Yirmiikinci Söz İkinci Makam ve Hâtime

Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamı

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ ٭

Zümer Suresi 62- Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil de O’dur.

 لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ ٭

Zümer Suresi 63- Bütün göklerin ve yerin kilitleri O’nundur.

 فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭

Yasin Suresi 83- O halde her şeyin mülkü ve tasarrufu (hükümranlığı) elinde bulunan Allah’ın şanı ne yücedir. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

Hicr Suresi 21- Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Fakat biz, onu ancak ihtiyaca göre, belli ölçülerde veririz.

 مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ٭

Hud Suresi 56- Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, İdaresi ve yönetimi O’nun elinde olmasın.

 اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ٭

Hud Suresi 56- Şüphesiz rabbimin yolu dosdoğru yoldur.

Mukaddeme

Erkân-ı imaniyenin kutb-u a’zamı olan iman-ı billaha dair

  1. “Katre Risalesi”nde, şu mevcudatın herbirisi, ellibeş lisanla Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine delalet ve şehadetlerini icmalen beyan etmişiz. (Mesnevî-i Nuriye’nin tercümesini yapan Abdülmecid Abi ellibeş lisanın yirmiden ziyadesini, Abdülkadir Badıllı Abi ise ellibeşini icmalen beyan etmiştir. Ellibeş lisanın tafsilli izahı ise Otuzüç Pencere de yapılmıştır. Otuzüç Pencere de vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve şuunat-ı Rabbaniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delaletlerini, mücmel ve kısa bir surette beyanlarını yapılmıştır. Sözler – 653)
  2. Hem “Nokta Risalesi”nde, Cenab-ı Hakk’ın delail-i vücub ve vahdaniyetinden, herbirisi bin bürhan kuvvetinde dört bürhan-ı küllî zikretmişiz.

(Birinci Bürhan: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Şu bürhan-ı neyyirimiz Şuaat’ta tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeamızda münevver bir mir’attır.

İkinci Bürhan: Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber olan kâinattır.

Üçüncü Bürhan: Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan, Kelâm-ı Akdes’tir.

Dördüncü Bürhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyaratın mültekası vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuaını neşrederler. Mesnevi-i Nuriye 246)

  1. Hem oniki kadar arabî risalelerimde, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve vahdaniyetini gösteren yüzler kat’î bürhanları zikrettiğimizden, (Mesnevi-i Nuriye, Muhakemat, İşarat-ül İ’caz gibi risalelere işarettir.)

Şimdi onlara iktifaen derin tedkikata girişmeyeceğiz. Yalnız şu Yirmiikinci Söz’de Risalet-ün Nur’da icmalen yazdığım oniki lem’ayı, iman-ı billah güneşinden göstermeğe çalışacağız.

Birinci Lem’a:

(Esbab, eşyanın mülk ciheti ise esbabın aciz ve şuursuz olması arkasında görünen kudret ve ilim sahibi olan Zât, melekût cihetidir. Esbab icada el uzatamaz. Esbab içinde en küçük bir cüz’ün kudret ve ilmi olmadığından o cüz’ün üstünde görünen icraat tevhidi isbat eder.)

Tevhid iki kısımdır.

Meselâ: Nasılki bir çarşıya ve bir şehre (Çarşı ve şehir, kâinata işarettir.) büyük bir zâtın (Cenab-ı Hakk’ın) mütenevvi malları gelse, (Mütenevvi mallar, esma ve sıfatın tecellisine işarettir.) iki çeşitle onun malı olduğu bilinir. Biri; icmalî, (Bütün icraatları ile değil bir kısım icraatları ile tanımak, icmalde kalmaya işarettir.) âmiyanedir ki: (Ümmi okuma yazma bilmeyen kişiye denildiği gibi kâinatta tecelli eden isim ve sıfatları okuyamamak ta ümmiliktir.) “Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahib olabilsin.” Fakat böyle âmi bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir. (Hırsızlık, Cenab-ı Hakkın rızası olmaksızın Ona ait tasarrufatı esbabdan ve kendinden bilmek ve verilen nimetlerin şükrünü eda etmemktir.) Parçalarına çok adamlar sahib çıkabilir.

İkinci çeşit odur ki;

Her denk üzerinde yazıyı okur, (Her eşya üstünde tecelli eden esmayı okur.)

Her bir top üstünde turrayı tanır, (Top ve haliçe gibi teşbihlerle zemin yüzüne işaret ediyor.)

Herbir ilân üstünde mührünü bilir (Zihayatlar birer ilânname hükmündedir.)

Bir surette “Herşey o zâtındır” der. (İcmalî olarak değil tafsilli bir surette tanır.)

İşte şu halde herbir şey o zâtı manen gösterir.

Aynen öyle de: Tevhid dahi iki çeşittir:

Biri: Tevhid-i âmi ve zahirîdir ki, “Cenab-ı Hak birdir, şeriki naziri yoktur, bu kâinat onundur.” (Tevhid-i âmi Lailahe İllallahı zahiren der bir kısım delillerini görür ama İllallah’ın bütün delillerini göremez ve zıddının muhal olduğunu isbat edemez. Bir kısım insanlar da iman taklidi dahi olsa ameli ve takvası bulunabilir. Böyle bir kişiye imanı kavi ve taklidi denilebilir.)

İkincisi: Tevhid-i hakikîdir ki, (Tevhid-i hakikî ise Lailahe İllallahı bütün delillerini görmekle beraber İllallah’ı yani zıddının muhal olduğunu da isbat eder.)

Herşey üstünde (Herşey üstünde kudret, ilim ve irade eseri olarak esmanın tecellisindeki rububiyetini ve san’atlardaki nakışları görmek gerektir.)

  • Sikke-i kudretini (Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle itibari vücud mertebesinden imkanî vücud mertebesine eşyanın çıktığını görmek.)
  • Ve hâtem-i rububiyetini (İmkanî vücud mertebesine çıkan eşyada tecelli eden herbir esmada Cenab-ı Hakk’ın idare ve tedbirindeki rububiyeti görmek)
  • Ve nakş-ı kalemini (Binbir çizgilerin kalemle çizilmesiyle nakışların ortaya çıkması gibi binbir esmanın tecelisiyle eşya ve hadisatın ortaya çıkması)

görmekle doğrudan doğruya herşeyden onun nuruna karşı bir pencere açıp

  • Onun birliğine
  • Ve her şey onun dest-i kudretinden çıktığına
  • Ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, (Nasılki uluhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; “Allah” bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de; rububiyetinde ve icraatında ve icadatında dahi şeriki yoktur. Mektubat 224)

şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir (Şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik etmek Kur’an’ın bir lem’a-i i’cazı olan temsilat ile olabilir. Temsilâtın hikâyeler suretinde olması ile hakikat zevk edilerek ince manalara yol açılır. Bu maksadla temsilat ile umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir. Sözler – 616)

Ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. (Tevhid-i hakikî ise hem La İlâhe hem de İllallah der. Her şey de tevhidin delillerini görür. Şeriki reddeder. Bunu da meleke haline getirmek gerektir. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. Mesnevi-i Nuriye – 12)

Biz dahi şu Söz’de, o hâlis (Kur’anî bir usulle ders verdiğinden hâlistir.) ve âlî (bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor olmasından âlîdir.) tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz.

(İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatları var ki, binbir esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki: “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. Evet

  1. İman-ı taklidî, çabuk şübhelere mağlub olur.

Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var.

  1. Meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şübhelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şübheye karşı bazan mağlub olur.
  2. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.
  3. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. Emirdağ-1 – 103)
Birinci nükte içinde bir ihtar:

(Bu ihtar mukadder bir suale cevabdır.

Sual: Tevhid ve celal esbabın tesir-i hakikîden ellerini çekmesini istediği halde izzet ve azamet neden aklın nazarında esbabın, kudret eline perde olmasını istiyor?

Elcevab: Gelecek cümlelerde esbabın vaz’edilmesinin izzet noktasındaki iki hikmeti anlatılıyor. Azamet noktasında esbabın vaz’edilmesinin hikmetleri ise güneş temsili ile izah edilmiştir. Zira güneşin binbir esmaya teşbih edilmesiyle esma adededince şeffaf eşya üstünde görünen akislerinin bir araya gelmesinden azamet anlaşılıyor.

Birinci Hikmet: Aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini muhafaza için esbab vaz’edilmiştir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Zira eşyanın mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır. Yani eşyanın mahiyetindeki noksan ve kusurdan dolayı esmanın güzelliğini ya bir derece göstermek veya gösterememek gibi halat vardır.

İkinci Hikmet: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemekle izzetini muhafaza için esbab vaz’edilmiştir. Tâ şekvalar esbaba gidip Rahmet-i İlahiye küsmesin. Zira zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlât vardır. Yani itirazların Âdil-i Mutlak’a tevcih edilmemesi için esbab vaz’edilmiştir. Azrail Aleyhisselam, hastalıklar gibi)

Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir. Çünki

  1. İzzet (Haksız şekvaların Cenab-ı Hakk’a gitmemesi için perdelere ihtiyaç vardır. Göstermeyen perde Azrail Aleyhisselam, hastalık ve mahiyetler gibi)
  2. Ve azamet (Cenâb-ı Hakk’ın azametini anlamamız için âyinelere ihtiyaç vardır. Zira esbabın tesiri olmadığını anlamamız için esbab va’z edilmiş. Bu nokta-i nazarla esbab, insanların nazarında Cenâb-ı Hakkın azametini gösteren sinema perdesi gibi bir perdedir.)

Öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünki tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. (Tevhid ve celal perdelerin insanların nazarından kalkıp doğrudan doğruya tesir sahibinin kudret-i Samedani olduğunun görünmesini iktiza ediyor. Bütün esmanın bir noktada temerküz etmesi Ehadiyeti, bütün esmanın bir tek mahlûkun ihtiyaçlarını karşılaması ise Samediyeti gösterir.)

  1. Sultan-ı Ezelî’nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir.

Belki o saltanatın dellâllarıdırlar (Ve bu dellâllara kulak ver ki, mu’ciznüma bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemalâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemal-i manevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letaifinden bahsediyorlar. Sözler 51)

Ve o rububiyetin temaşager nâzırlarıdırlar. (Rububiyetin azametini ilan ederler. Şöyle ki; Benim Sâni’im öyle bir zâttır ki; hiçbir şey ondan gizlenemez, hiçbir şey ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar sühuletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini, kemal-i intizamla benim mahiyetimde derceden bir zâttır. Sözler 595

Hemde temaşa ederler. Şöyle ki; Hamele-i Arş ve Semavat denilen melaikenin birinin ismi “Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr” olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak arş ve semavata saltanat-ı rububiyetine nezaret etmek için tayin etmiştir. Lem’alar 92)

  1. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pişe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat etmiş değildir.
  2. Demek esbab vaz’edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. (Cenab-ı Hakkın izzetini muhafaza etmek için birinci hikmette kudretin noksaniyetten münezzehiyetini ayna misali ile anlatılıyor.)

Zira âyinenin iki vechi gibi, herşeyin bir “mülk” ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer. (Aynanın mülevven yüzü denildiğinde sadece arka sır cihetini yani eşyanın mahiyetini düşünürsek eşyanın mülk cihetindeki kusurların esmayı İlahiyeyi göstermeyip gizlediğini anlarız. Eğer aynanın mülevven yüzü denildiğinde aynanın muhtelif renklere ve hâlâta medar olan düzgün veya eğri büğrü veya farklı renklerle boyalı yüzünü düşünürsek aynalar adedince mülk cihetinde esmanın güzelliğini gösterebilmekte mertebeler ortaya çıkar. Böyle düşünürsek bu daha külli bir anlayış olur.)

Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. (Muhtelif halat esmanın güzelliğini göstermek veya göstermemek gibi halat olabilir.)

(Gökteki güneşin âyinelerde tasarrufu var. Bazı âyinelerin büyük, bazısının küçük, bazı âyinelerin eğri büğrü, bazısının düzgün, bazı âyinelerin renkli, bazısının şeffaf olması hakikatta güneşi ne küçük, ne eğri büğrü ne de farklı farklı renklerde yapar. Güneşin güzelliğini gösteren âyinenin parlak yüzü olduğu gibi güneşin güzelliğini gösteremeyen ayinenin mülevven yüzüdür. Aynen öylede Cenab-ı Hakk’ın güzelliğini gösteren eşyanın melekutiyet ciheti olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın güzelliğini gösteremeyen kusur ve noksanlıklar eşyanın mülk cihetidir.)

Biri “melekût”tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat canibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzât mübaşeretine münasibdir, izzetine münafî değildir. Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur.

  1. Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: (Haksız şekvaların Cenab-ı Hakka gitmemesi için göstermeyen perdelere ihtiyaç vardır.)

Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler.” Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibadımın ortasında, musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler.” İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir. Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında… Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…

(Cebriye, sebebleri inkar etmekle ifrat ettiği gibi mu’tezile de sebeblere tesir vermekle tefrit ediyor.)

(Yirmiüçüncü Lem’ada, Yirmibeşinci Söz’ün İkinci Şulesi’nin İkinci Nur’unun Yedinci Sırr-ı Belâgatında, Otuzikinci Sözde ve Otuzüçüncü Söz’ün Yirmiyedinci Penceresinde sebeblerin icraat sahibi olamayacağının izahı vardır.)

İkinci Lem’a:

(Bu bürhanda bir şeyden herşeyin yapılması ve herşeyden bir şeyin yapılması ile hayat üstündeki sikke-i tevhid görülüyor. Hayat üstündeki sikkede üç hayat mertebesinden biri olan itibari vücutların imkani vücutlara çıkmasındaki tevhid delilleri gösterilmiştir.)

Bak şu kâinat bostanına, şu zeminin bağına, şu semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et!. (Bu dikkat et gibi tabirler birçok Lem’ada karşımıza çıkacak. Sebebi ise ülfet nazarından kurtarmak içindir. Evet kasemat-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’-ul asâdır. Muhakemat 14)

Göreceksin ki, bir Sâni’-i Zülcelal’in, bir Fâtır-ı Zülcemal’in, o serilmiş ve serpilmiş masnuattan

  • Herbir masnuüstünde Hâlık-ı Küll-i Şey’e mahsus bir sikkesi (Sikke, kıymetsiz bir şeyi kıymetli hale getiriyor. Masnuat itibarî vücud mertebesinde kıymetsiz bir vaziyette iken yaratılması ile yaratanına nisbet edilmekle kıymettar bir vaziyet almaktadır. Demiri taşı toprağı gaybi avcuna alıp kıymetdar hayatın verilmesine işarettir.)
  • Ve herbir mahlukuüstünde Sâni’-i Küll-i Şey’e has bir hâtemi (Hatem, Padişahın vazifelendirdiği memurların vurduğu mühürdür. Mahlûkat canibinden âlem-i şehadetteki zihayatlar üstünde görülen hatemdir. Mahlukat yaratılıp itibari vücud mertebesinden imkanî vücud mertebesine çıkmasıyla görünen hâtem, herbir mahlukun bütün âlemle münasebettar bir surette yaratılması hakikatıdır. Herbir mahluku bütün âlemle münasebettar bir surette yaratmak Sâni’-i Külli Şey’e mahsus bir hâtemdir.)
  • Ve kalem-i kudretin birer menşuruolan sahaif-i leyl ü nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcudat üstünde taklid kabul etmez bir turra-i garrası vardır. (Doğrudan doğruya padişahın bastığı mühre turra denir. Yani Cenab-ı Hakkın doğrudan doğruya yaptığı öyle bir icraatı var ki, ihya gibi esbab perde olamıyor. Leyl-ü nehar, yaz ve baharı sahifeye, kudreti kaleme teşbih dilmiştir. Bu teşbih تَجْرِى ayetinin tefsirinden çıkartılmıştır. Güneş döner tabiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudret-i İlahiyeyi ihtar ile Sâni’in azametini ifham eder. Ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedaniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelal’in hikmetini i’lam eder. Sözler 377)

Şimdi o sikkelerden, o hâtemlerden, o turralardan nümune olarak birkaçını zikredeceğiz.

Meselâ: Hesabsız sikkelerinden, hayat üzerinde koyduğu çok sikkelerinden şu sikkeye bak ki: “Bir şeyden herşey yapar, hem herşeyden birtek şey yapar.” Çünki nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesabsız âza ve cihazat-ı hayvaniyeyi yapar. İşte birşeyi herşey yapmak elbette bir Kadîr-i Mutlak’ın işidir. Hem yenilen hadsiz taamlardan, -o taam ise hayvanî olsun, nebatî olsun- o müteaddid maddeleri, has bir cisme kemal-i intizam ile çeviren ve ondan mahsus bir cild nesceden ve ondan basit cihazları yapan; elbette bir Kadîr-i Küll-i Şey’dir ve Alîm-i Mutlak’tır.

Evet, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, şu destgâh-ı dünyada, hikmetiyle hayatı öyle bir kanun-u emriye-i mu’ciz-nüma (mu’ciznüma emri kanunlar, Cenab-ı Hakkın ilminde olan kaderi programlardır.) ile idare ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek; bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir zâta mahsustur.

İşte eğer aklın sönmemiş ise, kalbin kör olmamış ise anlarsın ki; bir şeyi kemal-i sühulet ve intizamla herşey yapan ve herşeyi kemal-i mizan ve intizamla san’atkârane birtek şey yapan, herşeyin Sâni’ine has ve Hâlık-ı Küll-i Şey’e mahsus bir sikkedir.

Meselâ görsen: Hârika-pişe bir zât, bir dirhem pamuktan (Pamuk, tohuma işarettir.) yüz top çuha (Çuha, yaprağa işarettir.) ve ipek veya patiska gibi mütenevvi sair kumaşları o tek dirhem pamuktan nescetmekle beraber; helva, baklava gibi (helva ve baklava, meyveye işarettir.) çok taamları dahi ondan yapıyor.

Sonra görsen ki o zât, demiri ve taşı, balı ve yağı, suyu ve toprağı (Unsurlara işarettir.) avucuna alır, (Avuç, Kudret eline işarettir.) bir güzel altun yapar. Elbette kat’iyyen hükmedeceksin ki o zât, öyle kendine has bir san’ata mâliktir; bütün anasır-ı arziye, onun emrine müsahhar ve bütün mevalid-i türabiye, onun hükmüne bakar. Evet hayattaki tecelli-i kudret ve hikmet, bu misalden bin derece daha acibdir.

İşte hayat üstündeki çok sikkelerden birtek sikke… (İtibari vücutlar üzerine basılan bir şeyden herşeyi, her şeyden bir şeyi yapmak sikkesi ile kıymetsiz halde ademde olan itibari vücutlar, kıymetdar hale geliyor.)

(Onuncu Söz’ün Birinci İşareti’nin âhirinde, “Evet, bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak her şeyin Hâlıkına has bir iştir.” Şu cümle hem Yirmiikinci Söz’ün Lem’alarında, hem Otuzüçüncü Mektub’un Pencerelerinde, hem Yirminci Mektub’un onbir kelimelerinde izah ve isbat edilmiştir. Buradaki külliyet nisbî ve örfîdir. “Bir şeyden her şeyi yapmak”taki murad, bütün dünyanın mevcudatını bir şeyden yapmak ve icad etmek değildir. Belki ondaki murad; bir şeyden yani bir katre sudan, bir insanın, bir hayvanın her şeyini, her eczasını, herbir cihazatını halkediyor ve bir şey olan topraktan nebatat ve hayvanatın herbir şeylerini ondan halkeder demektir. Hem “her şeyi bir tek şey yapmak” cümlesindeki külliyet mukayyeddir, nisbîdir. Yani insanın yediği her nev’ taamdan, o insanda basit bir cild ve bir kan ve bir et ve hâkeza…

Elhasıl: Bu külliyetten maksad odur ki; bir şeyi çok muhtelif eşyaya çevirmek ve birçok muhtelif eşyayı da bir tek şey yapmak, ancak Hâlık-ı Küll-i Şey’e mahsustur. Barla – 339

Hayat üstündeki sikkenin izahatı: Bir şeyden her şeyi yapmaktaki her şeyi yapmak tabiri nisbidir. Yani bir şeye çok sıfat ve vasıfların takılması demektir; nutfe bir su iken suya ait bir tek sıfattan görmek, işitmek gibi sıfatları yapmağa işarettir. Aynı manayı her şeyden bir şey yapmak için düşündüğümüzde, bir çok şeyde bulunan sıfatlardan bir tek sıfat yapılması insanın yediği farklı sıfatlı taamlardan, o insanda basit birtek sıfatlı cild ve kan ve et yapmaya işarettir. Aslında bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak bir şeyin daha önce her şey ile münasebetdar olduğunun bilinmesinin zahiri halidir. Hakikatı ise vücud-u ilmilerin bilinmesidir. Bir şey vücuda gelmezden evvel bilinmezse onunla münasebettar her şeyle alâkadar bir surette yaratılamaz. Buna delil bir şey – her şey misalidir.)

Üçüncü Lem’a:

(Zihayat üstündeki hatemde imkanî vücuda çıkmış mevcudatdaki tevhide olan deliller gösterilmiştir. Mahlukat canibinden âlem-i şehadetteki zihayatlar üstünde görülen hatemdir. Zihayat üstündeki san’at, imkanî vücut mertebesindeki mevcudata basılan bir hatemdir. Hâtem memurların padişah namına bastığı mühre denir. Yani zahiren neticeler, san’atlar sebeblerin elinde gibi görünür ama sebebler neticeyi vücuda getirmekte aciz olduğundan anlıyoruz ki esbab olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.)

Bak,

Şu kâinat-ı seyyalede, (Zaman itibariyle)

Şu mevcudat-ı seyyarede (Mekân itibariyle)

cevelan eden zîhayatlara! Göreceksin ki: Bütün zîhayatlardan herbir zîhayat üstünde Hayy-u Kayyum’un koyduğu çok hâtemleri vardır. O hâtemlerden bir hâtemi şudur ki:

O zîhayat, meselâ şu insan,

  • Âdeta kâinatın bir misal-i musaggarı, (Birinci Remiz: Ey esbabperest insan! Acaba garib cevherlerden yapılmış bir acib kasrı görsen ki, yapılıyor. Onun binasında sarfedilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs’te, bir kısmı Yemen’de, bir kısmı Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında aynı günde şark, şimal, garb, cenubdan o cevherli taşlar kolaylıkla celbolup yapıldığını görsen; hiç şübhen kalır mı ki; o kasrı yapan usta, bütün Küre-i Arz’a hükmeden bir hâkim-i mu’cizekârdır.

İşte herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlahîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz’dan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi; hacatı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvarında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir.

İşte ey kendini insan zanneden insan!

Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zât olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir zât olabilir. Öyle ise insanın mabudu ve melcei ve halaskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir. Lemalar – 135)

  • Şecere-i hilkatin bir semeresi (Ağacın meyveye hizmet etmesi gibi ağaçta ne varsa meyvede vardır. Evet herbir eser, hususan zîhayat olsa, kâinatın küçük bir misal-i musaggarıdır (Hal) ve âlemin bir çekirdeğidir (Evvel) ve Küre-i Arz’ın bir meyvesidir. (Ahir) Öyle ise; o misal-i musaggarı, o çekirdeği, o meyveyi icad eden, her halde bütün kâinatı icad eden yine odur. Çünki meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olamaz. Öyle ise herbir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi Mektubat 333)
  • Ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki, (Ağaç ta ne varsa çekirdekte de vardır. Hem nasılki bir kavunun (meselâ) her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zât elbette odur ki; o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir. Aynen öyle de, rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan; elbette en küçük bir zîhayatın hâlıkı ve rabbi, bütün zeminin ve kâinatın hâlıkı olmak lâzım gelir. Şualar 170)
  • Güya o zîhayat bütün kâinattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir.

Demek, şu zîhayatı halketmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzımgelir.

İşte, eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki:

  • Bir kelime-i kudreti, meselâ “bal arısı”nı ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak (Bal arısını yaratan kim ise alakadar olduğu kâinatı yaratan da odur.)
  • Vebir sahifede meselâ “insan”da şu kitab-ı kâinatın ekser mes’elelerini yazmak, (İnsan sahifesinde tecelli eden esma kimin ise kâinatta da tecelli eden de esma da onundur.)
  • Hembir noktada meselâ küçücük “incir çekirdeği”nde koca incir ağacının proğramını dercetmek (Çekirdeğin içinde ağacın programını yazan kim ise ağacı bütün kâinatla alâkadar yaratan da odur.)
  • Vebir harfte meselâ “kalb-i beşer”de şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın âsârını göstermek (Kalb-i beşeriyi bütün kâinatta tecelli eden esmanın asarını gösterecek bir arş suretinde yaratan kim ise bütün kâinatın tasarrufat merkezi olan Arş-ı A’zamı yataran da odur.)
  • Vebir mercimek tanesi kadar mevki tutan “kuvve-i hâfıza-i insaniyede” bir kütübhane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte dercetmek, (İnsanın kuvve-i hafızasında bütün ulûmu ve hadisatı yazan kim ise hariçte o ilim, irade ve kudret eseri olan kanunları koyan ve hadisatı yaratan da odur.)

Elbette ve elbette Hâlık-ı Küll-i Şey’e has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelal’ine mahsus bir hâtemdir.

  • Bal arısını kâinatla alâkadar surette yaratmak mahsus bir hatemdir.
  • İnsanı kâinatta tecelli eden esma adedince tecelliyata mazhar birsurette yaratmak mahsus bir hatemdir.
  • Çekirdeğin içinde ağacın programını yazdığı gibi ağacı da bütün kâinatla alakadar surette yaratmak mahsus bir hatemdir.
  • Kalb-i beşeriyi bütün kâinatta tecelli eden esmanın asarını gösterecek bir arş suretinde yaratmak mahsus bir hatemdir.
  • İnsanın kuvve-i hafızasında bütün ulumu vehadisatı yazdığı gibi hariçte ilim, irade ve kudret eseri olan kanunları koyup ve hadisatı yaratmak mahsus bir hatemdir.

İşte zîhayat üstünde olan pek çok hâtem-i Rabbanîden birtek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen: سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى بِشِدَّةِ الظُّهُورِ demeyecek misin? (İnsanın san’atıyla Hâlıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir, amma Hâlık’ın masnuu arkasında yetmişbin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır. Mesnevi-i Nuriye 217)

Dördüncü Lem’a:

(Tevhidin ihya yani hayat vermek cihetindeki turraları anlatılıyor. Cenab-ı Hak canibinden ihya etmekteki turradır.)

Bak, şu semavatın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et! (Mevcudatın rengarenk olması mazhar olduğu esmanın tenevvüne işarettir.)

Göreceksin ki; (Görmenin basamakları; bakmak, dikkat etmek ve görmek.)

herbiri üstünde Şems-i Ezelî’nin taklid kabul etmez turraları vardır.

Nasıl hayatta sikkeleri, (İkinci Lem’a)

zîhayatta hâtemleri (Üçüncü Lem’a) görünüyor ve bir-ikisini gördük.

İhya üstünde dahi öyle turraları (Dördüncü Lem’a) vardır. Temsil, derin manaları fehme yakınlaştırdığından bir temsil ile şu hakikatı göstereceğiz.

(Bu Lem’adaki meseleler başka risalelerde izah edilmiştir. Otuzuncu Söz İkinci Maksad Zerre Risalesi, Otuzüçüncü Söz Yedinci Pencere Zerre Penceresi, Yirmiüçüncü Lem’a, Nur Âleminin bir anahtarı gibi)

Meselâ, Güneş

(Katre, cam ve karın nazara verilmesi ile tecelliye mazhar olan ayinelerin mahiyetlerinin farklı olduğuna işaret ediyor. Nevler itibariyle ayrı olabildiği gibi aynı nevin efradında da mahiyet itibariyle ayrılık vardır.)

  • Seyyarelerden tut tâ katrelere kadar, (Nevler itibariyle Zişuurlara işaret edebileceği gibi aynı nevin efradı arasında da insan nev’inden Reşhaya işaret edebilir.)
  • Tâ camın küçük parçalarına kadar (Nevler itibariyle Zihayatlara işaret edebileceği gibi aynı nevin efradı arasındada insan nev’inden Zühreye işaret edebilir.)
  • Ve kar’ın parlak zerreciklerine kadar (Nevler itibariyle Cemadata işaret edebileceği gibi aynı nevin efradıarasındada insan nev’inden Katreye işaret edebilir.)

Şu Güneş’in misaliyesinden ve in’ikasından bir turrası, Güneş’e mahsus bir eser-i nuranisi görünüyor.

Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, Güneş’in

Cilve-i in’ikası (Cilve-i in’ikas, tam aksettiremiyor ama bazı hususiyetleri aksettirebilir. Taştaki tecellide sıcaklık vardır ama güneşi yansıtmaz.)

Ve tecelli-i aksi (Tecelli-i aksi: Tam aksettiren ayinelere, tecelli-i Zâti denir ki, Zât-ı Ahmediyye Aleyhissalatü Vesselam’a işarettir. Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim, Mir’at-ı Muhammed’den, Allah görünür daim. Barla Lahikası 86)

olduğunu kabul etmezsen,

  • o vakit herbir katrede
  • ve ziyaya maruz herbir cam parçasında
  • ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte;

tabiî, hakikî bir Güneş’in vücudunu bil’asale (Bil’asale: Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.) kabul etmek gibi gayet derece bir divanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir.

Öyle de: Şems-i Ezelî’nin tecelliyat-ı nuraniyesinden “ihya” yani “hayat vermek” cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki; faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklid edemezler.

Zira herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelî’nin şuaları hükmünde olan esmasının nokta-i mihrakıyesi suretindedir. (Kâinatta tecelli eden esma, kâinatın odak noktası hükmünde olan zihayatta da tecelli ediyor.) (Herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelî’nin şuaları hükmünde olan esmasının nokta-i mihrakıyesi suretinde olmasından herbir zihayat üzerinde Şems-i Ezelî’nin Cilve-i in’ikası ve tecelli-i aksini kabul etmezsen herbir zihayatta Şems-i Ezelî’nin bütün esmasının var olduğunu yani bir ilah olduğunu kabul etmek gerekir.)

Eğer zîhayat üstünde görünen

  • O nakş-ı acib-i san’atı, (Kâinatla münasebettar olması)
  • O nazm-ı garib-i hikmeti
  • Ve o tecelli-i sırr-ı ehadiyeti, (Kâinatın küçük bir hülasası olması)

Zât-ı Ehad-i Samed’e verilmediği vakit; (Bütün esmanın bir noktada temerküz etmesi Ehadiyeti, bütün esmanın bir tek mahlûkun ihtiyaçlarını karşılaması ise Samediyeti gösterir. Ehadiyet ve Samediyetteki icraat aynıdır. Bizim nokta-i nazarımıza göre ifade edilen mana değişiyor.)

Herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte

  • Nihayetsiz bir kudret-i fâtıra içinde saklandığını
  • Ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu
  • Ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcud olduğunu,

(Kün iradeye bakar. İradesi Kudret ve ilmi de tazammun ettiğinden feyekun der eşya hemen olu verir. İlim, İrade Kudret esas ama kâfi değil.)

  • Belki Vâcib-ül Vücud’a mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek,

âdeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir uluhiyet vermek gibi dalaletin en eblehçesine, hurafatın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir. (Zihayattan başladık, sineğe sonra çiçeğe en sonunda da zerreye geçtik.)

Zira o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, (Hususan tohum denilmesi: tohum ferd’in bütün hususiyetlerini taşıdığı için altta gelecek hakikatı daha zahir gösterir.) öyle bir vaziyet verilmiş ki; (bir Kadîr-i Mutlak’ın memuru olduğunu üç vaziyeti ile gösterir.)

Birincisi: o zerre, cüz’ü olduğu zîhayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır.

İkincisi: Belki o zîhayatın bütün nev’ine bakar gibi, o nev’in devamına yarayacak her yerde zer’etmek ve nev’inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır.

Üçüncüsü: Belki o zîhayat alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelâtını ve münasebat-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor.

İşte eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlak’ın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlak’tan kesilse; o vakit o zerreye, herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.

Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan

Güneşçikler (Güneş’in cilve-i aksine verilmezse)

Ve çeşit çeşit renkler, (Güneş’in in’ikasının tecellisine verilmezse)

Güneş’in cilve-i aksine (Zât-ı Ehad ve Samed’in isim ve ünvanlarına verilmezse) ve in’ikasının tecellisine (Zât-ı Ehad ve Samed’in fiillerine verilmezse) verilmezse; birtek Güneş’e mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir. Muhal ender muhal bir hurafeyi kabul etmek iktiza eder.

(Şeytanın bu desisesini susturan kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedvirine iki yolla bakmaktır. Birinci yol: bir Zât-ı Ehad ve Samed’in rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır. İkinci yol: hiçbir cihette makul olmayan şirk ve küfür yoludur. Birinci yolla azamet-i kibriyası tanınır. İkinci yolla zıddından bakarak şüphe edilecek hiçbir şey kalmaz. Geniş izahatı Lem’alar 87’de)

Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadîr-i Mutlak’a verilmezse, birtek Allah’a mukabil nihayetsiz belki zerrat-ı kâinat adedince ilahları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcud kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir.

(Maddiyunların Tabiyyunlara nisbeten geride kalmasının sebebi; Maddiyunlar ihatası olmayan maddeye ulûhiyet vermişlerdir. Tabiyyun ise ihatası olmayanın ilah olamayacağını anlayıp kanunların her yeri ihata ettiğini gördüklerinden eşyanın yaratılışını kanuna dayandırarak Maddiyunlardan daha ileri gitmişlerdir.)

Elhasıl: Herbir zerreden üç pencere, Şems-i Ezelî’nin nur-u vahdaniyetine ve vücub-u vücuduna açılır:

(İhya öyle bir hakikattır ki zîhayatta tevhidi gösterdiği gibi zerrede dahi tevhidi gösterir.)

Yedinci Pencere: Zerre Penceresi; Üç Yoldur

Birinci Pencere:

Herbir zerre; bir nefer gibi askerî dairelerinin herbirinde, yani

  1. Takımında,
  2. Bölüğünde,
  3. Taburunda,
  4. Alayında,
  5. Fırkasında,
  6. Ordusunda

herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olduğu gibi…

Hem meselâ: Senin gözbebeğindeki o camid zerrecik dahi, senin

  1. Gözünde,
  2. Başında,
  3. Vücudunda
  4. Ve kuvve-i müvellide, kuvve-i cazibe, kuvve-i dafia, kuvve-i musavvire gibi deveran-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerayin ve sair a’sablarda,
  5. Hem senin nev’inde,

ilâ âhir.. birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedahe bir Kadîr-i Ezelî’nin eser-i sun’u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir.

İkinci Pencere

Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Hem her çiçeğe, her meyveye girer işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlak’ın memur-u müsahharı olmasa; o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazatını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san’atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyatat-ı kâmile-i muhita-i san’atını bilmek lâzım gelir. İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuaını gösteriyor. Ziyayı, havaya; mâi, türaba kıyas et.

Zâten eşyanın asıl menşe’leri, şu dört maddedir: Yeni hikmetle müvellid-ül ma, (Hidrojen) müvellid-ül humuza, (Oksijen) karbon, azottur ki, bu anasır evvelki unsurların eczalarıdır.

Üçüncü Pencere:

Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebatatın neşv ü nemasına menşe olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebatatın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanatın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf manevî olarak aslının proğramı tevdi edilmiş.

İşte o tohumları nöbetle o kâseye koysak, herbiri hârika cihazatıyla, eşkal ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın. Eğer o zerreler herbir şeyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye (ona) lâyık vücudu ve vücudun levazımatını vermeye kadir ve kudretine nisbeten herşey kemal-i sühuletle müsahhar olan bir zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa, o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince manevî fabrikalar ve matbaalar içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkalleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe’ olabilsin.

Veya bütün o mevcudata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilâtına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır. Tâ bütün onların teşkilatına medar olsun.

Demek Cenab-ı Hak’tan nisbet kesilse, toprağın zerratı adedince ilahlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir. (Binbir esma adedince muhal var.) Fakat memur oldukları vakit çok kolaydır.

İmdad-ı Vahidiyyet:

Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle

  • bir memleketi hicret ettirebilir, (Bir incir çekirdeğinin bir incir ağacını yüklenmesi bir memleketin hicret ettirilmesi ile teşbih edilmiş. Hakikatta ise zerrenin münasebettar olduğu eşyayı kendisine hizmet ettirmesine işarettir. Her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Sözler 6 )
  • İki denizi birleştirebilir, (Bir karıncanın bir Firavun’un sarayını harab etmesi iki denizin birleştirilmesi ile teşbih edilmiş.)
  • Bir şahı esir edebilir. (Bir sineğin bir Nemrud’u yere sermesi bir neferin bir şahı esir etmesiyle teşbih edilmiş.)

Öyle de; Ezel ve Ebed Sultanı’nın emriyle,

  • Bir sinek bir Nemrud’u yere serer,
  • Bir karınca bir Firavun’un sarayını harab eder, yere atar.
  • Bir incir çekirdeği, bir incir ağacını yüklenir.

Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni’a iki şahid-i sadık daha var.

  1. Birisi; herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor
  2. Ve cümudiyeti ile beraber bir şuur-u küllî gösteren intizamperverane nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder.

Demek herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder.

كَمَا اَنَّ فِى كُلِّ ذَرَّةٍ شَاهِدَانِ عَلَى اَنَّهُ وَاجِبٌ وَاحِدٌ

Yukardaki Arabi fırkanın meali üstündeki satırdır.

Alttaki Arabi fırkanın meali altındaki satırdır.

كَذلِكَ فِى كُلِّ حَىٍّ لَهُ آيَتَانِ عَلَى اَنَّهُ اَحَدٌ صَمَدٌ

Evet Herbir zîhayatta; biri Ehadiyet sikkesi, diğeri Samediyet turrası bulunuyor.

Zira bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde, (Nokta-i mihrakiye odak noktası demektir. Büyüteç’in güneş ışığını bir noktada topladığı gibi..) Hayy-u Kayyum’un tecelli-i ism-i a’zamını gösteriyor. İşte ehadiyet-i zâtiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor. (Ehadiyeti zâtiye; Bütün esmasının birden Cenab-ı Hakkın zâtında görünmesidir.)

Hem o zîhayat, bu kâinatın bir misal-i musaggarı ve şecere-i hilkatın bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyacatını birden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, Samediyet turrasını gösteriyor. (İşte Samediyet-i zâtiyeyi, Kayyum perdesi altında (zihayatların hayatlarının devamı için ihtiyaçlarını devamlı yerine getirip kıyamda tutarak) bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir turra-i Samediyeti taşıyor.)

Yani o hal gösteriyor ki, onun öyle bir Rabbi var ki; ona, herşeye bedel bir teveccühü var ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı var. Bütün eşya, onun bir teveccühünün yerini tutamaz.

نَعَمْ يَكْفِى لِكُلِّ شَيْءٍ شَيْءٌ عَنْ كُلِّ شَيْءٍ وَ لاَ يَكْفِى عَنْهُ كُلُّ شَيْءٍ وَ لَوْ لِشَيْءٍ وَاحِدٍ

(Evet herşey için bir şey yeter, fakat tekbir şey için dahi olsa bütün eşya yardımına gelse yetmez.)

Hem o hal gösteriyor ki: Onun o Rabbi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmez. İşte Samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrası…

Demek herbir zîhayatta; bir sikke-i Ehadiyet, bir turra-i Samediyet vardır. Evet herbir zîhayat, hayat lisanıyla قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ اَللّٰهُ الصَّمَدُ okuyor. Bu iki sikkeden başka, birkaç pencere-i mühimme de var. Başka bir yerde tafsil edildiği için burada ihtisar edildi.

Madem şu kâinatın herbir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği (vücub ve vahdet-i Sâni’a iki şahid-i sadık) ve hayat dahi iki kapıyı (bir sikke-i Ehadiyet, bir turra-i Samediyet) birden Vâcib-ül Vücud’un vahdaniyetine açıyor; zerreden tâ şemse kadar tabakat-ı mevcudat, Zât-ı Zülcelal’in envâr-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin.

İşte marifetullahta terakkiyat-ı maneviyenin derecatını ve huzurun meratibini bundan anla ve kıyas et.

Beşinci Lem’a:

(Kâinattaki herbir cüz’inin, san’at itibariyle bütün eşya ile münasebattar olarak yaratılışı ve misal-i musaggarı olması, tabiat ve esbabı icaddan azlettiğinden tevhide delil oluyor.)

Nasılki bir kitab eğer yazma ve mektub olsa, onun yazmasına bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbu olsa, o kitabın hurufatı adedince kalemler, yani demir harfler lâzımdır. Tâ o kitab tab’edilip vücud bulsun.

Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hat ile o kitabın ekseri yazılmış ise -Sure-i Yâsin, lafz-ı Yâsin’de yazıldığı gibi- o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzımdır, tâ tab’edilsin. (Kitab misali ile herbir eşyanın bütün eşya kadar manalar ifade edecek bir surette yaratılması nazara veriliyor. Yani bir tek çekirdeğin yaratılması için kâinat fabrikasının çalışması gerekiyor.)

Aynen öyle de: Şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedaniyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyet’in mektubu desen, vücub derecesinde bir sühulet ve lüzum derecesinde bir makuliyet yoluna gidersin.

Eğer

Tabiata (Tabiat risalesinde tabiatın icad edemeyeceği üç misal içinde iki tarzda isbat ediyor. Hem kanun yapamaz hemde kendi kendine esbab içtima ederek eşya yapılamaz.)

Ve esbaba isnad etsen, imtina derecesinde suubetli ve muhal derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir vehim kabul etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki;

Tabiat için herbir cüz’ toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca madenî matbaalar ve hadsiz manevî fabrikalar bulunması lâzım.

Tâ ki, hesabsız çiçekli, meyveli masnuatın teşekkülâtına mazhar olabilsin.

Yahut herşeye muhit bir ilim, herşeye muktedir bir kuvvet, onlarda kabul etmek lâzım gelir. (Tabiat ve esbabda herşeye muhit bir ilim, herşeye muktedir bir kuvvet var olduğunu kabul etmek lazım gelir.)

Tâ şu masnuata hakikî masdar olabilsin. Çünki toprağın ve suyun ve havanın herbir cüz’ü, ekser nebatata menşe olabilir.

Halbuki herbir nebat -meyveli olsa, çiçekli olsa- teşekkülâtı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki; herbirisine, yalnız ona mahsus birer ayrı manevî fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır.

Demek tabiat, mistarlıktan masdarlığa çıksa; (Örülen bir binada mistara göre duvar örülür ama ören mistar değil masdar olan dülgerdir. Veya yazılan bir yazıda çekilen hatta göre yazı yazılır ama yazan hat değil hattattır. Veya devletin idaresinde anayasa, kanun mistardır. Devleti idare eden hükûmettir. Aynen öyle de tohum veya çekirdekler mistardır. Tohum ve çekirdekten nebatat ve eşcarı çıkaran masdar Allah’tır.) herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmağa mecburdur.

İşte bu tabiatperestlik fikrinin esası, öyle bir hurafattır ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalaletin, nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör, ibret al!.. (Tabiatperestlik fikrinin esası: Eşyanın vücuda geldiği maddenin tabiatında ve esbabında o eşya içindeki madde adedince makine ve fabrikaların bulunduğunu kabul etmek veya herbir toprak zerresinde bir ilahı kabul etmektir.)

Elhasıl: Nasıl bir kitabın herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir suretle delalet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile tarif eder ve çok cihetlerle gösterir.

Meselâ: “Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var, kalemi kırmızıdır, şöyledir böyledir” der.

Aynen öyle de: Şu kitab-ı kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delalet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelî’nin esmasını, bir kaside kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmayı gösterir, müsemmasına şehadet eder.

Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi bir ahmak, yine Sâni’-i Zülcelal’in inkârına gitmemek gerektir!..

Altıncı Lem’a:

(Kâinatın bütününde yani küll de görünen idare hakikatı ve bu idarenin zıtları içtima etmesi ile görünen idarenin keyfiyeti tevhide delil oluyor.

Bu hakikata bir misal; bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzünde yüzbinler muhtelif mahlûkat nevlerinin, birbiri içinde beraber icad edilip galatsız, kusursuz, kemal-i intizamla mahiyetçe nev’ine benzer, fakat suretçe nev’inden ayrı olarak idaresinde görünen kudretin, ilmin ve iradenin keyfiyeti tevhide bir delildir. 

Hemde birbirine zıt icraatın birbiri içinde beraber yapılışındaki keyfiyet tevhide bir delildir. Mes’ela vüs’at içinde intizamlı, sür’at içinde san’atlı, sehavet içinde mevzun, kıymetdârlık içinde mükemmel, mebzuliyet içinde ucuzluk, kesret içinde suhulet, ihtilat içinde imtiyaz ve tefrik ile ihtimamkarane yapılış gibi…)

Hâlık-ı Zülcelal’in nasılki mahlûkatının her bir ferdinin başında ve masnuatının herbir cüz’ünün cebhesinde, ehadiyetinin sikkesini koymuştur. (Nasılki geçmiş lem’alarda bir kısmını gördün.)

(Birinci Lem’ada Cüz’deki, İkinci Lem’ada Hayattaki, Üçüncü Lem’ada Zîhayattaki, Dördüncü Lem’ada İhyadaki, Beşinci Lem’âda Cüz’îdeki Hâlık-ı Zülcelal’in koyduğu ehadiyet sikkesi gösterildi.)

Öyle de;

  • herbir nev’in üstünde çok sikke-i ehadiyet, (Zeminin yüzünde yaz zamanında kışta ölen zeminin hayatlandırılmasındaki sikke-i tevhid gösterilecek.)
  • herbir küll üstünde müteaddid hâtem-i vâhidiyet, (Gayet basîrane ve hakîmane zeminin yüzünde zıtların ictima ettirilmesindeki tasarrufat-ı azîme-i bahariye üstünde, bir hâtem-i vâhidiyet gayet aşikâre görünüyor.)
  • tâ mecmu-u âlem üstünde mütenevvi turra-i vahdet,

gayet parlak bir surette koymuştur.

İşte pek çok sikkelerden ve hâtemlerden ve turralardan, sath-ı Arz sahifesinde bahar mevsiminde vaz’edilen bir sikke, bir hâtemi göstereceğiz. Şöyle ki:

Nakkaş-ı Ezelî, zeminin yüzünde yaz, bahar zamanında en az üçyüzbin nebatat ve hayvanatın enva’ını,

  • Nihayetsiz ihtilat, karışıklık içinde
  • Nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile
  • Ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşir ve neşretmesi, bahar gibi zahir ve bahir parlak bir sikke-i tevhiddir.

Evet bahar mevsiminde

  1. Ölmüş arzın ihyası içinde, üçyüzbin haşrin nümunelerini kemal-i intizam ile icad etmek
  2. Ve arzın sahifesinde birbiri içinde üçyüzbin muhtelif enva’ın efradını hatasız ve sehivsiz, galatsız, noksansız, gayet mevzun, manzum, gayet muntazam ve mükemmel bir surette yazmak,

(Nizam düzgünlük, intizam ise devamlı düzgünlük demektir.

Mizan ölçülülük, mevzun ise devamlı ölçülülük demektir.

Biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen, âmm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil, hassas bir mizandır görüyoruz. Herşey dakik bir nizam ile, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve tevziniyet gözümüze çarpıyor. Yani: Birisi, intizam ile o nizamı değiştiriyor ve tartı ile o mizanı tazelendiriyor. Mektubat – 230)

Elbette nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme ve kâinatı idare edecek bir iradeye mâlik bir Zât-ı Zülcelal’in, bir Kadîr-i Zülkemal’in ve bir Hakîm-i Zülcemal’in sikke-i mahsusası olduğunu zerre miktar şuuru bulunanın derketmesi lâzımgelir. Kur’an-ı Hakîm ferman ediyor ki: (Üçyüzbin nev’in idaresinde görünen Kudretin, ilmin ve iradenin keyfiyeti tevhide bir delildir.)

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Evet zeminin diriltilmesinde, üçyüz bin haşrin nümunelerini, birkaç gün zarfında yapan, gösteren Kudret-i Fâtıraya; elbette insanın haşri ona göre kolay gelir. Meselâ: Gelincik Dağı’nı ve Sübhan Dağı’nı bir işaretle kaldıran bir Zât-ı Mu’ciznümaya, “Şu dereden, yolumuzu kapayan şu koca taşı kaldırabilir misin?” denilir mi?

Öyle de: Gök ve dağ ve yeri altı günde icad eden ve onları vakit-bevakit doldurup boşaltan bir Kadîr-i Hakîm’e, bir Kerim-i Rahîm’e: “Ebed tarafından ihzar edilip serilmiş, kendi ziyafetine gidecek yolumuzu seddeden şu toprak tabakasını üstümüzden kaldırabilir misin? Yeri düzeltip bizi ondan geçirebilir misin?” İstib’ad suretinde söylenir mi?

Şu zeminin yüzünde yaz zamanında bir sikke-i tevhidi gördün. (Herbir nev’in üstünde çok sikke-i ehadiyet bulunduğunu üçyüzbin nebatat ve hayvanat nevi’nin idaresindeki keyfiyeti nazara vererek yukarıdaki cümlelerde izah etti.)

(ONYEDİNCİ PENCERE: Zıddıyet Penceresidir.)

Şimdi bak! Gayet basîrane ve hakîmane zeminin yüzündeki şu tasarrufat-ı azîme-i bahariye üstünde, bir hâtem-i vâhidiyet gayet aşikâre görünüyor. (Herbir küll üstünde müteaddid hâtem-i vâhidiyet bulunduğunu birbirine zıd faaliyetler içerisindeki keyfiyeti nazara vererek yukarıdaki cümlelerde izah etti.)

Çünki şu icraat,

  • Bir vüs’at-i mutlaka içinde
  • Ve o vüs’atle beraber bir sür’at-i mutlaka ile
  • Ve sür’at ile beraber bir sehavet-i mutlaka içinde görünen

(Vüs’atli, sür’atli ve sehavetli olan icraat intizamlı, san’atlı ve mükemmel olamaz.)

  • İntizammutlak
  • Ve kemal-i hüsn-ü san’at
  • Ve mükemmeliyet-i hilkat; öyle bir hâtemdir ki, gayr-ı mütenahî bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahib olabilir.

Evet görüyoruz ki;

Bütün yeryüzünde

  • Bir vüs’at-i mutlaka içinde bir icad, bir tasarruf, bir faaliyet var.
  • Hem o vüs’at içinde, bir sür’at-i mutlaka ile işleniyor. (Zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak.)
  • Hem o sür’at ve vüs’atle beraber teksir-i efradda bir sehavet-i mutlaka görünüyor. (Zemin yüzünü tezyin eden bütün nebatatı gör.)
  • Hem o sehavet ve vüs’at ve sür’atle beraber bir sühulet-i mutlaka görünüyor. (Yeryüzündeki ağaç ve nebatat cihazatının sandukçaları ve proğramları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara, çekirdeklere dikkatle bak.)

Hem o sehavet ve sühulet ve sür’at ve vüs’atle beraber;

Herbir nevide, herbir ferdde görünen

  • Bir intizam-ı mutlak
  • Ve gayet mümtaz bir hüsn-ü san’at
  • Ve nihayet ihtilat içinde bir imtiyaz-ı etemm
  • Ve gayet mebzuliyet içinde gayet kıymetdar eserler
  • Ve gayet geniş daire içinde tam bir muvafakat
  • Ve gayet sühulet içinde gayet san’atkârane bedîaları icad etmek,
  • Bir anda, her yerde, bir tarzda, her ferdde bir san’at-ı hârika, bir faaliyet-i mu’ciz-nüma göstermek;

Elbette ve elbette öyle bir zâtın hâtemidir ki,

  1. Hiçbir yerde olmadığı halde, heryerde hazır, nâzırdır.
  2. Hiç bir şey ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey ona ağır gelmez. Zerrelerle yıldızlar, onun kudretine nisbeten müsavidirler.

(Misalde san’at nazara veriliyor. Fakat bu san’attaki zıddıyet tevhide delil oluyor.)

Meselâ: O Rahîm-i Zülcemal’in bağistan-ı kereminden, mu’cizatının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım: Yüz ellibeş çıktı. Bir salkımın tanesini saydım: Yüzyirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: “Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurub tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bazan az bir rutubet ancak eline geçer. İşte bu işi yapan, herşeye kadir olmak lâzımgelir.

(İşte bütün rûy-i zemindeki asmalarda

  • Birbirine benzememek noktasında gayet kıymetdârlık ile beraber hadsiz ucuzluk;
  • Hadsiz ihtilat ve karışıklık ile beraber salkım, yaprak ve tanelere ayırmaktaki hadsiz imtiyaz ve tefrik;
  • Bütün zemin yüzünde, bütün asmaların birbirinden gayet uzaklığı ile beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş;
  • Tek bir köke verilen suyu bütün salkım ve tanelere ulaştırmaktaki gayet derecede sühulet ve kolaylık ile beraber gayet derecede ihtimamkârane yapılış;
  • Nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hâfızası ve proğramı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri bir anda sür’atle koymakla beraber gayet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık;
  • Her salkımda şekerli şurub tulumbacıklarının yaratılmasındaki son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-ü san’at;
  • Herbir üzümün karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmaktaki sehavet ile beraber intizam-ı mutlak..)

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

(İşte bütün rûy-i zeminde

  • Gayet kıymetdârlık ile beraber hadsiz ucuzluk;
  • Ve hadsiz ucuzluk içinde hadsiz ihtilat ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik;
  • Ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde gayet uzaklık ile beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş;
  • Ve son derece benzemek içinde gayet derecede sühulet ve kolaylık ile beraber gayet derecede ihtimamkârane yapılış;
  • Ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde sür’at-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık;
  • Ve gayet derecede israfsızlık içinde son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-ü san’at;
  • Ve son derece hüsn-ü san’at içinde nihayet derecede sehavet ile beraber intizam-ı mutlak..

Elbette gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi; bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Hakîm-i Zülkemal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in vücub-u vücuduna ve kemal-i kudretine ve cemal-i rububiyetine ve vahdaniyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. Sözler – 666)

Yedinci Lem’a:

(Kâinatın heyet-i mecmuası üstünde hâtem-i vahdet okunuyor.

Kâinatın heyet-i mecmuasında yani külli de görünen teavün, tecavüb, tesanüd, teanuk hakikatları arkasında bir mürebbi ve müdebbir görünür. Bu mürebbiyet ve müdebbiriyet ise ancak Hikmet, İnayet, Rahmet, Rezzakıyet ve Rububiyet sahibi bir Zâtın eseri olabilir. Öyle bir Zât ki, her şeyin metalib ve ihtiyaçlarını yerine getiriyor. İşte kâinatın heyet-i mecmuasında iftikar ve ihtiyac-ı mahlûkat arkasında görünen imdad ve iane-i gaybiye, Güneş gibi bir Mürebbi-i Hakîm-i Zülcelal’i, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemal’i gösterir.)

ONUNCU PENCERE: Teavün, Tecavüb, Tesanüd, Teanuk Penceresidir. Bu pencere felsefeyi iflas ettirecek derecede kuvvetli bir penceredir. Çünkü bu hakikatın kâinat büyüklüğünde delilleri var. Bu teavün hakikatı ehemmiyetine binaen İkinci Şua’da tevhidin delili olarak izah edilmiştir. Bu hakikat tevhide delil olduğu gibi nübüvetin ders verdiği hayat-ı içtimaiye bakan en büyük dört esastan biridir. Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hattâ zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını sû’-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler. Sözler 542

Şeriatta bu teavün hakikatı, zekât, sadaka, karz-ı hasen gibi şer’i emirlerle kendini göstermiştir. Bu hakikat manevi mes’elelere tatbik edilince şahs-ı manevi teşkil etmek için bütün efradın birbirine hem duaları ile hem de aynı hakikat etrafında toplanarak yardımlaşmalarıyla görünür.)

Bak, nasıl sahife-i Arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samed’in hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. (Altıncı Lem’ada gösterildi.) Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebirine bir bak; göreceksin ki: O kâinatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh ile hâtem-i vahdet okunuyor. (Vahdaniyet Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarının birliğidir. Ehadiyet ise Zâtının birliği ve bir şeyde ekser esmanın tecelli etmesi demektir.)

Çünki şu mevcudat

Bir fabrikanın, (Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Lem’alar 160)

Bir kasrın, (Kasr denilince akla san’at gelir. San’atın kıymeti ise eşyanın birbiriyle olan alakası nisbetinde artar.)

Bir muntazam şehrin eczaları ve efradları gibi (Şehir denilince akla intizam gelir. İntizam ise taat ile olur. Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir. Muhakemat 58)

  • Bel-bele verip, birbirine karşı muavenet elini uzatıp, birbirinin sual-i hacetine “Lebbeyk! Baş üstüne” derler. (teavün, tecavüb)
  • Elele verip, bir intizam ile çalışırlar. (intizam, teanuk)
  • Başbaşa verip, zevilhayata hizmet ederler. (müsahhariyet)
  • Omuz-omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakîm’e itaat ederler. (tesanüd)

(İşte şu kâinat içinde cari olan bu tesanüd, bu teavün, bu tecavüb, bu teanuk, bu müsahhariyet, bu intizam, birtek Müdebbir’in tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbi’nin tedbiriyle sevk edildiklerine kat’iyyen şehadet eder.)

Evet (Yukarıdaki dört cümle ile mevcudatın birbiriyle yardımlaşmasına dikkat çekildi. Alttaki beş cümle ile de yardımlaşma hakikatı misalleri gösterilerek isbat edildi.)

  • Güneş ve Ay’dan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut,
  • Tâ nebatatın, muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde
  • Ve hayvanların zaîf, şerif insanların imdadına koşmalarında,
  • Hattâ mevadd-ı gıdaiyenin latif, nahif yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında, (Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Lem’alar 124

Meselâ bir sinek bir kara ağacın yaprağında yumurtasını bırakır. Birden o koca kara ağaç, yapraklarını o yumurtalara bir rahm-ı mader, bir beşik, bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor. Âdeta o meyvesiz ağaç, o surette zîruh meyveler veriyor. Sözler 282)

  • Tâ zerrat-ı taamiyenin hüceyrat-ı beden imdadına geçmelerinde

cari olan bir düstur-u teavünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki;

gayet kerim birtek Mürebbi’nin kuvvetiyle, gayet hakîm birtek Müdebbir’in emriyle hareket ediyorlar.

(“Atılmış pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet kadîr ve rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be-vakit cevv âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasına ve mahv ve isbat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rububiyetperver bir hâkim-i müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak göz yaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.” Şualar – 107

Evet kâinatın enva’ını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hacatına kemal-i intizam ve inayet ile koşturmak, bilbedahe iki haletten birisidir: Ya kâinatın herbir nev’i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor. -Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhalâtı intac ediyor. İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ı Mutlak’ın kudreti bulunmak lâzım geliyor.- Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak’ın ilmi ile bu muavenet oluyor. Demek kâinatın enva’ı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva’-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Sözler – 10)

İşte şu kâinat içinde cari olan bu tesanüd, bu teavün, bu tecavüb, bu teanuk, bu müsahhariyet, bu intizam, birtek Müdebbir’in tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbi’nin tedbiriyle sevk edildiklerine kat’iyyen şehadet etmekle beraber;

(Onuncu, Onaltıncı ve Birinci Pencereler arasındaki münasebet: Teavün hakikatı birbirinin imdadına koşmak en nihayetde erzak ve iaşeyi netice veriyor. Erzak ve iaşe ise Rahmeti, rahmet ise inayeti, inayet ise hikmeti göstermekle Rezzak, Rahim, Kerim, Hakîm bir Zâtı, kâinatın heyet-i mecmuası büyüklüğünde gösterir. Öyle bir Zât ki kâinatın heyet-i mecmuasında her şeyin metalib ve ihtiyaçlarını yerine getiriyor.)

(ONALTINCI PENCERE: Hikmet, İnayet, Rahmet, Rezzakıyet ve Rububiyet Penceresi)

Şu bilbedahe san’at-ı eşyada görünen

  1. Hikmet-i âmme içindeki inayet-i tâmme
  2. Ve o inayet içinde parlayan rahmet-i vasia
  3. Ve o rahmet üstünde serilen
  4. Ve rızka muhtaç herbir zîhayata onun hacetine lâyık bir tarzda iaşe etmek için serpilen erzak ve iaşe-i umumî, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, bütün bütün aklı sönmeyen anlar ve bütün bütün kör olmayan görür.

Evet, (Yukarıdaki dört cümle ile hikmet, inayet ve rahmetin, rızkı netice verdiğine dikkat çekildi. Alttaki dört cümle ile de hikmet, inayet, rahmet ve rızkın bize baktığının delilleri gösteriliyor.)

  1. Kasd ve şuur ve iradeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış
  2. Ve o perde-i hikmet üstünde lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inayet serilmiştir (İnayetin tarifi: hikmet perdesi üstünde lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanın görünmesidir.)
  3. Ve o müzeyyen perde-i inayet üstünde kendini sevdirmek ve tanıttırmak, in’am ve ikram etmek lem’alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır
  4. Ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemal-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u rububiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.

Evet (Hikmet, inayet, rahmet ve rızkın bize baktığının delilleri bu dört cümle ile daha ziyade gösterilmekle beraber cemadat da dahi göründüğü izah ediliyor.)

  1. Şu mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar; ferdler olsun neviler olsun, küçük olsun büyük olsun, semerat ve gayatla ve faideler ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş
  2. Ve o hikmet-nüma suret gömleği üstünde lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inayet her şeyin kametine göre biçilmiş
  3. Ve o müzeyyen hulle-i inayet üzerine tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in’am lem’alarıyla münevver, rahmet nişanları takılmış
  4. Ve o münevver ve murassa’ nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatın taifelerine kâfi, bütün hacetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumî kurulmuştur.

İşte şu iş, Güneş gibi aşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak bir Zât-ı Zülcemal’e işaret edip gösteriyor.

Öyle mi? Herşey rızka muhtaç mıdır?

BİRİNCİ PENCERE: Hacat ve Metalib Penceresidir.

Evet, bir ferd rızka ve devam-ı hayata muhtaç olduğu gibi, görüyoruz ki: Bütün mevcudat-ı âlem, bahusus zîhayat olsa, küllî olsun cüz’î olsun, küll olsun cüz’ olsun; vücudunda, bekasında, hayatında ve idame-i hayatta maddeten ve manen çok metalibi var, çok levazımatı var. İftikaratı ve ihtiyacatı öyle şeylere var ki, en ednasına o şeyin eli yetişmediği, en küçük matlubuna o şeyin kuvveti kâfi gelmediği bir halde, görüyoruz ki: Bütün metalibi ve erzak-ı maddiye ve maneviyesi مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ

  • Ummadığı yerlerden
  • Kemal-i intizamla
  • Ve vakt-i münasibde
  • Ve lâyık bir tarzda
  • Kemal-i hikmetle ellerine veriliyor.

İşte bu iftikar ve ihtiyac-ı mahlukat ve bu tarzda imdad ve iane-i gaybiye, acaba Güneş gibi bir Mürebbi-i Hakîm-i Zülcelal’i, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemal’i göstermiyor mu?

Sekizinci Lem’a:

(Külli âlemde her şeyin, birbirinin emsali veya müşabihi olması cihetiyle tevhidi gösteriyor. Şöyle ki şu saray-ı muhteşemde zerreden seyyarata kadar her şey birbirinin emsali olmakla ve yaratılışlarındaki aynı tezgâhtan çıkmalarından gelen müşabehet ile beraber her yerde intişar etmesi ile tevhide delil oluyor.)

(Otuzikinci Söz’ün Birinci mevkıfı Yirmiikinci Söz’ün Sekizinci Lem’asını izah eden bir zeyildir. Sözler 590

Birinci Mevkıfta üç şekilde vahdet isbat ediliyor.

  1. Zerreden seyyarata kadar herşey, gördüğü vazifeler itibariyle kendinde vazifeyi görecek ilim, irade ve kudretin olmaması lisanıyla o vazifeyi ona gördüren bir Zâtı gösterir.
  2. Hem o şeye sahib olabilmesi için bütün misline sahib olması lazımdır.
  3. Hem de bütüne sahib olabilmek için o şeyin en küçük cüz’üne de sahib olması lazımdır.)

Nasılki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delalet eder ki:

  1. Tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufunda olduğunu; (Tarla, hakikatta anasıra işaret eder.)
  2. Hem o tohumu dahi, tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. (Tohum, hakikatta mahlûkata işaret eder.)

Öyle de:

  1. Şu anasır denilen mezraa-i masnuat, vâhidiyet ve besatet ile beraber, külliyet ve ihataları
  2. Ve şu mahlûkat denilen semerat-ı rahmet ve mu’cizat-ı kudret ve kelimat-ı hikmet olan nebatat ve hayvanat, mümaselet ve müşabehetleriyle beraber çok yerlerde intişarı, her tarafta bulunup tavattunları;

Tek bir Sâni’-i Mu’ciznüma’nın taht-ı tasarrufunda olduklarını öyle bir tarzda gösteriyor ki;

Güya (1) herbir çiçek, (2) herbir semere, (3) herbir hayvan,

o Sâni’in (1) birer sikkesidir, (2) birer hâtemidir, (3) birer turrasıdır. Her nerede bulunsa, lisan-ı haliyle herbirisi der ki:

  1. “Ben kimin sikkesiyim, bu yer dahi onun masnuudur. (Herbir çiçek gördüğü vazifeler itibariyle kendinde o vazifeyi gördürecek ilim, irade ve kudretin olmaması lisanıyla o vazifeyi ona gördüren bir Zâtı gösterir.)
  2. Ben kimin hâtemiyim, bu mekân dahi onun mektubudur. (Hem herbir semereye sahib olabilmesi için bütün misli olan semerelere sahib olması lazımdır.)
  3. Ben kimin turrasıyım, bu vatanım dahi onun mensucudur.” (Hem de herbir hayvana sahib olabilmesi için birbirine müteşabih bütün hayvanatın yaşadığı kâinata sahib olması lazımdır.)

Demek

En edna bir mahlûka rububiyet; bütün anasırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur (Çünkü hiçbir anasır yaptığı vazifeler itibariyle kendinde o vazifeyi gördürecek ilim, irade ve kudretin olmaması lisanıyla o vazifeyi ona gördüren bir Zâtı gösterir.)

Ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek; bütün hayvanatı, nebatatı, masnuatı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu kör olmayan görür. (Çünkü her bir hayvan ve nebatat, birbirinin misli ve müşabihi olarak yaratılıyor.)

(Yirmidokuzuncu Pencerede de izah edildiği gibi;

  • Bir tek sarı çiçeğin sahibi kim ise bütün sarı çiçeklerin sahibi de O’dur. Çünkü bütün sarı çiçekler birbirinin mislidir. (Mümaselet lisanı)
  • Hem bütün sarı çiçekleri yaratan kim ise diğer bütün çiçekler nevlerini de yaratan O’dur. Çünkü bütün çiçek nevleri birbirine müşabih olduğundan aynı tezgahta dokunur. (Müşabehet lisanı)
  • Ve hakeza böyle gittikçe gidecek.)

Evet herbir ferd, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanı ile der:

  • “Kim bütün nev’ime mâlik ise, bana mâlik olabilir, yoksa yok.”

Her nev‘, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der:

  • “Kim bütün sath-ı Arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.”

Arz, sair seyyarat ile bir Güneşe irtibatı ve semavat ile tesanüdü lisanıyla der:

  • “Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik o olabilir; yoksa yok.”

Evet faraza zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.”

O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek.

  • “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, (Herbir elma gördüğü vazifeler itibariyle kendinde o vazifeyi gördürecek ilim, irade ve kudretin olmaması lisanıyla o vazifeyi ona gördüren bir Zâtı gösterir.)
  • belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, (Hem bir elmaya sahib olabilmesi için yeryüzünde münteşir hemcinsi olan bütün meyvedarlara sahib olması lazımdır.)
  • belki sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedaya-yı Rahmaniyeye mutasarrıf olabilirsen, (Hem de bir elmaya sahib olabilmesi için kâinat fabrikasında yaratılmak itibariyle birbirine müteşabih olan bütün hedaya-yı Rahmaniyeye sahib olması lazımdır.)

bana rububiyet dava et.”

(“Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, Şems ve Kamer’i teshir eden, gece ve gündüzü çeviren zâtın elindedir. Öyle ise bir elmayı, bir adama hakikî rızk olarak vermek; bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o zât verebilir. Ve o, ona hakikî Rezzak olur.” Sözler – 418)

O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.

Dokuzuncu Lem’a:

(Nevilerde hesabsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz. Şöyle ki; her nevide bilmüşahede görünen sühulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve sühuletin eseridir.)

(Birinci Lem’ada Cüz’deki, İkinci Lem’ada Hayattaki, Üçüncü Lem’ada Zîhayattaki, Dördüncü Lem’ada İhyadaki, Beşinci Lem’âda Cüz’îdeki Hâlık-ı Zülcelal’in koyduğu ehadiyet sikkesi gösterildi. Altıncı Lem’ada külldeki Zât-ı Ehad-i Samed’in hâtemleri gösterildi. Yedinci Lem’ada Küllîdeki yani kâinatın heyet-i mecmuası üstündeki hâtem-i vahdet gösterildi. Sekizinci Lem’ada Küll-i âlemdeki mümaselet ve müşabehet sikkeleri gösterildi.)

  • Cüz’de
  • Cüz’îde,
  • Küllde
  • Küllîde,
  • Küll-i âlemde,
  • Hayatta,
  • Zîhayatta,
  • İhyada

olan sikkelerden, hâtemlerden, turralardan bazılarına işaret ettik.

  • Şimdi, nevilerde hesabsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz.

(Yüsr-ü vahdetin kaidesi iki temsil ile gösterilecek; kesret vahdete verilmesi ile suhulet olur.)

(Yaratmak cihetinden kolaylığın izahatı için verilen bir misaldir.) Evet nasılki meyvedar bir ağacın hesabsız semereleri, bir terbiye-i vâhide, bir kanun-u vahdetle, birtek merkezden idare edildiklerinden, külfet ve meşakkat ve masraf, o kadar sühulet peyda eder ki, kesretle terbiye edilen tek bir semereye müsavi olurlar. Demek kesret ve taaddüd-ü merkez, her semere için, kemmiyetçe bütün ağaç kadar külfet ve masraf ve cihazat ister. Fark yalnız keyfiyetçedir. (Yalnız keyfiyette fark olması herbir ağacın farklı zamanda ve farklı mekanda ekilmesi keyfiyetindeki fark gibi)

(İdare cihetinden verilen bir misaldir.) Nasılki birtek nefere lâzım teçhizat-ı askeriyeyi yapmak için, orduya lâzım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzımdır. Demek iş, vahdetten kesrete geçse, efrad adedince -kemmiyet cihetiyle- külfet ziyadeleşir. İşte, her nevide bilmüşahede görünen sühulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve sühuletin eseridir.

(Herbir nev’ ağaç ve orduya herbir ferd dahi semere ve nefere teşbih edilmiş.)

Elhasıl:

Bir cinsin bütün enva’ı, (ruh ve şuur noktasında muvafakat ve müşabehet) bir nev’in bütün efradı (ruh ve şuur ile beraber suretçe de birbirine muvafakat ve müşabeheti) âza-yı esasîde muvafakat ve müşabehetleri nasıl isbat ederler ki, tek bir Sâni’in masnularıdır. Çünki vahdet-i kalem ve ittihad-ı sikke öyle ister. (Hayvanat cinsindeki bütün tevellüdat… Zîhayat cinsindeki bütün vefiyat Nur’un İlk Kapısı 88 )

Öyle de: Bu meşhud sühulet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücub derecesinde îcab eder ki; bir Sâni’-i Vâhid’in eserleri olsun. Yoksa imtina’ derecesine çıkan bir suubet, o cinsi in’idama ve o nev’i ademe götürecekti.

Velhasıl: Cenab-ı Hakk’a isnad edilse, bütün eşya birtek şey gibi bir sühulet peyda eder. Eğer esbaba isnad edilse herbir şey, bütün eşya kadar suubet peyda eder. Madem öyledir; kâinatta şu görünen fevkalâde ucuzluk ve şu göz önündeki hadsiz mebzuliyet, sikke-i vahdeti güneş gibi gösterir. Eğer gayet mebzuliyetle elimize geçen şu meyveler, Vâhid-i Ehad’in malı olmazsa, bütün dünyayı verse idik, birtek narı yiyemezdik. (Hem ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktiza eden gayet derecede mebzuliyet ve nihayet derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuatça, san’atça nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. Sözler 666

Çünkü nar vücuda çıkmazdı. Herbir narın tek elden tek tezgahtan çıkması daha az bir masraf gerektirdiğinden daha ucuza mal edilebilir. İki üç elden çıksa idi. Herbirisi ayrı bir tezgah kurmak zorunda olacakları için masraf artacaktı. Ucuz da olmayacaktı. Hem farklı elden farklı tezgahlardan çıkması imtina’ derecesine çıkan bir suubet olmasından mebzuliyet ortadan kalkacaktı.)

Onuncu Lem’a:

(Tecelli-i celali izhar eden memat, bir bürhan-ı vâhidiyettir. Şu saray-ı muhteşemde eşyanın sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı vaziyet alması gösteriyor ki; zevalsiz daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, san’atlarıdır. Hem en büyük bir şeyin en küçük bir şey gibi tanzim, idare ve tebdil edilip değiştirilmesi kudretli, haşmetli birtek zâtın icraatı olduğunu gösteriyor.)

Yirmiüçüncü Pencere: Hayat (Rızık, Rahmet, İnayet, Hikmet)

Tecelli-i cemaliyeyi gösteren hayat; nasıl bir bürhan-ı ehadiyettir, belki bir çeşit tecelli-i vahdettir.

Yirmidördüncü Pencere: Mevt

Tecelli-i celali izhar eden memat dahi, bir bürhan-ı vâhidiyettir.

Evet meselâ وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى nasılki

(Risale-i Nurdaki güneş temsili ile bazı makamda Cenab-ı Hakkın Zâtı, bazen sıfatı, bazen de esması izah edilmiştir.)

Hayat: Güneşe karşı parlayan (Mukabele sırrına işarettir.)

Ve akan büyük bir ırmağın (Risale-i Nurda ırmak ve nehir teşbihi zamana işarettir.)

Kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmi’ şeffafatı, (Mevcudata işarettir.)

Güneşin

Aksini (İsim ve sıfatları ile her yerde hazır ve nazır olması akse teşbih edilmiş. O akislerin herbirinde, Güneş’in hâssaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Sözler 194)

Ve ışığını (Ekser yerlerde Cenab-ı Hakk’ın ilmi ziyaya ve ışığa teşbih edilmiştir. Eğer faraza Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Sözler 194)

göstermek suretiyle Güneşe şehadet ettikleri gibi, (Her parlayan şeyde görünen akisler güneşin varlığını ve birliğini gösterdiği gibi mevcudatın üstünde görünen hayat dahi isim ve sıfatları her daim tecelli eden Muhyi olan Zât-ı Ehad-i Samedin varlığını ve birliğini gösteriyor.)

Mevt: o kataratın ve şeffafatın gurubuyla, gitmeleriyle beraber arkalarından yeni gelen katarat taifeleri ve şeffafat kabîleleri üstünde yine Güneşin cilveleri

  • Haşmetle devamı (Bekasına delil oluyor.)
  • Ve ışığının tecellisi (Mahiyetinin kudsiyetine delil oluyor. Öyle bir mahiyetteki parlayıp sönmüyor. Işığı kendinden olup her an her yerde tasarruf ediyor.)
  • Ve noksansız istimrarı (Vahidiyetine delil oluyor. Devamlı sönüp yanan umum katarat ve şeffafata birden bakmakla umumunun üstünde tasarruf eden fiil sahibi Zâtın vahdetini gösteriyor.)

kat’iyyen şehadet eder ki: Sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misalî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar;

  • Bir bâki, daimî, (Bekasına delil oluyor.)
  • Âlî, (Mahiyetinin kudsiyetine delil oluyor.
  • Tecellisi zevalsiz birtek (Vahidiyetine delil oluyor.)

Güneşin cilveleridir.

Demek o parlayan kataratlar; zuhuruyla ve gelmeleriyle Güneşin vücudunu gösterdikleri gibi; gurublarıyla, zevalleriyle, Güneşin bekasını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar.

Aynen öyle de:

Şu mevcudat-ı seyyale, (Seyyal olan devamlı akıp giden zamana işarettir.) vücudlarıyla ve hayatlarıyla

Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna (Âli bir vücud mertebesi olduğuna ve mahiyetinin kudsiyetine işaret etti.)

ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; (Zaman ve mekan itibariyle herşeyin yanında hazır ve nazır olduğunu gösteriyor.)

Zevalleriyle, ölümleriyle o Vâcib-ül Vücud’un ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Evet

Hayat: Gece gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurub ve uful içinde teceddüd eden ve tazelenen masnuat-ı cemile, mevcudat-ı latife, elbette bir âlî ve sermedî ve daim-üt tecelli bir cemal sahibinin vücud ve beka ve vahdetini gösterdikleri gibi;

Mevt: o masnuat, esbab-ı zahiriye-i süfliyeleriyle beraber zeval bulup ölmeleri, o esbabın hiçliğini ve bir perde olduğunu gösteriyorlar.

Şu hal kat’iyyen isbat eder ki; şu san’atlar, şu nakışlar, şu cilveler; bütün esması kudsiye ve cemile olan bir Zât-ı Cemil-i Zülcelal’in tazelenen san’atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.

Elhasıl: Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasılki vücud ve vahdete dair âyât-ı tekviniyeyi bize ders veriyor.

(Evvela bir tek eserde bir harfde evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ve celaliyesini gösterecek sonra bütün eserler ve kitabda gösterecek.)

Onsekizinci Pencere: Eser, fiil, isim, vasıf, şen, zat’a şehadet eder.

Öyle de: O Zât-ı Zülcelal’in bütün evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder. Ve kusursuz ve noksansız kemal-i zâtîsini isbat ederler. Çünki bedihîdir ki, (Evvela kaideyi öğretecek, bu kaideyi hem cemalî isimleri hemde kemalî isimleri için düşünebiliriz.)

  • Bir eserde kemal,
  • O eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder.
  • Fiilin kemali ise, ismin kemaline
  • Ve ismin kemali, sıfatın kemaline
  • Ve sıfatın kemali, şe’n-i zâtînin kemaline
  • Ve şe’nin kemali, o zât-ı zîşuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder.

Meselâ:

  • Nasılki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı,
  • Arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir.
  • Ef’alin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir.
  • Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir.
  • Ve o san’at ve sıfatlarının mükemmeliyeti, o san’at sahibinin şuun-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir.
  • Ve o şuun ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü…

Aynen öyle de: Şu kusursuz, futursuz هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sırrına mazhar olan

  • Şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise;
  • Bilmüşahede bir müessir-i zil-iktidarın kemal-i ef’aline delalet eder.
  • Kemal-i ef’al ise, bilbedahe o Fâil-i Zülcelal’in kemal-i esmasına delalet eder.
  • Kemal-i esma ise, bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemal-i sıfâtına delalet ve şehadet eder.
  • Kemal-i sıfât ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemal-i şuununa delalet ve şehadet eder.
  • Kemal-i şuun ise, bihakkalyakîn o zîşuunun kemal-i zâtına öyle delalet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün enva’-ı kemalât, onun kemaline nisbeten sönük bir zıll-ı zaîf suretinde bir Zât-ı Zülkemal’in âyât-ı kemali ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir.

Güneşler kuvvetinde Onbirinci Lem’a:

(On bürhan kuvvetinde tevhid’in kat’î bir bürhanı dahi, ehl-i tahkik yanında bine baliğ mu’cizatı olan Zât-ı Ahmediyedir (A.S.M.).)

İman-ı billah ve vahdaniyet-i İlahiyenin bürhan-ı katı’ı Seyyidimiz Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esasata işaret suretinde bir salavat-ı şerife ile hatmederiz.

Ondokuzuncu Söz’de tarif edilen

  1. Ve kitab-ı kebirin âyet-i kübrası (Bütün delilleri içine alan en büyük bir âyet)
  2. Ve o Kur’an-ı Kebirdeki ism-i a’zamı
  3. Ve o şecere-i kâinatın çekirdeği
  4. Ve en münevver meyvesi (Miraç)
  5. Ve o saray-ı âlemin güneşi (Sema-i risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın penceresidir. Sözler 688)
  6. Ve Âlem-i İslâmın bedr-i münevveri (Şems-i Ezeliyeye tam mukabil olan bedr-i münevveri)
  7. Ve rububiyet-i İlahiyenin dellâl-ı saltanatı
  8. Ve tılsım-ı kâinatın keşşaf-ı zîhikmeti (Sırr-ı hilkat-ı âlem olan muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevab verir. Sözler 236)

Olan Seyyidimiz Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm,

  • Bütün enbiyayı sayesi altına alan risalet cenahı (Risalet cenahı hakikatın talimi ve tebliği)
  • Ve bütün Âlem-i İslâmı himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla hakikatın tabakatında uçan (İslâmiyet cenahı hakikatın yaşanması)
  • Ve bütün enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkikîni arkasına alıp bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip,
  • Arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billah (Bu makamda arş-ı ehadiyet tabiri Cenab-ı Hakk’ın Zâtına işaret eder. Zira Mirac yoluyla Cenab-ı Hakk’ın Zâtıyla görüştüğü gibi o kapıyı açık bırakmakla ümmetine yol gösterdiğine işaret edilmiştir.)
  • Ve isbat ettiği vahdaniyet-i İlahiyeyi hiç vehim ve şübhenin haddi var mı ki, kapatabilsin ve perde olabilsin?

Madem Ondokuzuncu Söz’de

(Ondokuzuncu Söz: Risalet-i Ahmediye’ye dair Ondört Reşhadır.

Birinci Reşha: Şahsiyet-i Manevîyyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

İkinci Reşha: Zât-ı Ahmediye öyle bir nurdur ki harici deliller risaletinin hakkaniyetine bir delil olduğu gibi kendi zâtı da büyük bir delildir.

Üçüncü Reşha: Risalet’e ait vazifeleri hakkıyla yerine getirmesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Üç müşkil ve müdhiş sual-i azîme, mukni ve makbul cevab vermesi vazifelerine bir misaldir.

Dördüncü Reşha: Neşrettiği ziya-yı hakikat ile kâinata, mevcudata, camidata ve bütün zevil-hayata mahlukat canibinden bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görülür.

Beşinci Reşha: Onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla kâinattaki harekâta, tenevvüata, tebeddülata, tegayyürata (hulasa hadisata Cenab-ı Hak canibinden) bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görüldüğü gibi o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla insana bakıldığında insan bütün mahlukat üstüne çıkıp bir halife-i zemin olmasıyla da risaletinin hakkaniyeti görülür.

Altıncı Reşha: Ubudiyet ve Risalet cihetiyle bakıldığında görülen hakikatlar risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Yedinci Reşha: Muhtelif akvamın akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini fetih ve teshir edip def’aten devlet kurması, diğer devletlere galib getirmesi ve manevî hizmetlerinin neticesi olarak maddî ve manevî hâkimiyet ile bir saltanat kurması, bir şahs-ı manevî oluşturması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Sekizinci Reşha: Büyük ve çok âdetleri, hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit ederek insanlar üstünde manevî bir saltanat kurması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Dokuzuncu Reşha: Hakkıyla yerine getirdiği tebliğ vazifesi ve tebliğdeki usulü risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Ve bizim içinde tebliğ hususunda bir rehber-i mutlaktır.

Onuncu Reşha: Merak-âver bir âlemden, cazibedar bir inkılabdan, lüzumlu bir istikbalden, dehşetli bir saadetten haber vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. 

Onbirinci Reşha: Kâinatın perde-i zahiriyesi altındaki acaibi yani hakaik-i uhreviyeyi ve hakaik-i kevniyeyi haber vermesi ve bu hakaiki gözüyle görerek hakikat-ı İslâmiyeti o hakaikin üstüne bina edip kendi bizzat tatbik edip talim etmesi ve marziyat-ı İlahiyeyi pek sağlam olarak bize ders vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Onikinci Reşha: Cenâb-ı Hakkın vahdaniyetinin hakkaniyetini anlaması neticesinde dava ettiği haşrin ve saadet-i ebediyenin bütün delilleri Zât-ı Ahmediyenin (ASM) risaletinin hakkaniyetine bir delildir.

Onüçüncü Reşha: Cenâb-ı Hakkın bütün esma-i kudsîyesinin iktizası olarak haşrin geleceğini ders vermesi, Peygamberimizin risaletinin hakkaniyetine bir delildir. 

Ondördüncü Reşha: Kâinatın şehadeti ile tarifi yapılan Kur’an-ı Hakîme tercümanlık yapan Zâtın risaletinin hakkaniyetine Kur’an bir delildir.)

Ve Ondokuzuncu Mektub’da

(Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) Risalesi

Birinci Nükteli İşaret: Nübüvvetin tahkiki; Nev’i beşerde nübüvvet vardır. Elhak o vazifeyi en layıkıyla gören Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

İkinci Nükteli İşaret: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın elinde nazil olan Kur’an-ı Azîmüşşan ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu’cizat-ı bahiresi, hemen umum harekâtı ve ef’ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, nübüvvetinin hakkaniyetini, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder.

Üçüncü Nükteli İşaret: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cizatı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser enva’-ı kâinattan birer mu’cizeye mazhardır.

Dördüncü Nükteli İşaret: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Allâm-ül Guyub’un talimiyle haber verdiği umûr-u gaybiyenin tamamıyla anlaşılması için, altı esas mukaddime olarak beyan edilmiştir.

Beşinci Nükteli İşaret: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Al-i Beyt’in ve ümmetin başına gelecek hadisattan verdiği yirmi bir gaybi haberdir.)

 

o bürhan-ı katı’ın âb-ul hayat-ı marifetinden ondört Reşha ve ondokuz İşarat ile, o zât-ı mu’ciz-nümanın enva’-ı mu’cizatıyla beraber, icmalen bir derece tarif ve beyan etmişiz. Şurada şu işaret ile iktifa edip, o vahdaniyetin bürhan-ı katı’ını tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esasata işaret suretinde bir salavat-ı şerife ile hatmederiz.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ دَلَّ عَلَى وُجوُبِ وُجُودِكَ وَ وَحْدَانِيَّتِكَ وَ شَهِدَ عَلَى جَلاَلِكَ وَ جَمَالِكَ وَ كَمَالِكَ الشَّاهِدُ الصَّادِقُ الْمُصَدَّقُ وَ الْبُرْهَانُ النَّاطِقُ الْمُحَقَّقُ سَيِّدُ اْلاَنْبِيَاءِ وَ الْمُرْسَلِينَ الْحَامِلُ سِرَّ اِجْمَاعِهِمْ وَ تَصْدِيقِهِمْ وَ مُعْجِزَاتِهِمْ وَ اِمَامُ اْلاَوْلِيَاءِ وَ الصِّدِّيقِينَ الْحَاوِى سِرَّ اِتِّفَاقِهِمْ وَ تَحْقِيقِهِمْ وَ كَرَامَاتِهِمْ ذُو الْمُعْجِزَاتِ الْبَاهِرَةِ وَ الْخَوَارِقِ الظَّاهِرَةِ وَ الدَّلاَئِلِ الْقَاطِعَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ لَهُ ذُو الْخِصَالِ الْغَالِيَةِ فِى ذَاتِهِ وَ اْلاَخْلاَقِ الْعَالِيَةِ فِى وَظِيفَتِهِ وَ السَّجَايَا السَّامِيَةِ فِى شَرِيعَتِهِ الْمُكَمَّلَةِ الْمُنَزَّهَةِ لَهُ عَنِ الْخِلاَفِ مَهْبِطُ الْوَحْىِ الرَّبَّانِىِّ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ

 وَ الْمُنْزَلِ وَ الْمُنْزَلِ عَلَيْهِ سَيَّارُ عَالَمِ الْغَيْبِ وَ الْمَلَكُوتِ مُشَاهِدُ اْلاَرْوَاحِ وَ مُصَاحِبُ الْمَلٰئِكَةِ اَنْمُوذَجُ كَمَالِ الْكَائِنَاتِ شَخْصًا وَ نَوْعًا وَ جِنْسًا (اَنْوَرُ ثَمَرَاتِ شَجَرَةِ الْخِلْقَةِ) سِرَاجُ الْحَقِّ بُرْهَانُ الْحَقِيقَةِ تِمْثَالُ الرَّحْمَةِ مِثَالُ الْمَحَبَّةِ كَشَّافُ طِلْسِمِ الْكَائِنَاتِ دَلاَّلُ سَلْطَنَةِ الرُّبُوبِيَّةِ الْمُرْمِزُ بِعُلْوِيَّةِ شَخْصِيَّتِهِ الْمَعْنَوِيَّةِ اِلَى اَنَّهُ نُصْبُ عَيْنِ فَاطِرِ الْعَالَمِ فِى خَلْقِ الْكَائِنَاتِ ذُو الشَّرِيعَةِ الَّتِى هِىَ بِوُسْعَةِ دَسَاتِيرِهَا وَ قُوَّتِهَا تُشِيرُ اِلَى اَنَّهَا نِظَامُ نَاظِمِ الْكَوْنِ وَ وَضْعُ خَالِقِ الْكَائِنَاتِ نَعَمْ اِنَّ نَاظِمَ الْكَائِنَاتِ بِهذَا النِّظَامِ اْلاَتَمِّ اْلاَكْمَلِ هُوَ نَاظِمُ هذَا الدِّينِ بِهذَا النِّظَامِ اْلاَحْسَنِ اْلاَجْمَلِ سَيِّدُنَا نَحْنُ مَعَاشِرَ بَنِى آدَمَ وَ مُهْدِينَا اِلَى اْلاِيمَانِ نَحْنُ مَعَاشِرَ الْمُؤْمِنِينَ مُحَمَّدٍ بْنِ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ وَ اَتَمُّ التَّسْلِيمَاتِ مَا دَامَتِ اْلاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ فَاِنَّ ذلِكَ الشَّاهِدَ الصَّادِقَ الْمُصَدَّقَ يَشْهَدُ عَلَى رُؤُسِ اْلاَشْهَادِ مُنَادِيًا وَ مُعَلِّمًا ِلاَجْيَالِ الْبَشَرِ خَلْفَ اْلاَعْصَارِ وَ اْلاَقْطَارِ نِدَاءً عُلْوِيًّا بِجَمِيعِ قُوَّتِهِ وَ بِغَايَةِ جِدِّيَّتِهِ وَ بِنِهَايَةِ وُثُوقِهِ وَ بِقُوَّةِ اِطْمِئْنَانِهِ وَ بِكَمَالِ اِيمَانِهِ بِاَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ

Güneşler kuvvetinde Onikinci Lem’a:

(Onbir bürhan kuvvetinde tevhid’in kat’î bir bürhanı dahi, üstünde turra-i i’caz olan Kur’an-ı Azîmüşşandır.)

Şu Yirmiikinci Söz’ün Onikinci Lem’ası, (Yani bu lem’ada anlatılan Kur’an) öyle bir bahr-i hakaiktir ki;

  • Bütün yirmiiki Söz, ancak onun yirmiiki katresi
  • Ve öyle bir menba-ı envârdır ki, şu yirmiiki Söz, o güneşten ancak yirmiiki lem’asıdır.

Evet o yirmiiki aded Sözlerin herbirisi, (Yani Risale-i Nurda anlatılan hakikatlar)

  • Sema-i Kur’anda parlayan birtek necm-i âyetin bir lem’ası
  • Ve bahr-i Furkan’dan akan bir âyetin ırmağından tek bir katresi
  • Ve bir kenz-i a’zam-ı Kitabullah’ta herbiri bir sandukça-i cevahir olan âyetlerin birtek âyetinin birtek incisidir.

İşte Ondokuzuncu Söz’ün Ondördüncü Reşhasında (Esma cihetinde Kur’anın tarifi yapılmıştır.) bir nebze tarif edilen o Kelâmullah; İsm-i A’zamdan, Arş-ı A’zamdan, rububiyetin tecelli-i a’zamından nüzul edip,

  • Ezeli ebede rabtedecek, (Yani bütün zamanları kapsayacak bir surette konuşması)
  • Ferşi arşa bağlayacak (Kainatın yaratılış maksadındaki en küçük ferşi esmanın tecelligâhı olan arşa bağlamak)

Bir vüs’at ve ulviyet içinde bütün kuvvetiyle ve âyâtının bütün kat’iyyetiyle mükerreren لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ der, bütün kâinatı işhad eder ve şehadet ettirir.

Evet  لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ

Evet o Kur’ana selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki: Cihat-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki;

  • Hiçbir zulmet, (İzah edilememiş karanlık kalmış hiçbir nokta yoktur.)
  • Hiçbir dalalet, (Sapık bir fikir)
  • Hiçbir şübhe ve rayb, (Şübhe verici bir ikilem)
  • Hiçbir hile

İçine girmeye ve daire-i ismetine duhûle fürce bulamaz.

Çünki üstünde sikke-i i’caz;

  1. Altında bürhan ve delil;
  2. Arkasında nokta-i istinadı, mahz-ı vahy-i Rabbanî;
  3. Önünde saadet-i dâreyn;
  4. Sağında, aklı istintak edip tasdikini temin;
  5. Solunda, vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit;
  6. İçi, bilbedahe safi hidayet-i Rahmaniye;
  7. Üstü, bilmüşahede hâlis envâr-ı imaniye;

(Bu yedi ciheti bütün eserler için tatbik edebiliriz. Şöyle ki;

Altında hüccet ve bürhan direkleri, (Risale-i Nur, Kur’anın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’anın nükteli, hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Şualar – 81)

Üstünde sikke-i i’caz lem’aları, (Sikke-i Tasdik-i Gaybide üstündeki sikke-i i’caz lem’aları gösterilmiştir.)

Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, (İman küfür muvazeneleri bütünüyle saadet-i dâreyni gösteriyor.)

Arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatları, (Vahyin vazifesini gören şümulü ilham olmasıyla vahy-i semavî hakikatlarını arkasında nokta-i istinad olmuştur.)

Sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri,

Solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizabları ve teslimleri; (Nokta-i istinad ve istimdad temin etmesiyle kalb ve vicdanları mutmain etmesidir.)

Risale-i Nur’un fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu isbat eder.)

Meyveleri, biaynelyakîn kemalât-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkikîn, evliya ve sıddıkîn olan o lisan-ı gaybın sinesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet munis (Meyvelerini göstermek cihetinde munis) ve mukni, (Delillerini göstermek cihetinde mukni) nihayet ciddî ve ulvî ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki, öyle bir kat’iyyetle لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ der ve tekrar eder ki; hakkalyakîn derecesinde söylediğini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor. (Verdiği dersin kuvveti hakkalyakîn derecesinde ama dersi alanların derecesine nisbet edildiğinde aynelyakîn derecesinde bir ilmelyakîn mertebesinde olabiliyor.)

Elhasıl: Herbirisi birer güneş olan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki biri âlem-i şehadetin lisanı olarak bin mu’cizat içinde bütün enbiya ve asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet (İslâmiyet asfiyaya bakıyor.) ve risalet (Risalet enbiyaya bakıyor.)  parmaklarıyla işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakikatı…

Diğeri: Âlem-i gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u i’caz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekviniyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyet ve hidayet parmaklarıyla işaret edip bütün ciddiyetle gösterdiği aynı hakikatı.. acaba o hakikat, güneşten daha bahir, gündüzden daha zahir olmaz mı?

Ey dalalet-âlûd mütemerrid insancık! {(Haşiye): Bu hitab, Kur’anı kaldırmağa çalışanadır. (Bu cümle makam itibariyle Kur’anın ders verdiği tevhid hakikatını kaldırmaya çalışanadır.)} Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin? Onlardan istiğna edebilirsin? Üflemekle onları söndürmeye çalışırsın? Tuuuh! tuf.. senin o münkir aklına… Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve davaları inkâr edebilirsin? Ey bîçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelal’ini tekzibe yelteniyorsun?

Hâtime

Ey aklı hüşyar, kalbi müteyakkız arkadaş! Eğer şu Yirmiikinci Söz’ün başından buraya kadar fehmetmişsen, Oniki Lem’ayı birden elinde tut.

Binler elektrik kuvvetinde bir sirac-ı hakikat bularak, Arş-ı A’zamdan uzatılıp gelen âyât-ı Kur’aniyeye yapış.

Burak-ı tevfike bin, semavat-ı hakaikte uruc et, arş-ı marifetullaha çık…

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ de.  (Huzur makamına işarettir. Yalnız senin birliğine ve şerikin olmadığına şehadet ederim.)

Hem

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

diyerek, bütün mevcudat-ı kâinatın başları üstünde ve mescid-i kebir-i âlemde vahdaniyeti ilân et…

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا اَنْتَ مَوْلَينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ ٭ رَبَّنَا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لاَ رَيْبَ فِيهِ اِنَّ اللّهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَارْحَمْنَا وَ ارْحَمْ اُمَّتَهُ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir