Yedinci Mes’elenin Hâtimesidir
[Sekiz inayet-i İlahiye suretinde gelen işarat-ı gaybiyeye dair
- Gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı izale etmek ve (Birinci nüktede izahı yapılıyor.)
- Bir sırr-ı azîm-i inayeti beyan etmeye dairdir.(Üçüncü nüktede hususi inayetin umumi inayetten daha büyük, daha güzel, daha yüksek olması sırrının izahı yapılıyor.)]
(Yedi inayet yerine Sekiz inayet denilmesinin sebebi; 3 5 6 7 inayetlerin içinde ikişer inayet bulunduğu ve bunlardan birisinin iki inayet sayıldığını düşünsek o zaman toplamda sekiz inayet vardır diyebiliriz.)
Şu Hâtime “Dört Nükte”dir:
Birinci Nükte: (Sekiz inayet-i İlahiye suretinde gelen işarat-ı gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evham, Sekiz inayetten biri olan tevafukatın isbatı yapılarak izale ediliyor.)
Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesinde yedi-sekiz küllî ve manevî inayat-ı İlahiyeden hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi,
(İşarat-ı gaybiye Cenab-ı Hakkın o hizmeti teyid ettiğini, razı olduğunu, hakikatın kemal-i vüzuhla izah edildiğini ve kabul-u Peygamberi ASM olduğunu gösteriyor.)
“Sekizinci İnayet” namıyla “tevafukat” tabiri altındaki nakışta o işaratın cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi-sekiz küllî inayatlar, o derece kuvvetli ve kat’îdirler ki, herbirisi tek başıyla o işarat-ı gaybiyeyi isbat eder. (Yani herbir inayetin inayete mazhar olan ferdler dedince misali vardır. Bunun mecmuundan hâsıl olan kuvvet öyle büyüktür ki tek başıyla o işarat-ı gaybiyeyi isbat eder. Ayrıca kişiye göre kanaat veren işarat-ı gaybiye farklı farklı olabilir. Bununla beraber en umumisi de herkes görebildiği için tevafukattır.)
Farz-ı muhal olarak bir kısmı zaîf görülse, hattâ inkâr edilse; o işarat-ı gaybiyenin kat’iyyetine halel vermez. O sekiz inayatı inkâr edemeyen, o işaratı inkâr edemez.
Fakat tabakat-ı nâs muhtelif olduğu, hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimad ettiği için; o sekiz inayatın içinde en kuvvetlisi değil, belki en zahirîsi tevafukat olduğundan; -çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî olduğu için- ona gelen evhamı def’etmek maksadıyla, bir müvazene nev’inden, bir hakikatı beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki:
O zahirî inayet hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, Kur’an kelimesi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor.. hiçbir şübhe bırakmıyor ki, bir kasd ile tanzim edilip, müvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise, bizlerin olmadığına delilimiz: Üç-dört sene sonra muttali’ olduğumuzdur.
Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sırf i’caz-ı Kur’an ve i’caz-ı Ahmediyeyi teyid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir. Bu iki kelimenin mübarekiyeti, i’caz-ı Kur’an ve i’caz-ı Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmişler. Fakat onlar, birer sahifeye mahsus. Şu iki kelime, bir-iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitablarda da çok bulunabilir; amma kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette değildir. Şimdi bu davamızı çürütmek kabil olmadığı halde, zahir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir-iki cihet olabilir:
Birisi: “Sizler düşünüp, öyle bir tevafuku rast getirmişsiniz.” diyebilirler. “Böyle bir şey yapmak kasd ile olsa, rahat ve kolay bir şeydir.”
Buna karşı deriz ki:
Bir davada iki şahid-i sadık kâfidir. Bu davamızdaki kasd ve irademiz taalluk etmeyerek, üç-dört sene sonra muttali’ olduğumuza yüz şahid-i sadık bulunabilir.
Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i’caziye, Kur’an-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i’cazda olduğu nev’inden değildir. (Kur’an Nazmındaki Cezalet noktasında Belagatının bir mislinin yapılması için bütün insanlığı davet ettiği halde beşerin hiçbir kelamı Kur’ana yetişememiştir. Aynen öylede beşerin hiçbir kitabı tevafukat noktasında sun’i de olsa Risale-i Nur’a yetişememektedir.) Çünki i’caz-ı Kur’anda, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i’caziye ise, kudret-i beşerle olamıyor; kudret, o işe karışamıyor. Karışsa sun’î olur, bozulur. {(Haşiye): Ondokuzuncu Mektub’un Onsekizinci İşaretinde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur’an tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur’an tevafukla beraber, mecmuunda Lafzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedi’ şeyler çok var. Bu haşiyenin mealini gözümüzle gördük. Bekir, Tevfik, Süleyman, Galib, Said}
(İkinci Nüktenin buraya alınmamasının hikmeti nedir?
Elcevab:
Üçüncü Nükte: (Bu nüktede hususi inayetin umumi inayetten daha büyük, daha güzel, daha yüksek olmasının sırrı izah ediliyor.)
İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i rububiyet ve Rahmaniyete işaret edeceğiz:
Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü, bu mes’eleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatı ona gösterdim, dedi: “Güzel! Zâten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler’deki tevafukat ve muvaffakıyet daha güzeldir.” Ben de dedim:
Evet herşey ya hakikaten güzeldir,
- Ya bizzât güzeldir veya
- Neticeleri itibariyle güzeldir.
(Sözler sayfa 231’de geçtiği gibi “kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.”)
Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediğin gibi, bu muvaffakıyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünki bu,
- Rahmet-i hâssaya ve
- Rububiyet-i hâssaya ve
- Tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir.
(Otuzikinci Söz Beşinci İşarette geçtiği gibi
Şu müvazene ve müfadale; Cenab-ı Hakk’ın masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.
Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde tasarrufatıdır.
İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccüh ile tasarruftur.
İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Sözler – 618)
Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:
Birinci cihet: Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile, merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her ferd, doğrudan doğruya o padişahın lütfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebat-ı hususiyesi vardır.
İkinci cihet, padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve evamir-i hâssasıdır ki; umumî kanunun fevkınde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.
İşte bu temsil gibi;
(Birincisi,) Zât-ı Vâcib-ül Vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm’in umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında herşey hissedardır. Her şey’in hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebetdardır.
Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her şeye tasarrufatı, her şey’in en cüz’î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Herşey, her şe’ninde ona muhtaçtır. Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir.
(Ne vakte kadar وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ deyip, elimizi kaldıracağız. Sualine cevab olarak Otuzüç pencerede toplam elli beş delille herşey, her vakit, her haceti için ondan istimdad etmeğe muhtaç olduğunu isbat ediyor. Sözler – 654)
Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin ve
Ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde yirmi yerde kat’î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz
(Risale-i Nurda tevhidi isbat eden risaleler toplamda yirmidir.
- Söz, 22. Sözün İkinci Makamı, 32. Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıfı, 33. Söz
- Asayı Musa Hüccetullahil Baligada On bir delil
- Şua İkinci Bab,
- Mektubun İkinci Mebhası)
ve Kur’an kılıncıyla i’dam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz.
Fakat (Tesadüf ve tabiat namı verilmesinin iki sebebi)
- Rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zahiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler.
- Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef’al-i İlahiyenin kanunlarını -tabiat perdesi altında gizlenmiş- görememişler, tabiata müracaat etmişler.
İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmanîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen ferdlerin imdadına Rahman-ür Rahîm isimleri imdada yetişirler. Hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir.
İşte bu hususî rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.
İşte bu sırra binaendir ki; İ’caz-ı Kur’an ve Mu’cizat-ı Ahmediye’deki işarat-ı gaybiyeyi, hususî bir işaret telakki ve itikad etmişiz.
(Bu işarat-ı gaybiyedeki hususi ihsanılarını yedi inayet içinde düşünebiliriz.
Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki, “tevafukat”tır ki hususi bir imdadıdır. İkinci İşaret: Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin teşekkülü bir inayettir ki hususi bir imdadıdır.
Üçüncü İşaret: Hakikatların en muannide dahi izah edilip isbat edilmesidir ki hususi bir imdadıdır.
Dördüncü İşaret: Temsilat yolu Risale-i Nurda görülmesi bir inayettir ki hususi bir imdadıdır. Bu inayetle risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor.
Beşinci İşaret: Risalelerin tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, sür’atle, sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir ki hususi bir imdadıdır.
Altıncı İşaret: Üstadın hayatına öyle bir cereyan verilmiş ki; Risale-i Nuru netice vermiştir. İşte bu bir inayettir ki hususi bir imdadıdır.
Yedinci İşaret: Hizmet zamanında görünen inayetlerdir ki hususi bir imdadıdır.)
Ve bir imdad-ı hususî ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inayet-i hâssa olduğunu yakîn ettik. Ve sırf lillah için ilân ettik. Kusur etmişsek Allah afvetsin. Âmîn.
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
* * *
[Sözler’in tebyizinde kıymetdar hizmeti sebkat eden muallim Ahmed Galib’in fıkrasıdır.]
(Müsevvid Karalayan demek olduğu gibi Mübeyyizde beyazlayan yani temize çeken demektir.)
“Elde Kur’an gibi bürhan-ı hakikat varken
Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir.”
Sözün özdür ey can, tekellüf değil
Ledün ilminin (Ledün ilmi eşyanın iç yüzünü, hakikatını gösteren ilimdir.) zübde-i pâkidir
Bu, sümmettedarik tasannuf değil (yani ilk geldiği gibi tasnif edilmiştir)
Bu bir hikmet-i nur-u irfandır
Ki ehva (heva) ve lağv (boş olan) ve tefelsüf (felsefe) değil
Müzekki-i nefs ve musaffi-i ruh
Mürebbi-i dildir, (kalbi terbiye etmek manasındadır) tasavvuf değil
O Sözler bütün marifet şemsidir
Sözüm doğrudur, bir teellüf değil
İçin nurudur, lafza akseylemiş
Bir-iki satırda teradüf (Birbiri peşinden gitmiş) değil
Mutabık lafızlar birbirine
Bu aslâ tasannu’, (sun’i) tesadüf değil
Dizilmiş nizamla bütün harfleri
Tevafuktur, aslâ tehalüf değil
Bu bir cilve-i sırr-ı i’cazdır
Ki Kur’andandır, tecevvüf (içi boş) değil
Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir güzel
Bu babda ne dense tezauf değil
Said-i Bedîüzzaman-ı Nursî
Beyanı bedî’dir, taattuf (yani başka şeylere atf yapmış değil) değil
Teselliye ermemiş elinde kalem
Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil
İsabet buna savb-ı Hak’tan gelir
Bu kasdî değildir, tasarruf değil
Bunu görmeyen bed nazarlar için
Telehhüf derim ben, teessüf değil
Ki var manevî hayretim galiben
Beyanım bu yolda tazarruf değil
Tevafuk, sözünde ona çok mudur
Tefevvuk, onun için teşerrüf değil
Çok işde Hak onu muvaffak ede
Tevafuk, makam-ı tevakkuf değil!
Ahmed Galib
(Rahmetullahi Aleyh)
* * *
[Merhum Binbaşı Âsım Bey’in fıkrasıdır.]
Kasem ederim, doğrudur sözü özüyle beraber
Bu hakikatı kabul ve tasdik etmeyen bed-mayeler (mayası bozuk)
Kalır dalalet ve vâdi-i hüsranda nice seneler
Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner
Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer
Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlık’a yalvaralım
Hep envâr-ı Kur’aniye olan Sözler’i okuyup anlatalım
Bu yolda bizler de feyz alıp dilşâd (kalbi şad) olalım
Fenayı bekaya tebdilde rıza-yı Bâri’ye kavuşalım
Sad-hezar (yüzbinler) tahsine lâyık bîbaha fıkra-i Galib
Bu hakikatları söylemekle olur şübhesiz galib.
Binbaşı Âsım
(Rahmetullahi Aleyh)
* * *