Anasayfa » Yirminci Söz İkinci Makam

Yirminci Söz İkinci Makam

Yirminci Söz’ün İkinci Makamı

[Mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an]

(Kur’anın kırk nev’i i’cazından otuz altı tanesi Yirmibeşinci Söz’ün Üç Şulesindedir. Diğer dört nev’i icazı Zeyillerinde izah edilmiştir. Buna işareten Yirmibeşinci Söz’ün Hatimesinde şöyle geçmektedir: Kur’anın lemaat-ı i’cazından iki lem’a-i i’caziye, Ondokuzuncu Söz’ün Ondördüncü Reşhasında geçmiştir ki; bir sebeb-i kusur zannedilen tekraratı ve ulûm-u kevniyede icmali, herbiri birer lem’a-i i’cazın menbaıdır. Hem Kur’anda mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an, Yirminci Söz’ün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir. Sözler 443 )

(Birinci makam ile ikinci makamın münasebeti; Birinci makamda hâdise-i cüz’iye arkasında, pek geniş bir düstur-u küllinin ucu gösterildiği gibi, bu ikinci makamda da Mu’cizat-ı Enbiya ve hâdisat-ı tarihiye arkasında Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetini ve Rububiyete karşı nasıl Ubudiyetle mukabele edileceğini, hem maddi ve manevi terakkiyatların esaslarını, hemde gösterilen mu’cizenin istikbaldeki maddi ve manevi neticelerini ve mu’cizelerin insanları ne suretle irşad ettiği izah edilmiştir.)

(Ondokuzuncu Söz ile Yirminci Sözün birbirine olan münasebeti; Ondokuzuncu Sözün Ondördüncü Reşhasında Kur’anın tekrarında ki mu’cizeliği ile irşadi bir lem’a-i i’caziyesi olan umur-u kevniyeyi mübhem bırakmasındaki hikmet izah edildiği gibi Yirminci Söz’ün Birinci Makamında da Kur’anın bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmesindeki hikmeti izah edilmiştir. Böylece Yirminci Söz’ün Birinci Makamında Kur’ana gelen itirazların misallerine devam edilmiştir. İkinci Makamında ise mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan lem’a-i i’caz-ı Kur’aniye gösterilmiştir.)

Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

Ondört sene evvel, (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirimde arabiyy-ül ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakk’ın tevfikine itimaden ve Kur’anın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. (Kur’an-ı Hakîm’de “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir, “İkisi birdir”; bir kısmı, “Ayrı ayrıdır” demişler. Hakikatlarına dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa: “İlm-i İlahînin ünvanlarıdır” demişler. Sözler 548)

Yaş ve kuru, (Yani vücuda gelmeyen itibari vücudlar ve vücuda gelen harici vücudlar) herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur.

  • Bazan çekirdekleri,
  • Bazan nüveleri,
  • Bazan icmalleri,
  • Bazan düsturları,
  • Bazan alâmetleri;
  • Ya sarahaten,
  • Ya işareten,
  • Ya remzen,
  • Ya ibhamen,
  • Ya ihtar tarzında bulunurlar.

(Niçin bütün hakikatlar içinde sarahaten bulunmuyor? Çünkü Kur’an ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib olan tarzda ve iktiza-yı makam münasebetiyle izah ediyor.)

Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havarik-ı san’at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev’-i beşere hitab eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:

Birinci cihet: Mu’cizat-ı Enbiya suretiyle…

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

  • Hani o ateşin başına oturmuşlar,
  • Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
  • Müminlere kızmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’a iman etmeleri idi. Buruc Suresi)

Keza:

__________________

{(Haşiye-1): Şu cümle işaret ediyor ki: Şimendiferdir. Âlem-i İslâm’ı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâm’ı mağlub etmiştir.}

 فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ

  1. Onlar için bir delil de bizim, onların neslini dolu bir gemide taşımamızdır.
  2. Yine kendileri için onun gibi binecek şeyler yaratmamızdır. Yasin Suresi)

__________________

gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi (İlk âyetle Süfyaniyet ve Deccaliyetin ehl-i imana ve insanlığa yaptıkları zulümlere ve bunu seyretmelerine işaret ediyor. Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki bir başında ateş ocağı bulunur, kendine tâbi’ olmayanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı Cennet gibi tefriş edilmiş, tâbi’ olanları oraya oturtur. Zâten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir Cennet getirir. Bîçare ehl-i diyanet ve ehl-i İslâm için medeniyet elinde Cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar. Mektubat – 58

İkinci âyet ise Süfyaniyet ve Deccaliyetin şimendiferin nakil vasıtası olarak kullanılıp savaşlarda ehl-i imana ve insanlığa zulüm ettiklerine işaret edilmiştir.),

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ

___________________

{(Haşiye-2): يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.}

___________________

âyeti, pek çok envâra, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor. (Nur âyeti Birinci Şua da beş âyette on vecihle Risale-i Nur’a işaret ettiği gibi Yirmidokuzuncu Mektubun Beşinci Risale olan Beşinci Kısmında Üveys-i Karanî’nin münacat-ı meşhuresi nev’inden, düşündüğümüzde esma adedince zulmetli vaziyetten nurani vaziyete çıkmak için yapılacak münacata işaret ediyor. Şöyle ki; Yâ Rab bizi abdiyet karanlığından Rab isminle aydınlığa çıkar. Yâ Halîk mahlukiyetin karanlıklı vaziyetinden herşeyi halk eden bir Halîkın mahlûku olmakla aydınlıklı bir vaziyete çıkar. Yâ Rezzak rızka muhtaç olmanın karanlıklı vaziyetinden bizi Rızıklandırarak aydınlık vaziyete çıkar. Vehakeza)

Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizat-ı Enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

Mukaddeme: İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak (hem maddî, hem manevî olarak) ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. (Teşvik ise, bir nevi hidayettir. İşarat-ül İ’caz 40)

Hattâ denilebilir ki: Manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir.

  • İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine..
  • Ve Hazret-i Yusuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saatı en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir.

Bu hakikate latif bir işarettir ki: San’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf’u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (Aleyhisselâm).

Evet madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. (Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Sözler – 265 Madem Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i Rububiyete karşı Ubudiyet dairesini göstermektir. Bu hakikatı her bir mu’cize için düşüne biliriz. Kur’an’da geçmeyen Peygamberimizin elinde zuhur eden mucizelere de bu hakikatı tatbik edebiliriz.)

  1. Rububiyet dairesi,
  2. Ubudiyet dairesi,
  3. Maddi terakkiyatların esasları
  4. Manevi terakkiyatların esasları,
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticeleri ve
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti gösterilmiştir.

Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi’ menba’dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:

Birinci Mu’cize:

Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden: وَ لِسُلَيْمنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ âyeti; “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir” der. İşte bunda işaret ediyor ki:

  1. Maddi terakkiyatın esasları: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş.
  2. Manevi terakkiyatın esasları: Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
  3. Rububiyet dairesi: Cenab-ı Hak hava sahifesinde yaptığı icraatlarıyla bize kendini tanıttırıyor. Unsur-u havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, cazibe, dafia, ziya gibi sair letaifin naklinde şaşırmadan muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda, bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlahiyenin bir arşı olduğunu kat’î bir surette isbat ediyor. Sözler – 162)
  4. Ubudiyet dairesi: Cenab-ı Hakkın hava sahifesinde yaptığı icraatlarıyla bize kendini tanıttırmasına mukabil; iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle ubudiyet etmektir.
  5. Mazide tohum hükmünde olan bu mu’cizenin istikbale ait neticesi maddeten uçağa ve manen cezb ve lütuf yoluna işarettir. Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır. Mesnevi-i Nuriye – 213)
  6. İnsanlara bakan vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti; heva-i nefsini terk etmek ve nefsin tenbelliğini bırakıp kavanin-i âdetinden istifade etmeye irşad ediyor.

İkinci Mu’cize:

(Kelam Sıfatına Mazhar) Hem Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesini beyan eden:

فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَفَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا ilâ âhir… Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en latif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!” Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!” İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

  1. Maddi terakkiyatın esası: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebileceğine işaret ediyor.
  2. Manevi terakkiyatın esası: Cenab-ı Hakk kendine itimad eden abdinin eline zahiren basit temsiller ve hikâyelerle bütün hakaik-ı imaniyeyi kemal-i vüzuh ile beyan eden Risale-i Nur gibi eserlerle esbab ve tabiat perdesi arkasında saklanan eşyadan tevhid suyunun çıkarabileceğini işaret ediyor.
  3. Rububiyet dairesi: Cenab-ı Hak, küre-i arzın içinde yaptığı icraatlarıyla bize kendini tanıttırıyor. (Ve keza Arz’ın karnında istikbal insanlarını intizar eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir. لَكُمْ câr ve mecrurunun مَا فِى اْلاَرْضِ üzerine takdimi, beşere ait istifadelerin her gayeden evvel ve evlâ olduğuna işarettir. Umumu ifade eden مَا herşeyde menfaatleri aramaya insanları tergib ve teşvik içindir. فِى اْلاَرْضِ daki فِى nin عَلَىya tercihi, en çok menfaatlerin Arz’ın karnında olduğuna ve Arz’ın karnındaki eşyanın taharrisine insanları teşci’ ettiğine işarettir. Ve keza Arz’ın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, Arz’ın içinde henüz keşfedilemiyen anasır ve maddelerden -tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak- bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delalet eder. İşarat-ül İ’caz 193)
  4. Ubudiyet dairesi: Cenab-ı Hakkın küre-i arzın içinde yaptığı icraatlarıyla bize kendini tanıttırmasına mukabil; iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle ubudiyet etmektir.
  5. Mazide tohum hükmünde olan bu mu’cizenin istikbale ait neticesi maddeten suyun, petrolün ve daha birçok gıdaî ve madenî maddelerin çıkarılacağına ve Risale-i Nur’un zahiren basit dersleriyle kesret dairelerinden vahdet suyunun ve marifet-i kamilenin elde edileceğine işaret ediyor. Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır. Mesnevi-i Nuriye – 213)
  6. İnsanlara bakan vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti; Cenab-ı Hakka itimad etmemiz gerektiğini ve bize Rahmet kanunuyla zemin içinde ihzar ettiği nimetleri tekvini kanunlarına riayet etmekle elde edileceğimize irşad ediyor.

Üçüncü Mu’cize:

(Kudret Sıfatına Mazhar) Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair:

وَاُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتَى بِاِذْنِ اللّٰهِ Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” (Hayat, elvan-ı seb’a gibi tek renk iken bir takım marazlarla ölüme yaklaşan insana hayatının devamı için yapılan her türlü maddi manevi müdahale ile hayatın devamı ölüme hayat rengi vermektir. (Ameliyat vesaire gibi tedavi şekilleri düşünüle bilir.) Elvan-ı seb’a, ziyada; ve muhtelif edviyeler, tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle de: Hayat dahi, pekçok sıfâttan yapılmış bir hakikattır. Sözler 675)

Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”

İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

  1. Rububiyet dairesi, Küre-i arz eczahanesi ve hastanesinde her derde deva veren bir Şafi-i hakaikinin Rububiyetini görmektir.
  2. Ubudiyet dairesi, Şafi ismini görüp tanımak şükür ile mukabele etmektir. Hulasa Hastalar Risalesinin gözü ile hastalıklara bakmak ubudiyet dairesidir.
  3. Maddi terakkiyatların esasları; Tıpta teşhis edilemeyen, teşhis edilip de tedavi edilemeyen, tedavi edildiği halde hastanın hayatın devam etmediği görülüyor. Buna karşılık olarak meyus olmayıp ararsak çalışırsak her derde deva bulunabileceğine hastalıkların tedavisinde en nihayet hududu olan ölünün diriltimesi ile işaret ediyor.
  4. Manevi terakkiyatların esasları, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın ahlâk-ı ulviyesine ittibaa etmekle ve dünyayı kalben terk etmekle manevi hastalıklarımızın tedavi edileceğine işaret ediyor.
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki neticesi maddi ve manevi her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkün olacağına işaret ediyor. Maddeten ölüme de muvakkat bir hayat rengi verileceğine manende ölen veya sönen latifelerimizin tiryak hasiyetinde olan ince mizanlarla terkip edilen Risale-i Nur’un eczalarıyla hayatlana bileceğine işaret ediyor. (İşte her derde şifa olan Kur’anın ilâçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resail-in Nur’ Birinci Şuada 16. Ayet)
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti gösterilmiştir. Ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”)

Dördüncü Mu’cize:

Hem meselâ Hazret-i Davud Aleyhisselâm hakkında:

وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ ٭ وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ

Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında: وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor.

Evet telyin-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak; telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.” Madem bir resule, hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi tergib işareti var. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:

“Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki: Herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor (İlim ve hikmet verilmesi ile Âdem (AS) melaikeye rüchaniyet kesbetmesi cüz’i bir hadise olmayıp külli bir hakikatların ucu olduğundan işaret ediyor ki insanlar içerisinde rüçhaniyet kesbetmek isteyen kişi ilim ve hikmete mazhar olsun. Kur’an bazan tegayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medar maddî cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-i sabite suretine çevirmek için; sabit, nuranî, küllî esma ile icmal eder, bağlar.  “Hazret-i Âdem’in hilafet mes’elesinde, melaikelere rüchaniyetine medar onun ilmi olduğu” olan bir hâdise-i cüz’iyeyi zikreder. Sonra o hâdisede melaikelerin Hazret-i Âdem’e karşı ilim noktasında hâdise-i mağlubiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hâdiseyi iki ism-i küllî ile icmal ediyor. Yani, اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ yani “Alîm ve Hakîm sen olduğun için Âdem’i talim ettin, bize galib oldu. Hakîm olduğun için, bize istidadımıza göre veriyorsun. Onun istidadına göre rüchaniyet veriyorsun.” Sözler – 420)

Ve eline de öyle bir san’at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder.

(Demiri eritmek ile Hikmetin verilmesi arasındaki münasebet; Demiri işleyerek yapılan cihazlarla maddi hâkimiyet için mühim bir kuvvet elde edildiği gibi manevi hâkimiyetin temin edilmesi de hikmetli hareket etmek ile olur.)

Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev’-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor… (Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de, sa’yin sevabı olur servet. Sözler – 726)

  1. Rububiyet dairesi; Cenab-ı Hak hikmetiyle kâinatın içini tanzim edip nimetleri istif ederek ve onlardan istifade edilme usulünü Peygamberler eliyle ders vermesiyle Rububiyetini gösteriyor. Biz kıldık i’caz
  2. Ubudiyet dairesi; insanın bünyesinde maden hükmünde olan mizaçları işlettiren onları istikametli bir vaziyete getiren ve zeminin içinde insana menfaatdar olan demiri koyan bir Rububiyeti tanımak ve ubudiyet ile kendini ona sevdirmek
  3. Maddi terakkiyatların esas; Demirin kullanılması ve işlenebilmesi maddi terakkinin esası olmuştur.Ve bütün sanayiin maderi olan demir madeni kesretle içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasb u garet edip, gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin müvazenetini bozdu. Sünuhat-Tuluat-İşarat 65
  4. Manevi terakkiyatların esasları, hikmet-ül kudsiyeye mazhar olabilmek ve böylece farklı farklı mizaçta maden hükmünde olan insanlara menfaatdar bir şekilde verip bir maksada koşturmak manevi terakkiyatında esasıdır. Kur’anın manasındaki belâgatı ile hikmet-i kudsiyeyi ders veriyor. İnsanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır. Sözler – 264
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticeleri; Demirin işlettirilmesi ile medeniyetin bu seviyeye gelmesi ve çok hayırları netice veren Risale-i Nur’a hikmet-i kudsiyenin verilmesidir.Birinci Şuada hikmetten bahseden Onuncu ayet Risale-i Nur’a işaret ediyor.
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir. Evamir-i tekviniyeye itaat etmeyi ve tenbelliği terk etmeyi şiddetle ihtar ediyor.

Beşinci Mu’cize:

(Basar Sıfatına Mazhar) Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs’i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ ilâ âhir… (40- Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir. {İlim sahibi zâtın, Süleyman (a.s.) ın veziri Âsâf bin Berhiyâ, yahut da Hızır olduğu rivayet edilmektedir.} Mealli Kuran – 379)

İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ

deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” (15- Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O’nadır. {Burada, yeryüzünün insanların faydalanmalarına hazır ve uygun bir durumda yaratıldığını ifade eden bir temsil mevcuttur. Yeryüzü, omuzlarında dolaşılacak bir halde emre âmâde kılındığına göre, artık dünyada insanlara boyun eğmeyecek hiçbir maddi varlık yok demektir. Bu âyet-i kerimede insanlığı ve özellikle müslümanları daima yükselmeye bir teşvik vardır.} Mealli Kuran – 562)

İşte beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

  1. Rububiyet dairesi: İnsanlığauzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar ettirerek ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla etme istidadını veren bir Rububiyeti gösteriyor.
  2. Ubudiyet dairesi, Böyle bir Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmek için bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.Emirdağ Lahikası-2 68
  3. Maddi terakkiyatın esası; Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem Maddeten erişemezse de, cümlesiyle de aynen nakil edilemeyeceğine işaret ediyor olabilir.)
  4. Manevi terakkiyatın esası: zemine halife olan insanlığın adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla etmesi gerektiğine işaret ediyor.
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi neticesi ışınlanmaya veyahut televizyona işarettir. Manevi neticesi ise rûy-i zeminin her tarafını görüp ve her köşesindeki sesleri işitecek ehl-i velayetin olacağına işarettir.
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir. Vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla lisan-ı istidadınızla vukuat-ı zemine bizzât ıttıla etmeyi Cenab-ı Hak’tan isteyiniz ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etmeye çalışınız.

Altıncı Mu’cize:

Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ ilâ âhir…

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذلِكَ ilâ âhir…

âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. (Cevv-i feza, kendi cinn ve bulutların işaratıyla nübüvvetine beşaret ediyor. Muhakemat – 8) Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”

İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

  1. Rububiyet dairesi:cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men ve umûr-u nâfiada istihdam eden Allah’ın Rububiyetini görmektir.
  2. Ubudiyet dairesi:Böyle bir Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele ediniz.
  3. Maddi terakkiyatın esası: bütün nev’-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hazıra..Sözler – 407
  4. Manevi terakkiyatın esası, Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki; Celaleddin-i Süyutî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zâtların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.Emirdağ-2 – 156
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticeleri ve
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir.

Yedinci Mu’cize:

Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın

  • İfritleri celb ve teshirine dair âyetler, (Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü Celcelutiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani’ olunmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlahîden niyaz etmiş. Emirdağ-2 246)
  • Hem فَاَرْسَلْنَا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar.

(Zâten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı A’zam’dan (K.S.) ve Zeynelâbidîn (R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir. Emirdağ -1 67)

Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar. (Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, dünyevî rütbelerine ve şahsım için uhrevî makamlarına âlet yapmaktan sırr-ı ihlas şiddetle beni men’ettiği gibi; öyle de kendi şahsımın istirahatına ve dünyevî hayatımın güzelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi âlet yapmaktan cidden çekiniyorum. Çünki uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î bir zevk için sarfetmek, sırr-ı ihlasa muhalif olmasından kat’iyyen haber veriyorum ki: Târik-üd dünya ehl-i riyazetin arzu ve kabul ettikleri ruhanî, cinnî hüddamlar bana her gün hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlas için kabul etmemeğe kendimi mecbur biliyorum. Hattâ berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva baklavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp kabul etmemek ve uhrevî, bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yememek için nefsim de kalbim gibi kabul etmemeğe rıza gösteriyor. Fakat kasd ve niyetimiz olmadan inayet cihetinde gelen bereket gibi ikramat-ı Rahmaniye, hizmetin makbuliyetine bir alâmet olduğundan, nefs-i emmare karışmamak şartıyla ruhumla kabul ederim. Emirdağ-2 – 12)

  1. Rububiyet dairesi, Cinnileri ve ifritleri bize hizmetkar eden ruhanilerle temessül suretinde bizimle görüşmelerini bir kanuna bağlamak suretiyle bize kendini tanıtan Zatın Rububiyetini tanımaktır.
  2. Ubudiyet dairesi, Böyle bir Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele ediniz.
  3. Maddi terakkiyatın esası:
  4. Manevi terakkiyatın esası: ruhanilerin nezaret ettiği hakikatlarla yakınlık peyda etmek, onların hissiyatların ile hissiyatlanmak ve böylelikle kemalatlarından istifade etmektir. (Makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. Mektubat – 6)
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticeleri ve
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir.

Sekizinci Mu’cize:

(Sem’i Sıfatına Mazhar) Hem meselâ: Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ ٭ يَا جِبَالُ اَوِّبِى مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ

ve عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ âyetler delalet ediyor ki: Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın tesbihatına

Öyle bir kuvvet ve (Küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmekten gelen bir kuvvet ile tesbihat yapmak. Sözler 325)

Yüksek bir ses ve (Yüksek ses ise, Sözler’deki kuvvet ve sür’at-i intişarlarına işarettir. Mektubat 350)

Hoş bir eda (Hoş eda ise, fakirane, hazînane, mahbubane, müştakane, tazarrukârane niyaz edip; yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ve tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile isteyip, yalvarmak demektir.)

vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?

(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı, mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebu Bekir-is Sıddık’ın eline koydu, yine tesbih ettiler. Ebu Zerr-i Gıffarî tarîkında der ki: Sonra Hazret-i Ömer’in eline koydu, yine tesbih ettiler. Sonra aldı yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hazret-i Osman’ın eline koydu, yine tesbihe başladılar. Sonra Hazret-i Enes ve Ebu Zerr diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.” Mektubat – 132)

(Mütefekkirane ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Lemalar – 190)

Evet hakikattır. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillah” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahü Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. (Ondördüncü Sözün üçüncü misalinde beyan edilmiştir. Evet müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cem’iyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır. Sözler 165)

Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.

  1. Rububiyet dairesi, Cansız mahlûkatı lisan-ı hal ve kal ile tesbihat ettiren bir Zatın Rububiyetini tanımaktır.
  2. Ubudiyet dairesi, Böyle bir Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele ediniz.
  3. Maddi terakkiyatın esası: Cansız eşyanın konuşturulabileceğine işaret ediyor. Veyahut cansız eşyanın hal dilinden anlayıp ne suretle menfaatdar olduğunun bilineceğine işaret ediyor.
  4. Manevi terakkiyatın esası: Eşyanın vazifelerini ve Cenab-ı Hakka ne vecihle delalet ettiğini anlamanın neticesi onların manevi tesbihlerini duymadan daha ileri de maddeten tesbihlerini işitmektir.
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticeleri; maddeten fonoğraf, telefon ve televizyona işaret ettiği gibi manen de zerrattan seyyarata kadar her şeyin tesbihatlarını işitmeyi ders veren Risale-i Nur’a işarettir.
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti gösterilmiştir.

Dokuzuncu Mu’cize:

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً ٭ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm’a, kuşlar enva’ının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet madem hakikattır. Madem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman’dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler. Meselâ: Çekirge âfetinin istilâsına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir.

İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder. İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki:

Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlukatı ona müsahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin. Ve onların dizginleri elinde olan zâtın namına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız… (Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve her şeyin ondan olduğunu ve ona rücu ettiğini bilmekle olur. Mesnevi-i Nuriye – 10)

Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti’ birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin. (İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-u Kayyum’a karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor. Sözler – 226)

  1. Rububiyet dairesi, Canlı mahlûkatı lisan-ı hal ve kal ile tesbihat ettiren bir Zatın Rububiyetini tanımaktır.
  2. Ubudiyet dairesi, Böyle bir Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele ediniz.
  3. Maddi terakkiyatın esası: Canlı mahlukatın konuşmalarından veyahuthal dilinden anlayıp ne suretle menfaatdar olduğunun bilineceğine işaret ediyor.
  4. Manevi terakkiyatın esası: Canlı mahlukatın vazifelerini ve Cenab-ı Hakka ne vecihle delalet ettiğini anlamanın neticesi onların manevi tesbihlerini duymadan daha ileri de maddeten tesbihlerini işitmektir.
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticeleri; maddeten hayvanatın vazifelerinin bilinerek tarım da nebatata zarar veren hayvanlardan korunmada istihdam edilebileceğine işaret ettiği gibi manen de zerrattan seyyarata kadar her şeyin tesbihatlarını işitmeyi ders veren Risale-i Nur’a işarettir.
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir.
Onuncu Mu’cize:

(İrade Sıfatına Mazhar) Hem meselâ: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesi hakkında olan

قُلْنَا يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ âyetinde üç işaret-i latife var:

Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körükörüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim’i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor. (Evet havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i sühuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması; tabiiyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salabet ve hararet dahi, emir tahtında hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (A.S.) gibi فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ emrine imtisal ederek taşları şakk eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا âyetini okuyorlar. Sözler 7)

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak, سَلاَمًا

_________________

{(Haşiye): Bir tefsir diyor: سَلاَمًا demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti.}

_________________

lafzıyla bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir. (Nasıl ki insanın manen içini yandıran ayrı ayrı ateşler vardır. Aynen öyle de maddi ateşin de ayrı ayrı azab veren dereceleri vardır.)

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. (Amyant maddesi) Çünki Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.” İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak “Hanifen Müslimen” tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.

  1. Rububiyet dairesi, Her şeyi emir ve iradesi tahtında itaat ettiren Cenab-ı Hakkın Rububiyetini tanımaktır.
  2. Ubudiyet dairesi, Her şeyi emir ve iradesi tahtında itaat ettiren Cenab-ı Hakkın Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele e
  3. Maddi terakkiyatın esası; ateşin yakmadığı maddelerin var olduğuna işaret ediyor.
  4. Manevi terakkiyatın esası; Ruhuna iman elbisesi giydirerek imanın hadsiz mertebelerinde bulunan insanlar günah ve sefahatin, küfür ve dalaletin hadsiz mertebelerinden korunarak cehennem ateşinden korunulacağına işaret ediyor.
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticesi: maddeten amyant olduğu gibi manen de Risale-i Nur’a işaret ediyor.
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir. Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhını giydirin.

Onbirinci Mu’cize:

(İlim Sıfatına Mazhar) Hem meselâ: وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا “Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celalühü), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size müsahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız. Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.” (Şuhud-u kalbi ile bakmak)

  1. Rububiyet dairesi, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’a esmayı talim ettirerek umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine işaretettiren Cenab-ı Hakkın Rububiyetini tanımaktır.
  2. Ubudiyet dairesi, bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatlarını, esma-i İlahiyeye istinad ettiren Cenab-ı Hakkın Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele e
  3. Maddi terakkiyatın esası; bütün fünun ve kemalâtın menbaları ve hakikatları olan esmayı talim etmekle bütün mahlukatın insanlığa teshir edilebileceğineişaret ediyor.
  4. Manevi terakkiyatın esası; bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyet gösterileceğine işaret ediyor.
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticesi: maddeten bütün beşeriyetin ilme döküleceğine işaret ettiği gibi manende ilimlerin şahı ve padişahı olan iman ilmini talim eden Risale-i Nur’a da işaret ediyor.
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir. Şöyle ki, esmayı talimle mertebe-i âliyeye terakki eden insana şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta etmemsi gerektiğine irşad ediyor.
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm

Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki:

(Nev’-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve (İnsanın kendisindeki istidatlarını bilmesine ulûm denir.)

Kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve (Kâinatın enva’ının birbiri ile aralarında olan münasebatı insanın bilmesine fünun denir.)

Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki; (İnsanın Allah’ı bilmesine maarif denir.) Sözler 246)

Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir. (Bu hakikatın tafsilli izahı Onbirinci Şua’ın Altıncı Mes’elesinde yapılmıştır.)

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar. (Eşyanın hakikatını izah etmek için beşerin hikmetsiz hikmeti ne kadar ileri giderse gitsin yapacağı izahat hurafattan öteye geçmeyecektir.)

(Eşyanın yaratılışında üç nev’i hikmet vardır. Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaiknüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibretnüma bir mütalaagâhtır.

Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Sözler – 75)

İşte sana üç misal… Sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

İşte Kur’an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Onikinci Mu’cize:

Hem meselâ: (İsm-i a’zamın ve her ismin mertebe-i a’zamına mazhar olan Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan belâgattır.)

(Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dört cihette tarifi yapılacak.)

  • Hâtem-i divan-ı nübüvvet (Divan-ı nübüvvetesmayı talim eden enbiya divanıdır.)
  • Ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri
  • Ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı
  • Ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm)

(Zat-ı Ahmediye’nin Aleyhissalâtü Vesselâm en büyük yedi mu’cizesi izah edilecek.)

  1. Kur’anın
  2. Şeriat
  3. Zatı
  4. Yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden
  5. Mirac
  6. Ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan
  7. Ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın

Mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikata dair (Yirmibeşinci Söz Birinci Şule Birinci Şua İkinci Surette İ’caz-ı Kur’anînin Belâgatına dair hikmetleri Beş Nokta’da izah edilmiştir. Burada o Beş Nokta’ya işaret edilmiştir.)

  • Beyanatındaki cezalet,
  • İfadesindeki belâgat,
  • Maânîsindeki câmiiyet,
  • Üslûblarındaki ulviyet
  • Ve halâveti ifade eden:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هذَا الْقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

gibi çok âyât-ı beyyinatla

(Ayet, Kur’anın en büyük mu’cizesi olan belâgat’ın beş noktasına da nazire yapılamayacağını ifade ediyor.

  1. Beyanatındaki cezaleti noktasına da nazire yap
  2. İfadesindeki belâgati noktasına da nazire yap
  3. Maânîsindeki câmiiyeti noktasına da nazire yap
  4. Üslûblarındaki ulviyet noktasına da nazire yap
  5. Halâveti noktasına da nazire yap)

İns ü cinnin enzarını, şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’cazından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ü cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir tergib ile dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazirini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevkediyor. Hem öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi; o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, ona bakarak, netice-i hilkat-ı insaniyeye bilerek yürümektir.

  1. Rububiyet dairesi, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikata dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyet, üslûblarındaki ulviyet ve halâvet ile Cenab-ı Hakkın Rububiyetini tanımaktır.
  2. Ubudiyet dairesi, Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan belâgatı ders veren Cenab-ı Hakkın Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele e
  3. Maddi terakkiyatın esası; Âhirzamanda insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacağına işaret ediyor.
  4. Manevi terakkiyatın esası;bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat etmenin manevi terakkiyatın esası olduğuna işaret ediyor.
  5. Tohum hükmündeki mu’cizelerin istikbaldeki maddi ve manevi neticesi:Maddeten beliğ konuşmaya işaret ettiği gibi manen de mütekellimînden ve ilm-i Kelâm ülemasından olan, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat eden Risale-i Nur’a işaret ediyor.
  6. İnsanlara çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayetigösterilmiştir. Şu kâinattan maksad-ı a’lânın; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniye olduğuna ve insanın gaye-i aksasının, o ubudiyet-i külliyeye ulûm ve kemalât ile yetişmek olduğuna irşad etmiştir.

Elhasıl: Sair Enbiya Aleyhimüsselâm’ın mu’cizatları, birer havarik-ı san’ata işaret ediyor

Ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın mu’cizesi ise; esasat-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.

Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ise, talim-i esmanın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vazıhan gösteriyor.

Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.”

Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”

Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”

Elhasıl: Kur’anın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.

Eğer istersen Kur’anın semavatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi aded Sözleri, yirmi basamaklı

________________

{(Haşiye-1): Belki otuzüç aded Sözleri, otuzüç aded Mektubları, otuzbir Lem’aları, onüç Şuaları; yüzyirmi basamaklı bir merdivendir.} bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki: Kur’an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak…

________________

Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem herbir âyetin müteaddid manalara delaleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delaletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

İki mühim suale karşı iki mühim cevab

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor?”

(Kur’an ve Hadisdeki meselelere nazar-ı nübüvvet ile bakmak gerektiği Yirmidördüncü Söz Üçüncü Dalda izah edilmiştir.

Ayrıca Kur’an’ın dört maksadını hem Muhakematta Birinci Mukaddemede hemde İşarat-ül İ’caz da izah edilmiştir.

Eğer Kur’anî ve Nebevî bir nazarla eşyaya ve hadisata bakarsak herşeyin Cenab-ı Hakk katındaki kıymet derecesini anlayabiliriz.

Bu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi mes’eleler, herşeyin Cenab-ı Hakk katındaki kıymet derecesini anlamamıza mani olmuştur. Halbuki selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek olduğundan herşeyin Cenab-ı Hakk katındaki kıymet derecesini anlayabilirlerdi. Sözler – 481)

Elcevab: Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.

(Ders verilen hakikatları ikiye ayırıyoruz.)

Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. (Daire-i Ubudiyet)

Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. (Daire-i Ubudiyet)

Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. (Daire-i Ubudiyet)

Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. (Daire-i Ubudiyet)

Hem şu kemalâtının âsârıyla, manevî cemalini size göstermek istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz. (Daire-i Ubudiyet) Sözler – 121)

Öyle ise şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. (Gelecek misaller de beşeriyet harikalarının Cenab-ı Hakkın Rububiyetini göstermek noktasındaki acizliği nazara verilecektir. Bu acizliği ile beraber Kur’anda işaret ve remizlerle yer verilmesinin sebebi ise Cenab-ı Hakkın fenler içinde gösterdiği Rububiyet dairesini daha ziyade anlaşılmasına vesile olmasındandır.)

  • Meselâ; tayyare-i beşer {(Haşiye-2): Şu ciddî mes’eleyi yazarken ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu, şu latif latifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümid ederim ki, üslûbun latifeliği, mes’elenin ciddiyetine halel vermesin.} Kur’ana dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
  • Eğer beşerin taht-el bahrleri, âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el bahrleri (yani, bahr-i muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.”
  • Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahablar ve gökyüzünü zînetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”
  • Eğer havarik-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, birtek sinek onlara “Susunuz” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz’-i ihtiyarıyla kesbedilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz.
  • اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ ilâ âhir.. âyeti sizi susturur.”

Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. (Çünki medeniyet harikaları fani kısa hayat-ı dünyeviyeye baktığı için Kur’anda yeri ancak bir işaret veya remz olabilir. Bu işaret ve remzin verilmesinin sebebi ise insanlığa olan menfaatlerinin anlaşılması içindir.)

Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.

Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi’-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”

İkinci suale cevab:

Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şübhem kalmadı ve tasdik ettim ki;

  • Kur’anda sair hakaikla beraber, (Yirminci Sözün Birinci Makamında izah edilmiştir.)
  • Medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. (Yirminci Sözün İkinci Makamında izah edilmiştir.)
  • Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. (Yirminci Sözün İkinci Makamındaki Birinci Sualinde izah edilmiştir.)

Fakat niçin Kur’an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?

(Kur’anın ihbaratı üç kısıma ayrılmıştır. Hakaik-i  İlahiyye, Hakaik-i Uhreviye ve Hakaik-i Kevniyedir.)

Elcevab: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; (Maden, insanlık âlemindeki istidatlara işarettir.) tâ elmasla (Elmas ile altun ise cevahir-i âliyeye işarettir.) kömür, (Kömür ile toprak ise mevadd-ı süfliyeye işarettir.) altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve (Hakaik bir derece gizli bırakılmış ta ki imtihan meydanı açılsın.)

bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin… Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan “Lâ ilahe illallah” yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh {(Haşiye): Ebu Cehil-i Laîn ile Ebu Bekir-i Sıddık müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zayi’ olacak.} beraber kalacaklar…

(İman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Şualar – 579)

Elhasıl: Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, binüçyüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an…

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْآنِ وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ فِى كُلِّ آنٍ وَ زَمَانٍ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ وَ كَرِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَ مَوْلَينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ

وَ نَبِيِّكَ وَ رَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اَزْوَاجِهِ وَ ذُرِّيَّاتِهِ وَ عَلَى النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ وَ الْمَلٰئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَ اْلاَوْلِيَاءِ وَ الصَّالِحِينَ اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَ اَزْكَى سَلاَمٍ وَ اَنْمَى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْآنِ وَ آيَاتِهِ وَ حُرُوفِهِ وَ كَلِمَاتِهِ وَ مَعَانِيهِ وَ اِشَارَاتِهِ وَ رُمُوزِهِ وَ دَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا وَ الْطُفْ بِنَا يَا اِلهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*