahkemenin adaleti iktizasındandır.‎

Hem ‎ezcümle Milas’lı Şefik Isparta hapishanesinde iken bir münasebetle bir selâm almıştım, ben ‎de selâm ‎gönderdim. Sonra o zât memleketinin hapishanesine nakil edilmiş, benim‎ has kardeşlerimden Halil ‎İbrahim’e hemşehrilik münasebetiyle gıyabî benimle sırf uhrevî dostluk tesis ‎etmştir. Bu zât hapishanede ‎bulunduğu cihetle mahbusların lüzumsuz faydasız romanlar veya gazeteler ‎veya oyunlar ile meşgul olmalarına mukabil ‎Şefik faideli ve menfaatli ve zararsız okunacak ve mahpusları ‎da namaza ve hüsn-ü ahlaka sevk edecek ‎risaleleri diyaneti ve hüsn-ü ahlakı noktasında alırmış okurmuş. ‎Belki o zararsız faydalı risaleler içinde benim ‎de bir risalem eline geçmiş olabilir. Acaba böyle ciddi bir hüsn-‎ü ahlak sahibi dindar bir gencin benim ile bu ‎kadar cüz’i bir münasebetini a’zam edip en büyük bir vasıta-i ‎nâşir-i efkarım olduğunu ve bende hiçbir ‎cihetle bulunmayan ve bir emaresi görünmeyen gizli ‎entrikalarıma bir vasıta göstermek ve benim mevhum ‎cürmümden ona bir hisse vermeyi elbette ‎mahkemenin nazar-ı adaleti kabul etmez. Farzı muhal olarak ‎benim gizli entrikalarım bulunsa da bu zât ‎mahbus iken tek bir selâmımla nasıl o gizli fikrimi bilecek iştirak ‎edecek ve vasıta olacak. Böyle kıymettar ‎gençleri ehemmiyetsiz bahaneler ile çürütmeyi vicdan kabul etmez.‎

‎Hem ezcümle İnce Mehmed isminde Milas’lı bir zâtın benimle münasebeti Halil İbrahim’in güzel yazı ile ‎yazılan bir mektubunun kâtibi kim ise hattı hoşuma giderek gıyabî ona bir selâm göndermiştim. ‎Hattâ bu ‎tevkifhanede bir ay müddet gördüğüm halde kim olduğunu bilmedim. Münasebetimizde bu ‎kadar dostanede ‎bir selâmlaşmadık belki, bu zât Halil İbrahim’e mahsus risalelerimi görmüş olabilir. Bu ‎kadar az bir ‎münasebetle çoluk ve çocuklarını perişan etmek ve üç aydan beri tevkifhane de sürünmek ‎beni vicdanen ‎çok muazzeb ediyor. Benim yüzümden böyle bîçarelerin azab çekmesi bana çok ağır geliyor. ‎Mahkemenin ‎adaletinden isteriz ki, böyleleri bir an evvel men-i muhakeme ile perişaniyetlerine hâtime ‎verilsin.‎

Hem ‎ezcümle Zekai isminde Atabey’li genç bir zât benimle bir defa Barla’da görüştü. Hakikaten ‎gençlerin içinde ‎mümtaz bir zeka bir uluvv-ü himmet istidadında gördüm. Ben vicdanen onu ‎biraderzademe benzeterek ‎sevdim o da yanımdan gittikten sonra o şefkatime mukabil samimi dostluk ‎kalbinde beslemiş, sonra askere ‎gitmiş askerden geldikten sonra kendi ticaret ve işiyle meşgul olup ‎Ramazaniye Risalemi bir yerden elde ‎etmiş, okumuş, taharriyatda hükûmetin eline geçmiş. Acaba böyle ‎kıymettar bir genci samimi ve garazsız ‎uzaktan bir dostluğu ve Ramazaniye Risalesi gibi mübarek bir risalemin yanında bulunmasıyla üç ay ‎tevkifhanede benim yüzümden onu hırpalamak küçük dükkanında ‎pek cüz’i bir sermayedar kimse yanında ettiği ‎esnaflık ticaretini hasarete uğratmak elbette mahkemenin ‎nazar-ı adaleti hoş görmeyecektir. Bir an evvel bu ‎kıymettar genç me’yusiyetten kurtulmasını bekler, ben ‎de vicdan azabından kurtulmaklığım için böylelerin ‎benim yüzümden çekdikleri zararlardan kurtulmasını ve ‎telafisini Rahmet-i ‎İlahiye’den niyaz edip beklerim.‎

            Son Müdafaa

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Altmış küsur sahifeden ibaret olan ithamkârane kararnamedeki -oniki sahife- şahsıma ait kısmına ‎karşı müdafaamdır:‎

Kararnamede aleyhimizde zikredilen maddelere karşı, mahkemenin zabtına geçen müdafaatımda ‎kat’î cevabları vardır. Bu kararname namındaki asılsız ve vehimli ithamnameye karşı, ondokuz sahifeden ‎ibaret itiraznamemi ve yirmidokuz sahifeden ibaret son müdafaatımı ibraz ediyorum.‎ Bu iki müdafaa, sorgu hâkimlerinin kararnamelerinin bütün muahaze noktalarını ve esas ithamlarını kat’î ‎bir surette reddile çürütüyor, asılsız olduğunu gösteriyor. Yalnız burada, bu kararnamenin istinad ettiği ve ‎itham edenlerin nereden aldandıklarını, bu asılsız muahazeyi nereden iktibas ettiklerini gösterir “Beş ‎Umde” olarak söyleyeceğim.‎

Birincisi: Risale-i Nur’un yüzyirmi parçasından iki-üç-dört parçasında onbeş fıkrayı bahane tutup, ‎beni ve Risale-i Nur’u hükûmetin prensiplerine muhalif ve rejimine karşı muarız ve emniyet-i dâhiliyeyi ‎ihlâle teşebbüs ithamı ile gayet asılsız bir davaya elcevab:‎

Ben de derim: Acaba umum Avrupa’nın mal-ı müşterekesi olan medeniyet ve yalnız bu zaman ‎ilcaatına binaen Hükûmet-i Cumhuriyenin o medeniyetin bir kısım kanunlarını kabul etmesiyle, o ‎medeniyetin menfaatli değil, belki kusurlu kısmına, hakaik-i Kur’aniye hesabına olan müdafaat-ı ilmiyeme ‎hangi suretle “Hükûmetin prensibine ve hükûmetin rejimine muhalif ve hükûmetin inkılabı aleyhine ‎hareket” namı veriliyor? Acaba bu Hükûmet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu kısmının dava ‎vekilliğine tenezzül eder mi? O kusurlu medeniyetin İslâmiyete muhalif kanunları, eski zamandan beri hükûmetin hedefi midir? Hükûmete muarız vaziyet almak nerede; bu bir kısım kusurlu ‎medeniyet kanunlarına karşı hakaik-i Kur’aniyeyi ilmî bir surette müdafaa etmek nerede? Kur’an-ı ‎Hakîm’in âyât-ı kat’iyyesiyle, binüçyüz seneden beri, milyonlar tefsirlerinde ve halen kütübhanelerde dolu ‎tefsirlerde ‎لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ ۞ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ ۞ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ ۞ فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ‎ ilââhir gibi ‎âyetlerin hakaik-i kudsiyelerini Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzatına karşı otuz seneden beri ‎yazdığım müdafaat-ı ilmiyemi “Hükûmetin inkılabına, prensibine ve rejimine muhalif kasdı var.” diye beni ‎itham etmek, öyle bir zahir garaz ve öyle bir esassız vehimdir ki; buradaki mahkeme-i âdileye taalluk ‎etmeseydi, müdafaa ve cevab vermeyi lâyık görmezdim.‎

Hem acaba eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupa’nın dinsiz komiteleri hesabına ‎ve Rum, Ermeniler cem’iyeti vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilaf ve fesad tohumlarını saçan mülhidlere karşı ‎müdafaat-ı ilmiyem, hangi suretle hükûmet aleyhine alınıyor? Ve hangi sebeble hükûmete bir taarruz ‎manası veriliyor? Hangi insafla böyle dinsizliği hükûmete maledip menfi duygularla hükûmete maledip menfi duygularla hükûmete mübareze ediyor, diye ittiham ediliyor? Hükûmet-i ‎Cumhuriyenin kuvvetli esasları, böyle dinsizlerin aleyhinde olduğu halde; dinsizliği hükûmetin bazı ‎prensiplerine maledip, benim vatan ve millet ve hükûmet hesabına öyle müfsidlere karşı yirmi seneden ‎beri galibane müdafaat-ı ilmiyeme “Dini siyasete âlet ve hükûmet aleyhine teşvik” manasını vermek, hangi ‎insaf kabul eder ve hangi vicdan razı olur?‎

Evet değil bu mahkemeye, belki bütün dünyaya ilân ediyorum: Ben hakaik-i kudsiye-i imaniyeyi, ‎Avrupa feylesoflarına ve bilhâssa dinsiz feylesoflara ve bilhâssa siyaseti dinsizliğe âlet edenlere ve asayişi ‎manen ihlâl edenlere karşı müdafaa etmişim ve ediyorum.‎

Ben Hükûmet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmiş ve vatan ‎ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir Hükûmet-i İslâmiye biliyorum. ‎Kararname namındaki ithamnamede, vazifesini yapan müstantıklara değil, belki müstantıkların istinad ‎ettiği mülhid zalimlerin evham ve entrikalarına karşı derim:‎

Siz beni “Dini siyasete âlet etmek” ile itham ediyorsunuz. Ve o itham, zahir bir iftira olduğu ve esassız, çürük bulunduğunu yüz delil-i kat’î ile ‎isbat etmekle beraber; bu ağır iftiranıza mukabil, ben de sizi, siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorsunuz ‎diye itham ediyorum!‎

İkinci Umde: Nazar-ı tenkid ile bir cerbeze ile binler mehasin içinde nazarlarında hatiat tevehhüm ‎edilen onbeş yirmi nokta ile bütün o mehasini sed ettirecek ve hükümden iskat edecek ve yalnız o onbeş ‎yirmi nokta ona hedef-i maksud olduğunu ithamkârane ileri süren garazkâr muhbirlerin ve vehhamların ‎mahiyetini bu hikaye ile izah ediyorum. Bir zaman cerbezeli bir padişah, adalet niyetiyle çok zulüm ‎ediyormuş. Bir muhakkik âlim ona demiş: “Ey hâkim! Sen raiyetine adalet namıyla zulüm ediyorsun. Çünki ‎tenkidkârane cerbezeli nazarın, zamanen müteferrik kusuratı birden toplar; bir zamanda tasavvur edip, ‎sahibini şiddetli bir cezaya çarpıyorsun. Hem bir kavmin müteferrik efradından vücuda gelen kusuratı, o ‎tenkidkâr cerbezeli nazarında topluyorsun. Sonra o perde ile, o taifenin herbir ferdine karşı bir nefret, bir ‎hiddet size gelir; haksız olarak onlara vurursun. Evet senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde ‎boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları, bir günde birkaç kişi istimal etse, ‎hepsini de öldürebilir. İşte aynen bunun gibi; mehasinin ortalarında bulunmasıyla, arasıra vuku’ bulan ‎kusuratı setretmek lâzım gelirken; sen raiyetine karşı kusuratı izale eden mehasini düşünmeden, cerbezeli ‎nazarınla müteferrik kusuratı toplayıp, ağır ceza veriyorsun.” İşte o padişah, o muhakkik âlimin ikazatıyla, ‎adalet namına yaptığı zulümden kurtuldu.‎

İşte hariçten mülhem ve mülhid zalimlerin entrikalarına istinaden, Risale-i Nur hakkında misafir ‎müstantıkların verdikleri acib ve garib ithamkârane ve vehhamane kararları, aynı bu hikâyedeki tenkidkâr ‎cerbeze ile olduğu bununla anlaşılıyor ki: Risale-i Nur’un 120 küsur risalesi âdeta 120 bin zararsız haklı ‎kelimeler içinde on-onbeş-yirmi kelime sathî nazarlarına kusurlu görünmekle, hikâyedeki gibi o kusuru ‎toplayıp o adese ile koca Risale-i Nur’a bakıp itham ediyor. [4](Haşiye) Sonra benim de o risaleler vasıtasıyla‎ hükûmetin prensibine ve rejimine karşı kasdî bir taarruzda bulunduğumu tevehhüm ediyor. Acaba böyle ‎muazzam bir eserde, kararnamede tevehhüm ettikleri gibi, menfî duygularla hükûmetin prensibine karşı ‎taarruz olsa idi, elbette 120 küsur risalede binler medar-ı tenkid noktaları bulunacaktı. O vakit üç ayda üç ‎alâkadar dairede tedkikten sonra onbeş noktayı değil, belki üç günde üç bin medar-ı tenkid noktalar ‎bulunacaklar idi. Hem hükûmetin inkılabına karşı bir tecavüz hedefim olsa idi, on sene zarfında yalnız yirmi-‎otuz uzaktan uzağa âhiret kardeşi bulmak değil, belki benim gibi yüz derece haddinden fazla teveccüh-ü ‎âmmeye istemeyerek mazhar olan bir adamın yirmi bin, yüz bin şerikleri dostları bulunacaktı.‎

Şimdi ben de o kararları verenlere soruyorum: O kadar i’zam ederek ve büyüterek her yerde o ‎risalelerin neşrine çalışıyorlar diye on sahife değil, altmış sahife bir kararname yazıyorsunuz. Acaba otuz-kırk seneden beri ‎ilim ve fen âleminde bir cilve-i kaderiye ile haddimden yüz derece fazla te’lifat itibariyle nam alan ve yirmi ‎sene mütemadiyen te’lif ile vakti geçen bir adamın, bir amîk tedkikat ve taharriyat içinde kaç bin nüsha ‎kitabını buldunuz? En has kardeşlerimde hangi tenkidli kitabı buldunuz? Tenkid ettiğiniz risalelerden bir ‎nüshadan başka kaç risaleyi buldunuz? Bütün bu mevkufiyette benimle beraber otuz-kırk nüsha kitab ‎buldunuz. Bu nasıl neşriyat olur ki, herbirinde birer nüsha bile bulunmamıştır? Bütün itiraz ettiğiniz ‎maddeler pek safdil ve ısrarcı bir kardeşimiz olan Halil İbrahim’de bazılarından birer nüsha bulunmuş. ‎Onları da ben mecbur oldum, onun ısrar ve iştiyak ve safvetine karşı kendime ait olan bazı ve nim-mahrem ‎dediklerimi göndermiştim. Kaza-yı İlahî ile bütünü elinize geçti. Bunlardan başka hiçbir kimsede bulunmadı. ‎Demek kararnamede neşriyat yapıyor demeleri, bir evhamdan ibarettir. Eğer bu on sene zarfında neşriyat ‎yapsa idim, bulduğunuz bir nüshaya bedel lâakall yüz nüsha, hususan has kardeşlerimde bulunacaktı. 120 ‎adamın istintakında ancak otuz-kırk kitab bulunmuştur. Halbuki bîçare çok masum insanları, Said-i Kürdî’nin ‎âsârının neşriyatına vasıta olmuşlar bahanesiyle bu musibete sevk ile süründürdüler.‎

Üçüncü Umde: İttihamkârane mülhid zalimlerin isnadatına istinad eden kararnamede o kadar ‎manasız ve dikkatsiz hükmetmiş ki; görenlerin istiğrabını mûcib oluyor. Meselâ: Kararnamede sekiz-on ‎sene fasılalı te’lif ile istinsah tarihleri iltibas ettiriliyor. Geçen sene istinsah edilen ve on sene evvel te’lif ‎edilen risaleyi, geçen sene te’lif edilmiş gibi gösteriyor.‎

Hem bir hocanın, bir muallimin etrafındaki şakirdleri ve bir bakkalın samimi müşteri dostları ‎hükmünde olan ve nadiren görüşebildiğim ve bazılarını bir defa gördüğüm bazı dostlarım, bir cem’iyetin ‎faal azaları gibi neşriyata vasıta oluyorlar diye itham edilmişler. Acaba benim gibi bir adamın, on sene ‎zarfında on dostu bulunması ve o neşriyat dedikleri birer veyahud ikişer nüshadan başka bulunmamakla ‎beraber; bunlara Said’in vasıta-yı neşriyatı demek, ne kadar manasız olduğu bununla anlaşılır ki: Ben on ‎gün muhbirlerin dediği gibi niyet edip neşriyat yapsa idim, yüz adamı da bulup neşriyat yapabilirdim. O ‎vakit bu on senelik neşriyatta, her bir kitabdan elinize yüzer nüsha geçebilirdi. Halbuki bu kadar tahkikat-ı ‎amîkada Tesettür Risalesi’nden bir tek nüsha ile, naşir tevehhüm edilen on masum bîçareler bulunmuştur.‎

Hem İhtiyarlar Risalesi’nde Yedinci Rica’da Ankara’nın kal’asının başında beş nev’ ihtiyarlığın birden ‎bana görünmesi nazarımı bir defa gafletkârane mazi, hal ve müstakbele çevirmiş. Nazar-ı gafletle çok elîm ‎ve karanlıklı görünen altı cihetimi tenvir eden, ışıklandıran envâr-ı imaniyeyi izah ettiği ve o vakıayı oniki ‎sene evvel Ankara’da “Habab” isminde bir risalemde derc ve tab’ ettiğim ve üç defadır cevab verdiğim ‎halde el’an aleyhimde medar-ı tenkid olarak tekrar ediliyor. En garibi şudur ki; iki kelimesine bütün bütün ‎yanlış mana verilmiş. Demişim: “Ankara’da kendi nefsimde ihtiyarlıkların tahatturu ile en kara bir halet-i ‎ruhiye hissettim.” dediğim halde, o halet-i ruhiyemi Ankara’ya çevirmiş, aleyhimde istimal etmiş. Hem o ‎ricada demişim: “Hilafet saltanatının vefatı” yani millî saltanatının yerine ikamesi murad ettiğim halde, bir ‎‎“vav” ilâve ve bir “nun”u noksan edip, hilafet ve saltanatın vefatı diye tahrifle beraber manasını da tağyir ‎edip eski saltanatı tahassürle yâd ettiğimi, hatıra gelmeyen manayı aleyhimde istimal etmiş. [5](Haşiye) Bu ‎acib kararnameyi verenlerin hikâyesi buna benzer ki: Bir vakit zarif bir Bektaşi’ye demişler: Ne için namaz kılmıyorsun? Demiş: “Kur’anda ‎لاَ‎‎‏ تَقْرَبُوا‎‎‏ الصَّلاَةَ‎ var.” “‎وَاَنْتُمْ‎‎‏ سُكَارَا‎ yı ‎da oku.” demişler. O demiş: “Ben hâfız değilim.” İşte Yedinci Rica’da gayet parlak ve tesirli ve her aklı ‎düşündürecek bir hakikat-ı imaniyeyi, karar verenler parçalamışlar. O bektaşi gibi nazar-ı gafletle karanlık ‎görünen o noktayı güya nesl-i âtiyi karanlıkta gördüğümü diye aleyhime çevirmişler. Arkasındaki envâr-ı ‎imaniyenin altı cihette gördüğü nuranî hizmete göz kapıyorlar. Nümune olarak bu ricanın mahkemede ‎okunmasını taleb ederim, tâ anlaşılsın. Dikkatsizlik ve cerbeze ile lehimde olanı aleyhime çevirdikleri ‎görülsün.‎

Dördüncü Umde: Bura yüksek mahkemesinin âdilane ve hakikatperest vicdanlarından ihkak-ı hak edileceğine ümidimiz kavî olmakla beraber, hariçten ilham alan ve Isparta ve daha başka bir yerdeki ‎evhamın tesiratı hükmü altından kurtulmayan misafir sorgu hâkimlerinin kararında, yirmi vecihle müdafaa ‎ettiğim medar-ı ittiham bazı noktaları yine ileri sürmeleri bana bir meyusiyet vermekle beraber, şöyle bir ‎fikir veriyor.‎

Gizli bir kuvvet, bil’iltizam beni mahkûm etmek istiyor. Ve her bahaneyi bulup, bin dereden su ‎getirmek gibi her bir çareye müracaat edip, kurdun keçiye bahanesinden daha garib bahanelerle beni ‎itham altına almak ve mahkûm ettirilmek istenildiğimi hissediyorum. Meselâ, üç aydır bu kelimeyi tekrar ‎ediyorlar: “Said-i Kürdî, dinî‎ siyasete âlet ediyor!” Ben de bütün mukaddesata yemin ediyorum ki: Bin ‎siyasetim olsa, hakaik-i imaniyeye feda ediyorum. Ben,nasıl hakaik-i imaniyeyi dünya siyasetine âlet ‎edebilirim? Ben yüz yerde bu ithamı çürüttüğüm halde, yine manasız nakarat gibi tekrar edip ileri ‎sürüyorlar. Demek bil’iltizam ve herhalde beni mes’ul etmek arzusunda bulunuyorlar. Ben de, ‎aleyhimizdeki mülhid zalimleri, siyaseti dinsizliğe âlet etmeleri ile itham ediyorum. Ve onların medar-ı ‎ittihamı olan bu müdhiş manayı bildirmemek için, bana isnad ettikleri “Said, dinî‎ siyasete âlet ediyor.”‎ cümlesiyle setre çalışıyorlar. Madem öyledir, her halde beni mahkûm etmek istiyorlar. Ben de ehl-i ‎dünyaya derim: Bu ihtiyarlıktaki bir-iki senelik ömür için, lüzumsuz tezellüle tenezzül etmem.‎

‎………‎

Beşinci Umde: “Dört Nokta”dır.‎

Birinci Nokta: Kararnamede, kelimeler üzerinde oynanılıyor. Bir kelimenin, kasdî olmadığı halde, bir ‎manasında ta’riz çıkarıyorlar. Halbuki Risale-i Nur’da hedef bütün bütün ayrı olduğundan, kelimatındaki ‎kasda makrun olmayan ta’rizler değil, belki tasrihler de bulunsa şâyan-ı afv u müsamahadır. Bu noktayı izah ‎eden bu misal mikyastır. Meselâ: Ben bir maksadımı hedef ederek yoluma koşup gidiyorum. İhtiyarsız, ‎yolumda koşarken büyük bir adama çarpıp, o adam yere düşse… Desem: “Efendim, affet! Ben maksadıma ‎gidiyordum, bilmeyerek çarpıldım.” Elbette affeder ve gücenmez. Eğer kasdî olarak bir parmağı o adama ‎taciz suretinde kulağına iliştirsem, hakaret telakki edecek ve benden gücenecek.‎

İşte madem hükûmetin tahkikat-ı amîkasıyla ve 120 küsur risalenin bir-iki memurun zulmüne karşı ‎şekva suretinde olan ve intişar edilmeyen bir-iki tanesi müstesna, mütebâkisinin hedefi iman ve âhiret ‎olduğundan harekât-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın siyasetine de çarpsa ve şiddetli kelimat da bulunsa şâyan-ı afv ve müsamahadır. Risaleler lisan-ı ‎hal ile “Afv ediniz. Maksadımız size ilişmek değildir, hedefimizde yürüyoruz.” diyorlar. Eğer risalelerin ‎ekseriyet-i mutlakasının hedefi siyaset ve hayat-ı dünyeviye olsa idi; o vakit kararnamede olduğu gibi, her ‎kelime üzerinde oynayıp bu kelimede ta’riz var veyahud menfî duygular var veyahud rejime muhaliftir ‎denilebilirdi.‎

İkinci Nokta: Düşman bir ecnebinin müdhiş bir adamı bir memlekete gelse, onunla temas eden ve ‎dost olan adamlar muahaze edilmediği halde; benim gibi bu vatanın evlâdı ve bu milletin masum bir ferdi ‎olan bir adamın, onunla temas eden veyahud bir dostluk gösteren her bir masum dosta bir kulp takmak ve ‎müttehem vaziyetini vermek, hangi maslahata istinad ettiğini, hangi fikir ile olduğunu hakikaten ‎bilmiyoruz, mütehayyiriz. Eğer farz-ı muhal olarak bu derece vücudum vatana ve millete zarardır ve ‎benimle temas eden ve dost olan müttehemdir. Size ilân ediyorum: Meb’usandan, vükeladan belki ‎binlerce maruf adamlarınız benimle dostturlar. Acaba bu zâtları dostluk yüzünden hapse sevk edecek bir ‎kanun var mı? Bana temas edip dostluğumla ittiham altına alınanlardan daha ziyade dost ve münasebetdar hükûmet-i cumhuriyenin en sâdık memurları, meb’usları ‎ve vükelasındandır.‎

Üçüncü Nokta: Mektublar ahbab mabeyninde muhabbetname nev’inden taltifkârane, mübalağalı ‎olduğundan; bazan bir adam çoban bir dostuna bir paşaya sarfedilecek lakırdıları sarfeder. Bazan bir âdi ‎adam çok sevdiği bir dostuna kıymetinden yüz derece fazla paye verir. Cesurca bir kardeşine Rüstemane ‎bir kahramanlık verir. Madem ahbab ortasında mektublar böyle mübalağalı ve taltif için hakikattan fazla ‎hayal karışır. Benim de bu on sene zarfında kendim yazmadığım fakat mealini söylediğim mektubların bazı ‎tabiratları, kâtibin mübalağakârane hissiyatının tesiriyle hilaf-ı vaki’ manaları ifade eder. Biz en ince nazik ‎muamelata dair şifreli mizanlı mektub yazmamışız ki, mektubun her bir kelimesi ince elekle ve mizan ile ‎tartılsın.‎

Meselâ: Halil İbrahim’in iştiyak ve ısrarına karşı bir taltif ve durutmak için demiştim: “Halil İbrahim’e ‎yazınız ki; sen istediğin gibi risaleleri çoklar istiyorlar. Birinci tebyizi tercihen size gönderildi.” Bu mektubdan ‎murad, sen bizden risaleleri isteme. Senin gibi çoklar ister, fakat ben yazdıramıyorum ve veremiyorum. Çünki kimsem yoktur. Birinci tebyiz yani kendime aid olan bir tek ‎nüshayı size gönderdim.‎

Hem mahkemece çok medar-ı bahs olmuş bir kutu derununda birkaç risale ve bir mikdar da zerdali ‎kurusu ona gönderilmişti. O da kimseye vermemiş. Eğer verse idi gerek taharriyatta ve gerekse ifadelerine ‎müracaat edilen Milas’lı adamların ifadelerinde tezahür edecekti. Demek kendime mahsus risalelerimi ona ‎gönderdim. O da kimseye vermemiş. Muhafaza etmiş ve elinize geçmiştir. İşte ne bende ve ne başka ‎dostlarımda o kitabların bulunmadığı delildir ki; ne ben neşre çalışıyorum ve ne de Halil İbrahim çalışmıştır.‎

İşte sair mektublar da buna kıyas edilsin ki; bazı mektublarda neşre aid ibareler, Risale-i Nur’un ‎kendi kendine intişarını alkışlamaktan başka bir şey değildir. Sorgu hâkimlerinin ellerinde kırk-elli kitabım ‎bulunduğu halde yalnız üç-dört risalenin bazı kelimelerine ilişmek suretiyle ve bahsettikleri ve büyük ve ‎mühim sair risalelerden bahsetmemeleri gösteriyor ki; nazarlarında zararlı görülen üç-dört risalelerden ‎başka Risale-i Nur’un eczaları zararsızdırlar. Madem ki öyledirler, bazı mektublarda “yazınız” ve “yazdırdık” tabiratı, ‎mahkemece zararsız görülen risalelere aiddir.‎

Hem kararnamede nasıl kelimeler ve mektubların mübalağaları üstünde oynamışlar ve manalar ‎çıkarmışlar. Öyle de: Sathî bir tedkikat ile pek yanlış hükümleri var. Meselâ: Hüsrev’in evinde üç Mu’cizat-ı ‎Ahmediye (A.S.M.) bulunmuş. Bunu dokuz risale yani müteaddid risaleler bulunduğunu göstermekle, ‎teksirine çalışmak ile ittiham ediliyor. Halbuki onlar dokuz risale değil, üç risaledir. Her birinin üç parçası ‎birbirine dikilmemiş. Zabıta tarafından Mu’cizat-ı Ahmediye’den (A.S.M.) hususi nüsham müsadere ‎edildikten sonra Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) bir aynını kendim için rica ile Hüsrev’e bir nüshasını ‎yazdırmak üzere başka bir kardeşimden Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kerametli bir nüshasını ‎emaneten aldım, Hüsrev’e verdim. Bîçare Hüsrev’in de o kitabdan bir nüshası vardı, mukabele etmek ‎üzere onu birleştirmiş. Taharri esnasında üçü birden alınmıştır.‎

Hem karar verenlerin sathî tedkikatına bir delil de şudur ki: Yirmi senelik risalelerimin bir kısmının ‎fihristesi olan Onbeşinci Lem’a’nın her bir parçasını birer risale zannedip,‎ o fihristede bahsedilen bazı mes’elelerle muahazeye kalkışmışlar. Hiç fihriste ile muahaze edilir mi? Ve ‎onların her bir parçasına birer risale nazarıyla bakılır mı? Hem Barla’dan müfarakatımdan bir sene sonra, ‎odamın bir köşesinde imzasız pek eski bir mektub bulunmuş. O mektubu benden sordular. İmzasız belki ‎yedi-sekiz sene evvel birisi tarafından gelmiş veyahud birisi tarafından oraya sokulmuş. Arabî kelimatın ‎Türkçeden kaldırılmasına dair birisi fikrini yazmış. Bunu medar-ı muahaze ediyorlar. Mektub benim değil. ‎İmzası yok. Bir seneden beri terkettiğim bir odada gayet eski bir tarzda ve o mektuba ehemmiyet verildiği ‎ve cevab yazıldığına dair bir emare görülmediği halde, medar-ı ittiham tutulmuş. Daha kararnamedeki sair ‎noktaları bunlara kıyas edilsin.‎

Misafir sorgu hâkimleri gücenmesinler. Bütün kuvvetimle onların bana isnad ettikleri, ifsad ve halkı ‎idlâl ve menfî duyguları, siyasetçiliği reddediyorum. Ve onların vazifesine ve şahıslarına ilişmiyorum. Fakat ‎tahkikatlarında istinad ettikleri esasat, garazkâr muhbirlerin evhamlarıdır. O misafir sorgu hâkimlerinin ‎benim bu şiddetli ifademden gücenmeye hakları yoktur. Çünki onlar bizim hayat ve memat mes’elemizde dikkatsizlikleri ile bize ilişiyorlar. Ve kelimeler üzerinde hayatımızla oynuyorlar. Biz ‎gücenmedik. Yalnız hakkımızı müdafaa ediyoruz. Ben şiddetimle onların efkârlarını tezyif etmiyorum, belki ‎evhamlarını izale ediyorum. Ve aldandınız diye bir parça enaniyetlerine ilişiyorum. Bundan gücenmeye ‎hakları yoktur. Yüksek mahkeme ise; elbette bana ve sorgu hâkimlerine yüksek makamda âdilane bakar.‎

Dördüncü Nokta: Kararname haksız ve dikkatsiz olduğundandır ki; harb-i umumî gibi bir musibet-i ‎azîmeyi ve memleketimizde vilayat-ı şarkiyenin Ermeni komitesi yüzünden katl-i âmlara ve vilayat-ı garbiye ‎ahalisinin çokları Yunanlılar tarafından Rumlar eliyle katllerine sebebiyet veren ve fitne-i âhirzamanı ‎andıran çok fitnelere mazhar olan bu asra yüzbin defa “Yaşasın Cehennem” dediği ve Rum ve Ermeni ‎komitelerinin münafık gaddarlarını bize musallat eden Avrupa’nın insaniyetperverliğini iddia eden ‎zalimlerin kulaklarını çınlatan üç-dört sahifelik bir eserime işaret eden fihristenin aleyhime medar-ı ‎mes’uliyet edilmesidir.‎

Acaba bu sorgu hâkimleri bu asrın bütün seyyiatını unutmuşlar mı ki; benim gibi çok cihetler ile bu ‎asrın darbesini yiyen bir adamın şekvasını böyle mûcib-i mes’uliyet telakki ediyorlar? Hem kararnamede itiraznameme itiraz ‎yolunda denilmiş: “Diyanet Riyaseti’ne eserlerini göndermesine bedel Halil İbrahim’e göndermiştir.”‎

Acaba on sene zulmen ihtilattan, muhabereden men’edilmiş ve tarassud altında daima iz’ac edilen ‎ve kardeşine dört senede ancak bir mektub yazan bir adam, kim ile ve hangi vasıta ile kıymetdar eserlerini ‎ziya’a uğratmamak şartıyla Ankara’ya gönderip sözünü dinlettirsin, neşredebilsin? Has ve mahrem bir ‎dostuna kendine mahsus birkaç risaleyi göndermek ile itiraznameye itiraz ediyor. Hem onbeş sene tedris ‎ile vaktimi geçirdiğim Van’da yalnız bir adama, dünyaya hiçbir alâkası olmayan bir-iki risale-i imaniyeyi bir ‎yâdigar olarak göndermemle, kararnamede “Neşriyat yapıyor, menfî duygularla sır adamları vasıtasıyla ‎hissiyat-ı diniyeyi tahrik ediyor.” diye pek haklı olan men’-i muhakeme taleblerimizi bu bahaneler ile ‎reddedip lüzum-u muhakememize karar veriyor.‎

Hem en garibi budur ki: İki-üç risaleme mahrem dediğimin sebebini izah ederken demişim ki: Bu ‎mahremlerden bir-ikisi ahval-i ruhiyeme ve ihlasa ait olduğundan, başkalara göstermek riya ve gurura medar olacağından, mahremdir demişim. Bir-iki risale de, bana zulmeden birkaç ‎memurlara karşı bir şekva olmak ve eskiden Avrupa’ya karşı yazdığım cevabları bu zamanda sû’-i ‎tefehhüme uğratmamak ve yanlış mana verilmemek ve hakkımda bahane arayanların ellerine geçmemek ‎için mahrem deyip neşretmemişim. Benim bu izahımı kararnamede “Kendisi de bir-iki eserine mahrem ‎demekle muzır olduğunu itiraf ediyor.” diye gayet tuhaf bir tevil ile beni ittiham altına almışlar. İşte bu ‎hale karşı ‎لِكُلِّ مُصِيبَةٍ اِنَّا لِلّهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ‎ demekten başka çare kalmamıştır.‎

            İtizar

(Üç gün müddetle tebliğ edilen iddianameye karşı itirazname yazmak)

Birinci günü geç geldiği için, akşama kadar ancak okundu. İkinci gün, kısm-ı a’zamı tercüme edildi. Ancak beş-altı saat fırsat bulup, acele bu uzun itiraznameyi yazdım. Evvelki müdafaatımda dediğim gibi: Kanunları, hususan şimdiki resmî işleri bilmediğimden; çoktan beri ihtilattan memnu’ olduğumdan ve dört-beş saatta yazılan uzun itirazname, elbette çok müşevveş ve noksan olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmanızı temenni eder ve kusurlarımı acelelikle ve kanunları bilmediğime hamledip tenkid etmemenizi insafınızdan beklerim.

Garib ve bana pek çok ağır gelen ve üç günde bir bardak ayran ve bir bardak sütten başka birşey yedirmeyen grip hastalığının üçüncü gününde, füc’eten hatırıma ihtar edildi. Ben de o hatırayı, teberrük için, mahkemedeki müdafaamın bir mukaddemesi olarak yazdım. Şiddet ve kusuru varsa, hastalığıma aittir. Evet yüz adamın müdafaa edeceği bir hakikatı, yalnız başıma müdafaaya mecbur olduğumdan; teab-ı dimağî ve perişaniyete ve daha çok müz’iç ahval içinde hakikatı doğru olarak, olduğu gibi, bu kadar beyan edebildim.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

            (Son müdafaata sonradan bir hikmete binaen ilhak edilmiş bir mukaddemedir.)

Müdafaatımın bütün safahatında gizli ve müdhiş bir komiteye karşı mübareze vaziyetini gösteren tarz-ı ifademdeki maksadım şudur:

Nasılki Hükûmet-i Cumhuriye “Dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi; dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin îcabatındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen Hükûmet-i Cumhuriyenin, dinsizliğe tarafdar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfî komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum. O komitelerden, tesadüfle hükûmetin memuriyetine girenler, ciddî dindarlara takmak için iki kulp elinde tutmuş, garaz ettikleri dindarlara takıyorlar ve hükûmeti iğfale çalışıyorlar. O iki kulpun birisi: O mülhidlerin dinsizliğine temayül göstermemek manasıyla “irtica” kulpunu takıyor. Diğeri: Hâşâ ve hâşâ dinsizliği, bu Hükûmet-i İslâmiyenin ayn-ı siyaseti telakki etmediğimiz manasında “Dini siyasete âlet etmek” kulpu ile lekelemek istiyorlar. [6](Haşiye)

Evet Hükûmet-i Cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır efkârlarını elbette terviç etmez ve tarafdar olamaz. Men’etmek, Cumhuriyet kanunlarının muktezasıdır. Ve öyle müfsidlere tarafdarlık ile, Cumhuriyetin esaslı prensiplerine zıddı zıddına gidemez. Hükûmet-i Cumhuriye, bizim ile o müfsidler mabeyninde hakem hükmünü alsın. Hangimiz zalim ise ve tecavüz ediyorsa; o vakit hakem hükmünü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü icra etsin.

Evet inkâr edilmez ki; kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes’elemizin künhüne vâkıf olan herkes, bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın garbda ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i Enbiyanın şarkta ve Asya’da tulû’ları kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya’da hâkim, galib, din cereyanıdır. Elbette Asya’nın ileri kumandanı olan bu Hükûmet-i Cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hâsiyetinden ve madeninden istifade edecek ve bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.

İkinci Madde: Risale-i Nur’un eczalarında mevadd-ı kanuniyeye muarız mes’eleler bulunmuş ortaya konulabilir. Bu cihet mahkemeye aittir. Fakat Risale-i Nur, kendi başıyla yüz manevî keşfiyatı hâvi bir eserdir. Bu keşfiyatın bir tekini bile, keşşafın hakk-ı keşfini sıyanet etmekle, ziyaa uğratmamak lâzım gelir. Keşfiyatın ehemmiyeti, ehl-i hakikat ve ehl-i ilim ve edibler ortasında gayet büyüktür ve ehemmiyeti var.

Bir kimse, diğerinin keşfiyatını temellük edemez. Eğer etse onun aleyhine ikame-i dava etmek, bütün memleketlerde cari olan bir kanundur. İleride hükûmetin müsaadesini istihsal suretiyle neşretmek istediğim ve yirmi-otuz seneden beri keşif ve te’lifine çalıştığım ve elli seneden beri devam eden tedkikat ve mücahedat-ı fikriye ve muhtelif menba’lardaki taharriyat ve mesaîmin neticesi ve semeresi olarak yazdığım ve manevî yüz keşfiyatı gösteren ve binlerce hakikatı hâvi yüzden ziyade risaleden ibaret olan Risale-i Nur’un te’lifinden sonra neşredilen bazı kanunlara uygun gelmeyen onbeş noktasını ortaya atarak müttehem bir vaziyete koymak, bu hakikatların ve benim onlara taalluk eden hukuklarımın ziya’ını mûcib olmakla beraber, diğerin intihal ve sirkatine ve temellük ve kendine maletmesine zemin ihzar ettiğinden; bu babda, evvel emirde ve her şeyden ziyade hakikat âliye namına ve hukuk hesabına hakkımın muhafazası, âdil mahkemenizin nazara alacağı ilk cihettir. Ve bir cürüm âleti olmak tevehhümüyle müsadere edilen risalelerimin tazammun ettiği hakaik, ehl-i fen ve felsefeye ve akademi muhakkiklerine karşı isbatıma medar olmak üzere elimde bulunması lâzım geleceğinden; bu keşfiyat ve münazarat-ı ilmiye üzerinde hazırlığımı tesbit etmek için tarafıma iadesini isterim. Beni mahkûm etseniz de, onlar mahkûm olamaz ve hapiste dahi benim arkadaşım olmalıdırlar. Mahkemelerin ihkak-ı hak cihetindeki haysiyetine, şerefine mühim bir nakîse belki zıd olan garazkârların telkinatına tebaiyete, elbette mahkeme-i adalet tenezzül etmeyecek ve garazkârların entrikalarını akîm bırakacaktır. Ve adaletten ve ihkak-ı haktan daha büyük bir makam vazife cihetinde tanımayan mahkemenin, her türlü tesirattan âzade olarak vazifesini yapacağı, esas adaletin muktezası olduğuna istinaden; şahsım namına değil, belki çok hakikatların ve birçok masum hukukların kendine bağlı olduğu bir hakikat-ı âliye namına, hakkındaki asılsız evhamlarını bir an evvel Risale-i Nur’un hürriyetini ilân etmekle ref’etmektir.

Üçüncü Madde: Bize isnad edilen mevhum suç ise; umumî bir tabir ile ve kuyud-u ihtiraziye nazara alınmayarak, Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesi, yalnız zahirine ve umumiyetine temas ettirip, mahkûmiyetim istilzam edilmek istenildiği anlaşılıyor. Bize isnad edilen birkaç maddenin kat’î ve hakikî cevabları, zabtınıza geçen müdafaatımda bulunmakla beraber; on veya onbeş nokta yüzünden, manevî yüz keşfiyatı hâvi, yüzler hakikat-ı mühimmeyi câmi’ yüzden ziyade cüzden ibaret olan Risale-i Nur, mükâfat ve takdir yerine mücazat ve tenkid ile karşılanmıştır. Mahkemenizden bu hakkımı ve Risale-i Nur’un hürriyet hakkını istemek, büyük bir hakkımdır. Bu cihetin halli ve faslı lâbüd ve zarurîdir.

Dördüncü Madde: Şimdiye kadar bana hücum eden ve hükûmeti aleyhimize çeviren kimselerin garazkâr oldukları ve sırf garaz ile iliştikleri bununla anlaşılıyor ki, bizi vurmak için her kapıya başvurdular. Evvelâ, “Tarîkatçılık” -birşey bulamadılar-, sonra “Cem’iyetçilik”, sonra “Siyasetçilik ve inkılaba muhalif hareket ve muhalif komitecilik ve izinsiz neşriyatçılık” gibi çok cihetlerle itham etmek ve bizi vurmak için çalıştıkları halde; bunların hiçbirinde tutunacak bir emare bulamadıklarından, en nihayet bir madde-i kanuniyenin, kuyud-u ihtiraziyeyi nazara almayarak, zahirî umumiyetinden istifade edip, hiçbir zîakıl kabul etmeyecek ve onlara hak vermeyecek bir nokta ile bizi itham ve mahkûm etmek istiyorlar. Evet bahsedeceğimiz noktayı, dünyada hiçbir zîakıl hakikat olarak kabul etmez ve zerre mikdarı insafı olan, “İftiradır” diyecek. O nokta şudur:

“Said-i Kürdî dinî‎ siyasete âlet ediyor.” tabiridir. Bu tabirdeki ithamı çürütecek onbeş-yirmi delilden ziyade ve beş-on kadarı müdafaatımda zabtınıza geçirilenlerden birisi şudur ki:

Yüzler şahidin şehadetiyle isbat etmeye hazır olduğum şu beyan edeceğim halim, o ithamı esasıyla çürütüyor. Şöyle ki:

Dokuz sene oturduğum Barla Köyü halkının müşahedesiyle ve dokuz ay ikamet ettiğim Isparta’daki dostlarımın şehadetleriyle ve beni yakından tanıyan dostlarımın işhadıyla; onüç senedir ki, siyaset lisanı olan hiçbir gazeteyi, ne okudum ve ne de dinledim ve ne de istedim. Hattâ birkaç hâdisede, şahsımla alâkadar zannedilen ve herkesi meraka sevkeden vakıalardan bahseden gazeteleri okumak arzusu bulunmadı ve okumadım ve okutmam.

Onbeş maddeden başka bütün mesaili, âhiretime ve imanıma ve hakikata müteveccih olduğu hükûmetin tedkikat-ı amîkasıyla tezahür eden Risale-i Nur ile, Said dinî‎ siyasete âlet ediyor; yani kâinatta yüksek ve mukaddes tanıdığı bir hakikat-ı kudsiye olan din-i hakkı ve iman-ı tahkikîyi siyasete, yani ihtilâlkârane, en tehlikeli ve en günahlı ve çok hukukun ziyaına sebebiyet veren akîm, süflî bir maksada âlet etmiş denilir mi? Böyle diyenler, ne kadar daire-i akıl ve insaf ve vicdandan uzak düştükleri ve uzak hükmettikleri anlaşılmaz mı? Elbette mahkeme-i adalet, böyle asılsız bu evham ve isnadatları def’edip, hakkımızda ihkak-ı hak edecektir.

Gerçi kanunları bilmemek eksere göre bir mazeret teşkil etmez. Fakat haksız olarak, hücra bir köyde, tarassud altında, yabancı bir yerde, şiddetle dünyadan küstürüp, nefiy ile ikamet ettirip, mütemadiyen tarassud ile taciz edilen bir adamın kanunları bilmemesi; elbette ehl-i insafın nazarında bir özür teşkil eder.

İşte ben o adamım. Ve beni yanlış bir vehim ile muahaze ettikleri mevadd-ı kanuniyenin hiçbirini bilmezdim. Hattâ yeni hurufla imzamı atamazdım. Bazan hizmetçimden başka, on günde bir adam ile görüşmedim. Herkes bana muavenetten kaçar. Avukat tutmaya iktidarım yok. Bütün hayatımda “En menfaatli ve en iyi hile, hilesizlik olduğu” düstur olduğundan, bütün müdafaatımda hak ve hakikat ve sıdk ve doğruluk esasını takib ettim. Bu hakikata binaen, müdafaatımda veyahut bazan nadiren bir-iki risalelerimde, zaman-ı hazırın kanunlarına ve resmî merasimlerine tevafuk etmeyen ifadatıma nazar-ı müsamaha ile bakmak adaletin mukteziyat ve îcabatındandır. Benim müdafaatımda mücmel kalan noktalar, iddianameye karşı yazdığım itiraznamemde vardır ve itiraznamemde mücmel kalan noktaların, müdafaatımda izahatı vardır; birbirini tekmil eder. 163’üncü madde-i kanuniyenin tazammun ettiği mana, kuyud-u ihtiraziye ile beraber ve vâzı-ı kanunun irade ettiği maksad, asayişin ihlâline medar olmamak olduğuna binaen; ihlâl-i asayişe işaret ve delalet edecek hiçbir emare ve tereşşuhat, benim ve risalelerim yüzünde görülmediği ve zabtınıza geçen müdafaatımda yirmi defa kat’î bir surette bu kanunun mes’elemizle alâkası olmadığını ve kat’iyyen cezayı müstelzim bir cihet bulunmadığını isbat ettiğim halde; her nasılsa bidayetteki evhamın tesiratıyla, o madde-i kanuniye ile bizi muahaze etmek için mezkûr maddeyi ileri sürmek hiçbir vecihle şan-ı adalete yakışmayacağından, beraetimi taleb eyleyerek, en son sözüm:

حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

            Eskişehir Ağırceza Yüksek Mahkemesinin Riyasetine

İddia makamının son iddiasına karşı kısa ve mütemmim cevabî son müdafaatımın lâhikasıdır. Makam-ı iddiada muhterem müddeiumumînin tecziyeme medar olmak için beyan ettiği esbabın cevabları son müdafaatımda vardır. Bu son iddiada iki nokta o derece i’zam edilmiş ki, nazar-ı adaleti şaşırtacak bir surette büyütülmüştür.

Birinci Nokta: Makam-ı iddia diyor ki: “Isparta, Eğirdir, Barla, Aydın, Antalya, Milas ve Van” gibi yerler daire-i teşvikatına dâhil olmuş. Halbuki sair 97 masumun tahliyesiyle tebeyyün ediyor ki; Antalya namını verdiği, kısacık ve imanî birtek risaleyi okuyan ihtiyar bir tek aşçı ve Eğirdir namını verdiği, iki hadîs-i şerifin bir nüktesini beyan eden küçük bir mektub onda bulunduğu ve muhatabı da kendisi olmadığı anlaşılan ve beraeti makam-ı iddiada taleb edilen bir hâfız ve biri de birisine meslek dolayısıyla âdi bir kısa mektubla imanî bir risaleyi yazan bir zâttır. Ve koca Aydın namı verdiği, postadan almadığı bir kutuya dair âdi bir mektub evinde bulunan 70 yaşında ateh getirmiş bir ihtiyar; Milas namı verdiği, mütalaa merakına mübtela ve ısrarıyla okumak için benden istediği birkaç risale evinde bulunan bir tek bîçare adamla, ona bir tek mektub tesvid eden ve hiç bir şeyde alâkası olmayan kahveci bir adam ve Van namı verdiği, onbeş sene evvel tab’ edilen bir risalem evinde bulunan bir adamdır. Ve dokuz sene oturduğum Barla namı verdiği, birkaç paraya mukabil dokuz sene evvel İstanbul’da tab’ edilen Onuncu Söz gibi sırf imanî küçücük birkaç risaleyi yazan fakir ve muhacir ve çok ihtiyatkâr bir zavallı adam ve Isparta namı verdiği, yalnız imanî ve mahkemece tenkid edilmeyen bir-iki risalemi okuyup kendilerine yazmaları sebebiyle benim ile cüz’î alâkaları bulunan yedi kadar masum bîçarelerdir.

Ve hakezâ işte hakkımda nasıl habbenin kubbe yapıldığını buna kıyas edilsin. Mahkemenizde görülen ve benim ile alâkaları pek az olduğu anlaşılan bu birkaç adamın namını beş-altı şehr-i azîme verip, o şehirleri dahi daire-i teşvikata dâhil olduklarını göstermek, makam-ı iddianın istinad ettiği sorgu hâkimlerinin tahkikatı, onların da sathî tahkikatı mülhid zalimlerin evhamlarına istinad ettikleri için, bîçare Aşçı Hüseyin koca Antalya şehri hükmünde tutup, 70 yaşında ateh getirmiş bir ihtiyarı koca Aydın vilayeti gösterilerek bir daire-i teşvika manası verilmiş ve hâkeza diğerleri bunlara kıyasen büyütülmüştür.

İkinci Nokta: Makam-ı iddiada tecziyeme medar gösterdiği yedi sekiz Lem’a olup, her bir Lem’a lâakall 1000 kelimeden ibaret iken, bir-iki kelimenin zahirî nazarlarında tenkide lâyık görülmekle güya bütün o Lem’alar medar-ı tenkiddir diye tecziyeme sebeb gösteriliyor. Tenkid edilen on-onbeş kelime yerine on-onbeş kitabı gösteriyor. Bu ise bir habbeyi on kubbe yapmaktır. Tecziye ise, hassas bir mizanda hata ile ceza tartılır. Böyle ifratkârane ithamlara, maneviyatın mizanı olan adaletin ilâçları nevinde olan cezaları o mübalağalı ittihamlara göre verilmez.

Hem kitabların fihristesi olan Onbeşinci Lem’ada hiç mevcud olmayan bazı risalelerin mevzuundan bahsettiğinden, o mücmel mevzuatı koca bir risale ve tafsilli cevab yerinde olarak gösterilmiştir. Halbuki fihriste ile hiçbir cihetle muahaze olamaz. Hem fihriste ne dediğimi beyan etmiyor. Yalnız cevab verdiğime işaret ediyor. Cevabım nedir ve nerededir? Mahiyeti anlaşıldıktan sonra tecziyeme bir medar gösterilebilir. Bu yüksek mahkeme-i âdilenin adaletinden ve heyetinde hakperestane vicdanlarından kuvvetle ümid ediyorum ki, tecziyemle bu zamanda beni inkâr-ı adalete sevk etmeyecektir. Beraetime ve Risale-i Nur’un hürriyetine karar verilmesine inayet-i İlahiye bu yüksek mahkeme-i âdileyi muvaffak eylesin.

Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla Temyiz Mahkemesi Birinci Ceza Riyasetine

Temyiz eden Eskişehir Hapishanesinde mevkuf Bitlis’li Mirza oğlu Said-ün Nursî, diğer taraf hukuk-u âmme

Temyiz olunan hüküm ve karar: Dinî hissiyatı âlet ederek devletin dâhilî emniyetini ihlâle teşebbüs suçundan dolayı, Türk Ceza Kanununun 163. maddesi mûcibince, bir sene müddetle ağır hapis cezası ile mahkûmiyetime dair Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 19/8/1935 tarihli hüküm ve karardır.

Temyizin sebebi: Sâdır olan işbu hüküm ve karar usûl ve kanununa mugayir ve sübut-u delil ve sebeblerinden âri ve isnad olunan suçun anasır-ı cürmiye erkânını gayr-ı câmi’ bulunmakla beraber; inde-l muhakeme mesbuk müdafaatım tamamen delilsiz olarak redd ve hukukum tamamen ihlâl edilmiş olması hasebiyle, ruh-u kanun ve adalete uygun olmayan mezkûr hükme adem-i kanaatla müddeti içinde şeraitine tebean temyiz-i dava ile işbu hükmün nakzını ister ve şerait-i temyizden olan fakr-ı hal mazbatası rabten takdim edilmiş ve bozma sebebleri birer birer aşağıda arzedilmiştir. Şöyle ki:

            Mahkeme-i Temyiz Layihası

Dünyada hiç bir misli görülmemiş bir haksızlığa maruz kaldım. 163. madde-i kanuniye ile beni ve yüzyirmi risalemi mahkûm ettiler. Halbuki o madde-i kanuniyenin bana temas ettiğine dair evrak-ı tahkikiye arasında mevcud ve size takdim edilmiş.

Son müdafaatım ve üç itiraznamem ile, yirmi cihetle kat’î delillerle 163’üncü maddenin bana temas etmediğini ve yirmi senede yazılan 120 risalemin içinde, kendilerince medar-ı tenkid yirmi kelimeden aşağı mahdud birkaç nokta bulunmasıyla, ayrı ayrı zamanda yazılmış kıymetdar ve menfaatli ve uhrevî ve Avrupa feylesoflarının dinsiz ve mülhid şakirdlerine karşı, -Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’nin a’zâlığı münasebetiyle- hakikî ve ilmî müdafaatım; çok zaman sonra ilcaat-ı zamana göre kabul edilen Kanun-u Medenînin bazı maddelerine, yüzbin kelimat içinde on-onbeş kelimenin muvafık gelmemesi sebebiyle hem benim mahkûmiyetim taleb edilmiş; hem mühim keşfiyat-ı maneviyeyi hâvi yüzyirmi kitab olan Risale-i Nur’un elde bulunan nüshaları müsadere edilmiş ve indelmuhakeme bütün ilmî ve mantıkî ve kanunî iddia ve müdafaatım esbab-ı mûcibe gösterilmeksizin sebebsiz ve kanunsuz reddedilmiştir.

163’üncü madde-i kanuniye, asayişi ihlâl edebilecek hissiyat-ı diniyeyi tahrik edenler mealinde bulunan şu kanunun, elbette bu hadsiz genişlik içinde bir tefsiri var. Elbette kuyud-u ihtiraziyesi bulunacak. Yoksa bu madde, bu geniş mana ile beni mahkûm ettiği gibi, bütün ehl-i diyaneti ve başta Diyanet Riyaseti olarak, bütün vaizlere ve bütün imamlara, bana teşmil edildiği gibi teşmil edilebilir. Çünki yüz sahifeden fazla müdafaat-ı kat’iyye ve hakikiyem ile beraber, bana temas ettirilebilecek bir mana veriliyor ki; o mana her nasihat eden kimseye ve hattâ bir dostunu iyiliğe sevketmek için irşad eden herkesi daire-i hükmü altına alabilir. Bu madde-i kanuniyenin manası şu olmak gerektir ki; taassub perdesi altında muhalif bir siyaseti takib ve terakkiyat-ı medeniyeye sed çekenlere sed çekmek içindir. Bu maddenin bu manada çok kat’î delillerle isbat etmişiz ki, bize bir cihet-i teması yoktur.

Evet bu madde, bu manada, tefsirsiz ve kuyud-u ihtiraziyesiz ve garazkâr, istediği adamları onunla çarpmasına müsaid hududsuz bir manada olamaz. Evet ben on sene nezaret ve dikkat altında ve yirmi senede te’lif ettiğim yüzyirmi risale ile bu kadar hakkımdaki tedkikat-ı amîka neticesinde cüz’î bir derece asayişi ihlâl etmiş bir emare, ne bende ve ne de o risaleleri okuyanlarda bulunmadığı halde ve yirmi vechile isbat ettiğim ve beni yakından tanıyan zâtların şehadetiyle, onüç seneden beri şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçtığımı ve hükûmetin işine karışmadığımı ve tahammül-ü beşer fevkinde işkencelere tahammül edip dünyaya karışmadığım ve iman hizmetini bu dünyada en büyük maksad telakki ettiğim halde; “Said dinî‎ siyasete âlet edip, asayişi ihlâle teşebbüse niyet ediyor.” diye, beni 163’üncü maddeye temas ettirmek, mahkûm etmek bütün rûy-i zemindeki adliye ve mahkemelerin haysiyetine ilişecek ve nazar-ı dikkati celbedecek hiç görülmemiş bir hâdise-i adliyedir kanaatindeyim.

İşte cihangir hükümdarların ve kahraman kumandanların küçük mahkemelerde diz çöküp kemal-i inkıyad ile mutavaat göstermeleri, mahkemenin hiçbir cihet ile zedelenmeyecek bir haysiyet ve şerefinin mevcudiyetini isbat eder. İşte mahkemelerin bu yüksek ve manevî haysiyetine dayanıp, hukukumu hürriyetle müdafaa ediyorum. Bir makale içindeki zararlı görülen dört-beş kelime sansür edildikten sonra mütebâkisinin neşrine izin verilirken; yüzyirmi kitabın, birbirinden ayrı ve ayrı ayrı zamanlarda te’lif edildiği halde, yalnız bir-iki risalede şimdiki nazarlara zararlı tevehhüm edilen onbeş kelime yüzünden, yüzonbeş masum ve menfaatdar ve mühim bir kısmı Ankara kütübhanesinde mevcud olup iftiharla kabul edilen kitabların ele geçenlerinin müsadere ile mahkûm edilmesi, rûy-i zemindeki adliyenin şerefine elbette ilişecek mahiyettedir. Elbette Mahkeme-i Temyiz bu haysiyet ve şerefi sıyanet eder.

En ziyade tenkid edilen ve umum kitablarımı muahazeye sebebiyet veren beş-on mes’ele içinde en mühimmi, gelecek bu iki mes’eledir: لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ ۞ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ âyetleridir. İşte benim ve kitablarımın mahkûmiyeti, beş-altı mes’eleden en birinci bu iki mes’eledir. Ben hakikî, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı “mimsiz” tabir ettiğim medeniyete karşı otuz-kırk seneden beri i’caz-ı Kur’anı esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i’caz-ı Kur’anı isbat etmek esası üzerine; matbu’ ve gayr-ı matbu’ Arabça ve Türkçe çok kitablar yazdım. İrsiyet hakkındaki kanun-u medenînin, Kur’anın bu iki âyetine muhalif maddelerini vaktiyle müvazene etmişim. Onların muannid feylesoflarını da ilzam edecek deliller göstermişim. Hükûmet-i Cumhuriyenin ilcaat-ı zamana göre kabul ettiği bir kısım kanun-u medenînin bir kısım maddelerini kabulden evvel, bu mes’eleleri medeniyete ve feylesoflara karşı yazmışım ve müdafaa etmişim. Kurûn-u ûlâ ve vustâdaki zayi’ olan kadınlık hukukunu, Kur’an-ı Hakîm gayet ehemmiyetle muhafaza ettiğini beyan etmişim. Şimdi bu iki mes’eledeki beyanatım, Hükûmet-i Cumhuriyenin kanununa muhaliftir diye, 163’üncü madde ile muahaze edildim. Ben de adliyenin en yüksek mahkemesine derim ki: 1350 senede ve her asrında, 350 milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikî ve hakikatlı bir düstur-u İlahînin 350 bin tefsirlerin tahkiklerine ve aynen hükümlerine istinaden ve bütün ecdadımızın ruhlarına hürmeten, i’caz-ı Kur’anı Avrupa mülhidlerine karşı göstermek için, iki nass-ı âyeti, onbeş sene evvel ve on sene evvel ve dokuz sene evvel üç kitabımda zikretmekliğim, beni şimdiki şerait dâhilinde ve ahval-i sıhhiyem noktasında yaşayamayacağım bir mahpusiyete mahkûm edip ve dolayısıyla, bir cihette âdeta i’damıma hükmeden ve 115 risalemi bunun gibi bir-iki mes’ele yüzünden mahkûm eden haksız bir kararı; elbette rûy-i zeminde adalet varsa, bu kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.

En ziyade bizi gayet hayretle, nihayet bir me’yusiyete düşüren şudur ki: Isparta’da habbeyi kubbe yapıp, hiçbir hakikata istinad etmeyen evham ve ihbarata binaen hakkımda verdikleri karara karşı, mezhebimizde yalana hiçbir cihetle cevaz verilmediğinden, aleyhimde de olsa, hak ve doğru söylemek mecburiyetiyle, 120 sahife kuvvetli ve mantıkî delillerle kendimi müdafaa ettiğim ve bu kanunla hiçbir cihetle temasım olmadığını isbat ettiğim halde; bu müdafaatımı ve isbatımı hiç nazara almayarak, te’lif tarihiyle istinsah tarihlerini, hattâ bir şahsa irsal eylediğim tarihleri dahi birbirine mağlata ile karıştırıp ve yirmi senelik işi, bir sene zarfında olmuş gibi görerek nakarat gibi, Isparta’daki evhamlı kararı; hem sorgu hâkimlerinin kararnamesinde, hem makam-ı iddianın iddianamesinde, hem bizi mahkûm eden mahkemenin son kararında aynen, haklı müdafaatımız nazara alınmadan tekrar edilmiş ve bizi mahkûm etmişlerdir. Ehl-i hak ve hakikatı titreten bu haksızlığın bir an evvel ref’i ve Risale-i Nur’un masumiyetinin ilânını, şiddetle adliyenin en yüksek makamı olan mahkemeden beklerim. Eğer pek haklı ve kuvvetli bu feryadımı -farz-ı muhal olarak- adliyenin yüksek makamı işitip dinlemezse, şiddet-i me’yusiyetimden diyeceğim:

Ey beni bu belaya sevkedip, bu hâdiseyi icad eden mülhid zalimler! Madem ve her halde manen ve maddeten beni i’dam etmeye niyet etmiştiniz; neden umum mazlumların ve bîçarelerin hukuklarını muhafaza eden adliyenin çok ehemmiyetli haysiyetini rahnedar edecek entrikalarla, dolaplarla adliyenin eliyle yürüdünüz? Doğrudan doğruya karşımda merdane çıkıp, “Senin vücudunu bu dünyada istemiyoruz.” demeli idiniz.

Sorgu hâkimlerinin dört aya yakın bir zamanda -117 adamın isticvabı ve tahkikatıyla- meşgul olduğu bir mes’eleyi, bir buçuk günde Ağır Ceza Mahkemesi gayet sathî bir nazarla bakıp, onların içindeki noksan ve hataları görmeyerek ve bilhâssa Akademi Heyeti müvacehesinde izah ve isbat edeceğimi iddia ettiğim Risale-i Nur’daki mühim keşfiyat-ı maneviyeye ait ilmî müdafaatım, esbab-ı mûcibe ile red ve cerhedilmeksizin, sathî bir nazarla hükümde isti’cal ettiklerinden, hakperest ve adaletperver olmalarına, bu sathî nazar sebebiyle, pek yanlış olan bu kararın isabet-i kanuniyesi olmadığından, mûcib-i tedkik ve nakzdır.

Netice: Bu babda duruşma evrakının ve bilhâssa müsadere edilen matbu’ ve gayr-ı matbu’ risalelerimin tedkik ve mütalaasından anlaşılacağı üzere, ilmî ve mantıkî ve kanunî bütün itirazat ve müdafaatım nazar-ı teemmüle alınmamış. Gerek Sorgu Hâkimliğince ve gerek mahkemece esbab-ı mûcibe gösterilmeksizin, delilsiz ve kanunsuz, indî mütalaalarla açıktan reddedilmiş ve bu sebeble, otuz senedir Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih kısmına karşı Türk-İslâm hukukunu müdafaa eden ve tılsım-ı kâinatın muammasını açan ve manevî keşfiyatı hâvi risalelerim [7](Haşiye) müsadere olunduktan başka; ahval-i sıhhıyem noktasında tahammül edemeyeceğim.

Cismanî ceza ile mahkûm edilmiş olduğumdan; gerek yukarıda serdedilen sebebler ve gerekse iddianameye karşı verdiğim itiraznamem ve son celse-i muhakemede esasa dair beş umdeyi hâvi tahrirî takdim ettiğim ikinci itiraznamem ve son müdafaatımda tafsilen izahata ve ilmî ve kanunî sebeblere ve indettedkik tesadüf buyurulacak nevakıs-ı kanuniyeye binaen, pek açık ve sarih bir surette mağduriyetimi istilzam eden bu hükmünüzün nakzıyla, adaletin izharını heyetinizden beklerim. وَ اُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ der, tevekkül ile Cenab-ı Hakk’a iltica eylerim.

            Abilere teselli vermek için Üstadımızın yazdığı bir fıkradır.

(Masum kardeşlerimin mazlumiyetinden gelen feryadlarının işitilmediği ve benim de onlarla konuşturulmadığım bir zamanda, onların me’yusiyetlerine bir teselli vermek için yazdığım bir fıkradır. Bu makam münasebetiyle ilâve edilmiştir.)

Hafîz-i Zülcelal’in hıfz u himayetine bakınız ki; mes’elemiz münasebetiyle Risale-i Nur’un risaleleri adedine muvafık olarak, yüz yirmi küsur adamın mahrem evrakları ile istintakta oldukları halde; ve ecnebilerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplarıyla mevcud ve münteşir müteaddid cem’iyetlerin hiçbirisiyle, Risale-i Nur’un hiçbir şakirdinin münasebetdarlığını gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlahiyeye ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı A’zam (K.S.), Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmaniyedir. Kırkikilik bir top güllesini, kırkiki masum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlahiyeye açılan elleriyle durdurup, geri çevirip, atanların başlarında manen patlattırdı. Bizlere yalnız ehemmiyetsiz, sevablı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zarar ile kurtulmak hârikadır. Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur ve sevinç ile mukabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünki müfsidlerin plânlarına göre, yüzde yüz mahv idi. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikata vakfetmeliyiz. Şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.

Said-ün Nursî

            Tashih-i Dava için Heyet-i Vekile’ye Yazılmış Bir Arzuhaldir.

Sâbık yüz küsur sahifeden ibaret yedi safha müdafaatım müteaddid defa mahkemede okunmakla bera-‎ber; müteaddid mahkemenin defterlerinde zabta geçmiş bu gelecek tashih lâyihası ise, daha temyiz ‎evrakımız gelmediğinden okunmamış ve zabta geçmemiştir; elbette yakında o da zabta geçer.‎ Mahkeme-i Temyiz’in davamızı nakzetmeyip tasdiki takdirinde, tashih-i dava için Heyet-i Vekile’ye yazılmış bir arzuhaldir.

(Orada zahiren görülecek şekva ise, hükûmete şekva etmektir; ve tenkidler, hükûmeti iğfale çalışan entrikacıları tenkid etmektir.)

Ey ehl-i hall ü akd!

Dünyada emsali nâdir bulunan bir haksızlığa giriftar edildim. Bu haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan bilmecburiye gayet ehemmiyetli bir hakikatı fâş etmeğe mecburum. Diyorum ki: Ya benim i’damımı ve yüzbir sene cezayı istilzam edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz veyahut bütün bütün divane olduğumu isbat ediniz; veyahut benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip zarar ve ziyanımızı müsebbiblerinden alınız. [8](Haşiye)

Evet herbir hükûmetin bir kanunu, bir usûlü var. O kanuna göre ceza verilir. Hükûmet-i Cumhuriyenin kanunlarıyla, beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbab bulunmazsa, elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber tam hürriyetimizi vermek lâzım gelir. Çünki meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur’aniyem eğer hükûmetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik bana ceza, birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüzbir sene ve i’dam gibi bana ceza ve en ağır cezaları da, benim ile ciddî hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir. Eğer hizmetimiz hükûmetin aleyhinde olmazsa, o vakit değil ceza, hapis, ittiham belki takdir, mükâfatla karşılanmak lâzım gelir. Çünki bir hizmet ki, yüzyirmi risale o hizmetin tercümanları olmuş ve o hizmetle koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup esasları zîr ü zeber edilmiş.

Elbette o tesirli hizmet, ya dâhilde gayet müdhiş bir netice verir veyahut gayet nâfi’ ve yüksek ve ilmî bir semere verecek. Onun için göz boyamak nev’inde ve efkâr-ı âmmeyi aldatmak tarzında ve hakkımızda zalimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek suretinde çocuk oyuncağı gibi, bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim ya i’dam olur, darağacına müftehirane çıkarlar veyahut lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.

Evet binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mahir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek; dünyada hiçbir hırsızın belki hiçbir zîşuurun kârı değildir. Böyle bir hırsız kurnaz olur, böyle nihayet derecede eblehane hareket etmez.

Ey efendiler! Haydi vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinden perişan bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise, eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup binler adamı takib ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit böyle zelilane mahkûmiyet değil belki mesleğime ve hizmetime münasib bir izzetle dünyaya karışabilirdim.

Evet fahr ve temeddüh niyetiyle değil belki mecburiyet ve mahcubiyetle hodfüruşane eski bir kısım riyakârlığımı hatırlatmakla beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, âdi mertebeye sukut ettirmek isteyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu’ eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle; 31 Mart hâdisesinde, bir nutuk ile, isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklal Harbinde Hutuvat-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ülemayı İngiliz aleyhine çevirip harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Meb’usanın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüzelli bin banknot -yüzaltmışüç meb’usun imzasıyla- medrese ve dârülfünuna tahsisatı kabul ettiren ve reis-i cumhurun hiddetine karşı divan-ı riyasette [9](Haşiye) kemal-i metanetle fütur getirmeyerek mukabele edip hiddet yerine namaza davet eden ve Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de hükûmet-i İttihadiyenin ittifakıyla hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen ve cephe-i harbde yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşarat-ül İ’caz, o zamanın baş kumandanı olan Enver Paşa’ya o derece kıymetdar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yadigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşarat-ül İ’caz’ın tab’ı için kâğıdını vererek müellifinin harbdeki mücahedatı takdirkârane yâd edilen bir adam; böyle âdi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp izzet-i ilmiyesini ve kudsiyet-i hizmetini ve kıymetdar binler dostlarını rezil edip sukut edemez ki, siz onu bir senelik ceza ile mahkûm edip âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz… Ve sebebsiz on sene sıkıntılı bir tarassudla tazib ettikten sonra şimdi de bir sene hapis ile beraber bir sene de nezaret altında tutmak suretiyle, (padişahın tahakkümünü kaldıramadığı halde) garazkâr bir hafiyenin veya âdi bir polisin tahakkümü altında azab vermekten ise, i’dam edilmesini daha evlâ görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsa idi ve karışmağa arzusu olsa idi ve hizmet-i kudsiyesi müsaade etse idi, Menemen hâdisesinin ve Şeyh Said vakıasının onar misli olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadâsı, bir sinek sadâsına inmeyecekti.

Evet hükûmet-i cumhuriyenin nazar-ı dikkatine arzediyorum ki; beni bu belaya sevkeden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünki hiçbir hâdisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır yüzbin dostum varken hiçbiri bana bir mektub yazamadı, bir selâm gönderemedi. Hükûmeti iğfale çalışan entrikacıların ihbaratıyla, vilayat-ı şarkıyeden tâ vilayat-ı garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir.

İşte entrikacıların çevirdikleri plân, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hâdiseye göre tertib edilmiş. Halbuki, en âdi bir adamın en âdi bir hırsızlığı gibi bir hâdiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüzonbeş adamdan onbeş masumlara beş-altı ay ceza verildi. Acaba dünyada hiçbir zîakıl, elinde gayet keskin elmas kılınç bulunsa, müdhiş bir arslanın veya ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz veya döğüşmek ise, kılıncı başka yere havale eder.

İşte sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi telakki etmişsiniz ki, beni bu tarzda cezaya, mahkûmiyete çarptınız. Eğer bu derece hilaf-ı şuur ve muhalif-i akıl hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip propaganda ile efkâr-ı âmmeyi aleyhime çevirmek değil, belki âdi bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lâzım gelir. Eğer verdiğiniz ehemmiyete mukabil bir adam isem, elbette arslanı kendine saldırtmak ve ejderhayı kendine hücum ettirmek için, o keskin kılıncı onların kuyruklarına uzatmaz, belki mümkün olduğu kadar kendini muhafaza edecek. Nasılki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip tâkat-ı beşerin fevkinde sıkıntılara tahammül ederek hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünki hizmet-i kudsiyem beni men’ediyor.

Ey ehl-i hall ü akd! Acaba hiç mümkün müdür ki; yirmi sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makale ile otuz bin adamı kendi fikrine çeviren ve koca Hareket Ordusu’nun nazar-ı dikkatini kendine çeviren ve İngiliz başpapazının altıyüz kelime ile istediği suallerine altı kelime ile cevab veren ve bidayet-i hürriyette en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyleyen bir adamın yüzyirmi risalesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız onbeş kelime mi bulunur? Hiçbir akıl kabul eder mi ki; bu adam siyaseti takib ediyor ve maksadı dünyadır ve hükûmete ilişmektir. Eğer fikri, siyaset ve hükûmete ilişmek olsa idi, böyle bir adam bir tek risalesinde sarihan, işareten, yüz yerde maksadını ihsas edecekti. Acaba o adamın maksadı siyasetçe tenkid olsa idi, yalnız tesettür ve irsiyete dair eski zamandan beri cari bir-iki düsturdan başka medar-ı tenkid bulamaz mı idi?

Evet koca bir inkılabı yapan bir hükûmetin rejimine muhalif bir fikr-i siyaseti takib eden bir adam, bir-iki malûm maddeler değil, yüzbinler madde-i tenkid bulabilirdi. Güya hükûmet-i cumhuriyenin yalnız inkılabı bir-iki küçük mes’eledir. Ben de onu hiçbir tenkid maksadım olmadığı halde, eski yazdığım bir-iki kitabımda zikrettiğim bir-iki kelime varmış diye “Hükûmetin rejimine ve inkılabına hücum ediyor.” denilmiş. İşte ben de soruyorum: Böyle en edna bir cezaya medar olamayan ilmî bir maddeye, koca bir memleketi meşgul edip endişe verecek bir şekil verilir mi?

İşte beni ve beş-on dostlarımı bu âdi, ehemmiyetsiz cezaya çarpmak, umum memlekette aleyhimize bir şiddetli propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve Dâhiliye Nâzırı mühim bir kuvvetle Isparta’da bir tek neferin göreceği işi görmek için Isparta’ya celbedilmesi ve Heyet-i Vekile reisi İsmet, vilayat-ı şarkıyeye o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapiste bütün bütün konuşmaktan men’edilmem ve bu gurbette, kimsesizlikte hiç kimse halimi sormak ve selâm göndermeye meydan verilmemek gösteriyor ki; dağ gibi bir ağaçta nohut gibi bir tek meyve bulundurup manasız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil hükûmet-i cumhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek manasıyla hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz.

Ben hükûmet-i cumhuriyenin kanunlarına istinaden hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri cinayetle ittiham ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini elbette hükûmet-i cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.

Eskişehir hapsinde tecrid-i mutlakta

Said-ün Nursî

* * *

Mahkemece medar-ı tenkid bir maddedir ki; Hüsrevi onunla sıkıştırıyorlar.

Onuncu ‎Söz’ün ‎tevafukatına dair dört sahifelik tetimmesi şapoğrafla yazılmış. Bir nüshada medar-ı tenkid ‎bir ‎kelime cihetiyle ehemmiyet verilip Hüsrev’in yazısına benzer diğer bir zatın yazısı olduğu ‎halde ‎onun yazısı olduğunu ehl-i hibre güya hükmetmiş. Ben de derim:

Bundan dokuz sene evvel eski tarihiyle 42’de Onuncu Söz’ü te’lif ettim. İstanbul’a matbaaya ‎gönderdim. O vakit tab’ edildi. 800 nüsha bana gönderildi. Ben de hicri 42 tarihiyle tab’edilen ‎Onuncu Söz’ün tevafukatına dair el yazısı ile iki-üç sahifelik bazı şeyler yazdım. O zaman birkaç ‎nüshaya o tetimme el yazısıyla yazıldı. Onuncu Söz’ün kesretli nüshaları her yerde vardı. Demek bir ‎arkadaşımız o matbu’ Onuncu Söz’ün tetimmesini on veya yirmi nüshalarına ilâve etmek için tâ o ‎zamanda yasak olmayan şapoğrafla yazmış. Ben de sonra gördüm ve iznim olmadan ve kim ‎yazdığını bilmediğim halde zararsız gördüm kabul ettim. İçindeki medar-ı tenkid olan fıkra ise ‎acaba benim midir? Yoksa bir dostumun tevafukatı tevsi’ için ilâvesi midir? Meçhul olan şu ‎mealdeki fıkra:‎

Onuncu Söz’ün tevafukatındandır ki; Onuncu Söz’ün satırları hem te’lif tarihine, hem dini dünyadan ‎tefrik eden lâdinî cumhuriyetin ilânına tevafuk ediyor ki, haşrin inkârına bir emaredir. Yani o fıkranın meali ‎budur: “Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalalet ve ilhad, ‎cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir.” demektir. ‎Yoksa hükûmete bir taarruz değildir; belki hükûmetin bîtarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz ‎sene evvel, Onuncu Söz sekizyüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalaletin kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde ‎sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi, ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün hârika bürhanlarını ‎gözlerine soktu.‎

Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalaleti ‎susturdu. Elbette Hükûmet-i Cumhuriye bundan memnun oldu ki, meclisteki meb’usanın ve valilerin ve ‎büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile gezdi.

Masum kardeşlerimin mazlumiyetinden gelen feryadlarının işitilmediği ve benim de onlarla konuşturulmadığım bir ‎zamanda, onların me’yusiyetlerine bir teselli vermek için yazdığım bir fıkradır. Bu makam münasebetiyle ‎ilâve edilmiştir.‎

Hafîz-i Zülcelal’in hıfz u himayetine bakınız ki; mes’elemiz münasebetiyle Risale-i Nur’un risaleleri adedine muvafık olarak, yüz yirmi küsur adamın mahrem evrakları ile istintakta oldukları halde; ve ecnebilerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplarıyla mevcud ve münteşir müteaddid cem’iyetlerin hiçbirisiyle, Risale-i Nur’un hiçbir şakirdinin münasebetdarlığını gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlahiyeye ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı A’zam (K.S.), Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmaniyedir. Kırkikilik bir top güllesini, kırkiki masum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlahiyeye açılan elleriyle durdurup, geri çevirip, atanların başlarında manen patlattırdı. [10](*) Bizlere yalnız ehemmiyetsiz, sevablı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zarar ile kurtulmak hârikadır. Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur ve sevinç ile mukabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünki müfsidlerin plânlarına göre, yüzde yüz mahv idi. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikata vakfetmeliyiz. Şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız. Dört aydan beri bu hayat-memat mes’elesinde, hiçbir yerden benim acınacak halim bir mektubla dahi sordurulmadığı ve benim hakkımda halkı tenfir edecek bir surette teşhir etmekle nefret-i âmmeyi aleyhime celbedip bütün bütün teshilât ve muavenetten mahrum kalmış, garib ve kimsesiz halimi tasvir eden, itiraznamemde izah ettiğim bir hikâye:

Bir zaman, bir padişahın mübtela olduğu bir hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun pederi, çocuğu, hâkimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. Çocuk, mecliste ağlamak ve şekva yerine gülmüş. Sormuşlar:

-Neden istimdad etmiyorsun, şikayet etmiyorsun, gülüyorsun?

Demiş ki: İnsan, musibete giriftar olduğu vakit; evvel pederine, sonra hâkime, sonra padişaha şekva eder. Benim pederim, beni kesilmek için satıyor; işte hâkim de ölmekliğime karar veriyor; işte padişah benim kanımı istiyor… Bu antika ve pek garib ve şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hale karşı, ancak gülmek ile mukabele edilir.

İşte ey Şükrü Kaya Bey! Biz de o çocuk hükmüne geçtik. Derdimizi evvel mahallî hükûmetteki valiye, sonra mahkeme adaletine, sonra Dâhiliye Vekaleti’ne müracaat edip mazlumiyetimizi beyan ederek zalimlerden bizi kurtarmak için arzuhal etmek mukteza-yı hal iken, gördük ki: En son şekvamızı dinleyecek Dâhiliye Vekili’nin hakkımızda kapıldığı asılsız evhamına bir hakikat rengi vermek ve hatasını örtmek fikriyle hatasında ısrar etmesi daha büyük bir hata olduğunu düşünmediğinden; dûçar olduğu gurur hastalığına, kanımızı isteyerek, bizi asılsız bahanelerle perişan etmek istiyor. Biz de Şükrü Kaya’nın şahsını, Dâhiliye Vekili olan Şükrü Kaya Bey’e şekva ediyoruz. [11](Haşiye) Eğer serbestiyeti tam muhafaza etmek isteyen ve hiçbir tesir karşısında mağlub olmayan ve vicdanlarındaki hiss-i adaletle hükmeden bu mahkeme; bizi, Şükrü Kaya Bey’in şahsı hakkında dinleyeceklerini bilseydim, en evvel biz, Şükrü Kaya’nın şahsı aleyhine ikame-i dava edecektik. Çünki bir seneden beri, her gün veya her hafta hakkımızda rapor isteye isteye aleyhimize casusların, zabıtaların nazar-ı dikkatini celbettirip, kurban koyunu gibi kesmek için bizi beslettiriyordu. Mahkeme ise; adaletten başka hiçbir şey düşünmemek lâzım gelirken ve hakikaten mahkeme içindeki zâtlar da adalete tam bağlı oldukları halde, yüksek makamdaki Şükrü Kaya gibi şahsın tesiratına karşı dayanamadıkları için, bizi tahliye edemeyip süründürüyorlar. Mahallî hükûmet olan Isparta Valisi ve zabıtası ise, herkesten ziyade bizi ve Isparta’lı bîçare, masum mevkufları himaye etmek ve bir an evvel kurtulmasına sa’yetmeleri vazife-i vicdaniyeleri iken, bilakis çok manasız ve asılsız bahaneler ile Isparta mevkuflarının, hususan muhtaç ve fakirlerin tayinlerini verdirmeyip, açlıkla sefalete düşmeleri için onları ezdirmeye çalışıyorlar. İşte bu hale şekva değil, belki ağlamanın nihayet derecesini gösteren bu acı hale, o çocuk gibi gülmek ile mukabele ediyoruz ve tevekkül edip, işimizi Aziz-i Cebbar’a havale ediyoruz.

Garib ve bana pek çok ağır gelen ve üç günde bir bardak ayran ve bir bardak sütten başka birşey yedirmeyen grip hastalığının üçüncü gününde, füc’eten hatırıma ihtar edildi. Ben de o hatırayı, teberrük için, mahkemedeki müdafaamın bir mukaddemesi olarak yazdım. Şiddet ve kusuru varsa, hastalığıma aittir. Evet yüz adamın müdafaa edeceği bir hakikatı, yalnız başıma müdafaaya mecbur olduğumdan; teab-ı dimağî ve perişaniyete ve daha çok müz’iç ahval içinde hakikatı doğru olarak, olduğu gibi, bu kadar beyan edebilirim.

* * *

[1] (Haşiye): O zâtlar, men’-i muhakeme ile, iki aylık sıkıntılı tevkiften sonra tahliye edilmişlerdir.

[2] (Haşiye): 13 Haziran 1935 tarihine kadar imamlık ve vaizliğe aid iki vesikam vardı. 13 Haziran 1935 tarihinden sonra ‎resmen kabul edilen bir bereden aldım. Hastalık mazuratımdan başımı açık duramadığım için resmi makamlarda baş açık ‎olarak duramıyorum.‎

[3] (Haşiye): Bir iki ay sonra vefat etti. Kabir kapısında olduğunu isbat etti. Bu cümleyi imza etti.

[4] (Haşiye) Malûmdur ki: Sansüre tâbi’ neşriyatın bir sahifesinde bulunan muhalif kelimeler sansürce çizildikten sonra, mütebâkisi serbest olarak neşredilir. 120 risale içinde zahirce tenkid edilip manen sansüre tâbi’ tutulmak istenilen o on-onbeş nokta yüzünden 120 menfaatli risalenin serbestiyetini ref’ etmeyi hangi kanun kabul eder? İşte ben de o noktaları tayyedip Risale-i Nur’un serbestiyetini yüksek mahkemenin adaletinden taleb ediyorum.

[5] (Haşiye) Ankara’ya dostane gittiğimde Büyük Millet Meclisi’nin sâmiîn locasında görünmekle beraber, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki eserimle müdafaatımı takdir ile yâd eden meb’usların beni şiddetli alkışlar ile karşılamaları, bunların bu yanlış manalarını kökünden keser. Ve hem Van’da temelini attığım ve harb-i umumî gailesiyle geri kalan dâr-ül fünunuma 150 bin liranın tahsisi hakkındaki layiha-i kanuniyeyi 200 meb’ustan 163 meb’usun imza etmesi, hükûmetin bana karşı nazar-ı teveccühünü gösterip kararnamedeki evhamı esasıyla keser.

[6] (Haşiye): Yani “Hükûmet bir siyaset takib etmiyor, (hâşâ sümme hâşâ) hükûmetin siyaseti dinsizliktir.” diye tevehhüm eden o mülhidlerin nazarında, benim Kur’an-ı Hakîm’in nusus-u kat’iyyesinden tereşşuh eden Risale-i Nur ile takib ettiğim hakaik-i imaniyeye hizmetimi, muhalif bir siyaset demekle, dünyada en şeni’ bir iftirayı eder.

[7] (Haşiye): Bu kadar kitab değil bir sene zarfında, birkaç sene zarfında da meydana gelmesi mümkün ‎olmadığından,ancak yirmi senede yazılmış. O ayrı ayrı kitabların müellifinin farz-ı muhal olarak bir-iki ‎senelik hayatı hatalı olsa bile, yirmi senelik hayatının masum seneleri hangi kanun ile hata olur ki; o eski ‎senelerin mahsulleri olan masum kitablar müsadere ile mahkûm edilmişler.‎

Masumiyetimizin kat’î bir delili de şudur ki: Bu işde en ziyade alâkadarlık gösteren Dâhiliye ‎Vekili, hükûmetin resmî lisanıyla ilân etmiştir ki: Bu işde rejim ve hükûmet aleyhdarlığı mevcud olmadığı ‎ve devletin dâhilî emniyetini ihlâl edecek bir halde bulunmadığını ve sadece âdi bir zabıta vak’asından ‎ibaret ve halk arasında hiçbir tesiri olmadığını resmen bildirmiştir.‎

İşte Dâhiliye Vekili’nin bu canlı beyanatı, bizi tebrie ediyor. Bu hâdiseye sebebiyet verdiği ‎anlaşılan zabıta vak’ası ise, bize alâkası olmadığı ve ancak bu mes’elede suçlu gösterilecek ind-el ‎muhakeme bura mahkemesince beraet kazanan Eğirdir’li bir kimseye taalluku bulunduğundan, bu vak’a ‎da bize temas etmemekte bulunmuştur.‎

[8] (Haşiye): Mahkeme-i Temyiz’den davamızı nakz yerine tasdik geldiği takdirde, Heyet-i Vekile’ye ve hem Meclis-i Meb’usana, hem Dâhiliye Vekaletine ve hem Adliye Nezaretine vermek üzere, davamızı tashih münasebetiyle yazılmış bir layihadır. Eğer bu haklı derdimi ve ehemmiyetli hakkımı bu mercilere dinlettiremezsem, bu hayata veda etmek bana vâcib olur. Çünki sükûtumla şahsî bir hakkımla beraber, binler muhterem hukuk zayi’ olur.

[9] (Haşiye): Eski Said söz istiyor, diyor ki: “Onüç senedir beni konuşturmadınız. Şimdi, madem beni nazara alıp, sizi ittiham altına alıyorlar ve sizden korkuyorlar; elbette benim onlarla konuşmam lâzım geliyor. Gerçi benlik, enaniyet çirkindir; fakat mağrur ve muannid enaniyetlilere karşı, haklı bir surette ve sırf kendisini müdafaa ve muhafaza etmek için benlik göstermek lâzım geliyor. Onun için, Yeni Said gibi mahviyetle, mülayimane konuşamayacağım.” Ben de ona söz verdim. Fakat enaniyetlerine, temeddühlerine iştirak etmiyorum.

[10] (*): O üç sene o zâlimleri dünya da dahi cehennem azabını çektiler. Bu satırı Üstadımız ilâve etmiş.

[11] (Haşiye): Şükrü Kaya’nın ne derece asılsız evhama kapılıp garaz ettiğine delil şudur ki: Benim gibi kimsesiz ve üç-dört bîçare arkadaşlarımı mahkemeye vermek için, kendisi Ankara’dan yüz jandarma ve onbeş-yirmi polis beraber alıp, güya Isparta’daki jandarma kuvveti ve bir fırka asker kâfi gelmiyormuş gibi ortalığa bir dehşet vermesidir. Acaba bir tek polisin ve bir tek jandarmanın eli ile yapılacak bir vazifeyi, millete iki-üç bin lira zarar verdirip, sonra tahliye edilen bîçare masumları; Isparta’dan tâ Eskişehir’e beşyüz lira nakliyata sarfettirmek ve o bîçareleri binlerce zararlara uğratmaktan başka, hayat-ı içtimaî arasındaki mevkilerini sarsıntılara düçar etmek gibi mühim hâdiseleri icad etmekle, ne derece Dâhiliye Vekaleti’nin tedvirine ve asayişi temine ve bu bîçare milletin istirahatla çalışmalarına zarar verdiğini gösteriyor. Demek bil’iltizam, hiçten büyük bir hâdiseyi icad etmek garazıyla o vaziyeti göstermiş; habbeyi yüz kubbe yaparak, dâhiliyenin en ziyade sükûnete muhtaç olduğu bir zamanda böyle her tarafı sarsacak bir vaziyeti icad etmek ve kanunsuz kanun namına amel etmek, kanunca mühim bir cürüm yaptığını iddia edip, Şükrü Kaya’nın şahsını, Dâhiliye Vekili olan Şükrü Kaya Bey’e şekva ediyoruz.

Amma red ise; bende red kuvveti olmadığı gibi, veli derecesinde belki hakiki veli telakki ettiğim has kardeşlerimin başlarındaki şapkalar bana kanaat vermiş ki; şapka ihtida edip müslüman olmuş. O geldi başa, secdeye gitme dedi; secde onu secdeye getirdi. İnşâallah baştaki iman onu imana getirdi. Yalnız istemeyerek giyse, belki kurtulur inşâallah.

Yirmi sene zarfında yazdığım 120 risale içinde medar-ı tenkid ve itiraz yalnız on-onbeş nokta bulunması gösteriyor ki; Risale-i Nur’un yüz bin nuru içinde karanlıklı on-onbeş noktası, nazar-ı adalet ve insafa görünmemek gerektir. Hem de o noktalar, sekiz-dokuz sene evvel yazılmış olan risalelerde bulunmuştur ki; ondan sonra afv kanunları çıkmış. Hem nazar-ı adalet ve insafa arzediyorum ki:

__

Hem bu üç aydır habbeyi kubbe yapar tarzında hakkımızda ve evhamlı bir surette taharriyat neticesinde onbeş-yirmi hususi ve Risale-i Nur’un medhine aid mektubların, onbeş-yirmi hususi dostlarımın bana karşı samimane bir dostluk ve Risale-i Nur’un yüz parçasından ancak zahirî bir nazarda şimdiki bir kısım ehl-i siyasete hoş görünmeyen ve istizaha lüzum görülen on-onbeş madde bulunduğu halde; benim ile edna bir teması bulunan çok bîçare masumlar tevkif ile mühim zararlara düçar oldular. Bu arkadaşlarıma aid halin hakikatı, bu itiraznamemin altında beyan edilecektir. İddianamenin evvelinde ve âhirinde şapka iktisası hakkındaki itiraza size takdim edilen son müdafaatımın nihayetinden altı sahife evvel cevabı yazılmıştır. Hem de Haziran onüçüne kadar hem vaizlik hem imamlık vesikam vardı. 13 Haziran 1935 tarihinden sonra resmen yasak edilmeyen bereden bir tane aldım, fakat giymiyorum. Münzevi hususi odamda bu kanunla amel etmiyorsun denilmez._ (Devamı Tarihçe 245p.son’da)

Üçüncüsü: İddianamede din perdesi altında taşıdığı menfî duygularını bazı kimselere telkin suretiyle_(Devamı Tarihçe 246’da)

İddianamede Fihriste Risalesi’nde “İşarat-ı Seb’a” namındaki risalenin birkaç noktasına tenkidkârane ilişilmiş. Güya hükûmete ta’riz vardır diye zikredilmiş.

Elcevab: Bu risaleyi daha hükûmet Kanun-u Medenî’yi kabul etmeden evvel ve yeni ezan çıkmadan ve Kur’anın tercümesine başlanmadan evvel yazdığımı ve isbat ettiğimi evvelce cevab vermiştim. Bu risale hükûmete bakmıyor. Belki bazı mülhidlerin Avrupa feylesoflarından Fransa inkılab-ı kebirini esas tutup İslâmiyet’e ettikleri hücuma karşı bir müdafaadır. Hayli zaman sonra hükûmet Kanun-u Medenî’yi kabul edip yeni ezan çıktıktan sonra, o risalenin kat’iyyen intişarını men’ ettim. Delilim de budur ki; ne bende, ne hiçbir dostumda bunun nüshası bulunmamasıdır. Yalnız yirmi senelik kitablarımın fihristesi olan Onbeşinci Lem’a namındaki risalede o İşarat-ı Seb’anın mevzularına işaret ediyor. Hiç fihriste ile muahaze olunur mu?

İhtiyarlar Risalesi’nin Yedinci Rica’sında zikredilen gayet ehemmiyetli bir hakikat anlaşılmadığından tenkidkârane iddianamede zikredilmiş. Bir kelimesine yanlış mana verilmiş. İstintakta buna cevab vermiştim. Burada bu kadar derim ki: Ben o zaman Ankara’ya dostane dostlar içine girmiştim. Elbette hükûmete, Ankara’ya ta’riz suretinde değildi. O vaziyette Ankara’da o vakit beş ihtiyarlığın beni ihatasıyla kendi nefsimde en kara bir halet-i ruhiye hissettim demektir. O kelimeden sonra altı cihetimde vahşet ve zulmetlerin hissedilmesi ve sonra altı cihette tenevvür etmesi, sırr-ı iman ile insanın altı ciheti nasıl tenevvür ettiğini ve gaflet ve dalalet ise nasıl o altı ciheti zulmetli ve vahşetli gösterdiğini gösteren öyle bir hakikat-ı âliyedir ki; değil tenkidkârane ona bakmak, belki umum insanlar ona takdirkârane bakmak gerektir. Yine iddianamede Onbeşinci Lem’a namındaki Fihriste Risalesi’nde âyet-i kerimenin_ (Devamı Tarihçe sh: 248’dedir.)

Yalnız fihristede bahsi var. İddianamede Telvihat-ı Tis’a namında tarîkatın bazı hakaikına dair bir risalede medar-ı tenkid bulunan şu fıkra: “Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset ve bir kısım gafil insanlar, ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalatı ve bir kısım hatiatı bahane ederek bu hazine-i uzmayı kapatmaya, belki tahrib etmek ve bir nev’ âb-ı hayatı dağıtan o kevser menbaını kurutmağa çalışıyorlar. Ve merkez-i hükûmet olan İstanbul’u 550 sene bütün âlem-i Hristiyanînin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da 500 yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve merkez-i İslâmiyet’teki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde o Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cuş u huruşlarıdır.

İşte ey insafsız hamiyetfüruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın hayat-ı içtimaiyemizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.” diye yazılı olan fıkra aleyhime tenkidkârane bir madde olarak dercedilmiş.

Elcevab: Bu fıkra hakikat noktasında çok hatiatımı afvettirir mübarek bir fıkradır. Hem bu fıkra, hükûmetçe tarîkatın yasak olduğuna dair kanunların neşrinden hayli zaman evvel olmakla beraber; bu tarîkat talimi değil, tarîkatın bir hakikat-ı ilmiyesini ilmen beyan etmektir. Buna yasak temas edemez. Hem bu milletin 1000 seneden beri ruhlarını feyizlendiren ve mezaristanda yarı ecdadları onunla merbut olan bid’asız, hâlis ve hakikat-ı takva olan bir nev’ tarîkatın kat’î bir içtimaî faidesini beyan etmekliğim, nasıl aleyhimde istimal edilebilir? Hem bu risale taharriyatta hiç bir dostumda bulunmadı. Demek ki onun neşrine çalışmıyorum. Yalnız fihristede bahsini görmüşsünüz.

İddianamede $ ile başlayan ve şapoğrafla teksir edilmiş olan dört sahifelik yazının birinci sahifesinde “1342’de mebde-i te’lifine ve haşrin inkârına bir emare olan lâdinî siyasetinin ilânı ve Latin hurufunun resmen kabul tarihine” diye yazılı olan şu fıkra benim aleyhimde istimal edilmekle beraber, masum mevkuflardan Hüsrev namındaki bir kimsenin ehl-i hibre tarafından yazısına benzetildiği cihetle onunla muahaze edilmiştir.

Elcevab: Bundan dokuz sene evvel eski tarihiyle 42’de Onuncu Söz’ü te’lif ettim. İstanbul’a matbaaya gönderdim. O vakit tab’ edildi. 800 nüsha bana gönderildi. Ben de hicri 42 tarihiyle tab’edilen Onuncu Söz’ün tevafukatına dair el yazısı ile iki-üç sahifelik bazı şeyler yazdım. O zaman birkaç nüshaya o tetimme el yazısıyla yazıldı. Onuncu Söz’ün kesretli nüshaları her yerde vardı. Demek bir arkadaşımız o matbu’ Onuncu Söz’ün tetimmesini on veya yirmi nüshalarına ilâve etmek için tâ o zamanda yasak olmayan şapoğrafla yazmış. Ben de sonra gördüm ve iznim olmadan ve kim yazdığını bilmediğim halde zararsız gördüm kabul ettim. İçindeki medar-ı tenkid olan fıkra ise acaba benim midir? Yoksa bir dostumun tevafukatı tevsi’ için ilâvesi midir? Meçhul olan şu mealdeki fıkra: (Aradaki kısım Tarihçe sh: 248’dedir.)

İşte şapoğrafla sekiz sene evvel matbu’ Onuncu Söz’ün iki sahifelik ilâvesi, elbette ne bana ve ne de Hüsrev’e medar-ı mes’uliyet olamaz. Çünki hem o zaman yasak değildi. Hem de ondan sonra afv kanunları çıktı ki; değil bunun gibi sinek kanadı kadar mevhum küçük cürümleri, belki hakikî büyük cürümleri afvetti.

İddianamede Tesettür Risalesi hakkında evvelce istintak dairesinde izahlı bir cevab vermekliğim ile beraber, yine şiddetli ve tenkidkârane bahsedilmiş.

Elcevab: Onüç veya onbeş sene evvel te’lif edilen Arabça ve Türkçe eski matbu’ ve gayr-ı matbu’ risalelerimden alınan ve Notalar namında Onyedinci Lem’a risalesinin bir mes’elesi olan, tesettüre dair risaleye sonradan Yirmidördüncü Lem’a namı verilmiş. Bu risalenin aslı, başta Doktor Abdullah Cevdet olarak_ (Bu ara Tarihçe sh: 249’dadır)

Hem bir zaman sonra, hükûmetin ileride serbestî kanunlarına temas etmemek için ona nim-mahremdir dedim. Kimseye vermek istemedim. Yalnız yanlışlıkla Milas’a gönderilmişti. Delilim de şudur ki; bu kadar taharriyatta ne bende ve ne de dostlarımda bulunmadı. Hem bin seneden beri çarşaf altında bulunan muhadderat-ı İslâmiye, şimdi de çarşaflarını muhafaza ediyorlar. Avrupa gibi ekseriyeti açık-saçık olmadıklarını gösteriyorlar. Bu risale hükûmetin kanunuyla muaraza etmiyor. Hem tesettür aleyhinde olanların yüzüne şamar vurmak fıkrası ise, o zaman payitaht olan İstanbul’da bana haber verilen bir vukuat münasebetiyle Abdullah Cevdet gibilerin yüzüne havaledir. Sonra bu hâdiseye benzer yeni payitaht olan Ankara’da bir vakıa münasebetiyle, bu eski cevabı yeniden ve ileride çıkacak ref’-i tesettür kanununa temas edilmesi suretiyle bu hakikat ve gizli ve hususi kalmış cevab-ı ilmiyeye ahaliyi fesad namı vermek, ne kadar insaf ve adaletten uzak olduğunu takdir için vicdanınıza havale ediyorum.

SON MÜDAFAAT

(Bu ara Tarihçe sh: 250’dedir)

İkinci Umde: Nazar-ı tenkid ile, bir cerbeze ile, binler mehasin içinde nazarlarında hatiat tevehhüm edilen onbeş-yirmi nokta ile, bütün o mehasini setrettirecek ve hükümden iskat edecek ve yalnız o onbeş-yirmi nokta ona hedef-i maksud olduğunu ithamkârane ileri süren garazkâr muhbirlerin ve vehhamların mahiyetini bu hikâye ile izah ediyorum.

(Bu ara Tarihçe sh: 252’dedir)

İşte hariçten mülhem ve mülhid zalimlerin entrikalarına istinaden, Risale-i Nur hakkında misafir müstantıkların verdikleri acib ve garib ithamkârane ve vehhamane kararları, aynı bu hikâyedeki tenkidkâr cerbeze ile olduğu bununla anlaşılıyor ki: Risale-i Nur’un 120 küsur risalesi âdeta 120 bin zararsız haklı kelimeler içinde on-onbeş-yirmi kelime sathî nazarlarına kusurlu görünmekle, hikâyedeki gibi o kusuru toplayıp o adese ile koca Risale-i Nur’a bakıp itham ediyor. (Haşiye)

Sonra benim de o risaleler vasıtasıyla hükûmetin prensibine ve rejimine karşı kasdî bir taarruzda bulunduğumu tevehhüm ediyor. Acaba böyle muazzam bir eserde, kararnamede tevehhüm ettikleri gibi, menfî duygularla hükûmetin prensibine karşı taarruz olsa idi, elbette 120 küsur risalede binler medar-ı tenkid noktaları bulunacaktı. O vakit üç ayda üç alâkadar dairede tedkikten sonra onbeş noktayı değil, belki üç günde üç bin medar-ı tenkid noktalar bulunacaklar idi. Hem hükûmetin inkılabına karşı bir tecavüz hedefim olsa idi, on sene zarfında yalnız yirmi-otuz uzaktan uzağa âhiret kardeşi bulmak değil, belki benim gibi yüz derece haddinden fazla teveccüh-ü âmmeye istemeyerek mazhar olan bir adamın yirmi bin, yüz bin şerikleri dostları bulunacaktı.

Şimdi ben de o kararları verenlere soruyorum: O kadar i’zam ederek ve büyüterek her yerde o risalelerin neşrine çalışıyorlar diye on sahife değil, altmış sahife bir kararname yazıyorsunuz. Acaba otuz-kırk seneden beri ilim ve fen âleminde bir cilve-i kaderiye ile haddimden yüz derece fazla te’lifat itibariyle nam alan ve yirmi sene mütemadiyen te’lif ile vakti geçen bir adamın, bir amîk tedkikat ve taharriyat içinde kaç bin nüsha kitabını buldunuz? En has kardeşlerimde hangi tenkidli kitabı buldunuz? Tenkid ettiğiniz risalelerden bir nüshadan başka kaç risaleyi buldunuz? Bütün bu mevkufiyette benimle beraber otuz-kırk nüsha kitab buldunuz. Bu nasıl neşriyat olur ki, herbirinde birer nüsha bile bulunmamıştır?

Bütün itiraz ettiğiniz maddeler pek safdil ve ısrarcı bir kardeşimiz olan Halil İbrahim’de bazılarından birer nüsha bulunmuş. Onları da ben mecbur oldum, onun ısrar ve iştiyak ve safvetine karşı kendime ait olan bazı ve nim-mahrem dediklerimi göndermiştim. Kaza-yı İlahî ile bütünü elinize geçti. Bunlardan başka hiçbir kimsede bulunmadı. Demek kararnamede neşriyat yapıyor demeleri, bir evhamdan ibarettir. Eğer bu on sene zarfında neşriyat yapsa idim, bulduğunuz bir nüshaya bedel lâakall yüz nüsha, hususan has kardeşlerimde bulunacaktı. 120 adamın istintakında ancak otuz-kırk kitab bulunmuştur. Halbuki bîçare çok masum insanları, Said-i Kürdî’nin âsârının neşriyatına vasıta olmuşlar bahanesiyle bu musibete sevk ile süründürdüler.

Üçüncü Umde: İttihamkârane mülhid zalimlerin isnadatına istinad eden kararnamede o kadar manasız ve dikkatsiz hükmetmiş ki; görenlerin istiğrabını mucib oluyor. Meselâ: Kararnamede sekiz-on sene fasılalı te’lif ile istinsah tarihleri iltibas ettiriliyor. Geçen sene istinsah edilen ve on sene evvel te’lif edilen risaleyi, geçen sene te’lif edilmiş gibi gösteriyor.

Hem bir hocanın, bir muallimin etrafındaki şakirdleri ve bir bakkalın samimi müşteri dostları hükmünde olan ve nadiren görüşebildiğim ve bazılarını bir defa gördüğüm bazı dostlarım, bir cem’iyetin faal azaları gibi neşriyata vasıta oluyorlar diye itham edilmişler. Acaba benim gibi bir adamın, on sene zarfında on dostu bulunması ve o neşriyat dedikleri birer veyahud ikişer nüshadan başka bulunmamakla beraber; bunlara Said’in vasıta-yı neşriyatı demek, ne kadar manasız olduğu bununla anlaşılır ki: Ben on gün muhbirlerin dediği gibi niyet edip neşriyat yapsa idim, yüz adamı da bulup neşriyat yapabilirdim. O vakit bu on senelik neşriyatta, her bir kitabdan elinize yüzer nüsha geçebilirdi. Halbuki bu kadar tahkikat-ı amîkada Tesettür Risalesi’nden bir tek nüsha ile, naşir tevehhüm edilen on masum bîçareler bulunmuştur.

Hem İhtiyarlar Risalesi’nde Yedinci Rica’da Ankara’nın kal’asının başında beş nev’ ihtiyarlığın birden bana görünmesi nazarımı bir defa gafletkârane mazi, hal ve müstakbele çevirmiş. Nazar-ı gafletle çok elîm ve karanlıklı görünen altı cihetimi tenvir eden, ışıklandıran envâr-ı imaniyeyi izah ettiği ve o vakıayı oniki sene evvel Ankara’da “Habab” isminde bir risalemde derc ve tab’ ettiğim ve üç defadır cevab verdiğim halde el’an aleyhimde medar-ı tenkid olarak tekrar ediliyor. En garibi şudur ki; iki kelimesine bütün bütün yanlış mana verilmiş. Demişim: “Ankara’da kendi nefsimde ihtiyarlıkların tahatturu ile en kara bir halet-i ruhiye hissettim” dediğim halde, o halet-i ruhiyemi Ankara’ya çevirmiş, aleyhimde istimal etmiş. Hem o ricada demişim: “Hilafet saltanatının vefatı” yani millî saltanatının yerine ikamesi murad ettiğim halde, bir “vav” ilâve ve bir “nun”u noksan edip, hilafet ve saltanatın vefatı diye tahrifle beraber manasını da tağyir edip eski saltanatı tahassürle yâd ettiğimi, hatıra gelmeyen manayı aleyhimde istimal etmiş.

(Haşiye) Bu acib kararnameyi verenlerin hikâyesi buna benzer ki: Bir vakit zarif bir Bektaşi’ye demişler: Ne için namaz kılmıyorsun? Demiş: “Kur’anda $ var.” “$ yı da oku” demişler. O demiş: “Ben hâfız değilim.” İşte Yedinci Rica’da gayet parlak ve tesirli ve her aklı düşündürecek bir hakikat-ı imaniyeyi, karar verenler parçalamışlar. O bektaşi gibi nazar-ı gafletle karanlık görünen o noktayı güya nesl-i âtiyi karanlıkta gördüğümü diye aleyhime çevirmişler. Arkasındaki envâr-ı imaniyenin altı cihette gördüğü nuranî hizmete göz kapıyorlar. Nümune olarak bu ricanın mahkemede okunmasını taleb ederim, tâ anlaşılsın. Dikkatsizlik ve cerbeze ile lehimde olanı aleyhime çevirdikleri görülsün.

Dördüncü Umde: Bura yüksek mahkemesinin âdilane ve hakikatperest vicdanlarından ihkak-ı hak edileceğine ümidimiz kavî olmakla beraber, hariçten ilham alan ve Isparta ve daha başka bir yerdeki evhamın tesiratı hükmü altından kurtulmayan misafir sorgu hâkimlerinin kararında, yirmi vecihle müdafaa ettiğim medar-ı ittiham bazı noktaları yine ileri sürmeleri bana bir meyusiyet vermekle beraber, şöyle bir fikir veriyor. (Buradan sonra Tarihçe sh: 252’den devam ediyor.)

İşte madem hükûmetin tahkikat-ı amîkasıyla ve 120 küsur risalenin bir-iki memurun zulmüne karşı şekva suretinde olan ve intişar edilmeyen bir-iki tanesi müstesna, mütebâkisinin hedefi iman ve âhiret olduğundan harekât-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın siyasetine de çarpsa ve şiddetli kelimat da bulunsa şâyan-ı afv ve müsamahadır. Risaleler lisan-ı hal ile “Afv ediniz. Maksadımız size ilişmek değildir, hedefimizde yürüyoruz” diyorlar. Eğer risalelerin ekseriyet-i mutlakasının hedefi siyaset ve hayat-ı dünyeviye olsa idi; o vakit kararnamede olduğu gibi, her kelime üzerinde oynayıp bu kelimede ta’riz var veyahud menfî duygular var veyahud rejime muhaliftir denilebilirdi.

İkinci Nokta: Düşman bir ecnebinin müdhiş bir adamı bir memlekete gelse, onunla temas eden ve dost olan adamlar muahaze edilmediği halde; benim gibi bu vatanın evlâdı ve bu milletin masum bir ferdi olan bir adamın, onunla temas eden veyahud bir dostluk gösteren her bir masum dosta bir kulp takmak ve müttehem vaziyetini vermek, hangi maslahata istinad ettiğini, hangi fikir ile olduğunu hakikaten bilmiyoruz, mütehayyiriz. Eğer farz-ı muhal olarak bu derece vücudum vatana ve millete zarardır ve benimle temas eden ve dost olan müttehemdir. Size ilân ediyorum: Meb’usandan, vükeladan belki binlerce maruf adamlarınız benimle dostturlar. Acaba bu zâtları dostluk yüzünden hapse sevk edecek bir kanun var mı? Bana temas edip dostluğumla ittiham altına alınanlardan daha ziyade dost ve münasebetdar hükûmet-i cumhuriyenin en sâdık memurları, meb’usları ve vükelasındandır.

Üçüncü Nokta: Mektublar ahbab mabeyninde muhabbetname nev’inden taltifkârane, mübalağalı olduğundan; bazan bir adam çoban bir dostuna bir paşaya sarfedilecek lakırdıları sarfeder. Bazan bir âdi adam çok sevdiği bir dostuna kıymetinden yüz derece fazla paye verir. Cesurca bir kardeşine Rüstemane bir kahramanlık verir. Madem ahbab ortasında mektublar böyle mübalağalı ve taltif için hakikattan fazla hayal karışır. Benim de bu on sene zarfında kendim yazmadığım fakat mealini söylediğim mektubların bazı tabiratları, kâtibin mübalağakârane hissiyatının tesiriyle hilaf-ı vaki’ manaları ifade eder. Biz en ince nazik muamelata dair şifreli mizanlı mektub yazmamışız ki, mektubun her bir kelimesi ince elekle ve mizan ile tartılsın.

Meselâ: Halil İbrahim’in iştiyak ve ısrarına karşı bir taltif ve durutmak için demiştim: “Halil İbrahim’e yazınız ki; sen istediğin gibi risaleleri çoklar istiyorlar. Birinci tebyizi tercihen size gönderildi.” Bu mektubdan murad, sen bizden risaleleri isteme. Senin gibi çoklar ister, fakat ben yazdıramıyorum ve veremiyorum. Çünki kimsem yoktur. Birinci tebyiz yani kendime aid olan bir tek nüshayı size gönderdim.

Hem mahkemece çok medar-ı bahs olmuş bir kutu derununda birkaç risale ve bir mikdar da zerdali kurusu ona gönderilmişti. O da kimseye vermemiş. Eğer verse idi gerek taharriyatta ve gerekse ifadelerine müracaat edilen Milas’lı adamların ifadelerinde tezahür edecekti. Demek kendime mahsus risalelerimi ona gönderdim. O da kimseye vermemiş. Muhafaza etmiş ve elinize geçmiştir. İşte ne bende ve ne başka dostlarımda o kitabların bulunmadığı delildir ki; ne ben neşre çalışıyorum ve ne de Halil İbrahim çalışmıştır.

İşte sair mektublar da buna kıyas edilsin ki; bazı mektublarda neşre aid ibareler, Risale-i Nur’un kendi kendine intişarını alkışlamaktan başka bir şey değildir. Sorgu hâkimlerinin ellerinde kırk-elli kitabım bulunduğu halde yalnız üç-dört risalenin bazı kelimelerine ilişmek suretiyle ve bahsettikleri ve büyük ve mühim sair risalelerden bahsetmemeleri gösteriyor ki; nazarlarında zararlı görülen üç-dört risalelerden başka Risale-i Nur’un eczaları zararsızdırlar. Madem ki öyledirler, bazı mektublarda “yazınız” ve “yazdırdık” tabiratı, mahkemece zararsız görülen risalelere aiddir.

Hem kararnamede nasıl kelimeler ve mektubların mübalağaları üstünde oynamışlar ve manalar çıkarmışlar. Öyle de: Sathî bir tedkikat ile pek yanlış hükümleri var. Meselâ: Hüsrev’in evinde üç Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) bulunmuş. Bunu dokuz risale yani müteaddid risaleler bulunduğunu göstermekle, teksirine çalışmak ile ittiham ediliyor. Halbuki onlar dokuz risale değil, üç risaledir. Her birinin üç parçası birbirine dikilmemiş. Zabıta tarafından Mu’cizat-ı Ahmediye’den (A.S.M.) hususi nüsham müsadere edildikten sonra Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) bir aynını kendim için rica ile Hüsrev’e bir nüshasını yazdırmak üzere başka bir kardeşimden Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kerametli bir nüshasını emaneten aldım, Hüsrev’e verdim. Bîçare Hüsrev’in de o kitabdan bir nüshası vardı, mukabele etmek üzere onu birleştirmiş. Taharri esnasında üçü birden alınmıştır.

Hem karar verenlerin sathî tedkikatına bir delil de şudur ki: Yirmi senelik risalelerimin bir kısmının fihristesi olan Onbeşinci Lem’a’nın her bir parçasını birer risale zannedip, o fihristede bahsedilen bazı mes’elelerle muahazeye kalkışmışlar. Hiç fihriste ile muahaze edilir mi? Ve onların her bir parçasına birer risale nazarıyla bakılır mı? Hem Barla’dan müfarakatımdan bir sene sonra, odamın bir köşesinde imzasız pek eski bir mektub bulunmuş. O mektubu benden sordular. İmzasız belki yedi-sekiz sene evvel birisi tarafından gelmiş veyahud birisi tarafından oraya sokulmuş. Arabî kelimatın Türkçeden kaldırılmasına dair birisi fikrini yazmış.

Bunu medar-ı muahaze ediyorlar. Mektub benim değil. İmzası yok. Bir seneden beri terkettiğim bir odada gayet eski bir tarzda ve o mektuba ehemmiyet verildiği ve cevab yazıldığına dair bir emare görülmediği halde, medar-ı ittiham tutulmuş. Daha kararnamedeki sair noktaları bunlara kıyas edilsin.

Misafir sorgu hâkimleri gücenmesinler. Bütün kuvvetimle onların bana isnad ettikleri, ifsad ve halkı idlâl ve menfî duyguları, siyasetçiliği reddediyorum. Ve onların vazifesine ve şahıslarına ilişmiyorum. Fakat tahkikatlarında istinad ettikleri esasat, garazkâr muhbirlerin evhamlarıdır. O misafir sorgu hâkimlerinin benim bu şiddetli ifademden gücenmeye hakları yoktur. Çünki onlar bizim hayat ve memat mes’elemizde dikkatsizlikleri ile bize ilişiyorlar. Ve kelimeler üzerinde hayatımızla oynuyorlar. Biz gücenmedik. Yalnız hakkımızı müdafaa ediyoruz. Ben şiddetimle onların efkârlarını tezyif etmiyorum, belki evhamlarını izale ediyorum. Ve aldandınız diye bir parça enaniyetlerine ilişiyorum. Bundan gücenmeye hakları yoktur. Yüksek mahkeme ise; elbette bana ve sorgu hâkimlerine yüksek makamda âdilane bakar.

Dördüncü Nokta: Kararname haksız ve dikkatsiz olduğundandır ki; harb-i umumî gibi bir musibet-i azîmeyi ve memleketimizde vilayat-ı şarkiyenin Ermeni komitesi yüzünden katl-i âmlara ve vilayat-ı garbiye ahalisinin çokları Yunanlılar tarafından Rumlar eliyle katllerine sebebiyet veren ve fitne-i âhirzamanı andıran çok fitnelere mazhar olan bu asra yüzbin defa “Yaşasın Cehennem” dediği ve Rum ve Ermeni komitelerinin münafık gaddarlarını bize musallat eden Avrupa’nın insaniyet perverliğini iddia eden zalimlerin kulaklarını çınlatan üç-dört sahifelik bir eserime işaret eden fihristenin aleyhime medar-ı mes’uliyet edilmesidir.

Acaba bu sorgu hâkimleri bu asrın bütün seyyiatını unutmuşlar mı ki; benim gibi çok cihetler ile bu asrın darbesini yiyen bir adamın şekvasını böyle mucib-i mes’uliyet telakki ediyorlar? Hem kararnamede itiraznameme itiraz yolunda denilmiş: “Diyanet Riyaseti’ne eserlerini göndermesine bedel Halil İbrahim’e göndermiştir.”

Acaba on sene zulmen ihtilattan, muhabereden men’edilmiş ve tarassud altında daima iz’ac edilen ve kardeşine dört senede ancak bir mektub yazan bir adam, kim ile ve hangi vasıta ile kıymetdar eserlerini ziya’a uğratmamak şartıyla Ankara’ya gönderip sözünü dinlettirsin, neşredebilsin? Has ve mahrem bir dostuna kendine mahsus birkaç risaleyi göndermek ile itiraznameye itiraz ediyor. Hem onbeş sene tedris ile vaktimi geçirdiğim Van’da yalnız bir adama, dünyaya hiçbir alâkası olmayan bir-iki risale-i imaniyeyi bir yâdigar olarak göndermemle, kararnamede “Neşriyat yapıyor, menfî duygularla sır adamları vasıtasıyla hissiyat-ı diniyeyi tahrik ediyor.” diye pek haklı olan men’-i muhakeme taleblerimizi bu bahaneler ile reddedip lüzum-u muhakememize karar veriyor.

Hem en garibi budur ki: İki-üç risaleme mahrem dediğimin sebebini izah ederken demişim ki: Bu mahremlerden bir-ikisi ahval-i ruhiyeme ve ihlasa ait olduğundan, başkalara göstermek riya ve gurura medar olacağından, mahremdir demişim. Bir-iki risale de, bana zulmeden birkaç memurlara karşı bir şekva olmak ve eskiden Avrupa’ya karşı yazdığım cevabları bu zamanda sû’-i tefehhüme uğratmamak ve yanlış mana verilmemek ve hakkımda bahane arayanların ellerine geçmemek için mahrem deyip neşretmemişim. Benim bu izahımı kararnamede “Kendisi de bir-iki eserine mahrem demekle muzır olduğunu itiraf ediyor” diye gayet tuhaf bir tevil ile beni ittiham altına almışlar. İşte bu hale karşı $ demekten başka çare kalmamıştır.

__ ve kusurlarımı acelelikle ve kanunları bilmediğime hamledip tenkid etmemenizi insafınızdan beklerim. Garib ve bana pek ağır gelen ve üç günde bir bardak ayrandan ve bir bardak sütten başka bir şey yedirmeyen garib hastalığın üçüncü gününde füc’eten hatırıma ihtar edildi. Ben de o hatırayı, teberrük için mahkemedeki müdafaatımın bir mukaddemesi olarak yazdım. Şiddet ve kusur varsa hastalığıma aiddir.

Evet ancak yüz adamın müdafaa edeceği bir hakikatı yalnız başıma müdafaaya mecbur olduğumdan, teab-ı dimağî ve perişaniyete ve garib ve daha çok müz’iç ahval içinde hakikî doğru olarak olduğu gibi bu kadar beyan edebildim.

Eskişehir Ağırceza Yüksek Mahkemesinin Riyasetine

İddia makamının son iddiasına karşı kısa ve mütemmim cevabî son müdafaatımın lâhikasıdır. Makam-ı iddiada muhterem müddeiumumînin tecziyeme medar olmak için beyan ettiği esbabın cevabları son müdafaatımda vardır. Bu son iddiada iki nokta o derece i’zam edilmiş ki, nazar-ı adaleti şaşırtacak bir surette büyütülmüştür.

Birinci Nokta: Makam-ı iddia diyor ki: “Isparta, Eğirdir, Barla, Aydın, Antalya, Milas ve Van” gibi yerler daire-i teşvikatına dâhil olmuş. Halbuki sair 97 masumun tahliyesiyle tebeyyün ediyor ki; Antalya namını verdiği, kısacık ve imanî birtek risaleyi okuyan ihtiyar bir tek aşçı ve Eğirdir namını verdiği, iki hadîs-i şerifin bir nüktesini beyan eden küçük bir mektub onda bulunduğu ve muhatabı da kendisi olmadığı anlaşılan ve beraeti makam-ı iddiada taleb edilen bir hâfız ve biri de birisine meslek dolayısıyla âdi bir kısa mektubla imanî bir risaleyi yazan bir zâttır. Ve koca Aydın namı verdiği, postadan almadığı bir kutuya dair âdi bir mektub evinde bulunan 70 yaşında ateh getirmiş bir ihtiyar; Milas namı verdiği, mütalaa merakına mübtela ve ısrarıyla okumak için benden istediği birkaç risale evinde bulunan bir tek bîçare adamla, ona bir tek mektub tesvid eden ve hiç bir şeyde alâkası olmayan kahveci bir adam ve Van namı verdiği, onbeş sene evvel tab’ edilen bir risalem evinde bulunan bir adamdır. Ve dokuz sene oturduğum Barla namı verdiği, birkaç paraya mukabil dokuz sene evvel İstanbul’da tab’ edilen Onuncu Söz gibi sırf imanî küçücük birkaç risaleyi yazan fakir ve muhacir ve çok ihtiyatkâr bir zavallı adam ve Isparta namı verdiği, yalnız imanî ve mahkemece tenkid edilmeyen bir-iki risalemi okuyup kendilerine yazmaları sebebiyle benim ile cüz’î alâkaları bulunan yedi kadar masum bîçarelerdir.

Ve hakezâ işte hakkımda nasıl habbenin kubbe yapıldığını buna kıyas edilsin. Mahkemenizde görülen ve benim ile alâkaları pek az olduğu anlaşılan bu birkaç adamın namını beş-altı şehr-i azîme verip, o şehirleri dahi daire-i teşvikata dâhil olduklarını göstermek, makam-ı iddianın istinad ettiği sorgu hâkimlerinin tahkikatı, onların da sathî tahkikatı mülhid zalimlerin evhamlarına istinad ettikleri için, bîçare Aşçı Hüseyin koca Antalya şehri hükmünde tutup, 70 yaşında ateh getirmiş bir ihtiyarı koca Aydın vilayeti gösterilerek bir daire-i teşvika manası verilmiş ve hâkeza diğerleri bunlara kıyasen büyütülmüştür.

İkinci Nokta: Makam-ı iddiada tecziyeme medar gösterdiği yedi sekiz Lem’a olup, her bir Lem’a lâakall 1000 kelimeden ibaret iken, bir-iki kelimenin zahirî nazarlarında tenkide lâyık görülmekle güya bütün o Lem’alar medar-ı tenkiddir diye tecziyeme sebeb gösteriliyor. Tenkid edilen on-onbeş kelime yerine on-onbeş kitabı gösteriyor. Bu ise bir habbeyi on kubbe yapmaktır. Tecziye ise, hassas bir mizanda hata ile ceza tartılır. Böyle ifratkârane ithamlara, maneviyatın mizanı olan adaletin ilâçları nevinde olan cezaları o mübalağalı ittihamlara göre verilmez.

Hem kitabların fihristesi olan Onbeşinci Lem’ada hiç mevcud olmayan bazı risalelerin mevzuundan bahsettiğinden, o mücmel mevzuatı koca bir risale ve tafsilli cevab yerinde olarak gösterilmiştir. Halbuki fihriste ile hiçbir cihetle muahaze olamaz. Hem fihriste ne dediğimi beyan etmiyor. Yalnız cevab verdiğime işaret ediyor. Cevabım nedir ve nerededir? Mahiyeti anlaşıldıktan sonra tecziyeme bir medar gösterilebilir. Bu yüksek mahkeme-i âdilenin adaletinden ve heyetinde hakperestane vicdanlarından kuvvetle ümid ediyorum ki, tecziyemle bu zamanda beni inkâr-ı adalete sevk etmeyecektir. Beraetime ve Risale-i Nur’un hürriyetine karar verilmesine inayet-i İlahiye bu yüksek mahkeme-i âdileyi muvaffak eylesin.

Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla Temyiz Mahkemesi Birinci Ceza Riyasetine

Temyiz eden Eskişehir Hapishanesinde mevkuf Bitlis’li Mirza oğlu Said-ün Nursî, diğer taraf hukuk-u âmme

Temyiz olunan hüküm ve karar: Dinî hissiyatı âlet ederek devletin dâhilî emniyetini ihlâle teşebbüs suçundan dolayı, Türk Ceza Kanununun 163. maddesi mucibince, bir sene müddetle ağır hapis cezası ile mahkûmiyetime dair Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 19/8/1935 tarihli hüküm ve karardır.

Temyizin sebebi: Sâdır olan işbu hüküm ve karar usûl ve kanununa mugayir ve sübut-u delil ve sebeblerinden âri ve isnad olunan suçun anasır-ı cürmiye erkânını gayr-ı câmi’ bulunmakla beraber; inde-l muhakeme mesbuk müdafaatım tamamen delilsiz olarak redd ve hukukum tamamen ihlâl edilmiş olması hasebiyle, ruh-u kanun ve adalete uygun olmayan mezkûr hükme adem-i kanaatla müddeti içinde şeraitine tebean temyiz-i dava ile işbu hükmün nakzını ister ve şerait-i temyizden olan fakr-ı hal mazbatası rabten takdim edilmiş ve bozma sebebleri birer birer aşağıda arzedilmiştir. Şöyle ki:

Mahkeme-i Temyiz Layihası

Dünyada hiç bir misli görülmemiş bir haksızlığa maruz kaldım.

  1. madde-i kanuniye ile beni ve yüzyirmi risalemi mahkûm ettiler. Halbuki o madde-i kanuniyenin bana temas ettiğine dair evrak-ı tahkikiye arasında mevcud ve size takdim edilen_ (Devamı Tarihçe-i Hayat: 253’te)

(Haşiye): Bu kadar kitab değil bir sene zarfında, birkaç sene zarfında da meydana gelmesi mümkün olmadığından, ancak yirmi senede yazılmış. O ayrı ayrı kitabların müellifinin farz-ı muhal olarak bir-iki senelik hayatı hatalı olsa bile, yirmi senelik hayatının masum seneleri hangi kanun ile hata olur ki; o eski senelerin mahsulleri olan masum kitablar müsadere ile mahkûm edilmişler.

Masumiyetimizin kat’î bir delili de şudur ki: Bu işde en ziyade alâkadarlık gösteren Dâhiliye Vekili, hükûmetin resmî lisanıyla ilân etmiştir ki: Bu işde rejim ve hükûmet aleyhdarlığı mevcud olmadığı ve devletin dâhilî emniyetini ihlâl edecek bir halde bulunmadığını ve sadece âdi bir zabıta vak’asından ibaret ve halk arasında hiçbir tesiri olmadığını resmen bildirmiştir.

İşte Dâhiliye Vekili’nin bu canlı beyanatı, bizi tebrie ediyor. Bu hâdiseye sebebiyet verdiği anlaşılan zabıta vak’ası ise, bize alâkası olmadığı ve ancak bu mes’elede suçlu gösterilecek ind-el muhakeme bura mahkemesince beraet kazanan Eğirdir’li bir kimseye taalluku bulunduğundan, bu vak’a da bize temas etmemekte bulunmuştur.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*