Dördüncü Risale olan Dördüncü Mes’ele
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
(Risale-i Nurun sahibi himmet olması Üçüncü Meselede izah edilmişti. Üçüncü Mesele ile Dördüncü Meselenin birbirine münasebeti ise Risale-i Nur sadece dostlarının değil muarızlarına dahi himmet etmesidir.)
(İhvanlarıma medar-ı intibah bir hâdise-i cüz’iyeye dair bir suale cevabdır.)
Aziz kardeşlerim!
Sual ediyorsunuz ki: Câmi-i şerifinize, Cum’a gecesinde sebebsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmiş. Bu hâdisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?
Elcevab: Dört noktayı, bilmecburiye Eski Said lisanıyla beyan edeceğim. Belki ihvanlarıma medar-ı intibah olur, siz de cevabınızı alırsınız.
Birinci Nokta: (Risale-i Nur muarızlarının dahi himmetine koşmuş buradaki jandarma ile kır bekçilerine istikametli bir vaziyet aldırıyor. An şart ki )
O hâdisenin mahiyeti; hilaf-ı kanun ve sırf keyfî ve zındıka hesabına,
Zındıkanın bu taruzu ne hesabına yaptığını üç kısımda izah ediyor.
- Cum’a gecesinde kalbimize telaş vermek ve (İbadetten alıkoymak manası Onüçüncü Şua sayfa 301’de şöyle geçiyor. “Dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.”)
- Cemaata fütur getirmek ve (Onyedinci Lem’a Onüçüncü Nota Birinci Mesele sayfa 131’de geçtiği gibi “Zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor.”)
- Beni misafirlerle görüştürmemek için, (Hakaikı tebliğe mani olmak bu meseleye misal olarak Onaltıncı Mektubun Zeyli sayfa 74 gösterilebilinir; “Beni nezaret altına alan memur, kabir kapısına gelen, misafir bir ihtiyar adama “Lâ ilahe illallah”daki imanın latif bir zevkini izah ettiğim vakit, -bir cürm-ü meşhud halinde beni yakalamak gibi- çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlas ile dinleyen o bîçareyi de mahrum bıraktı; beni de hiddete getirdi.”)
Bir desise-i şeytaniye ve münafıkane bir taarruzdur. Garaibdendir ki, o geceden evvel olan perşembe günü tenezzüh için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde güya iki yılan birbirine eklenmiş gibi uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benim ile arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, o yılandan dehşet alıp korktun mu diye sordum:
-Gördün mü?
O dedi: Neyi?
Dedim:
-Bu dehşetli yılanı!
Dedi: Yok, görmedim ve göremiyorum. (İlk bakışta görülemeye bilir ama gösterildiği halde görülemiyorsa bu bir işarettir ki o yılan maddi değil manevi bir yılandır. Bunun hakikatı ise şudur ki: İnsanın siması ile halet-i ruhiyesi arasında bir münasebet vardır. Bu manayı teyid edmek için Yedinci Lem’a Altıncısı sayfa 31’deki Sahabelerin velayetlerine alamet olan vaziyetlerini nazara verilebiliriz. Şöyle ki; “Sahabeler ve Tâbiînler, ibadette öyle bir dereceye gelecekler ki, ruhlarındaki nuraniyet, yüzlerinde parlayacak ve cebhelerinde kesret-i sücuddan hasıl olan bir hâtem-i velayet nev’inde alınlarında sikkeler görünecek.” Evet istikbal bunu vuzuh ile ve kat’iyyet ile ve parlak bir surette isbat etmiştir.
Yani Onun Sahabeleri ehl-i taat ve ibadet ve ehl-i salahat ve velayettirler ki, o vasıfları “kudsîler” yani “mukaddes” tabiriyle ifade etmiştir.”)
“Fesübhanallah!” dedim. “Bu kadar büyük bir yılan, ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?”
O vakit hatırıma bir şey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: “Bu sana işarettir, dikkat et!” Düşündüm ki, gecelerde gördüğüm yılanlar nev’indendir. Yani: Gecelerde gördüğüm yılanlar ise; hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse, onu yılan suretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiştim: “Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum, dikkat et!” demiştim. Zâten selefini çok vakit öyle görüyordum.
Demek şu zahiren gördüğüm yılan ise işarettir ki, hıyanetleri bu defa yalnız niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecavüz suretini alacak. Bu defaki tecavüz -çendan- zahiren küçük imiş ve küçültülmek isteniliyor; fakat vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirakiyle o memurun verdiği emir; câmi’ içinde, namazın tesbihatında iken, “O misafirleri getiriniz!” diye jandarmalara emretmiş. Maksad da beni kızdırmak. Eski Said damarıyla bu fevkalkanun, sırf keyfî muameleye karşı kovmak ile mukabele etmekti.
Hâlbuki o bedbaht bilmedi ki;
- Said’in lisanında Kur’anın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etmez; belki o kılıncı böyle istimal edecektir.
Fakat jandarmaların akılları başlarında olduğu için, hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, câmi’de, vazife-i diniye bitmeden ilişmediği için, namaz ve tesbihatın hitamına kadar beklediler. Memur bundan kızmış; “Jandarmalar beni dinlemiyorlar.” diye kırbekçisini arkasından göndermiş.
Fakat Cenab-ı Hak beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor. İhvanlarıma da tavsiyem budur ki:
- Zaruret-i kat’iyye olmadan, bunlarla uğraşmayınız. “Cevab-ül ahmak-is sükût” nev’inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız. (Susmak bazen daha çok tesir ediyor. Muhatab vicdanına dönüp kendini düzeltebilir. i.i.)
Fakat buna dikkat ediniz ki:
- Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci’ ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za’f göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.
İkinci Nokta: وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor. Çünki rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.
(Bu âyetin bize bakan vechi biz birinci nokta ile düşündüğümüzde;
- Kur’anın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken odun parçaları ile müdafaa yapmakla o hakakika karşı zulüm etmiş oluruz.
- Zaruret-i kat’iyye olmadan bunlarla uğraşmakla zulüm etmiş oluruz.
- Canavar vicdanı taşıyanlara karşı dalkavukluk edip za’f göstermekle zulüm etmiş oluruz.)
İşte bir ehl-i kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:
Muin-i zalimîn dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.
Evet; bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin mealindeki tokada müstehaktır.
Üçüncü Nokta: Sual: Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye Kur’anın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?
Elcevab: Usûl-ü şeriatın kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım.” Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek; hakaike karşı bir hürmetsizliktir. كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ darb-ı meseli gibi oluyor. Çünki bu işleri yapanlar, kaç defa hakikatı Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatları zındıka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.
(Yirmisekizinci Mektubun Dördüncü Mes’elesinin neşredilmeyen Üçüncü Noktasıdır:
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Ehl-i siyaset çoktan beri anlamışlar ki ben siyasetle alâkadar değilim. Değil şimdi, hattâ oniki seneye yakındır ki “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” deyip siyaseti her cihetçe atmışım. Hiçbir ehl-i siyaset, hiçbir hükûmet benim meşgul olduğum sırf hakaik-i imaniyeye karşı ilişmeye hiçbir kanunları muvafakat etmiyor. Demek beni sıkan ve sıkıştıran ve yedi senedir müdhiş bir esarette beni durduran, zındıka ile telezzüz edenlerdir. Evet zındıka ehli anlasın ki; Kur’anın elmas kılıncıyla onların belini kırmışım, onlara karşı galibim. Yalnız hükûmet bize karışmasın; ben tek başımla Kur’an-ı Hakîm’in himmetiyle, bu havalideki zındıklara meydan okuyabilirim. Fakat maatteessüf desise-i şeytaniye ile bazı memurları elde ediyorlar, o perde altında bana hücum ediyorlar. İşte beni mağlub eden bu haldir.
Garaibdendir ki, hem acınacak hem çok teessüf edilecek bir mes’ele: Bir zât ehl-i ilim iken bize karşı muaveneti ve bize hücum edenlere karşı müdafaası vazife-i diniyesi iken; tama’ yüzünden ve vehim ve korkaklık sebebiyle, sonra evlâda şefkati (fakat meş’um bir şefkati) cihetiyle bana karşı zındıkanın hücumunu teshil etti. Belki bilmeyerek nüfuzumu kırmak perdesi altında, Sözler namındaki envâr-ı Kur’aniyenin kıymetini düşürtmek ve muhtaçları o Nurlardan soğutmak hizmetinde bilerek veya bilmeyerek âlet oldu. Ve zındıkanın propagandasını yapan ve bu defaki gibi tecavüzü ihzar eden veledine (oğluna) o meş’um şefkat ile yardım ediyor. Çok defa müracaatla beraber imamlık vesikamı tasdik etmedi. Geçen sene bana hususî câmiimde namazımı ta’til ettiren yine bunlar imiş ve bunun vehmi sebebiyet vermiştir.
Altı senedir sabrettim. Sana birşey demedim. Artık yeter. Bir-iki kelime senin menfaatın için söyleyeceğim.
Efendi! Eğer sen vehim yüzünden korkup böyle yapıyorsan, o korku pek ehemmiyetsizdir. Asıl şimdi kork ki, gayet dehşetli bir hataya düştün. Müdhiş bir korku sana müteveccihtir. Eğer hubb-u câh yüzünden böyle yapıyorsan, ehl-i iman nazarında bundan sonra bu vak’aları işitenler sana karşı ne düşünecekler düşün, aklını başına al. O tama’ ve vehim ve şefkat yüzünden ne kadar zayi’ ettiğini anla. Tövbenin kapısı açıktır. Zararın neresinden dönülse kârdır.
Said Nursî
GM-435/349 )
Dördüncü Nokta: Bana karşı bu yedi senedeki muameleler, sırf keyfî ve fevkalkanundur. Çünki menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen akrabasıyla görüşürler, ihtilattan men olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ü taat, tecavüzden masundur. Benim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbablarıyla beraber kaldılar. Ne ihtilattan, ne muhabereden ve ne de gezmekten men olunmadılar. Ben men olundum. Ve hattâ câmiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şafiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terkettirilmeye çalışıldı. Hattâ Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmi bir zât, kayınvâlidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş. Hemşehrilik itibariyle benim yanıma geldi. Üç müsellah jandarma ile câmiden istenildi. O memur, hilaf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp: “Afvedersiniz gücenmeyiniz, vazifedir.” demiş. Sonra, “Haydi git” diyerek ruhsat vermiş. Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse anlaşılır ki: Bana karşı sırf keyfî muameledir ki; yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki, onlarla uğraşayım. O muzırların şerlerini def’ etmek için, Cenab-ı Hakk’a havale ediyorum.
Zâten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aşairlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin dünyalarıyla alâkam olmadığı halde, beni ve iki zât-ı âheri müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zâtlardan birisi, bir yere müftü nasbolunmuş; memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara’ya da gidiyor. Diğeri İstanbul’da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. Halbuki bu iki zât; benim gibi kimsesiz, yalnız değiller.. mâşâallah büyük nüfuzları var. Hem… Hem… Halbuki beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede, beni muzaaf bir istibdad altında eziyorlar. Halbuki bir hükûmet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur.
Buradaki memurlar; nüfuz-u hükûmeti, ağraz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e yüzbinler şükür ediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki: Bütün onların bu tazyikat ve istibdadları; envâr-ı Kur’aniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine, odun parçaları hükmüne geçiyor; iş’al ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envâr-ı Kur’aniye; Barla yerine bu vilayeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilakis Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti… اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
* * *