Beşinci Risale olan Beşinci Mes’ele
(Yirmisekizinci Söz’ün Üçüncü ve Dördüncü Mes’elesi ile münasebeti Kur’andan gelen Sözler dostlarına feyz ve nur verdiği gibi düşmanlarına da mesleklerinin iç yüzünü gösterip bir kısmını intibaha getirmesi şükredilecek bir hadisedir.)
Şükür Risalesi
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
(Onbirinci Sözde sayfa 126’da geçtiği gibi insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, iki vezaif için verilmiştir. Biri şükür ve ibadet etmek diğeri tanımak iman getirmektir. Bu makamda insanın vazifesinin şükür olduğu üç cihetle gösteriliyor.)
- Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, tekrar ile
اَفَلاَيَشْكُرُونَ ٭ اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ٭ وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ ٭
لَئِنْ شَكَرْتُمْ َلاَزِيدَنَّكُمْ ٭ بَلِ اللّهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ
gibi âyetlerle gösteriyor ki: Hâlık-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzib ve inkâr suretinde gösterip فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla, Sure-i Rahman’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuzbir defa şu âyetle tehdid ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzib ve inkâr olduğunu gösteriyor.
Evet Kur’an-ı Hakîm nasılki şükrü netice-i hilkat gösteriyor;
- Öyle de Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki:
Netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, şükürdür. Çünki kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette herbir şey, bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükürdür.
Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en a’lâsı, şükürdür. Çünki
Birincisi: hilkat-i âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halkeden zât, ondan o hayatı intihab ediyor.
İkincisi: Sonra görüyoruz ki; zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp, ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlık-ı Zülcelal, zîhayatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.
Üçüncüsü: Sonra görüyoruz ki; âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz’edilmiş. Bütün nev’-i insanı ve hattâ hayvanatı rızka âdeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve müsahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmi’dir. Hattâ rızkın çok enva’ından yalnız bir nev’inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zaika namında bir cihaz ile, mat’umat adedince manevî ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en şirin, en câmi’, en bedî’ hakikat rızıktadır.
Şimdi görüyoruz ki: Herşey nasılki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor;
Dördüncüsü: Öyle de rızık dahi bütün enva’ıyla manen ve maddeten, halen ve kalen şükür ile kaimdir, şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünki rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor; şükürden, şirke gidiyor.
Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar;
- Şükrün davetçileridir, zîhayatı şevke davet eder ve şevk ile bir nevi istihsan ve ihtirama sevkeder, bir şükr-ü manevî ettirir.
- Ve zîşuurun nazarını dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder;
- Onun ile kalen ve
- Fiilen şükre irşad eder ve şükür ettirir ve
- Şükür içinde en âlî ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır.
Yani gösterir ki: Şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zahiriyesiyle beraber daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmanîyi şükür ile kazandırır.
Yani: Rahmet hazinelerinin Mâlik-i Keriminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennet’in bâki bir zevkini manen tattırır.
İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymetdar (kıymetdarlığı veren kişinin kim olduğunun bilinmesiyle ortaya çıkıyor.) ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde, şükürsüzlük ile nihayet derecede sukut eder.
Altıncı Söz’de beyan edildiği gibi:
Lisandaki kuvve-i zaika
Cenab-ı Hak hesabına, yani manevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zaika,
- Rahmet-i bînihaye-i İlahiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş,
- Hâmid bir nâzır-ı âlîkadr hükmündedir.
Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in’am edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa; o dildeki kuvve-i zaika, bir nâzır-ı âlîkadr makamından,
- Batn fabrikasının yasakçısı ve
- Mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.
Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder, öyle de
Rızkın mahiyeti (Rızkın mahiyeti zat-ı ehad-i samedin mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olmasıdır.) ve sair hademeleri (Hademeler ise başta insanın maddi ve manevi cihazları ile rızka vesile olan tablacılardır ki; (Güneş, ay, yıldızdan tut toprak hava suya kadar herşey birer tablacıdır.) şükür etmiyerek onlar o yüksek makamlarından sükut ediyorlar.) dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan, en edna makama inerler. Kâinat Hâlıkının hikmetine zıd ve muhalif bir vaziyete düşerler.
(Sözler sayfa 641’de geçtiği gibi bütün nimetlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir.
Eğer Cenab-ı Hakk’ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa; hem manevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir…)
(Hali şükrün nasıl yapıldığını ifade eden cümleler, şükrün mikyası olarak dört vecihle tarif ediliyor.)
Şükrün mikyası;
- Kanaattır ve
- İktisaddır ve
- Rızadır ve
Şükürsüzlüğün mizanı;
- Hırstır ve
- İsraftır,
- Hürmetsizliktir,
- Haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.
Evet hırs; şükürsüzlük olduğu gibi,
Hem sebeb-i mahrumiyettir, (Mahrumiyetin sebebi ikidir; basamakları atlamak veya ehli iman için Allaha muhabbet etmek yerine fani şeylere muhabbet etmenin ve onu elde etmek için hırs göstermelerinin cezası olarak istediği şeyden mahrum kalır. Hayvanlar içinde köpek misal verilebilir.)
Hem vasıta-i zillettir. (İnsanlık içerisinde hırsın bu kötü tesirine misal olarak yahudi milleti verilebilir. Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin mes’elesinde, hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki Enbiya-i Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Şualar 507 )
Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahib olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış ezilir. Çünki kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar.
Güya mübarek arı, kanaatından dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlahî ile ihsan eder, yedirir.
Evet Zât-ı Akdes’in alem-i zâtîsi ve en a’zamî ismi olan Lafzullah’tan sonra en a’zam ismi olan Rahman rızka bakar (Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamındaki Rahmet Şuunatını izah eden cümleleride bu makamda düşüne biliriz. Çünkü Şuunat içinde Zât-ı Akdes’in bütün esma ve sıfatıda vardır) ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir. (Yani Allahın Rahman ismine yetişmek için şuurlu bir vaziyette rızkın ondan geldiğini bilmek, rızkın olan ihtiyacını hissetmek ve nimetin kıymetini takdir edip şükretmek gerektir.) Hem Rahman’ın en zahir manası Rezzak’tır.
Hem şükrün enva’ı var. (Şükrün en geniş manada tarifi; verilen şeyleri veren zatın emir ve istediği tarzda kullanmaktır. Hemde Esma-i İlahiye adedince takınmamız gereken hal ve vaziyet olduğundan şükrün çeşitlerini arttırabiliriz.)
O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır. (Oruç ile bedenin şükrünü, ömründe belli bir vakti Allah yolunda sarf etmek ile şükrünü yerine getiriyor. Namazda hali şükür; kıyamda el pençe durmakla veya secde ile minnettarlığını göstermekle olur.)
Hem şükür içinde, safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillah” diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: “O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir” demesi ile ve itikad etmesi ile, her şey’i -cüz’î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor. (Böyle bir imanı elde eden her zaman ve mekanda hadsiz nimetleri gönderen zatı görür, tanır ve böylece şükür etmiş olur.)
İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki:
Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse;
o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, (Nimetin ifade ettiği mananın anlaşılması ile bir nur olur. Yani nasıl ki iman bir nurdur. Öyle de nimeti verene şükür etmekle nimetin hakikatı anlaşılmakla karanlıktan kurtulup nurlanır. Fakat bu makam 30. Sözdeki zerrelerin nurlanması manasında değildir. Çünkü zerrelerin nurlanması esmanın tecelli etmesi ile olur. Zerratın nurlanması için tecelli eden esmanın mü’min veya kafirin vucudunda olması fark etmiyor.) uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve süflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri fuzulât olup aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor.
Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra fuzulâttır.
Evet rızkın aşka lâyık bir sureti var; o da, şükür ile o suret görünür. Yoksa ehl-i gaflet ve dalaletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalalet ve gaflet ne derece hasaret ediyorlar.
(Sözler 642’de geçtiği gibi “İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva’-ı hacat ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder.“)
Enva’-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın enva’ına muhtaç, insandır.
Neden?
Çünkü Cenab-ı Hak insanı
- Bütün esmasına câmi’ bir âyine ve
- Bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve
- Bütün esmasının cilvelerini ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rızkın hadsiz enva’ına muhtaç etmiştir.
İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. (Ahseni takvime çıkmanın yolu 23. Sözün ikinci makımının üçüncü nüktesinde şöylece izah ediliyor. “Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.“)
Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.
Elhasıl: En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki; o dört esas şöyle tabir edilmiş:
Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
Birinci ve İkinci Esas: Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, (Yedinci Sözde izah edilmiştir.)
Üçüncü Esas: Şevk-i mutlak, (Otuzikinci Sözün İkinci Mevkıfının Üçüncü Maksadıyla Üçüncü Mevkıfında izah edilmiştir. Cenab-ı Hakkın kemalatını ve Cemalini gören kişinin şevke geldiğini.. Ayrıca Onbirinci Söz sayfa 129’da geçtiği gibi
“Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise:
1- Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî’nin envârını hissedip sevmektir.
2- Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Cenab-ı Hakkın kemalatını ve Cemalini gören kişi şevke gelir.
3- Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Yani kendi cüz’-i ihtiyarîsinden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ü kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ü kuvvetine iltica ederek hakikat-ı tevekküle yapışmaktır.
4- Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. Yani devamlı surette Cenab-ı Hakkı düşünüp Onun namıyla ve hesabıyla amel etmektir.
Dördüncü Esas: Şükr-ü mutlak Yirmidördüncü Sözün Beşinci Dalının İkinci Meyvesinde ve Dördüncü Şuanın Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyesinde Allahın hadsiz nimetlerini beş sınıfta izah ediyor.
- Vücut,en büyük bir nimet olan vücudu,
- Hayat,bu vücudu büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor. Hayat dahi, pekçok sıfâttan yapılmış bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler.
- İnsaniyet,
- İman ve İslamiyet,
- Muhabbet)
ey aziz…
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الشَّاكِرِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الشَّاكِرِينَ وَ الْحَامِدِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ
وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
* * *
(Bu risalenin bir nevi fihristi Mesnevî-i Nuriye sayfa 95’tedir.
İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur’an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri ta’dad ederken
فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
âyet-i celilesi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delalet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakikî’den gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun. Mesnevi-i Nuriye – 95)