Yirminci Söz Birinci Makam

Yirminci Söz

(Ondokuzuncu Söz ile Yirminci Sözün birbirine olan münasebeti; Ondokuzuncu Söz’de Risalet-i Ahmediye’nin Ondört Reşhada delilleri gösterildi. Ondokuzuncu Sözün Ondördüncü Reşhasında Kur’anın Risalet-i Ahmediyeye olan delaletini izah ettikten sonra Kur’anın tekrarında ki mu’cizeliği ile irşadi bir lem’a-i i’caziyesi olan umur-u kevniyeyi mübhem bırakmasındaki hikmet izah edildi. Yirminci Söz’ün Birinci Makamında ise hem Kur’anın bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmesindeki hikmeti izah edilmiştir. Hemde Kur’ana gelen itirazların misallerine devam edilmiştir. İkinci Makamında ise mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan lem’a-i i’caz-ı Kur’aniye gösterilmiştir.)

[İki Makamdır]

Birinci Makam

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

  1. Ayet: وَاِذْقُلْنَالِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا ِلآدَمَ فَسَجَدُوا اِلاَّ اِبْلِيسَ
  2. Ayet: اِنَّاللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً
  3. Ayet: ثُمَّقَسَتْقُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً

Bir gün şu âyetleri okurken İblis’in ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:

Dedi ki: “Dersiniz: (Bu tabir şeytani bir yaklaşımdır. Dost suretinde geliyor. Yoksa doğrudan saldırsa hemen tepki görecek, vesvese veremeyecek..)

  • Kur’an mu’cizedir.
  • Hem nihayetsiz belâgattadır.
  • Hem, umuma her vakitte hidayettir.

Halbuki, şöyle bazı hâdisat-ı cüz’iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var?

2. Ayet: Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? (Bu nasıl bir mu’cizedir.)

1. Ayet: Hem de Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde اَفَلاَيَعْقِلُونَ der, akla havale eder. (Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Bu ise Kur’anın belâgatına nasıl muvafık düşer.

Elcevab: Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybî olmayıp akıl gözüyle de görünmesi belagatının muktezasıdır.)

3. Ayet: Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?” (Elcevab: Taşların vaziyeti tesadüfî olmayıp umuma her vakit hidayet verici bir hadisedir.)

İlham olunan nüktelerin sureti şudur:

(Buradaki üç misal; Kur’ana nasıl bakmak lazım ve nasıl istifade edileceğine dair usül ve ölçü vermek için beyan ediliyor. Kur’anda bunun gibi bir çok cüzi ve tarihi hadise vardır.)

 Birinci Nükte:

(Şahs-ı Âdem’e talim-i esma ünvanıyla nev’-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder. Ve Âdem’e, melaikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle nev’-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudat müsahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlukatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor. Sözler – 401)

 Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.

(Âdem’e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybî olmadığını izahtan evvel insanın hakiki kıymeti nazara veriliyor. Sonra kâinatın ekser maddî enva’ları ve o enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri olan meleklerin nev’-i beşere secde ettiklerini yani müsahhar olduklarını ve mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri olan şeytanların nev’-i beşere secde etmeyip tarîk-i kemalâtında engel olduğunun akıl gözüyle de görünmesi Kur’anın belâgat’ının delilidir.)

Sual: Peki neden külli düsturlar doğrudan ifade edilmemiş ve cüzi hadiseler onun bir ucu olarak gösterilmiş? Bundan sebeb herkes cüz’i hadiseler arkasındaki külli düsturları anlayamıyor.

Elcevab: Kuran bir denizi bir ıbrıkta gösteriyor. Basit ve ami fehimlere merhameten cüz’i bir hadise ile beyan ediyor. Tâ ki her asır ve her tabaka hissesini alsın.

Îcaz-ı Kur’anî o derece câmi’ ve hârıktır, dikkat edilse görünüyor ki: Bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmi fehimlere merhameten basit bir cüz’üyle, hususî bir hâdise ile gösteriyor. Bu Kur’anın irşadi bir mu’cizesidir. Sözler – 401)

(Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor. Sözler – 451

Lâhikaların bir kısmı, ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan, daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir. Nitekim yüzer vakıalar, hâdiseler ve mes’elelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir. Barla Lahikası 7)

Nasılki, عَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem’in melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir.

(Secde hadisesinin belâgat’ını izahtan evvel insanın hakiki kıymeti ders veriliyor.)

Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:

  • Nev’-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve (İnsanın kendisindeki istidatlarını bilmesine ulûm )
  • Kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve (Kâinatın enva’ının birbiri ile aralarında olan münasebatı insanın bilmesine fünun denir.)
  • Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli maarifin talimidir ki; (İnsanın Allah’ı bilmesine maarif denir.)

(İnsanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte Sözler 262)

Nev’-i beşere değil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermiş.

Ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü;

Melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki:

Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle;

  • Nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve o enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber;
  • O nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek,

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.

(Hem Kur’an-ı Hakîm, münasebat-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebatı düşünmeyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. Lem’alar 109)

 İkinci Nükte:

(Hem kavm-i Musa (A.S.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestliğinden alınan ve “İcl” hâdisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûresinin Musa Aleyhisselâm’ın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor. Sözler – 401)

(Bu nükte içinde üç kısım sualin cevabı verilmiştir.

Birinci Sual ve Cevabı: Niçin cüz’i hadisattan bahsediyor? Çünki cüz’i hadisatın arkasında külli düsturların uçları vardır.

İkinci Sual ve Cevabı: Neden icl hadisesi üzerinde bu kadar mühim tafsilatla duruluyor? Çünkü herkesin bakarı ayrı ayrı olduğundan herkesin kendi bakarını temyiz ve tefrik etmesi için tafsilatta bulunuyor.

Üçüncü Sual ve Cevabı: Niçin tekrar ediliyor. Çünkü kıssa tek bir manayı ifade etmiyor. Her surede o surenin makamı itibariyle ayrı bir mana kazanıyor. Kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. Evet Kur’an-ı Azîmüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altun şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belâgata mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belâgat, onun belâgatına hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır. İşarat-ül İ’caz 31)

Mısır Kıt’ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt’ada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, İcl mes’elesinden anlaşılıyor.

İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakar-perestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor. (Tevhid hakikatının gösterilmesi ile batılı farkettirip batıldan uzaklaştırıyor.)

İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’caz ile beyan eder.

Buna kıyasen bil ki: Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak (Osmanlıca) Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesinde o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.

(Kıssa-i Musa’nın tekrarından çıkan lemaat-ı i’caz

اِنَّ قِصَّةَ مُوسَى اَجْدَى مَنْ تَفَارِيقِ الْعَصَا أَخَذَ هَا الْقُرْآنُ بِيَدِهِ الْبَيْضَاءِ

فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِدِينَ لِبَلَاغَتِهِ الزَّهْرَاءِ!

Şu kıssa, Kur’anda tekraren zikrolunur. Zira azîm bir kıymeti var. Hakikatı büyüktür. Çok esrara mâliktir. Tesis-i İslâmiyet, hem tebliğ-i risalet,

Tahammül-ü meşakkat, hem de telkin-i ümmet, telakki-i millette bir üsve-i hasene, hem bir misal-i enseb o kıssa-i Musa’dır. Esasat-ı risalet,

Desatir-i mühimme, o kıssa zımnındadır. Vücuhunda tenevvü’, cihatı da kesîre. İkinci derecede tebaiye bir cihet

Hayatın maziye, müstakbele uzanmış derin hem pek de geniş içtimaî hayatın desatiri câmi’dir. Ziya gıda gibidir ihtiyac-ı hakikat.

Düstur tekerrür etse, ders de tekerrür eder. İkinci derecede binler düsturlarından birkaç tane nümune: Meselâ Firavuna hitaben şu cümle-i azamet,

Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ

Şu Feraîn-i Mısrî’nin mumyalarla emvatın ecsadını maziden müstakbele nakleden garib bir düstur-u mevtâlûd-u hayatı ihtarla verir dehşet.

Hattâ Firavun-u Musa bedeni de nacidir, seyl-i zaman atmıştır mumya tahta üstünde şu asrın sahiline. Atîk bir yadigâr-ı ibret.

Meselâ: يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا

Şu kelâm bize diyor: O dağsız, düz kıt’anın tâgi salatîninde ehramların inşası arzu-yu garibi bir meyelan-ı haşmet,

Hükümran olduğunu muhteşem ehramlara, zulüm ve abes şeylere vücud veren bir düstur. Bu cümle eder ihtar, verir bir ders-i hikmet.

Meselâ: اِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسٰى

Şu hüküm beşere der: “Akvam-ı cihanın beyninde, kavm-i benî İsrail efradları elinde muzır, hem de haram gayet büyük bir servet.

Lâsiyyema vesail-i riba ile servetleri tutturan, hem de onu toplayan hariskâr bir düsturu şu cümle ihtar eder. Dinliyor beşeriyet.

Meselâ: وَ لَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَدًا

Şu cümlenin zımnından kavm-i Yehud’a mahsus bir tarz hırs-ı hayat, bir çeşit havf-ı memat; beşere ihtar eder bir düstur-u garabet.

Onlardan bir cemaat huzur-u Nebevîde münazara isterken, kendini haklı bilen mevti temenni edip izhar etsin bir hüccet

Teklif etti Peygamber. Kimse lisan-ı kalle etmedi hiç cesaret. Yine lisan-ı halle, hırs-ı hayat hissiyle şimdiye dek o millet

Hâlâ kılar istinkâf, mevti etmez temenni. Bunu bilsin her cebîn: Havf-ı mevt, mevt getirir; hırs-ı hayat zilleti. İşte i’caz-ı âyet.

Meselâ: يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ

Bu cümlenin zımnında bedbaht kavm-i Yehud’un kaderin kalemiyle alınlarına yazılmış hayatî müdhiş düstur daimî bir musibet

O da budur: O kavmin cihanın aktarında hemen şimdiye kadar mükerrer hedef olmuş, o bedbaht olmuş millet

Pek çok katl-i âmlara. Kızlarıyla hayatta sefahet âleminde büyük rol oynanılmış. İşte bu kelâm der: O asırda hâdise-i musibet,

A’sarın düsturudur, ihtar eder beşere. Hâdise düstur olmuş, o milletin manevî şahsiyeti göstermiş müşahhas bir cemaat.

Meselâ: وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ

Evet havf-ı mevt, mevte sebeb. Hırs-ı hayat, illet-i zillet. Bu iki düstur-u hikmet, içine almış iki cümle-i âyet.

Hem şu cümlenin zımnında, evvelki düstur gibi kaderî bir düsturu, ihbar-ı gayb nev’inden beşere ihtar eder. Hem de eder işaret

Ki, o kavm-i azîmin eskide hâkimiyet, azametli bir tarih olmuş olduğu halde; inad ve hırs-ı hayat, vermiş onlara zillet ile esaret.

Meselâ: وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ ۞ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ

Şu cümlede o kavmin bu zamana kadar da beşerde oynadığı ifsad ile, riba ile, hile ile, hem hıyanet

Derin bir intikamla müfsidane bir rolü, o inadlı rolünü oynattıran hâlet-i ruhîdeki düsturu ihtar eder şu âyet.

Şu kaç cümle nümune, denizden yedi katre. Hâdise etse tekerrür, inkılab eder düstura. Kur’andaki tekerrür bu sırra eder remzi, hem de eder delalet.)

* * *

 Üçüncü Nükte:

(Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla; tabaka-i türabiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor. Sözler – 401)

  • ثُمَّقَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً
  • وَاِنَّمِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ
  • وَاِنَّمِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ
  • وَاِنَّمِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

(Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı, şimdi de taş gibi, ya da taştan da beter hale geldi. Çünkü taşlardan

  1. Öylesi var ki; içinden nehirler kaynıyor,
  2. Yine öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor,
  3. Öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlerde yuvarlanıyor…

Ve sizin neler yaptığınızdan Allah gafil değildir. Bakara Suresi 74. Âyet

Âyette taşların vaziyeti üç cümle ile izah ediliyor. Âyet kalblerinin katılığını قَسَتْ kelimesi ile ifade ederken ق, س ve ت harfleri seçilmiştir. Bu harfler sert okunan harflerdendir. Hem kalbin sertliği hemde harflerin sertliği ile Kur’anın nazmındaki i’cazı gösterilmiştir.

Âyetin bir i’caz vechide taşların vaziyetini malumu ilam kabilinden nazara vermesinden anlaşılıyor ki arkasında başka külli manalar vardır. Meselâ, sen birisine desen: “Sen hâfızsın.” O, malûmunu i’lam kabîlinden olur. Demek maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum. Lem’alar 269)

Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes’eleler suretinde bahis ve beyanda

  1. Ne mana var,
  2. Ne münasebet var,
  3. Ne ihtiyaç var?”

Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’andan şöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var.

Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’anın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet i’caz-ı Kur’anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur’anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: (İhtisar edilmesi Kur’anın îcazına ve basitleştirilmesi ise Kur’anın irşadına bakıyor.)

  • Kur’anın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me’luf ve cüz’î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. (Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünki muhatabların ekserisi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besatet-i efkârını okşamak için tekrar ile, semavat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Lem’alar 128)
  • Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. (Tesadüfî ve karışık tevehhüm edilen küllî unsurların, büyük mahlukatın zahiren karışık vaziyetleri dahi, bir hikmet ve san’at ile vaziyetler alıyorlar. Sözler – 670)

İşte bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Hakîm şu âyetle diyor:

(1- Taşların fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini nazara vermekte dünyaya geliş gayesini unutan insana vazifelerini ihtar etmekle kalbi katılaşan insanların kalbelerini yumuşatmak manası vardır. İhtar edilen vazifeler; evamir-i İlahiyeye karşı muti’ ve müsahhar olunması ve kaderden gelen İcraat-ı Rabbaniyeye itiraz edilmemesi ve  tasarrufat-ı İlahiyedeki kemal-i hikmetin görünmesidir.)

Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. (Kalbin katılaşması, Allah’ın emirleri ve yasaklarına uyulmaması, hissiyatların ihtizaza gelmemesi ve hakikatların anlaşılamaması şeklinde görülür.)

Zira görmüyor musunuz ki, (Taşların fıtratı gösteriliyor.)

O pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar,

  • O kadar evamir-i İlahiyeye karşı muti’ ve müsahhar ve
  • İcraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki,

havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. (Hayatdarane mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istila etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmibeş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde; ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar. Şualar – 112)

Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor.

____

{(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur’an’a yakışır.

İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor.

İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir.

Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir.

Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.}

_____

(2- Zeminde hayatın devamına vesile olan taşların fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesi nazara verilmekle beşeriyet âlemindeki manevî hayatın devamına vesile olan eşhasın vasıfları arasındaki münasebet gösterilmiştir. Zira beşeriyet âleminin en karanlık fetret devirlerinde her bir nebi evamir-i İlahiyeyi tebliğ vazifesinde kemal-i inkıyad göstererek nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. Hem Hakîm-i Zülcelal’in azamet-i kudretine karşı secde vaziyetinde bulunarak ümmetlerine hüsn-ü misal olarak onlarında aynı vazifeleri yerine getirmelerine rehberlik ediyorlar. Hem onların zor şartlar altında yaptıkları hizmetlerinde hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Hem bir kısım nebiler bulundukları yerlerde hizmet ettikleri gibi diğer bir kısım nebiler başka memleketlere hicret ederek hizmet etmişlerdir. Hem onlar bu vazifelerini tevazu içinde yerine getirirler yani Allah namına Alah’ın emirlerini halka tebliğ ederken kendilerinden birşey katmaz ve kendilerini diğer insanlardan büyük görmezler.)

Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının sühuletle suret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’an işaret ediyor (Ayetin sarahatinde yok ama işari manasında bu hakikat vardır. Evet havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i sühuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi.. Sözler 7) ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:

Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Za’f u acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karşı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. (İnsanın za’fını ve aczini anlaması, kalb katılığına değil daha ziyade evamir-i İlahiyeye imtisal ve secde etmesini netice vermesi gerekir.)

  • (Öylesi var ki; içinden nehirler kaynıyor.) Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar.
  • İtaatsizlik göstermiyorlar.
  • (Yine öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor.) Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor
  • Ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal’in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor.

Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor. (Evamir-i İlahiyeye karşı taşların parçalanması gibi semanın kalbi hükmünde olan kamerde hem evamir-i İlahiyye ile hemde Peygamber’in (A.S.M.) muhabbetiyle kalbini parçalıyor. Güya kalb-i sema hükmünde olan Kamer, mübarek olan kalbiyle inşikakta bir münasebet peyda etmek için sine-i saf ve berrakını mübarek parmağın işaretiyle iştiyakan şakk u çâk etmiştir. Muhakemat – 165)

Hem وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ ile şöyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki:

  • “Taleb-i Rü’yet” hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi;
  • Umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup, nebatata menşe’ olur.
  • Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi’ için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar.

Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terkedip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını,

Belki bir Hakîm-i Kadîr’in tasarrufat-ı hakîmanesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise; o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü san’atı; kat’î, şübhesiz şehadet eder.

(Taşların yüksek mevkii terkedip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmesi ile tevazu dersi veriliyor. Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlukat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukıyet nisbetinde de birdirler.” Lemalar – 114

Alçak gönüllülük Allah namına olursa tevazu nefis hesabına olursa zillet olur. Mahviyetkarlık ise Allah namına yapılan tevazunun devamlı olmasına denir. Öyle de Allah namına boyun eğmemek izzet, nefis hesabına boyun eğmemek ise kibirdir.

Tevazuu ve Mahviyetkârlığı: Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünki Üstad sohbet ve te’liflerinde kendine bir kutb-ül ârifîn ve bir gavs-ül vâsılîn süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir. Tarihçe-i Hayat – 15)

İşte şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’anın letafet-i beyanına ve i’caz-ı belâgatına; nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.

(3- Taşların fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini nazara vermekte kalbi katılaşan insanları irşad etmek için ihtiyaç vardır.

Birinci fıkradaki irşad ciheti: Hissiz, âdi camid taşlar, Zât-ı Zülcelal’in emrine itaat ederek ağızlarından Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri akıtmakla mu’cizat-ı kudretini ve vahdaniyetini gösterdiği halde kalb katılığı ve kasavetinizle nasıl evamirine karşı itaatsizlik ederek gaflette kalıp Fâtır-ı Zülcelal’in nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

İkinci fıkradaki irşad ciheti: Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır. Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp, gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor.

Üçüncü fıkradaki irşad ciheti: Taşlardan ibaret olan dağlar, Allah’ın haşyetinden ezilip dağıldığı halde, ne cesaretle Allah’tan korkmayarak haşyetinden titremeyip, kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?)

(Kur’anın şefaati daha dünyada iken insanları irşad ederek yol göstermesiyle bilinir. Şefaat manasını Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam için düşündüğümüzde dünyada iken Hadis ve Sünnet-i Seniyyesi ile irşad etmesiyle bilinir. Rehber ise, senin gibi Kur’anın nuru altına girenlere, Kur’andır. الم lerin الر ların حم lerin başlarına bak, anla ki; Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçı, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör! Mektubat 384)

(Kur’anın irşad tarzı önce hakikatı ders verip sonra şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurarak hissiyatları da galeyena getirmesidir. Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece munis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu: Benî-İsrail’e der: “Musa Aleyhisselâm’ın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, oniki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Musa Aleyhisselâm’ın bütün mu’cizatına karşı lâkayd kalıp; gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?”  Sözler – 383)

(Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Lem’alar 9

Kalbden iman nurunun çıktığını gösteren alâmeti; fasık bir adam kendisinin salih olmasını temenni etmemesidir.)

Meselâ: İkinci fıkrada der: وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ

Şu fıkra ile Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip (bu inşikak ya haşyetten ya sürurundandır.) oniki gözünden oniki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir manayı ifham ediyor ve manen diyor: Ey Benî-İsrail! Bir tek mu’cize-i Musa’ya (A.S.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır. Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (A.S.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp, gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor. (Ey İnsan hangi insafla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın umum envâr-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur’aniye ile nurani muhteşem şahs-ı manevîsini bin mu’cizat ile muhat olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde getirdiği şeriatteki evamirini imtisal etmiyorsunuz? Sözler – 494)

Hem üçüncü fıkrada der: وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ

Şu fıkra ile Tûr-i Sina’daki münacat-ı Museviyede (A.S.) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-yı meşhureyi ihtar ile şöyle bir manayı ders veriyor ki: Ey Kavm-i Musa (A.S.)! Nasıl, Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tur’u tuttuğunu, (Cenab-ı Hakka ibadet etmek için Zâtını göstermesini isteyen kavm-i Musaya (A.S.) Cenab-ı Hakk kudretini gösterek Cebel-i Turu başları üstünde tutarak ibadet etmeleri için ahz-ı misak yapıyorlar.) Hem taleb-i rü’yet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip, kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?

Hem birinci fıkrada diyor: وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

(Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara… Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünki onlara terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faidelerin ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hacetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki; bir Rabb-ı Hakîm’in teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir. Sözler – 671)

İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirine Cennet’ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.”

Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennet’tendir.”

Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder.

İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda

_____

{(Haşiye): Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van Vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ اْلاَرْضَ عَلَى مَاءٍ جَمَدْ kat’î delalet ediyor ki: Asl-ı hilkat-ı arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.}

_____

mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör. Ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur’an-ı Hakîm’in irşadî bir lem’a-i i’cazını gör, Allah’a şükret.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْآنِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضَى وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir