İkinci Mebhas
İnsanın saadet ve şekavetine medar “Beş Nükte”den ibarettir.
[İnsan
Ahsen-i takvimde yaratıldığı
Ve ona gayet câmi’ bir istidad verildiği için; (İstidad kabiliyetin inkişaf etmemiş haline denir.)
- Esfel-i safilînden tâ a’lâ-yı illiyyîne, (Makam-ı Mahmuda çıkttığı gibi)
- Ferşten tâ arşa, (Mi’raç ile arş-ı a’zamda en yüksek meratibte esmanın tecelliyatını görebilir.)
- Zerreden tâ şemse (Manen şems kadar büyük bir dereceye çıkmakla Cenab-ı Hakka muhaatab olacak bir dereceye gelebilir.)
kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış,
Ve nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış (Her bir Nüktede bu iki yol gösterilecek)
- Bir mu’cize-i kudret (En câmi’ bir mu’cize-i kudret olan insan)
- Ve netice-i hilkat (Hilkat şeceresinin hem çekirdeği hem meyvesi)
- Ve acube-i san’at (Bütün zaman ve mekanları yutabilecek fıtratta yaratılan kâinatla alâkadar olan insan)
olarak şu dünyaya gönderilmiştir. İşte insanın şu dehşetli terakki ve tedennisinin sırrını “Beş Nükte”de beyan edeceğiz.]
(Herbir nükte içinde bir hakikat gösterilecek, daha sonra bu hakikatı anlamakla suuda, anlamamakla da sukuta götüren yollar tarif edilecek)
Birinci Nükte:
(Bu nüktede gösterilen hakikatta insanın fıtratı anlatılmıştır. Bu fıtratta bir insan hem kendisinin hem alakadar olduğu ekser enva’ın ihtiyaçlarının yerine getirilmesi ile hakiki saadeti elde edebileceğinden bu ihtiyaçları yerine getirebilecek Zatı tanıyıp enaniyeti bırakıp hayrı ve vücudu tevfik-i İlahiyeden isteyerek şer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçip istiğfar ederek tam abd olmakla insan saadete erer.)
İnsan,
- Kâinatın ekser enva’ına muhtaç ve alâkadardır. (Zaman ve mekan itibariyle herşeye muhtaç ve alâkadar)
- İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, (Mekana baktırıyor)
- Arzuları ebede kadar uzanmış… (Zamana baktırıyor)
(Küçük) Bir çiçeği istediği gibi,
(Büyük) koca bir baharı da ister.
(Küçük) Bir bahçeyi arzu ettiği gibi,
(Büyük) ebedî Cennet’i de arzu eder.
(Küçük) Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi,
(Büyük) Cemil-i Zülcelal’i de görmeye müştaktır.
(Küçük) Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi;
(Büyük) Berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticaya muhtaçtır. (Kudret’in içersinde ilim ve iradeyi zımni olarak düşünüyoruz.)
İşte şu vaziyette bir insana hakikî Mabud olacak;
- Yalnız, herşeyin dizgini elinde, (Dizgin, daha ziyade iradeye bakıyor)
- Herşeyin hazinesi yanında, (Hazine, daha ziyade Kudrete bakıyor)
- Herşeyin yanında nâzır,
- Her mekânda hazır,
- Mekândan münezzeh,
- Acizden müberra, (Acz, daha ziyade Kudrete bakıyor)
- Kusurdan mukaddes, (Kusur, daha ziyade Kemale bakıyor)
- Nakıstan muallâ
bir Kadîr-i Zülcelal, bir Rahîm-i Zülcemal, bir Hakîm-i Zülkemal olabilir. Çünki nihayetsiz hacat-ı insaniyeyi îfa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mabudiyete lâyık yalnız odur.
(Fıtratı anlatılan insanı saadete götürecek Zâtın kudsî mahiyeti anlatıldı. Şimdi bu saadeti elde etmenin yolu gösterilecek. Şöyleki: enaniyeti bırakıp hayrı ve vücudu tevfik-i İlahiyeden isteyerek şer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçip istiğfar ederek tam abd olmakla insan hadsiz makamata, meratibe, derecata çıkmakla saadete erer.)
İşte ey insan!
Makamat
- Eğer yalnız ona abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın.
- Eğer ubudiyetten istinkaf etsen, (kaçınsan) âciz mahlukata zelil bir abd olursun.
Meratib
Eğer enaniyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve davaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zaîf düşersin. (İnsanın nazarına göre zaîf düşer. İnsanın vücuda getirdiği san’at hayvanatın san’atına göre çok aşağı mertebede olduğu gibi maddeten kuvvet itibariyle de insan daha zaîftir.)
Derecat
Şer ve tahrib cihetinde; dağdan daha ağır, taundan daha muzır olursun. (Şer ve tahribi, enaniyet itibariyle haksız temellük için düşündüğümüzde insan dağdan daha ağır, taundan daha muzır olur.)
Evet ey insan! Sende iki cihet var:
Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. (Bu cihette zaîftir.)
Diğeri; tahrib, adem, şer, nefy, infial (İnfial fiilden etkilenmek) cihetidir. (Bu cihette ise intişar eder.)
Birinci cihet itibariyle; arıdan, serçeden aşağı.. sinekten, örümcekten daha zaîfsin.
İkinci cihet itibariyle; dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünki sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrib etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder.
Meselâ: Küfür bir fenalıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie;
- Bütün kâinatın tahkirini ve
- Bütün esma-i ilahiyenin tezyifini,
- Bütün insaniyetin terzilini tazammun eder.
Çünki
- Şu mevcudatın (Yani bütün kâinatın) âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar,
- Mektubat-ı Rabbaniye
- Ve meraya-yı Sübhaniye
- Ve memurîn-i İlahiyedirler.
Küfür ise;
Onları (Yani bütün kâinatı)
- Âyinedarlık
- Ve vazifedarlık
- Ve manidarlık
makamından düşürüp,
abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve
zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye ve
ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi..
- Bütün kâinatta ve mevcudatın âyinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemalleri görünen esma-i İlahiyeyi inkâr ile tezyif eder.
- Ve insanlık denilen,
- Bütün esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet
- Ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi’ çekirdek-misal bir mu’cize-i kudret-i bahire (İnsan bekâ ağacının yaratışının sebebidir.)
- Ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla
a- Yer, gök, dağa tefevvuk eden (Vazife itibari ile enenin doğru istimaline işarettir.)
b- Ve melaikeye karşı rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; (Zemin yüzündeki mevcudata tasarrufa me’zun olmasına işarettir.)
- En zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zaîf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar.
- Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.
Elhasıl: Nefs-i emmare tahrib ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir.
Evet, bir haneyi bir günde harab eder, yüz günde yapamaz. (Her bir insan bir hane gibidir.) Lâkin eğer
- Enaniyeti bıraksa,
- Hayrı ve vücudu tevfik-i ilahiyeden istese,
- Şer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçse,
- İstiğfar ederek tam abd olsa;
o vakit يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar olur.
Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab eder.
Ahsen-i takvim kıymetini alır, a’lâ-yı illiyyîne çıkar.
(Evet nefsin cürsûmesinde (asıl, öz) şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş’um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider. Büyük Mesnevî-i Nuriye 665)
İşte ey gafil insan! Bak Cenab-ı Hakk’ın fazlına ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazan yetmiş, bazan yediyüz, bazan yedi bin yazar.
Hem şu nükteden anla ki; o müdhiş Cehennem’e girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adildir. Fakat Cennet’e girmek, mahz-ı fazıldır.
(Evet Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Sözler 464)
(İstidad kabiliyetin inkişaf etmemiş haline denir. Cenab-ı Hak istidadların ne mahiyette olduğunu bilir. Mes’eleye insan canibinden baktığımızda; insan hayr-ı mutlaktan gelen hayrı kabul etmesi veya etmemesi neticesinde istidadı ortaya çıkar. Cenab-ı Hak canibinden baktığımızda ise, insanların istidadlarını ve amellerini gören ve insanların neye lâyık ve müstehak olduklarını bilen Âlim-i Mutlak, hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onları farklı zaman ve mekânlarda imtihana gönderir. Tâ ki , istidadları tebarüz etsin.)
İkinci Nükte:
(Bu nüktede gösterilen hakikatta insana verilen cihazların nasıl kullanılması gerektiği anlatılmıştır. İnsan kendisine verilen cihazları enaniyet cihetinde dünya hayatını temin için kullanırsa şekavete düşer. Eğer ubudiyet cihetinde âhireti kazanmak için kullanırsa saadete erer.)
İnsanda iki vecih var.
Birisi, enaniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır.
Diğeri ubudiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.
Evvelki vecih itibariyle öyle bir bîçare mahluktur ki;
- Sermayesi yalnız ihtiyardan bir şa’re (saç) gibi cüz’î bir cüz’-i ihtiyarî (Saç gibi sadece temenni hükmünde olan bir irade kudret ve ilmi tazammun etmediği için ince ve zaif)
- Ve iktidardan zaîf bir kesb (Kudreti arızidir.)
- Ve hayattan çabuk söner bir şu’le (Hayatı fanidir.)
- Ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik (İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir. Mesnevi-i Nuriye 109)
- Ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. (Ey nefs-i emmare, kat’iyyen bil ki, senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki; âmâl, ümid, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temeltaşı da çürüktür. Hülâsa, esastan fasid ve zayıftır. Daima harab olmağa hazırdır. Mesnevi-i Nuriye 67)
O haliyle beraber kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz enva’ın hesabsız efradından nazik zaîf bir ferd olarak bulunuyor. (İnsan sair nevlerin ferdlerine nisbeten nazik zaif bir ferddir.)
İkinci vecih itibariyle ve bilhâssa ubudiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs’ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. (İnsandaki nihayetsiz acz ve fakrın verilme maksadı ubudiyete sevk etmek içindir ki; bunun da pek büyük bir vüs’ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor.)
Çünki
Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz
Ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir.
Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.
(Çekirdek misali ile insanın nokta-i kemali olan ağaç vaziyetine giden yolu gösterilmiştir.)
Evet insan bir çekirdeğe benzer. Nasılki o çekirdeğe
Kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat (“Sizin âzalarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latif kıymetdar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur ki, bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab odur, Mabud da o olabilir.” Sözler 416)
Ve kaderden ince ve kıymetli proğram verilmiş. (İnsanı ahseni takvime çıkaran kaderden verilen ince ve kıymetli program, kaderde takdir edilen nihayet kemal veya o kemale götürecek cihazların ne maksadla ve ne surette kullanılması gerektiğini gösteren kaderi levha olabilir.)
Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidad lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemal bulsun.
(Birinci cihet itibariyle enaniyetine güvense) Eğer o çekirdek, sû’-i mizacından dolayı ona verilen cihazat-ı maneviyeyi, toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı celbine sarfetse; o dar yerde kısa bir zamanda faidesiz tefessüh edip çürüyecektir.
(İkinci cihet itibariyle İslâmiyet, iman ve ubudiyetle acz ve fakrını Halıkına gösterse) Eğer o çekirdek, o manevî cihazatını فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى nın emr-i tekvinîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse; o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla küçücük cüz’î hakikatı ve ruh-u manevîsi, büyük bir hakikat-ı külliye suretini alacaktır.
İşte aynen onun gibi; insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli proğramlar tevdi edilmiş.
Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında (Hayır ve şerrin imtizaç ettiği) o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.
Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi’
- Kıymettar bir çekirdek (Çekirdek hükmündeki istidatlar inkişaf ederek kıymettar bir vaziyet aldı.)
- Ve revnakdar bir makine (Makine hükmündeki istidatlar işlettirilerek hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Sözler 25)
- Ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır. (İstidatları meyveye teşbih ile nasıl ki ağaç meyveye müteveccihtir. Öyle de kainat dünya hayatında insanın istidadlarının bil kuvveden bil fiile çıkması için insana müteveccihti. Aynen öyle de âhirettede bütün kainat insanın istdatlarının inkişaf ettiği nisbette lezzet alması için insana müteveccihtir.)
Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye müsahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur. Şu hakikati bir vakıa-i hayaliyede, şöyle bir temsilde gördüm ki:
(İnsanda dört sınıf cihaz vardır. Saray temsili ile insana verilen cihazların her birinin vazifesi gösterilecek. Bu vazifeleri yerine getirmekle saadet elde edilir.)
Ben büyük bir şehre giriyorum. (O şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir.)
Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. (O sarayların herbirisi, birer insandır. Büyük denilmesi insanın cihazlarının kıymetini göstermek içindir.)
Bazı sarayların kapısına bakıyorum, gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. (Kapı teşbihi ile insanların dış suretlerine işaret ediyor. Tiyatro ise insanların yapmacık hareketlerine işarettir. Zira hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi? Lem’alar 115)
Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. (Sarayın efendisi başta kalbi sonra aklı düşünebiliriz. İt ise kuvve-i şeheviye ve gadabiyeye işarettir. Zira insan maddede boğulunca dünya hayatında menfaatini takib etmekle beraber korktuğu herşeye karşı kendini sevdirmeye çalışır. Tâ ki onlardan zarar görmesin.)
Hanımlar, yabani gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. (Hanımlar, insandaki şefkat, muhabbet, hırs, inat ve sair batıni hasselere işarettir. Herbirinin meşru tarzda istimal edileceği bir vazifesi vardır. Ancak insanın gayr-ı meşru tarzda istimal etmesi yabani gençlerle gayr-ı meşru zahiren tatlı hakikatte acı sohbetlere teşbih edilmiş.)
Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. (Yetişmiş kızlar şu âlem saraydan istifade eden göz, kulak gibi zahiri hasselere teşbih edilmiş. İnsanın his ve hevesi ise çocuğa teşbih edilmiş.)
Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. (Nefs-i emmare ise kapıcıya teşbih edilmiş.)
O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş. Hep nazik vazifeler muattal kalmış. Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır. (Ahlâk, hulk kökünden türediğinden yaratılış maksadına muvafık hareket edilmezse sukut ettiğine işaret eder.)
Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki;
Kapıda uzanmış vefadar bir it (Kuvve-i şeheviye ve gadabiye, kalb ve akla hizmet etmesiyle vefadar bir hal alıyor.)
Ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. (Nefs-i emmare dünyanın fantezi ve lehviyat gibi inceliklerine girmediği için kaba vazifesini yerine getirmekle sert ve sakin olduğundan artık nefis mutmainne olmuştur.)
Merak ettim. Ne için o öyle? Bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik… Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. (İnsanın şuuru taalluk etmesede fıtri olarak hayatını idame ettiren nebatî ve hayvanî cihazlarımız birinci daireye teşbih edilmiş.)
Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. (Zahiri hasseler göz kulak gibi his ve hevesimizide tatmin edecek ulvi şeylerle meşgul oluyorlar. Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek… Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Mektubat 402)
Daha üstünde hanımlar, gayet latif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. (İnsandaki şefkat, muhabbet, hırs, inat ve sair batınî hasselerin herbirinin meşru tarzda istimal edileceği bir vazifesi vardır. İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur. Mektubat 34)
En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatını temin için ve kendi kemalâtı ve terakkiyatı için kendine has ve ulvî vazifeler ile iştigal ediyor gördüm. (Kalb bir arş gibi Cenab-ı Hakk’ın tasarruf mahali olmakla beraber bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane Cenab-ı Hakk’ın yaratma maksadına yürüsün. Sözler 495)
Ben onlara görünmediğim için, “Yasak” demediler, gezebildim. (Göz ruhun penceresi olmasından içeriden dışarısı görünebildiği gibi dışarıdan da içerisi görünebilir. Ehl-i keşif insanın gözüne bakmakla onun iç âlemini görebilmektedir.)
Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum dediler: “O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalaletindir. Diğerleri, namuslu müslüman büyüklerinindir.” Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “Said” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemal-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldi, ayıldım. (İnsanın bütün cihazlarını maksadına muvafık istimal edip etmediğini kıyas etmesi için temsilin içine kendimizi koymamız gerektiğine işaret ediyor. Bu külliyatta bir esastır. Her temsili kendimize tatbik etmemiz gerekmektedir.)
İşte o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.
İşte o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların herbirisi, birer insandır. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak (Yetişmiş kızlar), kalb, sır, ruh, akıl (Efendi) gibi letaif ve nefs ve heva (Kapıcı) ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye (it) gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gazabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letaifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.
Üçüncü Nükte:
(Bu nüktede gösterilen hakikatta dünyanın bir misafirhane olup insanda o misafirhanenin en kıymettar misafiri olduğu anlatılmıştır. İnsan fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle eli kısa olduğu halde infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde ise gözü hayali gittiği yere kadar geniş bir dairede misafirhaneden istifade eder. Eğer insan fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle misafirhaneden istifade etmek istese şekavete düşer. Amma insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetiyle misafirhane sahibinin rızası dairesinden hareket etse misafirhaneden en ziyade istifade ettiğinden hem saadete erer hemde ahsen-i takvim makamına çıkar.)
İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandır, âciz bir mahluktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufatı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki; elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanat-ı ehliye, insanın za’f ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yabani emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi). (Beşer medenileştiği için herbiri bir san’atla iştigal ettiğinden birbirinin muavenetine muhtaç olmalarından hem tembelleşmiş hem de acizleşmiştir. Hayvanlar da ehilleştikten sonra aynı insan gibi rızkını aramak mecburiyetinde kalmadığından tembel ve acizleşmiştir.)
Fakat o insan,
infial (İnfial üstünde fiil işlenen demektir.)
Ve kabul (Kabul ise kabiliyet derecesinde istifade etmektir.)
Ve dua (Dua istemek demektir.)
Ve sual (Sual sormak demektir ki insan lisan-ı hal ve kal ile sormaktadır.) cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerim’e misafir olmuş ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış. Ve hadsiz bedî’ masnuatını ve hizmetkârlarını ona müsahhar etmiş. Ve o misafirin tenezzühüne ve temaşasına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyya etmiştir ki; o dairenin nısf-ı kutru -yani merkezden muhit hattına kadar- gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.
(Altıncı Nokta: Nur-u iman, dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere zarf iki sofra ile tasvir eder ki; mü’min olan kimse iman eliyle ve zahirî, bâtınî duygularıyla ve manevî, ruhî olan letaifiyle o sofralardan istifade ediyor. Dalalet nazarında ise, zevilhayatın daire-i istifadesi küçülür, maddî lezzetlere münhasırdır. İman nazarında, semavat ve arzı ihata eden bir daire kadar tevessü’ eder. Evet bir mü’min, Güneş’i kendi hanesinin damında asılmış bir lüküs; kameri bir idare lâmbası addedebilir. Ve bu itibarla Şems, Kamer kendisine birer nimet olur. Binaenaleyh mü’min olan zâtın daire-i istifadesi semavattan daha geniş olur. Şualar 757
Yedinci Nokta: İnsanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. Şualar 759)
İşte eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve davacı olacaklardır.
Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.
Evet insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer. (İnsan, hem cihazların kesreti hem keyfiyeti cihetinde yüz derece ziyadedir.)
Çünki her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil. Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.
Demek ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde bir temsil ile bu hakikatı beyan etmiştim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Şöyle ki:
Bir adam, (Cenab-ı Hakk adama teşbih edilmiş.)
Bir hizmetkârına on altun verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır” emreder. (İlk hizmetkâr hayvana işarettir. On altın ile cihazların kesret ve keyfiyetine işaret edildiği gibi hayvanın mazhar olduğu esmaya da işaret edilmiş olabilir. Herbir cihazın kendine mahsus lezzet ve elemi olduğundan mahsus bir kumaştan yapılan bir kat libas denilmiş. Emir, tekvin-i emre işarettir.)
İkincisine, bin altun verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir. (Pusula, içinde bazı şeyler yazılı tarif edici kağıttır. , Pusula ile muhakeme etmeye işaret edilmiştir. İnsanın aklı yapılan amelin veya edinilen itikadın doğru veya yanlış olduğunu muhakeme edebilir. Üstünde bazı şeyler yazılı olması ise insanın muhakeme etme gücüne işarettir. Onbirinci Hakikat da akıl deftere teşbih edildiği gibi burada da pusula kâğıdına teşbih edilmiş. Beşinci Nüktede idrak, teraziye teşbih edilmiş. Kuyumcu terazisi ile en ince altınları tarttığı gibi insan dahi idrak terazisiyle esma-i İlahiyyenin tüm inceliklerine nüfuz eder tartar.
Herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir. Sözler 329)
Evvelki hizmetkâr on altun ile a’lâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. (Hayvan kendine verilen cihazlarla herbir cihazını memnun edecek mahsus lezzetler alır.)
İkinci hizmetkâr, divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesab pusulasını okumayarak (Yani kendisine verilen cihazların kesret ve keyfiyeti ile hayvana verilenleri mukayese edip verilme maksadını anlamayarak)
bir dükkâncıya bin altun vererek bir kat elbise istedi. (Yani dünyadan herbir cihazına mahsus dünyalık bir lezzet almak istedi.)
İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. (Dünya hayatı fani ve zevale maruz olduğundan çürük olmakla beraber insanın cihazlarını tamamen tatmin edecek bir saadetede mazhar değildir. Böyle olmakla beraber insan bütün cihazlarını dünya hayatından lezzet almak için sarfederse hayvandan aşağı bir derekeye düşer.)
O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir te’dib gördü ve dehşetli bir azab çekti. İşte edna bir şuuru olan anlar ki, (Bunu anlamak için illa İslâm olmaya gerek yok insaniyetine şuur etse yeter.)
İkinci hizmetkâra verilen bin altun, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir.
(İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:
Verilen misal hem akla yakınlaştıracak hemde isbat edecek. Şu saray-ı âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım hizmetkârı vardır.
Meselâ, bir zât bir hizmetçisine yirmi altun verdi; Yani hayvana verilen cihazatın kemiyet ve keyfiyet noktasında azlığına kinayedir.
Yirmi altun’un verilme maksadı nedir?
Tâ mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. Mahsus kumaş hayvana verilen duygu, hissiyat ve cihazlardır. Elbise ise o cihazlarla alınan lezzet ve saadettir.
O hizmetçi gitti, o kumaşın a’lâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.
Sonra gördü ki: O zât, diğer bir hizmetkârına bin altun verip, Verilen bin altın insanın duygu, hissiyat ve cihazlarının kıymetçe, keyfiyetçe ve kesretçe çokluğuna işarettir.
Bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, Onbirinci Hakikatta akıl deftere teşbih edildiği gibi burada da kâğıda teşbih edilmiş. Bazı şeyler yazılı olması ise aklın idrak gücüne işarettir. ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; kâğıdını okuyan bilir ki o sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altunla en a’lâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altun, bir kat libasa sarfedilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, aklıyla muhakeme yapmayıp idrak etmeyip belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, Onuncu Sözde temsildeki dükkân teşbihi hakikatta dünyaya işarettir. Dünyaya bir ücret verip lezzet ve saadet almak istiyoruz. hem o kumaşın en çürüğünden Kumaşın çürük olması hem zeval bulmasına hemde âhirete nisbet edilmesine işarettir. ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle tazib ve hiddetle te’dib edilecektir.
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarfetmeyiniz. Yoksa sermayece en a’lâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz. Sözler 127
Elli derece olması yirmi altın verilmesindendir. Eğer on altın verilseydi yüz derece olacaktı. Yani her iki temsilde de aşağı düşme mertebesi aynıdır. 50×20=1000 veya 100×10=1000)
Aynen onun gibi: İnsandaki cihazat-ı maneviye ve letaif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ; güzelliğin bütün meratibini farkeden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalâtın bütün enva’ına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit yalnız bir-iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki; hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf, hususîdir.
İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki:
Akıl ve fikir sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir. (Akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmek ile kalb-i insanı mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Sözler 107)
Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyat peyda olmuştur. (Her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir. Sözler 211)
Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş. (Elinde olmayan ihtiyacın tenevvü nisbetinde o ihtiyaçlarını karşılamak için hissiyat peyda etmiş.)
Ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medar olmuş. (Yani, bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Mektubat 332)
Ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir.
Ve ibadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemalâtın tohumlarına câmi’ bir istidad verilmiştir.
İşte şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir.
Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi,
- Nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek (Şu bahtiyar cemaat, o resulü dinleyip Kur’ana kulak verdiler. Kendilerini, enva’-ı ibadatın fihristesi olan “namaz” ile birçok makamat-ı âliye içinde çok latif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezaifi, makamatı, mufassalan gördüler. Sözler 123)
- Ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek
- Ve nimetler içinde imdadat-ı rahmaniyeyi görüp şükretmek
- Ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.
Ey dünya-perest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatını bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said’e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi dinle:
Gördüm ki, ben bir yolcuyum.
Uzun bir yola gidiyorum. (O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur.)
Yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altundan tedricen birer miktar para veriyordu. (Altmış altın ömr-ü vasati olan altmış seneye işarettir.)
Ben de sarfedip pek eğlenceli bir hana geldim. (Han ise bulunduğumuz andır.)
O handa bir gece içinde on altunu kumara mumara, eğlencelere ve şöhret-perestlik yoluna sarfettim. (Kumar ise gayr-ı meşru her şey olabilir.)
Sabahleyin elimde hiç bir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı. (Günahkâr insanın ömrünün neticesine işarettir.)
Birden ben o hazîn halette iken orada bir adam peyda oldu. Bana dedi: “Bütün bütün sermayeni zayi’ ettin. Tokata da müstehak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa, tövbe kapısı açıktır. Bundan sonra sana verilecek bâki kalan onbeş altundan her eline geçtikçe yarısını ihtiyaten muhafaza et. (Ömrü vasatî altmı yaş olarak düşünüldüğünde elinde onbeş altın kalması gösteriyor ki; Üstadamız bu vakıa-i hayaliyeyi gördüğü zaman kırkbeş yaşındaydı. Onbeş seneye gün itibariyle baktığımızda yirmidört saatin yarısı oniki saat etmektedir.)
Yani gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.” (Muhafaza etmek âhirete yatırım yapmakla olur.)
Baktım nefsim razı olmuyor. “Üçte birisini” dedi. (Yirmidört saatin üçte biri sekiz saat etmektedir.)
Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra “Dörtte birisini” dedi. (Yirmidört saatin dörtte biri altı saat etmektedir.)
Baktım nefsim mübtela olduğu âdetini terkedemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi gitti.
Birden o hal değişti. Baktım ki; ben,
Tünel içinde sukut eder gibi bir sür’atle giden (Tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir.)
Bir şimendifer içindeyim. (Şimendifer ise, zamandır. Herbir yıl bir vagondur.) Telaş ettim. Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçılmaz.
Garaibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. (Cazibedar çiçekler ve leziz meyveler ise, lezaiz-i meşrua ve helaliyedir.)
Ben de akılsız acemîler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım.
Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatında elime batıyor, kanatıyor. (Dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nâmeşruadır ve lehviyat-ı muharremedir. Mülâkat esnasında tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatıyor.)
Şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı. (Müfarakatında parçalıyor. Cezayı dahi çektiriyor.)
Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: “Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. (Beş kuruş, insanın helâl sa’yiyle meşru dairede gördüğü zevklere, lezzetlere işarettir. Helal dairesi geniştir, keyfine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç bırakmaz.)
Beş kuruş yerine elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsın.” Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle “Said” ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden “Eyvah!” dedim. Birden o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi: “Aklın başına geldi mi?” Dedim: “Evet geldi fakat kuvvet kalmadı, çare yok.” Dedi: “Tövbe et, tevekkül et.” Dedim: “Ettim!” Ayıldım… Eski Said kaybolmuş. Yeni Said olarak kendimi gördüm.
İşte o vakıa-i hayaliyeyi, -Allah hayr etsin- bir-iki kısmını ben tabir edeceğim, sair cihetleri sen kendin tabir et.
O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur.
O altmış altun ise, altmış sene ömürdür ki; bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırkbeş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bâki kalan onbeşinden yarısını âhirete sarfetmek için Kur’an-ı Hakîm’in hâlis bir tilmizi beni irşad etti.
O han ise, benim için İstanbul imiş.
O şimendifer ise, zamandır. Herbir yıl bir vagondur.
O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir.
O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nâmeşruadır ve lehviyat-ı muharremedir ki; mülâkat esnasında tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatıyor. Müfarakatında parçalıyor. Cezayı dahi çektiriyor.
Şimendifer hademesi demişti: “Beş kuruş ver, onlardan istediğin kadar vereceğim.” Onun tabiri şudur ki: İnsanın helâl sa’yiyle meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. Sair kısımları sen tabir edebilirsin…
Dördüncü Nükte:
(Bu nüktede gösterilen hakikat; acz ve fakrın derecesi nispetinde gelen mededdir. Bu hakikat, çocuk ve tavuk misalleriyle anlatıldıktan sonra insanın ferd ve nev’ine tatbik edilmiştir. İnsan, gurur ve enaniyetine güvense dünya ve âhiret şekavet çekip esfel-i safilîne düşer. Amma, Uluhiyetin dergâhında acz u za’fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân edip abd olduğunu gösterse hem saadet-i dareyne mazhar olur hemde ahsen-i takvim makamına çıkar.)
İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer.
(İnsanın za’f ve aczini anlaması nazikliği iken anlamayıp kendi iktidar ve kuvvetine haml etmesi nazikliğini bozan bir sebebtir. Nazenin olması za’f ve aczine karşı meded aramasıdır. Aramaması ise nazeninliğini bozar.
Kudretin bir cilvesi olan kuvvetini… Lem’alar 240)
Kudretin insana taalluk eden cilvesine Kuvvet denir. İnsan zararları def’ etmekte aciz olduğundan nihayetsiz kudret sahibi bir Zât’a muhtaçtır. Ancak insanın doğrudan doğruya tesir eden eşyadan korunması za’fına bakar ki Cenab-ı Hakkın kuvvetini celb eder.)
Za’fında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır.
Çünki o za’fın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona müsahhar olmuş.
Eğer insan za’fını anlayıp, kalen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese;
- Teshirin şükrünü eda ile beraber (Şükür, verilen nimeti verilme maksadına göre kullanmak olduğundan insana verilen za’f nimetinin şükrü kalen, halen, tavren dua edip aczini bilip istimdad eylemekle yerine getirilir.)
- Matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz.
Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder.
Meselâ: Tavuğun yavrusunun za’fındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine müsahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte (Bu misale iki canibden bakabiliriz.)
(Mahlukat canibden) cây-ı dikkat, za’ftaki bir kuvvet
(Cenab-ı Hakk canibden) Ve şâyan-ı temaşa bir cilve-i rahmet…
(İhtiyarlıktaki za’f u acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir. Ben kendi şahsımda çok hâdiselerle müşahede ettiğim gibi, zeminin yüzündeki rahmetin cilvesi de gayet zahir bir tarzda bu hakikatı gösteriyor. Lem’alar 235)
Nasılki nazdar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazîn haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek za’f u acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmağıyla kahramanları kendine müsahhar eder. Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir.
İşte insan dahi Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet suretinde Karun gibi اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ yani: “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.
Demek şu meşhud
- saltanat-ı insaniyet
- Ve terakkiyat-ı beşeriye
- Ve kemalât-ı medeniyet;
- Celb ile değil,
- Galebe ile değil,
- Cidal ile değil,
Peki, ne ile
- Belki ona onun za’fı için teshir edilmiş,
- Onun aczi için ona muavenet edilmiş,
- Onun fakrı için ona ihsan edilmiş,
- Onun cehli için ona ilham edilmiş,
- Onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.
Ve o saltanatın (terakkiyat-ı beşeriyenin ve kemalât-ı medeniyetin) sebebi,
kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil,
- Belki şefkat (Aczine za’fına şefkat etmiş.)
- Ve re’fet-i rabbaniye (Kemaline gitmesi için terbiye etmiş.)
- Ve rahmet (mevcudatı ona hizmetkâr etmiş.)
- Ve hikmet-i ilahiyedir ki; (Cenab-ı Hakkın takib ettiği hikmet ise acz ve za’fımıza binaen eşyanın bize teshir edildiğini bilmemizdir.)
eşyayı ona teshir etmiştir.
Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana,
- Bir küçük kurttan ipeği giydiren
- Ve zehirli bir böcekten balı yediren;
onun iktidarı değil,
Belki onun za’fının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir.
Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz u za’fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel.
(Mukadder bir sual: Aciz ve zaif olan insana herşeyi musahhar ettiren ehemmiyet nedir?)
Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?”
Çünki sen çendan, nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, (İnsanın vazifesi ve mertebesi gösterilecek. İnsan vazifesini yerine getirdiği nisbette mertebesi yükselir.)
- Sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, (Bütün kâinat insanın dikkatle seyretmesi için yaratılmış.)
- Şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı (Hikmetle yaratılan mevcudat çok manalar ifade ettiğinden manalara mukabelede bulunmak belâgattır. Yani mevcudatta tecelli eden esmaya görüp zikretmek gerektir. Belâgat mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat etmektir. Lem’alar 191)
- Ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı
- Ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı
- Ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.
Evet ey insan!
Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle;
- Sagir bir cüz, (Ve küçüklüğün içinde bir âlemsin)
- Hakir bir cüz’î, (Ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin)
- Fakir bir mahluk,
- Zaîf bir hayvansın ki;
bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun.
Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip;
(Muhabbet-i İlahiyeyi celb etme derecesi imanın yüksekliği nisbetindedir. İmanın derecesi ise İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül ettiği nisbettedir.)
- İnsaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın
- Ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin,
- Ve küçüklüğün içinde bir âlemsin
- Ve hakaretin içinde öyle makamın büyük
- Ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki,
diyebilirsin: “Benim Rabb-ı Rahîm’im dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı. Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır.”
Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, (gurur ve enaniyetine güvensen) esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen, (acz ve za’fını anlayıp herşeyin sana teshir edildiğini anlarsan) a’lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.
(Takvim tabiri kıvam manasındadır. İnsan kâinatın kendisi için yaratıldığını anlayıp vazifelerini yerine getirse mertebesi yükselir ve kâinatla aynı kıvama gelir.
Hem takvim manası bulunduğu makama göre değişir. Mesela imanın kıvamı ibadetle tezahür eder. Namaz عِمَادُ الدِّينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, İşarat-ül İ’caz 43)
Beşinci Nükte:
“Ahsen-i takvim” sırrı vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatının bilinmesi ile anlaşılır. (Yirmidördüncü Sözde bu hakikat tafsilli olarak izah edilmiştir. Şöyle ki: Birinci Dalda her dairede farklı farklı tecelli eden esma gösterilerek bu dairelerdeki vazifeler ihtar edilmiştir. İkinci Dalda ise nev itibariyle ism-i a’zama mazhar olan insanlık içersinde farklı istidattaki insanların farklı esmaya mazhariyetleri olmasından insanlık içersinde esmaya mazhariyet noktasındaki mertebeler gösterilmiştir. Ve hâkeza)
İnsan, şu dünyaya bir memur (Memur ücretini önce alır ve emredileni yapar. Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. Sözler 360) ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. (Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Mektubat 33)
Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. (İstidat kabiliyetin inkişaf etmemiş halidir.)
Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehdidler edilmiş. (İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. Şualar 100)
Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatını şurada icmal edeceğiz. Tâ ki, “ahsen-i takvim” sırrı anlaşılsın.
İşte insan, şu kâinata geldikten sonra “iki cihet ile” ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.
(Mufassalan iki şey arasında münasebete baktıracak. Önce makamata sonra makamatın iktiza ettiği vazifeye baktıracak. Namazda işaret edilen kelime tesbih ve tekbir ve hamddir ki namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Sözler 40)
Birinci vecih şudur ki: (Gaibane: Eserden Cenab-ı Hakka bakmak.)
Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir. (İman-ı billah)
Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî’ san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.
Sonra, herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini (Esmanın tecelli etmesi cevhere teşbih edilmiş.) idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.
Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür. (Marifetullah)
Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latif san’atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal’inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni’-i Zülkemal’inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır. (Muhabbetullah)
İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: (Zâttan esere bakmaktaki vazifeler; marifet, muhabbet, şükür ve hamd,)
Bir Sâni’-i Zülcelal, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister.
O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister.
O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.
Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor.
O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.
Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor.
O da ona mukabil: “Allahü Ekber, Sübhanallah” deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder. (Takdis vazifesi: Büyüklüğü içersindeki kusursuzluğu ifade etti.)
Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor.
O da ona mukabil, ta’zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.
Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika san’atlarını orada teşhir ediyor.
O da ona mukabil: “Mâşâallah” diyerek takdir ile, “Bârekâllah” diyerek tahsin ile, “Sübhanallah” diyerek hayret ile, “Allahü Ekber” diyerek istihsan ile mukabele eder. (Tesbih vazifesi: Kusursuzluğu içersindeki büyüklüğü ifade etti.)
Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor.
O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.
İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.
Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû’-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz’ün İkinci Makamının 219-220’nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:
Birinci Levha: Ehl-i dalalet gibi, fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder.
İkinci Levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَاءِ اْلاَسْرَارِ وَ مَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَ مَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَ قُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ اَللّٰهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ وَ بِسَيْرِهِ اِلَيْكَ آمِنْ خَوْفِى وَ اَقِلْ عُثْرَتِى وَ اَذْهِبْ حُزْنِى وَ حِرْصِى وَ كُنْ لِى وَ خُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى وَ ارْزُقْنِى الْفَنَاءَ عَنِّى وَ لاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى مَحْجُوبًا بِحِسِّى وَاكْشِفْ لِى عَنْ كُلِّ سِرٍّ مَكْتُومٍ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ وَ ارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَائِى وَ ارْحَمْ اَهْلِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ
وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
* * *