Yedinci Risale olan Yedinci Mes’ele
(24. Sözün 5. Dalının 2. Meyvesinde de bu ayetin en umumi manası verilmiştir. Hususi manası ise makam itibariyle bu asırda Cenab-ı Hakkından fazlından gelen en faziletli hayırlı şey Risale-i Nur eserleri ve ona talebe olmaktır. Risale-i Nur fazl ve rahmete mazhardır. Ve ona talebe olmakla inayetler görünür.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
(Yunus Suresi
57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.
58- De ki, “Allah’ın ihsanıyla ve rahmetiyle, yalnızca bunlarla sevinç duysunlar. Bu, onların biriktirip durduklarından daha hayırlıdır.”)
Şu mes’ele “Yedi İşaret”tir.
Evvelâ tahdis-i nimet suretinde birkaç sırr-ı inayeti izhar eden “Yedi Sebeb”i beyan ederiz:
Birinci Sebeb: Kur’an-ı Hakîmin mu’cizevî hakikatlarının izharına bu asırda ayine ve hizmetkâr Risale-i Nur ve Talebeleri olduğuna dikkat çekmek için onlara gelen inayat izhar edilmiş.
Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, (evvel ve evailinde denilmesi rüyadaki aynı hakikat farklı zamanlarda farklı suretlerde göründüğüne bir işarettir. Bazen rüyayı sadıka bazende evliyaların keşfiyatları suretinde görülmüştür.) bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki:
Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım.
Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. (Yani büyük bir inkılâb olacak. Lemaatta dar manada insanların fikir âleminde inkılab olacağına ve birbirinden farklı fikir akımlarının çıkacağına işaret ettiği gibi geniş manada ise Âlem-i İslâm dağ suretinde iken Osmanlının parçalanması ile İslâm ülkeleri birbirinden ayrılacak paramparça olacağına işaret etmiştir.)
O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı.
(Kastamonu Lahikası sayfa 30’da geçtiği gibi “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan
- İslâmî esaslar ve (Emirdağ 2 sayfa 53’te geçtiği gibi
- Nurlar, mektebleri tam nurlandırmağa başladı. Mekteb şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahib ve naşir ve şakird eyledi.
- İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ülemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar.
- Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahib çıkmaları lâzım ve elzemdir.
- Mekteb
- Medreseler
- Tekkeler)
- Cereyanlar ve
- Şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla o geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.)
O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir; o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.” (Anne Şefkati nazarıyla bakıldığında Cenab-ı Hakkın Hikmet ve Rahmetinin bir eseri olduğuna işaret ediyor.)
Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’anı beyan et.” Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur’ana hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini (hakaik-i İmaniyenin inkişafı noktasında Kur’anın i’cazının bir nev’ini) şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.
Madem i’caz-ı Kur’anı bir derece beyan, Sözler’le oldu. Elbette o i’cazın hesabına geçen ve onun reşehatı ve berekâtı nev’inden olan hizmetimizdeki inayatı izhar etmek, i’caza yardımdır ve izhar etmek gerektir.
İkinci Sebeb: Kur’an-ı Hakîm hakaikının kemalatını Huruf-u mukattaa ile medhettiğine binaen Risale-i Nurda in’ikas etmiş olan Kur’an-ı Hakîm’in lemaat-ı i’caziyesini medhetmek için o hizmetin makbuliyetini alâmet olan inayat-ı Rabbaniye izhar edilmiş.
Madem Kur’an-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, herbir âdâbda rehberimizdir; O, kendi kendini medhediyor.
(Yirmibeşinci Sözde sayfa 380’de geçen Makam-ı medhin binler misallerinden, başında “Elhamdülillah” olan beş surede (Fatiha, En’am, Kehf, Se’be, Fatır) beyanat-ı Kur’aniye Güneş gibi parlak {(Haşiye-2): Şu tabiratta o surelerdeki bahislere işaret var.} yıldız gibi zînetli, semavat ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir. Kur’an, Cenab-ı Hakkın esmasını, sıfatlarını ve kelamını medh ediyor.)
Biz de onun dersine ittibaan, onun tefsirini medhedeceğiz.
Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o risalelerdeki hakaik, Kur’anın malıdır ve hakikatlarıdır.
Ve madem Kur’an-ı Hakîm ekser surelerde, hususan الر larda حم lerde (Sebe, Kehf,) kendi kendini kemal-i haşmetle gösteriyor, kemalâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi kendine ediyor.
Elbette Sözler’de in’ikas etmiş Kur’an-ı Hakîm’in lemaat-ı i’caziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inayat-ı Rabbaniyenin izharına mükellefiz. Çünki o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.
Üçüncü Sebeb: Risale-i Nurda görünen hakaik Kur’andan olduğunu göstermek için inayetler izhar edilmiş. Çünkü kim bu hakaikin içine girerse inayetlere mazhar olur.
Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki:
Sözler’deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’anındır ve Kur’andan tereşşuh etmiştir.
Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. (Münacat risalesi 700 ayetden süzülmüş bir katarattır.)
(Kur’anın getirdiği hakikatları şahıslara bağlamanın zararları)
- Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı.
- Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur’anın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı.
- Hem madem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menba’ı zannettikleri müellifinin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur’anın malı olarak, Kur’anın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.
Dördüncü Sebeb: Hem küfran-ı nimetten kurtulmak hemde fahr dan kurtulmak için inayetler izhar edilmiş. Çünki Kur’anın hakaikının güzelliğini gösteren Sözlere dikkatleri celb etmek için terettüb eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.
Bazan tevazu’, küfran-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur. (İfrat)
Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. (Tefrit)
İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakikî’nin eser-i in’amı olarak göstermektir.
Meselâ: Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi
(Onu giydiren noktasında iftihar kazandıran bir elbisedir.) biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen,
Halk sana dese: “Mâşâallah (İstediğini istediğine verir. Nasıl bir zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!.. Mektubat – 243) çok güzelsin, çok güzelleştin.”
Eğer sen tevazukârane desen: “Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.
Eğer halk sana dese: Neden bu elbise sana giydirildi de başkasına giydirilmedi.
(Hem deme ki: “Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. Sözler – 231)
(Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’ad edip itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta ve böyle ihtiyac-ı şedid zamanında böyle bir eserin zuhuru, vüs’at-i rahmet-i İlahiyeye delildir demeye mecbur olur. Kastamonu – 160)
Eğer müftehirane desen: “Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahrdir.
İşte fahrden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”
İşte bunun gibi, ben de sesim yetişse, bütün Küre-i Arz’a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur’an-ı Kerim’in hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.
وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى ٭ وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ
düsturuyla derim ki:
وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِى ٭ وَ لكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْآنِ
Yani: “Kur’anın hakaik-i i’cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur’anın güzel hakikatları, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.”
Madem böyledir; hakaik-i Kur’anın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüb eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.
Beşinci Sebeb: Şarktan zuhur eden nurun Risale-i Nur olduğuna dikkat çekmek için inayetler izhar edilmiş.
Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaatı gelmiş ki:
(Birden çok kişinin istihracıdır. Risale-i Nurun makbuliyetine dair işaretler;
- Kur’an Birinci Şua’ın Birinci âyeti on parmakla bakıyor.
- Âhirzamandan bahseden Hadisler
- Hz. Ali’nin (R.A) 40 kadar işareti üç kitapta telif edildi. 8. Şua 18. Ve 28. Lem’a
- Gavs-ı A’zam (K.S.) 8. Lem’a
- İmam-ı Rabbani (R.A.) (74. ve 75. Mektub)
- İmam-ı Gazali (R.A.) (tavsiye-i Gazali)
- Şah-ı Nakşî Bendi (R.A.) (19 defa Nur zikretmesi ile)
- Muhyiddin-i Arabî (K.S.)
- Mevlana Bağdadi (K.S.)
- Sinan-ı Ümmi (Hak Söz)
- Topal Şükrü
- Hasan Feyzi)
“Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümatını dağıtacak.”
Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum.
(Kışın şiddetinde ekilen tohumların nadirattan kışta çiçek açması azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğu gibi her yerde çiçek açması ise bahar geldiğine işarettir.)
Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir.
Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar ediyoruz.
Madem kendimize ait değil, elbette Sözler namındaki nurlara ait olan inayat-ı İlahiyeyi beyan etmekte medar-ı fahr ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur.
Altıncı Sebeb: Sözler’in te’lifi vasıtasıyla Kur’ana hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye, Kur’anın i’caz-ı manevîsinin şu’leleri olduğundan Kur’anın i’cazını göstermek için Kur’anın i’cazına yardım hükmüne geçen inayetler izhar edilmiş.
Sözler’in te’lifi vasıtasıyla Kur’ana hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye Cenab-ı Hakka bakan vechi ile ikramat-ı ilahiye, Kur’ana bakan vechi ile keramet-i Kur’aniyedir.
- Sözler’in te’lifi vasıtasıyla Kur’ana hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye, bir muvaffakıyettir. Muvaffakıyet ise, izhar edilir.
- Muvaffakıyetten geçse; olsa olsa bir ikram-ı İlahî olur. İkram-ı İlahî ise, izharı bir şükr-ü manevîdir.
- Ondan dahi geçse, olsa olsa hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’aniye Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı, zararsızdır. (Kim Kur’an hakikatları ile meşgul oluyor ve hizmetine giriyorsa inayete mazhar oluyor. İşte bu keramet-i Kur’aniyedir.)
- Eğer âdi keramatın fevkıne çıksa, (Risale-i Nura ilişildiği vakit adi kerametin fevkınde kışın şiddetlenmesi, zelzele olması gibi şeylerdir. Böyle kerametler Risale-i Nurdan başka hiç bir velide görülmemiştir.) o vakit olsa olsa Kur’anın i’caz-ı manevîsinin şu’leleri (Kur’anın hakikatlarını gölgelendirmeden renklendirmeden gösterilmesi Kur’anın bir mu’cizesi olduğu 25. Söz Üçüncü Şulede izah edilmiştir.)
Madem i’caz izhar edilir, elbette i’caza yardım edenin dahi izharı i’caz hesabına geçer; hiç medar-ı fahr u gurur olamaz, belki medar-ı hamd ü şükrandır.
Yedinci Sebeb: İnsanların ekserisi ehl-i tahkik olmadığı için zaîf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imanîye ve Kur’aniyenin kıymetini takdir edemez. Ekser nâsın nokta-i nazarında hakaik-i imanîye ve Kur’anîyenin kıymetini düşürmemek için, inayetler izhar edilmiş.
Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki,
- Hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin.
- Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler.
- Hattâ kuvvetli bir hakikatı, zaîf bir adamın elinde zaîf görür ve kıymetsiz bir mes’eleyi, kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder.
(Avamın nazarında bir kişinin kıymet derecesi Şualar sayfa 332’de Onüçüncü Şua’da şöylece geçiyor. “Avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşf ü keramat ve ezvak u envâr, o manevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çillesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevî hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.)
İşte ona binaen, benim gibi zaîf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için, bilmecburiye ilân ediyorum ki:
İhtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek, bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inayata ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inayetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz.
İşte geçmiş yedi esbaba binaen,
- Kur’an-ı Hakîmin mu’cizevî hakikatlarının izharına bu asırda ayine ve hizmetkâr Risale-i Nur ve Talebeleri olduğuna dikkat çekmek için onlara gelen inayat izhar edilmiş.
- Kur’an-ı Hakîm hakaikının kemalatını Huruf-u mukattaa ile medhettiğine binaen Risale-i Nurda in’ikas etmiş olan Kur’an-ı Hakîm’in lemaat-ı i’caziyesini medhetmek için o hizmetin makbuliyetini alâmet olan inayat-ı Rabbaniye izhar edilmiş.
- Risale-i Nurda görünen hakaik Kur’andan olduğunu göstermek için inayetler izhar edilmiş. Çünkü kim bu hakaikin içine girse inayetlere mazhar olur.
- Hem küfran-ı nimetten kurtulmak hemde fahrdan kurtulmak için inayetler izhar edilmiş. Çünki Kur’anın hakaikının güzelliğini gösteren Sözlere dikkatleri celb etmek için terettüb eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.
- Şarktan zuhur eden nurun Risale-i Nur olduğuna dikkat çekmek için inayetler izhar edilmiş.
- Sözler’in te’lifi vasıtasıyla Kur’ana hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye, Kur’anın i’caz-ı manevîsinin şu’leleri olduğundan Kur’anın i’cazını göstermek için Kur’anın i’cazına yardım hükmüne geçen inayetler izhar edilmiş.
- İnsanların ekserisi ehl-i tahkik olmadığı için zaîf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imanîye ve Kur’aniyenin kıymetini takdir edemez. Ekser nâsın nokta-i nazarında hakaik-i imanîye ve Kur’anîyenin kıymetini düşürmemek için, inayetler izhar edilmiş.
Küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye işaret edeceğiz.
Birinci İşaret: Yirmisekizinci Mektub’un Sekizinci Mes’elesinin Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki, “tevafukat”tır.
(Tevafukat inayetlerin en kuvvetlisi değil ama en umumisi ve en zahiriymiş.)
(Tevafuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektubda size böyle bir temsil ile beyan etmiştim: Meselâ, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa, hiç şübhe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın.
İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur. Barla Lahikası – 315)
Ezcümle: Mu’cizat-ı Ahmediye Mektubatında, Üçüncü İşaretinden tâ Onsekizinci İşaretine kadar altmış sahife; habersiz, bilmeyerek bir müstensihin nüshasında iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki bütün sahifelerde -kemal-i müvazenetle- ikiyüzden ziyade “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm” kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsal kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevafuk olur, ancak bir-iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesadüf olması mümkün değildir. (Cüz-i irade ile böyle bir tevafukat takib edilemez. Bu olsa olsa bir Külli İradenin işi olabilir. Vesselam)
(Hususan Ondokuzuncu Mektubta ASM kelimesinde tevafuk etmesi Resul-i Ekremin Aleyhissalâtü Vesselâm bir mucizesinin ayinesi olduğunu gösteriyor.)
Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, içinde olduğunu gösterir. Nasılki ehl-i belâgatın kitablarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde; Kur’an-ı Hakîm’deki belâgat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin.
Öyle de; mu’cizat-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan Ondokuzuncu Mektub ve mu’cizat-ı Kur’aniyenin bir tercümanı olan Yirmibeşinci Söz ve Kur’anın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitabların fevkınde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki; mu’cizat-ı Kur’aniye ve mu’cizat-ı Ahmediye’nin bir nevi kerametidir ki, o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.
(Yazdığımız risalelerde, Kur’an kelimesi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor.. hiçbir şübhe bırakmıyor ki, bir kasd ile tanzim edilip, müvazi bir vaziyet verilir.
Kasd ve irade ise, bizlerin olmadığına delilimiz: Üç-dört sene sonra muttali’ olduğumuzdur. Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sırf i’caz-ı Kur’an ve i’caz-ı Ahmediyeyi teyid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir. Mektubat – 377)
(Bu tevafukların bize getirdiği kanaat Barla Lahikasında şöyle geçmiştir;
Hem şu tevafukat-ı belâgat olmasa da, madem içinde eser-i kasd ve şuur görünür; kasd ve şuur ise, bilmüşahede ve bil’itiraf, müellif ve müstensihlerin değil, elbette bir dest-i gaybînin tanzimiyledir.
Ve o dest-i gaybînin bu tarz müdahalesi ise, alâmet-i kabuldür ve rızaya emaredir. Ve bu emare de remz eder ki; yazılan hakikatlar kusursuzdur, hak bir surette gösterilmiştir. Barla – 318)
(Tevafukat ise, ittifaka işarettir; ittifak ise, ittihada emaredir, vahdete alâmettir; vahdet ise, tevhidi gösterir; tevhid ise, Kur’anın dört esasından en büyük esasıdır. Mektubat – 381)
İkinci İşaret: Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin teşekkülü bir inayettir.
Hizmet-i Kur’aniyeye ait inayat-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki:
Cenab-ı Hak, benim gibi
- kalemsiz, (bir çocuk kadar yazısı yokken)
- yarım ümmi, (yazamaması cihetiyle yarım ümmi)
- diyar-ı gurbette, (kendisi yazamaya bilir ama dosatlarına yazdırabilecek iken diyar-ı gurbette olması ile yanında yazdırabileceği hiç bir hemşehrisi olmadığı gibi)
- kimsesiz, (akrabasıda yokken)
- ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; (kimseyle görüştürülmezken)
- kuvvetli,
- ciddî,
- samimî,
- gayyur,
- fedakâr ve (hiç dışarı çıkmadan dokuz sene risaleleri yazanların bulunması)
- kalemleri birer elmas kılınç (Kılınç tabiri ise bu asırda cihad tarzı manevi mukabele kalemle ikna ile olacağına ve kalemin elmas olması ise hem kuvvetine hemde kıymetine işarettir.)
Olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaîf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafifleştirdi.
O mübarek cemaat ise;
- Hulusi’nin tabiriyle –telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve (Hulusi abinin rüyaya dair Yirmisekizinci Mektubun Birinci Risalesinde işaret edildiği gibi; O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikatı ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar.)
(Her bir Nur Talebesi merkez hükmüne geçip risaleleri eşine dostuna duyurur. Ve diğer Nur Talebeleri ile görüşüp eşini dostunu görüştürür. Böylece hizmet intişar eder.)
(Yedinci Lem’a sayfa32’de geçtiği gibi; Sahabeler, çendan mebdede az ve zaîf görünecekler. Fakat çekirdekler gibi neşvünema bularak yükselip kalınlaşıp kuvvetleşerek, küffarın gayzlarını onlara yutkundurup boğduracak vakitte, kılınçlarıyla nev’-i beşeri kendilerine müsahhar edip, reisleri olan Peygamber’in (A.S.M.) ise, âleme reis olduğunu isbat edecekler.)
- Sabri’nin tabiriyle –nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymetdar muhtelif hasiyetleriyle beraber,
- Yine Sabri’nin tabiriyle -bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak,
- Şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve
- Şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.
Evet velayetin kerameti olduğu gibi,
- Niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır.
- Samimiyetin dahi kerameti vardır.
- Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir.
- Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur. (Şahs-ı manevi; aynı hakikatı anlayıp tabi olan kendi anlayışlarını bırakıp adeta muhtelif cesed tek ruh hükmünde olan insanlardan teşekkül etmektedir.)
İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’anda arkadaşlarım!
(Bu gelecek cümlede şahs-ı manevide görünen inayeti tek bir şahıstan beklememek gerektiğinin üzerinde duruluyor.)
Bir kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganîmeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum; fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.
(Umuma gösterilemeyen Sekizinci, Onsekizinci ve Yirmisekizinci Lem’a’da; Birinci ve Sekizinci Şua’da ve Tılsımlar mecmuasında Ahmed Feyzi Abinin müdafaatında; ve 33 Hadiste Peygamberimizin (A.S.M.) işaretleri vardır. Risale-i Nur’un çıkışı, intişarı ve ne zamana kadar devam edeceğine işaret eden hadislerdir.)
Üçüncü İşaret: Hakikatların en muannide dahi izah edilip isbat edilmesi bir inayettir.
Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki;
- En büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor. (Onuncu Söz’ün oniki hakikatında üç basamakla aklen haşrin isbatı yapılmıştır. Şöyle ki önce hakikat, sonra hakikatın menbaı olan esma, en sonunda ise esmanın âhireti iktizası üzerine durulmuştur. Merkezde Hay ismi duruyor. Dokuzuncu hakikatta Hay isminin tecellisi ile olacak haşre dair gelebilecek sualler ise diğer onbir hakikatda izah edilmiştir.)
(Ayrıca Yirmidokuzuncu Söz’ün içindeki altı sualin cevaplanması ile kalb tamamen mutmain olur)
- Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili,
(Kader ile Cüz’i ihtiyarinin vech-i tevfiki ancak havasa bildirebilirken Risale-i Kaderde iki sayfada tam izah edilmiştir.)
kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?
Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-ı âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkil-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmidördüncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülât-ı zerratın altı aded hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve akibetinin muammasını ve tahavvülât-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.
(Nereden geliyorsun; tevhid ile ilgili Cenab-ı Hakkın şuunatının tanıtıldığı Yirmidördüncü Mektub
Nereye gidiyorsun; âhiret Yirmidokuzuncu Söz zıdların ayrılması
Necisin; Ubudiyet ve adalet Zerre risalesinde zerrenin harekatında mevcudatın ibadetleri ve insanlık âleminde ise ene risalesinde izah edilmiştir.
Dördüncüsü ise mukadder bir suale cevab olarak bunları tatbik eden bunları ders veren Nübüvvet hakikatı Ondokuzuncu Söz ve Mektubta izah edilmiştir.)
- Hem sırr-ı ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i rububiyeti;
hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile, nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayretengiz hakikatları kemal-i vuzuh ile
- Onaltıncı Söz ve (Nur temsili)
- Otuzikinci Söz beyan ettikleri gibi; (güneş, asker, ağaç, ruh temsili)
kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve
haşr-i a’zamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve (Yirminci mektub)
şirkin hilkat-ı kâinatta müdahalesi imtina’ derecesinde akıldan uzak olduğunu (Yirminci mektubun Onuncu Kelimesinin Zeyli)
kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
- Hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyede
öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde;
benim gibi
- Zihni müşevveş,
- Vaziyeti perişan,
- Müracaat edilecek kitab yokken,
- Sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda,
o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.
Dördüncü İşaret: Temsilat yolu Risale-i Nurda görülmesi bir inayettir. Bu inayetle risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor.
Elli-altmış risaleler
______
{(*): Şimdi 130’dur.}
_____
öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki;
İnayet olduğunun delilleri
- Değil benim gibi az düşünen ve
- Zuhurata tebaiyet eden ve
- Tedkike vakit bulamayan bir insanın;
- Belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda te’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor.
Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler “tefhim edilmez” deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.
(Risale-i Nur’un Kur’ana tam bir ayine olduğunun delili; en büyük bir hakikatı temsilatla avama da fehmettirmesidir. Bu hakikatı teyid eden Yirmibeşinci Söz’ün Birinci Şulesinin Birinci Şuaının İkinci Suretinin Beşinci Noktasındaki şu cümlelerdir; Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kur’aniye o kadar hârikadır, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikatı onun beyanından kolayca tefehhüm eder.
Evet, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette basitane ve zahirane söylüyor, ders veriyor.
Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir.
Öyle de: تَنَزُّلاَتٌ اِلهِيَّةٌ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, mütekellim üslûbunda muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kur’aniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gamıza-i İlahiye ve esrar-ı Rabbaniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilât ile en ümmi bir âmiye ifham eder. Sözler – 389)
(Aklı teslime sevkedecek bir izah isterim.”
Elcevab: Madem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur’an’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilâtımızı halletmiş; inşâallah bunu da halleder. Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi deriz:
نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ ٭ غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسْ مِى گُويَمْ خَبَرْ
Temsil, i’caz-ı Kur’an’ın en parlak bir âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Sözler – 193)
İşte
- En uzak hakikatları,
- En yakın bir tarzda,
- En âmi bir adama ders verecek derecede;
benim gibi
- Türkçesi az,
- Sözleri muğlak,
- Çoğu anlaşılmaz ve
- Zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve
- Eski eserleri o sû’-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve sühulet-i beyan;
Elbette bilâşübhe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerim’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’aniyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.
Beşinci İşaret: Risalelerin tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, sür’atle, sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.
Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde,
en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve
ehl-i kalb büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar
olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde
- Tenkid edilmemesi ve
- Her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur’aniye olduğu gibi,
Çok tedkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler,
- Fevkalâde bir sür’atle,
- Hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.
Evet ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki;
- Fevkalâde bir sür’atle,
- Ondokuzuncu Mektub’un beş parçası, birkaç gün zarfında hergün iki-üç saatte ve mecmuu oniki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması;
- Hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zahir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç-dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış; ve
- Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış; ve
- Yirmisekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi,
- Ekser risaleler böyle olması;
- Hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması
Ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zahir hakikatları dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te’liften men’etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’aniye olmazsa nedir?
Hem hangi kitab olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise, alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için, her mes’ele herkese neşredilmemiş.
(Risale-i Nur’da en büyük hakikatlar olduğu gibi herkese de gösterilmiştir. Dik-ul elfaz kabilinden izah edilemeyen hiç bir meselesi olmamıştır. Vahdet-ül Vücud mesleğinde ise bilakis olmuştur. Zira Muhyiddin-i Arabî Hazretleri demiş: “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitabları, hususan vahdet-ül vücuda dair mes’elelerini okumak, zararlıdır. Lem’alar ( 274 )
Halbuki şu risaleler ise; şimdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan sorduğum halde- sû’-i tesir ve aks-ül amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.
Altıncı İşaret: (Üstadın hayatına öyle bir cereyan verilmiş ki; Risale-i Nur’u netice vermiştir. İşte bu bir inayettir. Adeta çekirdek hükmünde olan üstadımızın hayatından Nur külliyatı çıkmıştır. Risale-i Nurdaki bütün hakikatların üstadın hayatında bir yeri vardır.)
(Hem ehl-i dünya bütün menfîlere vesika verdiği ve cânileri hapisten çıkarıp afvettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler.
Benim Rabb-ı Rahîmim, beni Kur’anın hizmetinde ziyade istihdam etmek ve Sözler namıyla envâr-ı Kur’aniyeyi bana fazla yazdırmak için, dağdağasız bir surette beni şu gurbette bırakıp, bir büyük merhamete çevirdi.
Hem ehl-i dünya, dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları ve şeyhleri, kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrid etti, bir köye gönderdi.
Hiç akraba ve hemşehrilerimi, -bir-iki tanesi müstesna olmak üzere- yanıma gelmeye izin vermedi.
Benim Hâlık-ı Rahîm’im o tecridi, benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi.
Zihnimi safi bırakıp, gıll u gıştan âzade olarak Kur’an-ı Hakîm’in feyzini olduğu gibi almağa vesile etti. Mektubat – 46)
(Hem Kur’an’a şiddet-i sevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Zinnureyn’dir. Barla Lahikası 276)
Şimdi bence kat’iyyet peyda etmiştir ki; ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur’an-ı Hakîm’e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş.
(Yani Üstadımızın eski hayatında okuduğu eserler Risale-i Nur’a ihzariye hükmüne olmuştur. Eski Saidden yeni Saide geçiş dönemi 1917’de başlamış tam anlamıyla hizmetin başına yeni Said olarak 1926’da Barla’da geçmiştir.) Ve Sözler ile i’caz-ı Kur’anın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.
(Evet Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nuranî meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Emirdağ-1 – 55 Bu mektubta beş misal verilmiştir.)
Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebebsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim;
Ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terketmekliğim;
doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şübhem kalmamıştır.
Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkârane, Kur’anın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim.
Hattâ eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitabların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terkettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.
Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.
İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların enva’larındaki hilaf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için, kuvvetli bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî olduğuna bende şübhe bırakmamıştır.
Yedinci İşaret: Hizmet zamanında görünen inayetlerdir. Hususan Sözler’in ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde teshilat görülmesi, hem de maişet hususunda şefkatle beslenmesi, bir Keramet-i Kur’aniyedir.
Bu hizmetimiz zamanında, beş-altı sene zarfında, bilâmübalağa yüz eser-i ikram-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur’aniyeyi gözümüzle gördük.
Bir kısmını, Onaltıncı Mektub’da işaret ettik;
Bir kısmını, Yirmialtıncı Mektub’un Dördüncü Mebhası’nın mesail-i müteferrikasında;
bir kısmını, Yirmisekizinci Mektub’un Üçüncü Mes’elesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor.
Hususan Sözler’in ve risalelerin
- Neşrinde ve
- Tashihatında ve
- Yerlerine yerleştirmekte ve
- Tesvid ve tebyizinde, fevkalme’mul kerametkârane bir teshilâta mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur’aniye olduğuna şübhemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.
- Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tatmin etmek için; fevkalme’mul bir surette ihsan ediyor.
Ve hâkeza… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inayet altında bize hizmet-i Kur’aniye yaptırılıyor.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا آمِينَ
Birinci İşaret: Yirmisekizinci Mektub’un Sekizinci Mes’elesinin Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki, “tevafukat”tır.
İkinci İşaret: Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin teşekkülü bir inayettir.
Üçüncü İşaret: Hakikatların en muannide dahi izah edilip isbat edilmesidir.
Dördüncü İşaret: Temsilat yolu Risale-i Nurda görülmesi bir inayettir. Bu inayetle risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor.
Beşinci İşaret: Risalelerin tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, sür’atle, sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.
Altıncı İşaret: Üstadın hayatına öyle bir cereyan verilmiş ki; Risale-i Nuru netice vermiştir. İşte bu bir inayettir
Yedinci İşaret: Hizmet zamanında görünen inayetlerdir.
* * *
Mahrem bir suale cevabdır
[Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, Ondördüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasib ve lâyık mevkii burası imiş ki, gizli kalmış.]
(Çünkü Kur’andan çıkan temsil yolu ile hakikatların ders verilmesi bir inayettir. Ama herkesin nazarı o yüksek hakaika çıkamadığı için böyle bir dersin Ondördüncü Sözün arkasında izah edilmesine ihtiyaç vardır.)
(Ondördüncü Söz sayfa 163’de şöyle geçiyor; [Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’an’ın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek.])
Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’andan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bazan bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; (kuvvetli kanaat veriyor.)
bir sahifede, bir kitab kadar tesir bulunuyor?” (bizim aklımıza ruhumuza olan tesiri)
Elcevab: -Güzel bir cevabdır- Şeref, i’caz-ı Kur’ana ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâ-perva derim: Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünki: Yazılan Sözler
- Tasavvur değil tasdiktir; (Yani hududları tayin edilen bir tasavvur değil aklen delilleri görülen bir hakikatı tasdik etmektir.)
- Teslim değil, imandır; (Kuru kuruya teslim olmak değil hakikatı anlamakla hakikata teslim olmaktır. Yani yakîni bir imandır, taklidi bir iman değildir. İlm-i Mantık’ta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul etmekten gelen teslimiyet değil. Delil ve bürhanları görmekle elde edilen iman-ı tahkikidir.)
- Marifet değil, şehadettir, şuhuddur; (Marifet bir hakikatı aklen tasdik etmek iken şehadet o hakikatı aklın dışında diğer cihazlarla beraber görmektir.)
(Sözler 615’te geçtiği gibi
BİR SUAL: Diyorsunuz ki:
“Sen Sözler’de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesail-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir.
Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Halbuki Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?”
ELCEVAB: İlm-i Mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. (Mantıkın birinci şeklinin birinci darbında; kitab varsa katib vardır, eser varsa müessir vardır, fiil varsa fail vardır. Demekle akla meseleyi kabul ettirir. Ancak diğer cihazlar hissesini alamaz.)
O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin.
Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, bir tek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz.
Uzak ve yakın bir olur.
Az ve çok müsavi olur.
Mekân onu zabtedemez.
Hem o hikâyeler birer temsildirler.
Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir. Sözler – 615 – 616)
(Belki bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder. Pek güçlükle inanabilirler. Sözler – 338)
- Taklid değil tahkiktir;
- İltizam değil, iz’andır; (Dokuzuncu Mektub Sayfa 34’te geçtiği gibi; Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâmın bürhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler.)
- Tasavvuf değil hakikattır; (Yani tasavvuf kâinatı terk etmek hakikatını ders verirken Risale-i Nur terk etmek değil kâinata bakmakla Allahı hakikat noktasında tanıyor.)
(Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir.
On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez.
Nur’un hakikî şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar.
O büyük kutbun müridlerinin kanaat-ı kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve mes’elelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri -o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade- şakirdlerine kanaat verdiği gibi; bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir.
O müridlerin kanaati ise, hususî ve şahsî kalır.
Hattâ İlm-i Mantık’ta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul etmektir.
Mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor; belki zann-ı galible kanaat verir.
İlm-i Mantık’ta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerhedilmez delile bakar ki; bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır.
Çünki ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.
Teşbihte hatâ olmasın, nasılki Kur’anın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikatı, sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu; taklidî ve aklın haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti.
Aynen öyle de: Bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zabtedilmez bir kal’a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü’minînin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.
Evet her tarafta, hattâ Hind ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet’te bir hakikatsızlık mı var ki, sarsılmış diye şübheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki; bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlarını kat’î isbat eder, felsefeyi mağlub edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şübhe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur. Emirdağ-1 – 90)
- Dava değil, dava içinde bürhandır. (Yani Kur’anın davası değil, Kur’anın dava ettiği hakikatlarının bürhanlarıdır.)
(Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise
Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif.
- Evvel tahayyül olur, (Hayal hududsuz olduğundan hayalden safsata hâsıl olur)
- Sonra tasavvur gelir, (Hudud konulur)
- Sonra gelir taakkul, (tarafsız bakar)
- Sonra tasdik ediyor, (Doğruluğunu kabul veya red etmek ile tasdik etmek)
- Sonra iz’an oluyor, (iz’an; delillerin çok veya kuvvetli olması neticesinde görülür, imtisal ortaya çıkar.)
- Sonra gelir iltizam, (tarafdarlık)
- Sonra itikad gelir. (sabit bir hakikat derecesine çıkar, bundan salâbet çıkar)
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır.
Herbirinden çıkar bir halet: Salabet itikaddan,
Taassub (körü körüne bağlanmak) iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda.
Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.
Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde
Safi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. Sözler – 706)
Şu sırrın hikmeti budur ki:
Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi.
Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtından bir şu’lesini; acz u za’fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ana ait yazılarıma ihsan etti.
Felillahilhamd (Risale-i Nurda ne kuvvet var sorusunun cevabı şu dört şeydir.)
- Sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi.
- Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı. (Kâinat saraya ağaca memlekete teşbih edilmiş)
- Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.
- Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu.
(Sorunun ikinci kısmı ne tesiri var denilse altta beş tesirini gösteriyor.)
- Akıl ile beraber
- Vehim ve
- Hayal,
- Hattâ nefs ve
- Heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
(Öğrendiğimiz her bir hakikatla şeytanı recm etmiş oluyoruz. Şöyle ki; Sözler sayfa 182’de geçtiği gibi Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlara birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin manasını gör!. O âyetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet!.. Biz dahi etmeliyiz.)
Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur’anındır.
* * *