Yirmisekizinci Mektub Sekizinci Mes’ele

Sekizinci Risale olan Sekizinci Mes’ele

[Şu Mes’ele altı sualin cevabı olup “Sekiz Nükte”dir.]

Birinci Nükte: Bir dest-i inayet altında hizmet-i Kur’aniyede istihdam edildiğimize dair çok enva’-ı işarat-ı gaybiyeyi hissettik ve bazılarını gösterdik. Şimdi o işaratın bir yenisi daha şudur ki: Ekser Sözler’de tevafukat-ı gaybiye var.

______

{(Haşiye): Tevafukat ise, ittifaka işarettir;

ittifak ise, ittihada emaredir, vahdete alâmettir;

vahdet ise, tevhidi gösterir;

tevhid ise, Kur’anın dört esasından en büyük esasıdır.}

______

(Tevafukatın Risale-i Nurda görünmesinin hikmeti; Risale-i Nurda manalar birbiriyle öyle münasebettardır ki bu münasebeta işaret olarak lafızlarında tevafukat görülmüştür.)

Ezcümle: (Mu’cizat-ı Ahmediye ASM Risalesinde) “Resul-i Ekrem” kelimesinde ve “Aleyhissalâtü Vesselâm” ibaresinde ve “Kur’an” lafz-ı mübarekesinde, bir nevi cilve-i i’caz temessül ettiğine bir işaret var.

İşarat-ı gaybiye ne kadar gizli ve zaîf de olsa,

(Tevafukat’ın beş nev’i neticesi)

  • Hizmetin makbuliyetine ve
  • Mes’elelerin hakkaniyetine delalet ettiği için bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir.
  • Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat’iyyen bana gösterdi.
  • Hem hiç medar-ı iftihar benim için birşey bırakmıyor, yalnız medar-ı şükran olan şeyleri gösteriyor.
  • Hem madem Kur’ana aittir ve i’caz-ı Kur’an hesabına geçiyor ve kat’iyyen cüz’-i ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tenbellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi’ ikram-ı İlahîdir ve izharı tahdis-i nimettir ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharı lâzımdır, inşâallah zararsızdır.

(Hafız Osman 1600’lü yıllarda yaşamıştır.

Satır genişliği için ihlas ve kevser suresi ölçü olmuştur.

Sayfadaki satır sayısı için Bakara Suresindeki (285. ayet) Müdayene ayeti ölçü tutulmuştur.

Kur’an da 2806 Allah lafzı birbirine bakar tarzda tevafuk etmiştir. Ayrıca Ahzab suresinde 11 tane Allah lafzı alt alta tevafuk etmiştir. “Allahı çok çok zikredin” ayetide manaya muvafık olarak bu sayfada bulunmaktadır.)

(Bu Onuncu Söz’deki cüz’î inayete ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:

Birincisi: Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi’ ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celb etmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin, elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise, benim o ciddî arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.    İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zât bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki, o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek, hem muhtaç olduğu kuvvet-i imana ve kuvve-i maneviyeye yardım etmek için, birkaç gün lâzım. Çünki risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki; kısa, hafif bir vesile elime geçip, bîçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin.

Fakat kerametim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlasına itimad edip onların mükâfatını rahmet-i İlahiyeye havale ediyordum. İşte Cenab-ı Hak evvel İşarat-ül İ’caz’da, sonra Onuncu Söz’de çabuk kanaat verecek ve risalelere itimad ettirecek bir eser-i inayet ihsan etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zâtlara az bir zamanda kuvve-i maneviye ve Kur’an-ı Hakîm’in hakkaniyetine göz ile görünecek emareler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de, onunla (Onunla derken Onuncu Sözdeki tevafukat kastediliyor.) imana geldiler. Fakat İşarat-ül İ’caz’daki izahı bir, iki, üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden daha kolay, İşarat-ül İ’caz’ın iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz iki-üç dakikada aynı faideyi verdi. Bu zamanda göz ile görünecek gayet cüz’î bir eser-i inayet, manevî büyük kerametlerden daha tesirlidir.

İşte bu cüz’î eser-i inayet hem bana, hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık temin ettiği için, ziyade ehemmiyet verdim. Madem bu Söz’deki tevafuk bize ve misafirlere çok faidelidir ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inayet var. Âdi olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inayet, bir ikram-ı Rabbanîdir.

Üçüncüsü: Bilirsiniz ki, fazla iştigalâttan yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddî olan hakaik-i Kur’aniye ve imaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neş’elendirecek ve eğlendirecek tevafukat nevinden, latif bir san’at-ı bedîiye suretinde bir lütfunu gösterdi.

Hem o latif ve hafif ve mahbub ve cazibedar tevafukattaki inayet, bir anahtar hükmüne geçip, Kur’an’ın bir hazine-i esrarına bir nevi rehber olduğu için ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüb eden ve yardım eden inayet-i Rabbaniye o kadar çoktur ki, eğer saysam binden geçer. Barla – 310)

(Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden iki senedir ciddî hakaike nisbeten yemişler, fakiheler nev’inden tevafukat-ı latife ile ezhanımızı taltif etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı latife meyveleriyle, ciddî bir hakikat-ı Kur’aniyeye zihnimizi sevketti ve ruhumuza o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fakihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem zînet ve meziyet birleşti.

Kardeşlerim; bu zamanda dalalet ve gaflete karşı pek çok manevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf ben şahsım itibariyle çok zaîf ve müflisim. Hârika keramatım yok ki, bu hakaiki onunla isbat edeyim ve kudsî bir himmetim yok ki, onunla kulûbü celbedeyim. Ulvî bir dehâm yok ki, onunla ukûlü teshir edeyim. Belki Kur’an-ı Hakîm’in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalaletin inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kur’an-ı Hakîm’in esrarından bazan istimdad ederim. Keramat-ı Kur’aniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlahî hissettim, iki elimle sarıldım.

Evet Kur’an’dan tereşşuh eden İşarat-ül İ’caz ve Risale-i Haşir’de kat’î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun, bulunmasın bence bir keramet-i Kur’aniyedir. İşarat-ül İ’caz’ın bir sahifesine dikkat ettik; satırların başında bütün hurufat ikişer ikişer olup, hârika bir intizam ile hurufatın vaz’edildiğini gördük. Onuncu Söz’de medar-ı tevafuk 3,4,5,6 rakamları, her birisi 13’te ittifakları.. o 13’ün de, Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şübhemiz kalmadı ki, kâğıt üzerinde daima kalacak bir keramet-i Kur’aniyedir, bir ikram-ı İlahîdir ve doğrudan doğruya, risalenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telakki ettik. Havada uçmak, su üzerinde yürümeğe benzemiyor. Onlar muvakkat, hem şahsın kemaline ve ihtiyarına, belki istidraca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikata -hususan bu zamanda- hizmet edemiyor. Barla – 138)

(Ezcümle; Onuncu Söz’deki elif tevafukatı, mühim bir mes’ele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum.

Bunun sırrı şudur ki: Bir iltifat-ı hâssaya gizliden gizliye bir işaret bulunduğunu kat’î hissettiğim için, ihtiyarsız olarak kemal-i sürur u ferahımdan taşkıncasına bağırarak, “Aman geliniz siz de görünüz” diyorum.

Evet nasılki bir padişahın has bir edna işaretine mazhar olmak, kanun-u umumîyle bir müşiriyet teveccühünden fazla medar-ı sürurdur.

Öyle de, Hâlık-ı Zülcelal’in hususî iltifatını îma eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise, o yolda sarfedilse yine ucuzdur.

İşte bu sırdan gelen sürurun verdiği cezbekârane taşkınlıkla, dikkatsizlere malayani ve israf sayılan böyle tevafukata dair bahisler açıyorum. Barla – 313)

(Birinci Şua Yirmialtıncı ayette hususi inayetin önemini şu altta gelen cümlelerle ifade etmiştir.

1- Bu haber ise, makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkdokuz (1349) adediyle, bin üçyüz kırkdokuz tarihinden beşaretle remzen haber verir.

2- Ve o tarihte bulunan Kur’an hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı Cennet ve ehl-i saadet olduğunu mana-yı işarîsiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar eder ve bu tarihte Risale-i Nur şakirdleri Kur’an hesabına fevkalâde hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin te’lifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzaratı tezahür ettiğinden, elbette bu tarihe müteveccih ve işarî, tesellikâr bir beşaret-i Kur’aniye en evvel onlara baktığını gösterir…

Bu müjde-i Kur’aniyenin binden bir vechi bize teması, bin hazineden ziyade kıymetdardır. (Kıymetdar olmasının sebebi hususi bir inayet olmasıdır.) Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rü’ya-yı sadıkadır. Şöyle ki: Isparta’da başımıza gelen bu hâdiseden bir ay evvel bir zâta rü’yada (ona) deniliyor ki:

“RESAİL-İN NUR ŞAKİRDLERİ, İMAN İLE KABRE GİRECEKLER, İMANSIZ VEFAT ETMEZLER.”

Biz o vakit o rü’yaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur’aniyenin bir müjdecisi imiş.

{(Haşiye): Cihan saltanatından daha ziyade kıymetdar bir müjde-i Kur’aniye, bir beşaret-i semaviye bu sahifede vardır.} Şualar – 717)

İşte şu işarat-ı gaybiyenin birisi de şudur ki: Cenab-ı Hak kemal-i rahmet ve kereminden, Kur’ana ve imana hizmet ile meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikram-ı Rabbanî ve bir ihsan-ı İlahî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye nev’inden, bütün risalelerimizde ve bilhâssa Mu’cizat-ı Ahmediye ve İ’caz-ı Kur’an ve Pencereler Risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nev’inden bir letafet ihsan etmiştir. Yani, bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor. Bunda bir işaret-i gaybiye veriliyor ki: “Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden, hârika nakışlar ve intizamlar yapılıyor.” Bahusus Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesinde lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı Salavat bir âyine hükmüne geçip, o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarih gösteriyor. Yeni, acemî bir müstensihin yazısında, (Toplam seksen sayfadır) beş sahife müstesna, mütebâki ikiyüzden fazla salavat-ı şerife birbirine müvazi olarak bakıyorlar. Şu tevafukat ise;

  • Şuursuz yalnız on adedde bir-iki tevafuka sebeb olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi,
  • San’atta meharetsiz, yalnız manaya hasr-ı nazar ederek
  • Gayet sür’atle bir-iki saatte otuz-kırk sahifeyi te’lif eden ve
  • Kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.

İşte altı sene sonra, yine Kur’anın irşadıyla ve İşarat-ül İ’caz olan tefsirin dokuz اِنَّا nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla sonra muttali’ olmuşum. Müstensihler ise benden işittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldılar.

Nasılki lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat; Ondokuzuncu Mektub’da, mu’cizat-ı Ahmediye’nin bir nev’inin, bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. (Yani mu’cizelerin hakkaniyetini anlattığı için kendiside mu’cizenin kerameti şeklinde göründü.)

Öyle de: Yirmibeşinci Söz olan i’caz-ı Kur’anda ve Ondokuzuncu Mektub’un Onsekizinci İşaretinde lafz-ı Kur’an dahi; kırk tabakadan, yalnız gözüne itimad eden tabakasına karşı, bir nevi mu’cizat-ı Kur’aniyenin, o nev’in kırk cüz’ünden bir cüz’ü, tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmekle beraber, o cüz’ün kırk cüz’ünden bir cüz’ü, lafz-ı Kur’an içinde tezahür etmiş. Şöyle ki:

Yirmibeşinci Söz’de ve Ondokuzuncu Mektub’un Onsekizinci İşaretinde; yüz defa Kur’an lafzı tekerrür etmiş; pek nâdir olarak bir-iki kelime hariç kalmış, mütebâkisi bütün birbirine bakıyor.

İşte meselâ:

  • (Yirmibeşinci Sözün ikinci Şuaında) İkinci Şua’nın kırküçüncüsahifesinde yedi “Kur’an” lafzı var, birbirine bakı Ve sahife ellialtıda sekizi birbirine bakıyor, yalnız dokuzuncu müstesna kalmış. İşte şu -şimdi gözümüzün önünde- altmışdokuzuncu sahifedeki beş lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor. Ve hâkeza… Bütün sahifelerde gelen mükerrer lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor. Pek nâdir olarak, beş-altı taneden bir tane hariç kalıyor.
  • Sair tevafukat ise, -işte gözümüzün önünde- sahife otuzüçte, onbeşaded اَمْ lafzı var; ondördü birbirine bakı
  • Hem gözümüzün önünde şu sahifede dokuz iman lafzıvar, birbirine bakıyor; yalnız birisi, müstensihin fasıla vermesiyle az inhiraf etmiş.
  • Hem şu -gözümüzün önündeki- sahifede iki “mahbub” var, -biri üçüncüsatırda, biri onbeşinci satırdadır- kemal-i mizanla birbirine bakı Onların ortasında dört “aşk” dizilmiş, birbirine bakıyorlar.

Daha sair tevafukat-ı gaybiye bunlara kıyas edilsin.

Hangi müstensih olursa olsun; satırları, sahifeleri ne şekilde olursa olsun alâküllihal bu tevafukat-ı gaybiye öyle bir derecede var ki; şübhe bırakmıyor ki, ne tesadüfün işi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düşünüşüdür.

(Bu münasebetle kardeşim Re’fet Bey’e derim ki: Aslında tevafuk noksan olsaydı, zâten ben tavsiye etmiştim ki, kalem karıştırmasınlar. Asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki; asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrev’in tarzında var. Onun için Hüsrev’in bir mehareti varsa tevafuku bozmamış. Hattâ Mu’cizat-ı Ahmediye’deki salavat tevafukunda tavsiye etmiştim ki; kimse meharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemî bir müstensihin nüshasında birkaçı müstesna bütün tevafuktadır. Onun için sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevafuk, elbette kuvvetlidir. Müstensihler bozmasınlar, tevafuku getiremeyen bozuyor. Demek en büyük meharet odur ki, tevafuku bozmasın. Çünki tevafuk var. Sen de Hüsrev’e yardım et ki, hakikaten mevcud ve matlub tevafuku denk getirebilsin. Çünki yoktan var etmiyorsunuz, hakikî var’ı yok etmeyin. Barla – 125)

(Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “Yaz” emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz’daki yazılan Kur’an gibi yazılması.. Onbirinci Şua Onbirinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lahikasında sayfa 276’da geçmektedir.)

Fakat bazı hatta daha ziyade tevafukat göze çarpıyor. Demek, şu risalelere mahsus bir hatt-ı hakikî vardır. Bazıları, o hatta yakınlaşıyor. Garaibdendir ki, en mahir müstensihlerin değil, belki acemîlerin yazılarında daha ziyade görülür.

Bundan anlaşılıyor ki; Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil;

Belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez;

Belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.

(Sevgili Üstad!

Her iki parçayı istinsah ederken kalbime geldi ki, asıllarını taklid etmeyeyim.

Zira üzerlerinde zahir olan ezhar-ı tevafuku, cilve-i bedayi’ başka tarzda kendini nasıl gösterecek dedim.

Ve takdim-i âcizanem olan iki nüshadaki san’at-ı bedîa, akıl ve istidad-ı beşerden pek uzak bir tarzda güya (Kur’an’ın hakikatları tezgahında) tezgâhında ölçülerek, biçilerek, her harfi bir vezn-i kasdî ile zuhur ettiğini gösteriyor.

Ve şu zamanın akıldan uzak eblehlerine manen diyorlar ki; bizim halen üzerimizde tecelli eden cilve-i cemali, aklınızla ölçemezsiniz, yalnız gözleriniz varsa görebilirsiniz. Barla – 241)

Dördüncü Nükte: Beş altı suali tazammun eden

birinci sualinizde:

  • “Meydan-ı haşre cem’ ve keyfiyet nasıl ve üryan mı olacak?
  • Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı şefaat için nasıl bulacağız?
  • Hadsiz insanlarla birtek zât nasıl görüşecek?
  • Ehl-i Cennet ve Cehennem’in libasları nasıl olacak?
  • Ve bize kim yol gösterecek?” diyorsunuz.

Elcevab: Şu sualin cevabı, gayet mükemmel ve vâzıh olarak, kütüb-ü ehadîsiyede vardır. Meşreb (Bir mesele söylenirken delillerini göstermek bizim meşrebimizdir.) ve mesleğimize (tahkik mesleği) ait yalnız bir-iki nükteyi söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Evvelâ:

Bir mektubda; (Birinci Mektubun Üçüncü Sualinde ve Onuncu Mektubun İkinci Sualinde izahatı var) meydan-ı haşir,

(Meydan-ı haşre cem’

  • Fi zamana kadar döner. Yani haşir meydanına giden manevi mahsulat dolma zamanına kadar döner.
  • İla mekâna kadar döner.

“Sema dalgaları karar kılmış bir denizdir.” Hadisinin işaretiyle

  • Gemimiz olan küre-i arz haşir meydanına maddi sakinlerini götürecektir.
  • Haşir meydanına küre-i arz sakinlerinin manevi mahsulât önceden gidecektir.
  • Cehennem-i suğra cehennem-i kübraya dâhil edilecektir.

Haşir meydanında bizim keyfiyetimiz ise amellerimizin keyfiyetine göre olacaktır.)

  • Küre-i Arz’ın medar-ı senevîsinde olduğunu ve Küre-i Arz şimdiden manevî mahsulâtını o meydanın elvahlarına gönderdiği gibi;
  • Senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulâtıyla bir meydan-ı haşrin teşekkülüne bir mebde’ olduğu ve
  • Küre-i Arz denilen şu sefine-i Rabbaniyenin merkezindeki Cehennem-i Suğra’yı Cehennem-i Kübra’ya boşalttığı gibi, sekenesini de meydan-ı haşre boşaltacağı beyan edilmiştir.

Sâniyen: Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözler’de, gayet kat’î bir surette o haşrin meydanı ile beraber vücudu kat’î olarak isbat edilmiştir.

(Ruhun baki olması, ruha münasib ceset verilmesi ve yapılan amellere göre cennet ve cehennemin yaratılması Yirmidokuzuncu Sözde izah edilmiştir. Yirmisekizinci Sözle Yirmidokuzuncu Sözün birbiri ile olan münasebetini düşündüğümüzde Cennet ehlinin vaziyetinin Melekler gibi olacağı anlaşılıyor.

Fatır suresinde Meleklerinde nuraniyet derecesinin aynı olmadığına iki, üç, dört kanat denilmesi ile işaret ediyor. Aynen öylede nuraniyet’i inkişaf eden ehl-i cennet derecesine göre bir anda birçok yerde bulunabilecektir.)

(Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatında kıyamet, haşir, haşirde insanın ihyası, mahkeme-i kübranın açılması ve cennet ve cehennemin yaratılması mes’elelerinin izahatı yapılmıştır. Şöyle ki; bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm,

  • Kıyameti getirmesin?
  • Haşri yapmasın ve yapamasın?
  • Beşeri ihya etmesin veya edemesin?
  • Mahkeme-i Kübrayı açamasın?
  • Cennet ve Cehennem’i yaratamasın?

Hâşâ ve kellâ!.. Sözler – 80)

Sâlisen: Görüşmek ise, Onaltıncı Söz’de (Güneş temsiliyle) ve Otuzbir ve Otuziki’de (Ağaç ve Kumandan temsiliyle) kat’iyyen isbat edilmiştir ki; bir zât nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup, milyonlar adamlarla görüşebilir.

(Otuzikinci Sözde Ağaç misali ile bakıldığında çekirdeklerdeki ukde-i hayatiye nuraniyete misal olarak verilmiştir. Asker temsili ile Meselâ nasıl bir padişahın, -fakat veli bir padişahın- ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz.

Otuzbirinci Sözde pencerede ruhun vücudun her yerinde bulunduğunun izahatı yapılıyor.)

(Haşir meydanında giydirilen ceset nuranidir. Ama çekirdek halinde insana verilen nuraniyet hakikatı inkişaf ettirenler için nurani olacaktır. Cismen büyük olması ise azabın dehşetine işaret etmek için söylenmiş bir teşbihtir.)

Râbian: Cenab-ı Hak, insandan başka zîruh mahlukatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun’î libaslardan üryan olarak, fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır.

Dünyada sun’î libasın hikmeti,

  • Yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza
  • Ve zînet
  • Ve setr-i avrete münhasır değildir;

Belki mühim bir hikmeti,

  • İnsanın sair nevilerdeki tasarruf
  • Ve münasebetine
  • Ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir.

Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünki bu hikmet olmazsa; muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında (hayvanlar şuurludur ama akıllı değildir) ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür. Meydan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmaması lâzım gelir.

(Haşir meydanında giydirilen elbisenin cennette de devam edeceğine Yirmidokuzuncu Sözün ikinci maksadında işaret edilmiştir. Yirmisekizinci Söz’ün Birinci Makamının İkinci Sualinde isbat edildiği gibi; Hakîm-i Ezelî, şu iki hanenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sabit bir vücud verir ki; hiç inhilal ve tegayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza maruz kalmazlar. Çünki inkıraza sebebiyet veren tegayyürün esbabı bulunmaz. Sözler – 533)

Hâmisen: Rehber ise, senin gibi Kur’anın nuru altına girenlere, Kur’andır. (Kur’an dünyada kıblenameli bir pusula olduğu gibi Haşirde şefaatçi ve Cennette de rehber olacaktır.)

(Kur’anın tesiri Şu halde a’mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misal olan istidadatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar etmek, şua-ı hakikatın hâssasıdır.

Fakat efkâra galebe etmek, hem de ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek; hakikatın hâssa-i farikasıdır. Muhakemat – 151)

الم lerin الر ların حم lerin başlarına bak, anla ki; (Bu surelerin başlarında Kur’an kendi kendini medh ediyor.) Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçı, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!

(O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî’den ayrıldık, nev’-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev’-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev’-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız. İşarat-ül İ’caz – 114)

Sâdisen: Ehl-i Cennet ve Ehl-i Cehennem’in libasları ise, Yirmisekizinci Söz’de hurilerin yetmiş hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da caridir. Şöyle ki:

Ehl-i Cennet olan bir insan, Cennet’in her nev’inden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennet’in gayet muhtelif enva’-ı mehasini var. Her vakit bütün Cennet’in enva’ıyla mübaşeret eder.

Öyle ise Cennet’in mehasininin nümunelerini, küçük bir mikyasta

Kendine ve

Hurilerine giydirir. Kendisi ve hurileri birer küçük Cennet hükmüne geçer.

Nasılki

Bir insan, bir memlekette münteşir bulunan çiçekler enva’ını, nümunegâh küçük bir bahçesinde cem’eder ve

Bir dükkâncı, bütün mallarındaki nümuneleri bir listede cem’eder ve

Bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebetdar olduğu enva’-ı mahlukatın nümunelerini, kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor,

Öyle de: Ehl-i Cennet olan bir insan,

hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı maneviyesiyle ubudiyet etmiş ve

Cennet’in lezaizine istihkak kesbetmiş ise;

Herbir duygusunu memnun edecek,

Herbir cihazatını okşayacak,

Herbir letaifini zevklendirecek bir tarzda;

Cennet’in herbir nev’inden birer mehasini gösterecek bir tarz-ı libası,

Kendilerine ve

Hurilerine

Rahmet-i İlahiye tarafından giydirilecek.

Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadîstir ki: “Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor.” (Verilen nimetlerin çeşitli olduğuna fakat birbirini setretmediğine işarettir.)

Demek en üstündeki hulleden, tâ en alttaki hulleye kadar ayrı ayrı mehasinle, ayrı ayrı tarzda, hissiyatı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var.

Ehl-i Cehennem ise; nasılki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hâkeza bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette Cehennem’de onlara göre elem verecek, azab çektirecek ve küçük bir Cehennem hükmüne geçecek muhtelif-ül cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafî görünmüyor. (Aynı anda bütün cihazların o cihazlara münasib tarzda azab çekeceğine işareten Yirmibeşinci Sözde geçtiği gibi “Ehl-i dalaletin sımahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran cehennem gibi, midesinde acı, dikenli dari’ gibi tesir eder.” Sözler – 380)

(Dördüncü Nüktedeki suallerle Beşinci Nüktedeki konunun münasebeti şöyledir. Dördüncü Nüktedeki “Bize kim yol gösterecek” sualinin manayı muhalifi ile “Kendisine yol gösterilmeyenlerin durumu ne olacak” sualinin cevabı ise Beşinci Nüktede verilmiştir. Kur’anın Nurundan istifade edemeyenlerin vaziyeti nasıl olacak mukadder sualidir.

Dördüncü Nüktedeki suallerle Altıncı Nüktedeki konunun münasebeti şöyledir. Dördüncü Nüktedeki “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı şefaat için nasıl bulacağız?” sualine verilen cevab; kişi dünya hayatında Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği hakikat nurundan ne kadar istifade etmiş ise Haşirde de şefaat için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı karşısında o nisbette bulacaktır. Madem öyledir. Peki, fetret asrında yaşayanların durumu ne olacaktır mukadder sualinin cevabı Altıncı Nüktede verilmiştir.)

Beşinci Nükte: Sual ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?

(Fetret; hak dinin bilinmediği anlaşılmadığı devre denilmektedir.

Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında demiş: “Ya Rab, benim alnımda bir çığırtı var, nedir?” Cenab-ı Kibriya Hazretleri buyurmuş: “Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tesbihidir.” Barla Lahikası – 209 )

Elcevab: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın, bilâhere gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiyye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’dan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayd kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlub olmamışlar.

Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً sırrıyla;

Birinci hüküm; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur.

İkinci hüküm; İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz.

Altıncı Nükte: Dersiniz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadlarından nebi gelmiş midir?

Elcevab: Hazret-i İsmail Aleyhisselâm’dan sonra bir nass-ı kat’î yoktur. Ecdadlarından olmayan, yalnız Hâlid İbn-i Sinan ve Hanzele namında iki nebi gelmiştir.

(Hâlid İbn-i Sinan Peygamberin kızı Peygamberimize (ASM) biat ediyor. Demek ki Peygamberimizin (ASM) yakın zamanlarında da yarı fetret vardır. Hatta Peygamberimiz (ASM) o kıza İhlâs suresini ders vermiştir.

Üstadımızın bir keşfiyatıdır ki Kâ’b İbn-i Lüeyy’in Peygamber olduğunu haber vermiştir. Delili ise Hindistan’da çok nebiler gelmesi fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmaması veyahut mahdud birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmaması veyahut nebi ismi verilmemesidir. Diğer bir delili ise ehlullahın âlem-i misaldeki keşfiyatlarıdır.)

Fakat ecdad-ı Nebi’den Kâ’b İbn-i Lüeyy’in meşhur ve sarih ve tansis tarzındaki bu şiiri ki:

عَلَى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ ٭ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا

demesi, mu’cizekârane ve nübüvvetdarane bir söze benzer. İmam-ı Rabbanî hem delile, hem keşfe istinaden demiş ki: Hindistan’da çok nebiler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdud birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut nebi ismi verilmemiş.

İşte İmam’ın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebi’den bu nevi nebilerin bulunması mümkün.

Yedinci Nükte: Diyorsunuz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peder ve vâlideleri ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında akva ve esahh olan haber hangisidir?

Elcevab: Yeni Said on senedir yanında başka kitabları bulundurmuyor, bana Kur’an yeter diyor. Böyle teferruat mesailinde, bütün kütüb-ü ehadîsi tedkik edip, en akvasını yazmağa vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peder ve vâlideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennet’tir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini, elbette rencide etmez.

Eğer denilse: Madem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a imana muvaffak olamadılar? Neden bi’setine yetişemediler?

Elcevab: Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin peder ve vâlidesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ferzendane hissini memnun etmek için, vâlideynini minnet altında bulundurmuyor. Vâlideynlik mertebesinden, manevî evlâd mertebesine getirmemek için; hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp, onları mes’ud etmek ve Habib-i Ekrem’ini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet âlî bir müşirin, yüzbaşı rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah o müşir olan Yaver-i Ekrem’ine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor.

Sekizinci Nükte: Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh nedir?

Elcevab: Ehl-i Teşeyyu’, (Şia imamları) imanına kail; Ehl-i Sünnet’in ekserisi, imanına kail değiller.

Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet ciddî bir surette Cenab-ı Hakk’ın Habib-i Ekrem’ini sevmiş ve himaye etmiş ve tarafdarlık göstermiş olan Ebu Talib’in; inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem’e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, onun hasenatına mükâfaten halkedebilir. Kışta bazı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem’i, hususî bir nevi Cennet’e çevirebilir…

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ ٭ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir