Yirmiüçüncü Söz Birinci Mebhas

Yirmiüçüncü Söz

(Yirmiikinci Söz’de tevhid dersi veriliyor. Yirmiüçüncü Söz’ün Birinci Mebhasinde ise tevhidin binler mehasini beş noktada gösterilmiştir. İkinci Mebhas’da ise tevhid ile insanın ahsen-i takvime çıkarak saadete mazhar olduğu beş nüktede izah edilmiştir.)

[Şu sözün iki mebhası vardır. (Ehl-i imanın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden ayetin tefsiridir. Sözler sayfa 637)]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

Birinci Mebhas

İmanın binler mehasininden yalnız beşini “Beş Nokta” içinde beyan ederiz.

(İmanın bilkuvve halinde binler mehasini vardır. İnsanın o mehasinden istifade etmesi bilkuvveden bilfiile çıkarmasıyla mümkündür. (İnsanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat…  Sözler 88)

(Birinci Noktadaki binler mehasin, enfüsidir. Her halinin ve hissiyatının Allah’a olan nispetini kurmasıyla insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar. Ve hal ve hissiyatı adedince mehasine mazhar olur.

İkinci Noktadaki binler mehasin, üç cihette gösterilmiş, Afakidir. Mazi, müstakbel ve hazır zamandaki eşya ve hadisatı Allah’a nisbet ettiği derecede insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar. Ve imanın zaman ve mekan itibariyle hadsiz mehasinine mazhar olur.

Üçüncü Noktadaki binler mehasin; nokta-i istinad ve istimdadını bulmaya muhtaç olan insan, acz ve fakrını ne kadar anlarsa, anladığı nispette Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine dayanır ve teslim olur ve tevekkül eder. Böylelikle celb ettiği menfaat ve def’ ettiği mazarrat adedince insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve saadet-i dareyne mazhar olur.

Dördüncü Noktadaki binler mehasin, insanı nokta-i kemale sevk eden ulûmlar adedincedir. İnsan, iman ile insaniyetine şuur ederek mahiyetini anlasa ve verilen istidatların istikametli kullanılması için bütün mevcudatın kendisine hizmet ettiriliyor olduğunu ilim ile bilse, herbir vesile ile fıtri bir vazifesi olan dua ile Rabbine iltica eder. Böylelikle nokta-i kemale sevk eden ulûmlar adedince insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve mehasine mazhar olur.

Beşinci Noktadaki binler mehasin; insana ehemmiyet verildiğini gösteren, yalnızlık vahşetinden kurtaran ve emredilerek bizden istenilen dualar adedince insan, dua etmekle a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve mehasine mazhar olur. Bu noktada dua etmekle insanın ehemmiyet kazandığının ve Cenab-ı Hakkın da dua etmemizi emrettiğinin izahı yapılıyor.)

 Birinci Nokta:

(Enfüsidir. Sâni’ine intisabdan ibaret olan iman ile insan Cenab-ı Hakkın herbir esmasına muvafık haraket etmekle esma-yı İlahiyeyi okur a’lâ-yı çıkar; hem insandaki esma itibariyle bütün âsâr-ı san’atı izhar ettiğinden başkalarına da okutur. Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz.

İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet’e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem’e ehil (olacak) bir vaziyete girer.

İnsan neden a’lâ-yı illiyyîne çıkar veya esfel-i safilîne düşer? Çünki:)

İman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. (Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş. Şualar 67)

Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz.

Meselâ: İnsanların san’atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san’at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor.

İşte öyle antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, (Antikacılar çarşısı san’attan anlayanlara yani san’at ile san’atkâr arasındaki nisbeti kuranlara işarettir.)

Hârika-pişe (Cenab-ı Hakkın insanı kâinata misal-i musaggar suretinde yaratarak bütün esmasını bir noktada tecemmu ettirmesi, kâinatı altı günde yaratması, yıldızları zerreler gibi kolay döndürmesi gibi icraatlar yaptığı harika işlere birer misaldir.)

Ve pek eski (Eski olması ezeli ve ebedi olduğuna işaret içindir.)

Birinci önemli nokta: hünerver san’atkârına nisbet ederek o san’atkârı yâd etmekle

İkinci önemli nokta: Ve o san’atla teşhir edilse, (Kâinatın hülasası olmasındaki san’atla) bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir. (Kaba demirciler çarşısı san’attan anlamayanlara yani san’at ile san’atkâr arasındaki nisbeti koparanlara işarettir.)

İşte insan, Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet edilirse;

Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır (Antika, eşi ve benzeri olmadığından kıymetdar olmasına işarettir.)

Ve en nazik (Sair mahlukata nisbet edildiğinde insan madde ve mana itibariyle çabuk bozulacağından çok naziktir. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Lem’alar 136

Hem de insan ahsen-i takvim olarak yaratılmışkan küfür ile ile kırılıp a’lâ-yı illiyyînden esfel-i safiline düşer.)

Ve nazenin (Allah katında nazlı olması) bir mu’cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına (Fiil, isim, sıfat ve şuunatlarına) medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuur ile okur  (Okumaya misal olarak; Altıncısı: Zevilhayat olanların tezahürat-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları; ve rumuzat-ı hayatiye denilen, Sâni’lerine tesbihatları ve semerat ve gayat-ı hayatiye denilen, Vâhib-ül Hayat’a arz-ı ubudiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkür ile görüp şehadetle göstermektir. Sözler 128)

Ve o intisabla okutur. (Okutmaya misal olarak Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esma-i İlahiyenin sana taktıkları garib san’atlarını ve latif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir. Sözler 127)

Yani: “Sâni’-i Zülcelal’in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi manalarla insandaki san’at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Sâni’ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. (İnsan mazhar olduğu esmanın tecellisine muvafık hareket etmekle üstünde tezahür eden esmayı izhar eder.)

İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbaniyeye göre olur (Yani, insanın nakış itibariyle Cenab-ı Hakka nisbet edilmesiyle  kıymeti arttığı gibi nümuneler itibariyle de Cenab-ı Hakkın esmasına âyine olmasıyla kıymeti artar.) ve âyine-i Samedaniye itibariyledir (İnsan zıddıyet itibariyle esmaya âyine olmasıyla kıymeti artar. Mesela kendi aciz olduğunu anlayıp Cenab-ı Hakkın nihayetsiz kudretini tanımakla insanın kıymeti artar.). O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.

Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni’ unutulsa, Sâni’a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz.

(Yani: “Sâni’-i Zülcelal’in masnuu değilim, mahluku değilim, rahmet ve keremine mazhar değilim beni sebebler yarattı, tabiat ananın çocuğuyum, hayat cidaldir demesi” gibi manalarla Sâni’ unutulsa, Sâni’a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmadığından küfür ile insan kendi iç âleminde karanlığa düşer.)

Âdeta baş aşağı düşer. (Zeval ve fenaya gittiğinden baş aşağı düşer.) O manidar âlî san’atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir. (Manevi âlî nakışların gizlenmesi; eşyadaki cemali herkes görür ama arkasındaki yaratılış maksadını herkes göremez. Görünmesi ile kıymeti tezahür eder.)

Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.

 İkinci Nokta:

Afakidir. İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. (Bu cümle Birinci Noktanın hülasasıdır. Mektubat-ı Samedaniyeyi denilmesi herşeyin vücuda gelmek için Cenab-ı Hakka muhtaç olması ile birlikte Cenab-ı Hakkın yaratmaya muhtaç olmadığını her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi sırrının iktizası olduğunu ihtar içindir. Bu manada herşey Cenab-ı Hakkın cemal ve kemalini gösteren birer mektubdur denilebilir. 

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Sözler 687)

Öyle de,

  1. Kâinatı dahi ışıklandırıyor.
  2. Zaman-ı mazi
  3. Ve müstakbeli,

zulümattan kurtarıyor. (Bu ikinci noktada imanın afakı üç cihette nurlandırdığı izah edilecek. Mekân itibariyle kâinatı ışıklandırdığı gibi zaman itibariyle de mazi, hal ve istikbali zulümattan kurtarıyor. Âyete mana verirken zulumattan nura çıkmayı iman nazarıyla mekan ve zaman itibariyle düşüne biliriz.) Şu sırrı, bir vakıada

اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ

âyet-i kerimesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsil ile beyan ederiz.

اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا cümlesi hem mana, hem cifr ile Risalet-ün Nur’a bir remzi var. Şualar 272)

Şöyle ki:

Bir vakıa-i hayaliyede gördüm ki:

(İkinci Mukadder Sual: Ne için teşbihler hikâyeler suretinde izah edilmiş?

İkinci Suale Cevap: Hikâyeler sayesinde, şahsı manevi şahsı maddi suretinde, lisan-ı hali lisan-ı kal suretinde ifade edilebilir. Lisan-ı hali okumak ve manevi şeylerin hakikatını anlamak zor olduğundan maddi misallerle ve onları konuşturmakla hakikatı anlamak kolaylaşıyor.)

İki yüksek dağ var birbirine mukabil. (O iki dağ; mebde-i hayat, âhir-i hayat.. Risale-i Nurda vücut alemleri dağa, adem alemleri dereye teşbih edilmiştir. yani âlem-i arz dağın biri ve âlem-i berzah diğeridir. Birbirine mukabil olması âlem-i arzda yapılan herbir amelin âlem-i berzahta bir karşılığı olduğunu ihtar içindir.)

Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. (O köprü ise, hayat yoludur ki; insan necisin nereden geliyorsun nereye gidiyorsun suallerine kendi aklıyla cevap veremediğinden dehşet almıştır.)

Köprünün altında pek derin bir dere. (Dere adem alemlerine işarettir.)

Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı karanlık, kesif bir zulümat istila etmişti. (Karanlığın derecesi kesafet peyda edecek derecedir. Felsefe ve hikmet-i insaniye, dünyaya sabit baktığından kesafet peyda etmiştir.

Felsefe ve hikmet-i insaniye, dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâni’ine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmalen bahseder. Âdeta kâinat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez. Sözler 436)

Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. (O sağ taraf ise, geçmiş zamandır. İnsan aklıyla geçmiş zamana bakıp nereden geldiğini bilemez. Ama kendi yalancı vehmiyle hezeyancı aklıyla bir kısım safsatalar tahayyül edebilir. Ama bu tahayyülle baktığında geçmiş zamanı mezar gibi zülumatlı görür.)

Sol tarafıma baktım; müdhiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. (Sol taraf ise, istikbaldir. İstikbalin dalgalı olması zeval, firak ve ölüm gibi gelecek hadisata karşı insanın endişelenmesine işarettir.)

Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhiş zulümata karşı sönük bir cep fenerim vardı. Onu istimal ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım. Pek müdhiş bir vaziyet bana göründü. (O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semavîyi dinlemeyen enaniyet-i insaniyedir.

Fikrin sönük ise; Kur’anın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir. Sözler 635)

Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müdhiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; (O canavarlar zannolunan şeyler ise âlemin hâdisatı ve acib mahlûkatıdır. Ejderha, zeval ve firak ve kabre işarettir. Arslan ise ecele işarettir.)

Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim, dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım.

“Eyvah! Şu fener, başıma beladır” dedim. Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. (Kırmak ise enaniyeti tamamen terk edip bir daha kendi sönük fikrini katmadığını ifade etmek içindir.)

Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu. Herşeyin hakikatını gösterdi. (Dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbası asrımız itibariyle manevî bir elektrik olan Resail-in Nur’a işarettir.

Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir. 

Hem manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki; Resail-in Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur. Şualar 690 – 691 )

Baktım ki: O gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. (Hayat yoluna iman ve Kur’anın ışığıyla bakıldığında ova içinde cadde gibi herşeyin emir tahtında intizamla hareket etmesine işaret ediyor.

Kur’an ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılabcı olarak bakar. Mevcudatın mahiyetlerinden, surî ve maddî hâsiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sâni’ tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkâranelerinden ve Sâni’in isimlerine ne vechile ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder. Sözler 436)

Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber; baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu farkettim.

(Ehl-i imanın berzah âleminde temessül ederek beden-i misali ile görüştüğüne bir işarettir.

Ruh, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer. Sözler 517

Berzahî bedenin ise dünyevî amellerinin keyfiyetine göre sureti değişmektedir. Taht-ı riyaset ise insanların bütün mevcudatın ibadetlerine nezaret etmesine işarettir.)

Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şahikalar ise; süslü, sevimli cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm.

Ve o müdhiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, munis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanat-ı ehliye olduğunu gördüm.

“Elhamdülillahi alâ nur-il iman” diyerek

اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ

âyet-i kerimesini okudum, o vakıadan ayıldım.

(اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا -eğer beraber olsa- bin oniki (1012); -eğer beraber olmazsa- dokuzyüz kırkbeş (945) (bir şedde sayılmaz);

يُخْرِجُهُمْ مِنَ (الظُّلُمَاتِ) اِلَى النُّورِ bin üçyüz yetmişiki (1372) -şeddesiz- tarihine bakarak Kur’anın nurundan gelen bir nurun, ehl-i imana bir nokta-i istinad olacağını mana-yı işarî ile haber veriyor. Şualar  270

Rumi 1372 tarihi miladî 1956 tarihine bakar ki 1956 tarihinde Risale-i Nur’u inceleyen Diyanet İşleri Müşavere Kurulu verdiği bir raporla, Risale-i Nur’un iman ve ahlâkî tekemmülata hizmet hususundaki vasfını ilân etti. Afyon mahkemesi de bu rapora istinaden, Risale-i Nur eserlerinin beraetine ve serbestiyetine karar verdi; hüküm kat’îleşti. Tarihçe-i Hayat 673 – 674 )

İşte

O iki dağ; mebde-i hayat, âhir-i hayat.. yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır.

O köprü ise, hayat yoludur.

O sağ taraf ise, geçmiş zamandır.

Sol taraf ise, istikbaldir.

O cep feneri ise, (1) hodbin ve (2) bildiğine itimad eden ve (3) vahy-i semavîyi dinlemeyen enaniyet-i insaniyedir.

O canavarlar zannolunan şeyler ise âlemin hâdisatı ve acib mahlûkatıdır. (Kâfir için düşman, fasık için ecnebi vaziyetinde görünüyor.)

İşte (1) enaniyetine itimad eden, (2) zulümat-ı gaflete düşen, (3) dalalet karanlığına mübtela olan adam; o vakıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalalet-âlûd malûmat ile

Zaman-ı maziyi, bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor.

İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir.

Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm’in birer memur-u müsahharı olan hâdisat ve mevcudatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir.

وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ

hükmüne mazhar eder.

وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاؤُهُمُ (الطَّاغُوتُ) bin dörtyüz onyedi hicri (1417) tarihi miladî 1997 tarihine bakarak Süfyaniyetten gelen bir tagutun, ehl-i imana taarruz edeceğini mana-yı işarî ile haber veriyor. Şualar 270 )

Eğer

  1. Hidayet-i İlahiye yetişse,
  2. İman kalbine girse,
  3. Nefsin firavuniyeti kırılsa,

Kitabullah’ı dinlese, o vakıada ikinci halime benzeyecek.

O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlahî ile dolar.

Âlem اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okur.

(Şu Âyet-i Nuriye’nin manaca çok tabakatı ve vücuh-u kesîresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işarî ve remzî bir vechi manaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risale-in Nur ve Risalet-ün Nur’a dört-beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Şualar 687 )

1- O vakit zaman-ı mazi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti îfa eden ervah-ı sâfiye cemaatlarının vazife-i hayatlarını bitirmekle “Allahü Ekber” diyerek makamat-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür.

2- Sol tarafına bakar ki; dağlar-misal bazı inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında Cennet’in bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmaniyeyi o nur-u iman ile uzaktan uzağa fark eder.

3- Ve fırtına ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir.

4- Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latif hikmetlere medar görüyor.

5- Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddemesi

6- Ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor.

Daha sair cihetleri sen kıyas eyle. Hakikatı temsile tatbik et…

 Üçüncü Nokta:

İman hem nurdur, (Nasıl ki nur olduğunu mezkûr birinci ve ikinci noktalarda isbat etti)

hem de kuvvettir. (İmanın nasıl kuvvet kazandırdığını izah edecek. Şöyle ki; iki cihette kuvvettir. İnsana nokta-i istinad ve istimdadını göstermekle öyle bir kuvvet kazandırır ki Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine tevekkül etmekle hem menfaatleri celb, hemde mazarratı def edebilir.

Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f u acziyle, fakr u hacatıyla, naks u kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hâkeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir. Sözler 686)

Evet hakikî imanı elde eden adam,

  • kâinata meydan okuyabilir (İhtiyaçlarını karşılanması noktasında Cenab-ı Hakka istimdad etmesiyle kâinata meydan okuyabilir)
  • ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. (Zararların def’ edilmesi noktasında Cenab-ı Hakka istinad etmesiyle hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.)

Nasıl kurtulabilir?

  • “Tevekkeltü alallah” der,
  • Sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder.

(Sünnet-i Seniyenin mes’eleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenameli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-ı ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyenin o vaziyete temas eden mes’elelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hıffet buluyordum. Bir teslimiyetle tereddüdlerden ve vesveselerden, yani “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum: Tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı… ne vakit Sünnete yapışsam; yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir halet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbanî’nin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim. Lem’alar 50)

  • Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, (Hem dünyevi hemde uhrevi ağırlıklardan kurtulur.)
  • Rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder.
  • Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet’e uçabilir.

(Üçüncü Sözde geçtiği gibi: “Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.”)

Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker. Demek

İman tevhidi, (Yirmiikinci Sözde ders verildiği gibi bir imanın en kemal noktası herşeyi Allah’a verebilmek, birlemektir.)

Tevhid teslimi,

Teslim tevekkülü,

Tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir.

Tevekkül nedir? Belki

1- esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek;

esbaba teşebbüs ise,

2- bir nevi dua-i fiilî telakki ederek;

3- müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek

4- ve neticeleri ondan bilmek

5- ve ona minnettar olmaktan ibarettir.

(Sebeblere riayet etmek; sinema perdesi veya ayna gibi.. Sinema makinesinden çıkan şeylerin karşıda aksetmesi için perde çekmek gerekir, yoksa bir şey görünmez. Yine güneşe ait özelliklerin aksetmesi için karşısında ayna olması gerekir. Aynen öylede hem Cenab-ı Hakkın esmasının cilvelerinin aksetmesi için hemde kudret-i İlahiyenin bizim ihtiyacımızı gidermesi veya bize gelecek zararı defetmesi için bizim perde veya ayna hazırlamamız gerekiyor. İşte bu esbaba teşebbüstür, sebeplere riayet etmek budur. Perde hazırlamak, çekmektir.)

Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:

(Tevekkül etmenin üç faydası, üç cihette nazara verilecek; bize bakan birinci ciheti zahmetten kurtulmak, Cenab-ı Hakka bakan ciheti bizi hapse atmaması, zişuura bakan ciheti zîşuurun nazarında maskaralıktan kurtulmaktır.)

Vaktiyle iki adam

Hem bellerine, (Maddi hayatın temini hususunda bedenen insanın çektiği sıkıntılara işarettir.)

Hem başlarına ağır yükler yüklenip, (Maddi hayatın temini hususunda insanın fikren çektiği sıkıntılara işarettir.)

Büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. (Dünya hayatı sefineye işarettir. Verilen bilet ise bu dünya hayatında devamlı kalınmadığına işaret içindir.)

Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, (Gemiye bırakmak, tevhid ve teslim olmaya işarettir. Yani, Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek. Mektubat 225)

Üstünde oturup nezaret eder. (Üstünde oturup nezaret etmek, tevekküle işarettir.)

Diğeri hem ahmak, (Ahmaklık, itikaddaki, hakikatı anlamaktaki yanlışlıklarımıza işarettir.)

Hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. (Mağrur, insanın enesini yanlış istimal etmesi ile Allah’ın verdiği nimeti kendinden bilmesine işarettir.)

Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi’ olur. (Zayi olur demesi, ahmaklığın neticesidir.)

Ben kuvvetliyim. (Ben kuvvetliyim demesi, mağrur olmanın neticesidir.) Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”

Yine ona denildi: (Bize bakan birinci ciheti zahmet,)

“Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder.

Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. (Akıl itikatsızlık neticesinde divane olur. Küfrü ile kafir kendisinin yok olacağını tevehhüm ettiğinden adem âlemlerine düşer.)

Hem gittikçe kuvvetten düşersin. (Kuvvetli olmadığını aczini ihsas eden hadiselerle bildirir.)

Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. (İnsan, maddi hayatın temini hususunda insanın bedenen ve fikren çektiği sıkıntılara tâkat getiremeyecek.)

(Cenab-ı Hakk’a bakan ciheti bizi hapse atmasıdır. Zıddıyla bakarsak tevekkül eden serbest ve selâmette olur.)

Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. (Dünyevi ve uhrevî tazyikat hapse teşbih edilmiş.)

(Zişuura bakan ciheti maskaralıktır. Zıddıyla haysiyetli olur.)

Hem herkese maskara olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarında, za’fı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor.” denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.” dedi.

İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et.

Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden (İhtiyaçların temin edildiğini bilmemekle mahlukata el açmaktan)

Ve her hâdisenin karşısında titremekten (Acziyle düşmanlarından kendini koruyamadığı için korkmaktan)

Ve hodfüruşluktan (Zaaf-ı imandan dolayı kendini insanlara sevdirmek istediğinden hodfüruş olur.)

Ve maskaralıktan (Ehl-i dikkat nazarında fakr, zaaf ve acziyle beraber kibirlenen bir insan maskara olur.)

Ve şekavet-i uhreviyeden (Rahmeti görmeyip ittiham ettiğinden uhrevi şekavete düşer.)

Ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

 Dördüncü Nokta:

(Dördüncü Noktadaki binler mehasin, insanı nokta-i kemale sevk eden ulûmlar adedincedir. İnsan, iman ile insaniyetine şuur ederek mahiyetini anlasa ve verilen istidatların istikametli kullanılması için bütün mevcudatın kendisine hizmet ettiriliyor olduğunu ilim ile bilse herbir vesile ile fıtri bir vazifesi olan dua ile Rabbine iltica eder. Böylelikle nokta-i kemale sevk eden ulûmlar adedince insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve mehasine mazhar olur. İnsanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Demek insanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek ve marifet kesbetmekle terakki etmek ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmektir.)

İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. (İman ile insan, hilkat-i insanın muammasını anlar ve anladığı nisbette insaniyetin sultanlık mertebesi olan a’lâ-yı illiyyîne çıkar. Şöyle ki insanın muamması verilen cihazların ne için verildiğinin anlaşılması ile açılır. Bu cihazların istikametli kullanılması için bütün mevcudatın insana hizmet ediyor olmasından dolayı insan sultanlık mertebesine çıkar. Böyle bir insanda teshirin şükrünü eda edebilmesi için dua ile ubudiyet etmesi gerektir.)

Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. (İmanın kuvvetli bir iktizası dua olduğu için imandan sonra duadır denilmiştir.)

Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder. (İmana dair hakikatları kabul etmeyen bir insan bu hakikatlar bir bütün iken parçaladığı için canavar olmuştur. Veya herşeyin Cenab-ı Hakkla olan bağını parçaladığı için canavar olmuştur. Küfrün insanı hayvan etmesi ise insanın iman hakikatlarını düşünmemesinden dolayıdır. Zira insan ile hayvan arasındaki en zahir fark insanın şuur etmesidir.)

Şu mes’elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes’eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı katı’dır. (İnsan ile hayvan arasındaki farklar adedince bu mes’elelerin delilleri olduğundan bir bürhan-ı katı’dır.)

Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir.

  • Ya iki saatte,
  • Ya iki günde
  • Veya iki ayda,
  • Bütün şerait-i hayatiyesini (Kendi hayatını idame ettirecek kadar iktidar-ı hayatiyeyi hemen yani iki saatte kazanır.)
  • Ve kâinatla olan münasebetini (İki günde kazanır.)
  • Ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. (Yirmi günden iki aya kadar meleke sahibi olması sürer. Bu süreler nisbidir. Öğrenmek noktasındaki zaman farklarını göstermek içindir.)

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur. Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir. (Verilen istidadına göre amel etmek ubudiyet-i fiiliyedir.)

İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zaîf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder. Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir. (İnsanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Hutbe-i Şamiye 60)

Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir. (İnsan insaniyetine taallümle şuur ederse tekemmül eder. Bu tekemmülün neticesi ise merhamet sahibi bir hakîme, kerem sahibi müşfik bir Rabbe ve lütuf sahibi Rezzak bir müdebbire dua ile ubudiyet etmektir.)

Yani: “Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hacatına dair Kadı-ül Hacat’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a’lâ-yı ubudiyete uçmaktır.

Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. (Nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye verilen istidadlarını tekemmül ettirmesi marifetullaha ve iman-ı billaha bağlıdır. Diğer fenni ilimler ise ancak bunlarla nurlanır. Bunlar verilmeden fenni ilimler verilmesi ise hidayeti değil dalaleti netice verir. Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata (Tesadüfi demekle hurafat olur.) inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.

İşte sana üç misal… Sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et. Sözler 262-263

Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder. Münazarat 86)

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı billahtır. (İman-ı billah icmali tanımak iken marifetullah tafsilli olarak tanımaktır.

Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır. Emirdağ Lahikası-1  91 )

(Buraya kadar insanın vazife-i asliye-i fıtriyesi, iman olduğunun izahı yapıldı. Bundan sonra ise vazife-i asliye-i fıtriyesinin imandan sonra dua etmek olduğunu izah edecek.)

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a’danın hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hacata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra “dua”dır. Dua ise, esas-ı ubudiyettir. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder. Maksuduna muvaffak olur. Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. (İnsan çocuk fıtratlıdır.) Rahmanürrahîm’in dergâhında; ya za’f u acziyle ağlamak veya fakr u ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

Tâ ki, makasıdı ona müsahhar olsun (Şuurlu olarak fiili veya kavli olarak istenilmesi ile maksadın musahhar olması)

Veya teshirin şükrünü eda etsin. (Veya istidat, ihtiyaç veya ızdırar dualarının neticesinde mazhar olduğumuz teshirin şükrünü eda edebilelim. Şükrün tarifi verilen şeyi verilme maksadına göre kullanmaktır. Öyle ise teshirin şükrü dua edip istemektir. Öncelikle neden teshir edildiğini bilmek gerekiyor. )

Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

 Beşinci Nokta:

(Beşinci Noktadaki binler mehasin; insana ehemmiyet verildiğini gösteren, yalnızlık vahşetinden kurtaran ve emredilerek bizden istenilen dualar adedince insan, dua etmekle a’lâ-yı illiyyîne çıkar ve mehasine mazhar olur. Bu noktada dua etmekle insanın ehemmiyet kazandığının ve Cenab-ı Hakkında dua etmemizi emrettiğinin izahı yapılıyor.)

İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza ettiği (İman, dua etmeye kat’i bir vesiledir.) ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi; (Dördüncü Noktanın fezleke cümlesi, yani hülasasıdır.)

Cenab-ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ ferman ediyor. Hem اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor.

Eğer desen: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir, her duaya cevab var ifade ediyor.”

Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tâbi’dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: “Ya Hekim! Bana bak.” Hekim: “Lebbeyk” der.. “Ne istersin?” cevab verir. Çocuk: “Şu ilâcı ver bana” der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hazır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. (Dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük işlerime ıttıla’ı var ve bilir, en uzak maksadlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise; bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum.  Mektubat 302

Meselâ: Birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenab-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duası kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir surette kabul edildi” denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Duası reddedildi” denilmez, belki “Daha enfa’ bir surette kabul edildi” denilir. Ve hâkeza… Mektubat – 301)

Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, (Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor. Sözler 239)

Belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem, dua bir ubudiyettir. (Dua edin cevap vereyim” emrine imtisalen; dünyevi, uhrevi bütün hacatımız ve metalibimiz duanın vakti olduğu için dua ediyoruz. Semeratını görmek için değil.)

Ubudiyet ise semeratı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ:

1- Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.

2- Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir.

3- Hem Güneş’in ve Ay’ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş’in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.

Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir.

4- Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder.

Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’olunmazsa denilmeyecek ki: “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki: “Duanın vakti, kaza olmadı.” Eğer Cenab-ı Hak fazl u keremiyle belayı ref’etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. (Yani ubudiyetin aşağıda anlatılacak olan sırları dua için de geçerlidir.)

(Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir; Lemalar  215

Musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor.  Barla Lahikası – 285

Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî’yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir’i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Lem’alar  131

Zâten ibadet, Cennet’e girmek ve Cehennem’den kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır. Emirdağ Lahikası-2 152

Meşhur dua-i Nebevî olan Cevşen-ül Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevab ve faziletine dair bir hadisi..  Emirdağ Lahikası-1 162)

Ubudiyet ise,

  • Hâlisen livechillah olmalı.
  • Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli.
  • Rububiyetine karışmamalı.
  • Tedbiri ona bırakmalı.
  • Hikmetine itimad etmeli.
  • Rahmetini ittiham etmemeli.

Evet hakikat-ı halde âyât-ı beyyinatın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır.

Birincisi: Ya istidad lisanıyladır. (Bütün nebatatın duaları gibi ki; herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir suret taleb ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. Biz de tarla hükmünde olan ruhumuza Feyyaz-ı Mutlak tarafından ekilen istidad tohumlarımızın inkişaf etmesi için dua edeceğiz İnşaallah.

Yeryüzünün tarlasında nebatatın herbir taifesi, lisan-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm’den sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: “Ya Rabbena! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim ve rûy-i arz mescidinin herbir köşesinde sana ibadet etmek için bize tevfik ver ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında senin esma-i hüsnanın nakışlarını, senin bedî’ ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahata iktidar ver.” derler. Fâtır-ı Hakîm onların manevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar. Taifeleri namına esma-i İlahiyeyi okutturuyorlar. Sözler 356 – 357)

İkincisi: Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır. (Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hacat-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki; her birisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar. 

Midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr Lemalar – 333)

Üçüncüsü: Veya lisan-ı ızdırarıyla bir duadır ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ı Rahîm’ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.

(Evet kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Mesnevi-i Nuriye – 78)

Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır:

Biri, fiilî ve halî;

Diğeri, kalbî ve kalîdir.

Meselâ: (Allahım sebebleri yaratan ve o sebeblere müraat etmemi isteyen Sen olduğun için sebeblere müracat edip sebeblerin neticesinde hasıl olan semeratı, Müsebbibül Esbab olan Senden istiyorum.)

Birinci kısım; Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenab-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak’ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım; lisan ile, kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: “Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. (Rahmetten istifade etmenin yolu dua etmektir. Dua müminin silahıdır.

Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Sözler 19)

Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.

* * *

3 thoughts on “Yirmiüçüncü Söz Birinci Mebhas”

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir