Yirmisekizinci Mektub İkinci Mes’ele

İkinci Mes’ele olan İkinci Risale

[Hazret-i Musa Aleyhisselâm, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın gözüne tokat vurmuş, ilâ âhir mealindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.]

(Onaltıncı Lem’a Hatimesinde sayfa 106’da geçtiği gibi Üstad bu mevzuda münakaşa edildiğini bilmediği için icmali bir cevap veriyor. Eğer bilseydi tafsilli cevap verirdi. Çünkü Belagat mesleği bunu iktiza ediyor. “Re’fet Bey mektubunda diyor: “Bu mes’ele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza’sız mübahaseye alışsınlar.“)

(Belagat mesleğinde hıfz ettirmek için icmali, kanaat vermek için ise tafsilli izahat vermek gerekiyor.)

(12. Mektubun başında münakaşa hususunda sayfa 42’de denildiği gibi “O gece benden sual ettiniz, ben cevabını vermedim. Çünki mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz. Şimdilik münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar bir cevab yazıyorum. Tafsilini, eczacı efendinin isimlerini yazmış olduğu Sözler’de bulursunuz.“)

Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. (Birinci Şua 13 ve 14. ayet meali ehli dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi şüpheleri çoğaltmak niyeti ile tahribat yaptığı gibi ehli imanda manayı noksanlaştırıp yanlış mana verdiği bir zamanda ilimde derinliği bulunan bir taife (hakikat ilmini bilen) müteşabihat-ı Kur’aniyeyi tabir edebilir. diyerek Risale-i Nur Talebelerine işaret ediyor.)

(Bu zamanın hususiyeti avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan

  • İslâmî esasların ve (Ahkam, hakaik,)
  • Cereyanların ve (Tekke, medrese, dini eğitim veren mektebler)
  • Şeairlerin kırılması (Türkçe ezan ve namaz, kılık kıyafet,)

Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Mu’teber bir kitabda, Hadîs-i Şeyheyn’in ittifakına alâmet olan ق işaretiyle bir hadîs bana gösterildi. “Hadîs midir, değil midir?” sual edildi. Ben dedim: Böyle mu’teber bir kitabda, Şeyheyn Hadîsinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım; demek hadîstir.

Fakat hadîsin, Kur’an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havas onların manalarını bulabilir. Şu hadîsin zahiri dahi, müşkilât-ı hadîsin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa değil, belki böyle cevab verecektim:

Evvelâ: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı;

  • (Münakaşa edilen mes’ele meşverete götürüp ekseriyetin görüşünü aldıktan sonra ortak görüşü tatbik etmek gerekir.)
  • İnsaf ile,
  • (Lemaatta Bir kısım desatir-i içtimaiye kısmında sayfa 726’da geçtiği gibi Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.” Yani bir mes’ele bilen ile bilmeyen arasında görüşülüyorsa bilen bilmeyeni ikna edebilirken iki bilen kişinin görüş ayrılıkları birleşemediği gibi birbirine taban tabana da zıd olabiliyor. Ancak insaflı nazar bu mes’eleyi nazara alır.)
  • Hakkı bulmak niyetiyle,

(Yirminci Lem’a Yedinci Sebeb sayfa 158’de geçtiği gibi “Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara’nın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: “Eğer bir mes’elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes’eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur. İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu feci’ sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.“)

(Yirmiikinci Mektub Birinci Mebhas Dördüncü Vecihte sayfa 265’te geçtiği gibi “Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ وَلكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.“)

  • İnadsız bir surette, (İnadın zıddı yani inad etmediğinin göstergesi müdaveleyi efkâr, “Yani başka türlüde olabilir ben onların dediklerini kabul ediyorum.” diyebilir.)
  • Ehil olanların mabeyninde, (Emirdağ Lahikası 2 sayfa 89’da geçtiği gibi hürriyet-i fikir adı altında bir mes’elede ehil olmayanlarda fikir beyan etse fikri bir anarşistlik ortaya çıkar.”Nasılki ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ülema-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ülemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma’-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar.“) (Fikrî anarşinin önünü almak için kişinin ehil olduğunu ispatlaması lazımdır. İspat tarzı ise Risale-i Nur Külliyatından delil getirmekle olabilir. Getirdiği delil tabiki bektaşi gibi cerbeze yapmamak şartıyla kabul edilebilir.)
  • Sû’-i telakkiye sebeb olmadan müzakeresi caiz olabilir. (Onikinci mektubun sonunda geçtiği gibi sû’-i telakkinin neticesi “Mezkûr mesail gibi dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.” )

O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki:

(Hakkı bulmak niyetiyle olduğuna delil)

  • Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki bilmediği şey’i öğrendi.
  • Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.

Sâniyen: Sebeb-i münakaşa, eğer hadîs ise;

1- Hadîsin meratibini ve (Hadisin sıhhati noktasında mertebeler bulunabilir. Mesela mütevatir, müteşabih, mevzu gibi)

2- Vahy-i zımnînin derecatını ve (Ondokuzuncu Mektub Dördüncü Nükteli İşaret sayfa 93’te geçtiği gibi “Vahy-i zımnî”dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.)

3- Tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım.

Avam içinde müşkilât-ı hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir. Madem şu mes’ele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, bîçare avam-ı nâsın zihninde sû’-i tesir ediyor.

Çünki şu gibi müteşabih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için;

1- eğer inkâr etse dehşetli bir kapı açar, yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadîsleri dahi inkâra yol açar.

2- Eğer zahir-i hadîsin manasını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalaletin itirazatına ve “hurafattır” demelerine yol açar.

Madem bu müteşabih hadîse, lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celbedilmiş ve bu çeşit hadîsler çok vârid olmuş, elbette şübheleri izale edecek bir hakikatı beyan etmek lâzım gelir. Şu hadîs kat’î olsun veya olmasın, o hakikatı zikretmek gerektir.

İşte yazdığımız risalelerde, ezcümle

  • Yirmidördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında Oniki Asıl ile ve (Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Onikinci asıldan yola çıkılarak dördüncü dala baktığımızda bize nazarı nübüvvetin kâinata nasıl baktığını gösteriyor.)
  • Dördüncü Dalında ve (Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; kâinata baktığı zaman herşeyin Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih ettiğini görür. Dördüncü Dalın devamında nasıl bir akıl esas alınır, itibar olunur o anlatılmış. Yani Kur’anın dört maksadını bilen herşeye Kur’anın dört maksadıyla bakabilen bir akıl itibar alınır. Nakil buna göre tevil olunur. Muhakemat sayfa 12’de geçtiği gibi “Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.“)
  • Ondokuzuncu Mektub’un vahyin taksimatına dair mukaddemesindeki bir esasında tafsilâta iktifaen, burada icmalen o hakikata bir işaret ederiz. Şöyle ki:

Melaike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melaikelerin nâzırıdır.

“Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm mı bizzât kabzediyor? Yoksa aveneleri mi kabzediyorlar?” Bu hususta üç meslek var:

Birinci Meslek: Azrail Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz, çünki nuranîdir. Nuranî bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzât bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hâssasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, Güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melaike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hâssalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasılki Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı A’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanadlarıyla secde ediyordu. Heryerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.

İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insanın âyinesine temessül eden Melek-ül Mevt’in insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi bir ulü-l azm ve celalli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî Melek-ül Mevt’in libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür.

İkinci Meslek odur ki: Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melaike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde.. kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva’-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehanın

{(Haşiye-1): Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel Melek-ül Mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahid olmuşlar.}

ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şekavetin ervahını kabzeden yine başkadır. Nasılki وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا âyeti işaret ediyor ki: “Kabz-ı ervah eden, taife taifedir.” Bu mesleğe göre; Hazret-i Musa Aleyhisselâm, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’a değil, belki Azrail’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenab-ı Hakk’ın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşketmek gayet makuldür.

{(Haşiye-2): Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde Melek-ül Mevti görmüş. Demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış atına binmiş, kılıncını eline almış, ona meydan okumuş. Merdane, at üstünde vefat etmiş.}

Üçüncü Meslek: Yirmidokuzuncu Söz’ün Dördüncü Esasında beyan edildiği gibi ve ehadîs-i şerifenin delalet ettiği üzere: “Bazı melaikeler var ki, kırkbin başı var. Her başında, kırkbin dili var -Demek, seksenbin gözü dahi var.- Herbir dilde, kırkbin tesbihat var.” Evet madem melaikeler âlem-i şehadetin enva’ına göre müekkeldirler; âlem-i ervahta (Ruhani âlemlerde yani âlem-i mülkteki tesbihatı âlem-i melekutta da müşahede etmek gibi) o enva’ın tesbihatlarını temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzımgelir. Çünki meselâ Küre-i Arz bir mahluktur, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ediyor. Değil kırkbin, belki yüzbinler baş hükmünde enva’ları var. Her nev’in, yüzbinler dil hükmünde efradları var ve hâkeza… Demek Küre-i Arz’a müekkel meleğin kırkbin, belki yüzbinler başı olmalı. Ve her başında da yüzbinler dil olmalı ve hâkeza… İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’a tokat vurması; hâşâ Azrail Aleyhisselâm’ın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikîsine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur…

(Üç meslekte haktır. Ehl-i keşif ayrı ayrı görmüşler üstad üç keşfiyatı bilikte müşahede etmiştir.

Birinci Meslek: Azrail Aleyhisselâm, kabz-ı ervah vaktinde, insanın mahiyet âyinesine göre temessül eder. Güneşin hararet ve ziyasının herbir parlak cisimde bulunduğu gibi

İkinci Meslek Azrail gibi melaike-i izam’ın, kabz-ı ruh vaktinde, enva’-ı mahlukata göre ayrı ayrı aveneleri misalî cesedleriyle temessül eder.

Üçüncü Meslek: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Yani ilmi ile nezareti ile orada bulunuyor. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misali, herbir parlak cisimde bulunduğu gibi)

اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ ٭ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ ٭ قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذِينَ فِى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فُِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلّ مِنْ عِنْدِ رَبّنِاَ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلاَّ اُولُوا اْلاَلْبَابِ

* * *

Birinci Şua Onüçüncü Âyet: Sure-i Âl-i İmran’da وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

Birinci Şua Ondördüncü Âyet: Sure-i Nisa’da لكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ

Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şübheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakikî tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar.

O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risale-in Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risale-in Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ülema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلاَّ اللّٰهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى nın makamı gibi bin üçyüz kırkdört (1344) ederek Resail-in Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor. Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün etrafa yayılması tarihine ve Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu beyan eden Yirmibeşinci Söz’ün iştiharı hengâmına, hem اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى adedine tam tamına tevafukla bakar.

Eğer mezheb-i selef gibi اِلاَّ اللّٰهُ da vakfolsa, o halde اَلرَّاسِخُونَdeki şeddeli “ra” iki “ra” sayılsa bin üçyüz altmış (1360) küsur ederek Risalet-ün Nur şakirdlerinin bundan onbeş-yirmi sene sonraki rasihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen baktığı gibi, şeddeli “ra” asıl itibariyle bir “lâm” bir “ra” sayılsa bin ikiyüz oniki (1212) ederek bundan bir buçuk asır evvel Mevlâna Hâlid Zülcenaheyn’in Hindistan’dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rüsuhuyla o zamanda meydan alan tevilat-ı fasideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.

İkinci âyet olan اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ şeddeli “ra” aslına nazaran bir “lâm” bir “ra” sayılmak cihetiyle makam-ı ebcedîsi bin üçyüz kırkdört (1344) etmekle her asra baktığı gibi bu asra da hususî remzen bakar. Ve ilm-i hakikatta rasihane çalışan ve kuvvetli iman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üçyüz kırkdörtte Risalet-ün Nur ve şakirdlerinden daha ziyade bu vazifeyi müşkil şerait içinde sebatkârane yapan zahirde görülmüyor. Demek bu âyet onları dahi daire-i harîmine hususî dâhil ediyor.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir