Yirmidördüncü Söz
(Yirmiikinci Söz’de tevhid-i hakiki Cüz’de Cüz’îde, Küllde Küllîde, Küll-i âlemde, Hayatta, Zîhayatta, İhyada, Mevtte gösterilmişti.
Yirmiüçüncü Söz’ün birinci mebhasında ise imanın binler mehasini ikinci mebhasında da ahsen-i takvim sırrı anlatılmıştı.
Yirmidördüncü Söz’ün nokta-i nazarından Birinci Mebhasa baktığımızda; Birinci Mebhasda kemal mertebede bir iman sahibinin zamana, mekana, mevcudata nasıl bakması gerektiği ve Cenab-ı Hakka mukabele tarzının ne şekilde olması gerektiği gösterilmiştir.
Yirmidördüncü Söz’ün nokta-i nazarından İkinci Mebhasa baktığımızda; İkinci Mebhasda kemal mertebede bir iman sahibinin nasıl sadece ubudiyetini Cenab-ı Hakka hasretmesi gerektiği, hem nasıl bütün cihazlarını emredildiği şekilde O’nun rızası dairesinde kullanması gerektiği, hem nasıl kainatı bir misafirhane olarak görüp herşeyin bizim için hazırlandığını anlaması gerektiği, hem nasıl gaibane ubudiyetten hazırane muhataba suretinde ubudiyete geçerek çocuk gibi kendi acz ve zaafını anlayıp herşeyi Ondan isteyip ahsen-i takvime çıkılacağının yolu gösterilmiştir. Dolayısıyla imanı kemal mertebede olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetinin talimi gösterilmiştir.
Yirmidördüncü Söz Birinci Dalda her dairede farklı farklı tecelli eden esma gösterilerek bu dairelerdeki vazifeler ihtar edilmiştir. Kısaca esmanın talimi veya tarifi diyebiliriz.
İkinci Dalda ise nev itibariyle ism-i a’zama mazhar olan insanlık içersinde, farklı istidattaki insanların farklı esmaya mazhariyetleri olmasından esmaya mazhariyet noktasında insanlık içersindeki mertebeler gösterilmiştir. Kısaca Âdem’den (AS) kıyamete kadar gelecek tüm insanlığın tahlilidir.
Üçüncü Dalda ism-i a’zama ve her ismin a’zami mertebesine mazhar Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın, zaman ve mekan itibariyle kâinatta tecelli eden esmayı nasıl anladığı ve bizim anlayamamamızdaki maniler gösteriliyor.
Dördüncü Dalda Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın kâinattaki bütün mahlukatın hangi maksadlar için yaratıldığını anlayış şekli gösterildi.
Beşinci Dalda kâinattaki herşeyin yaratılış maksadını anlamanın bizim hayatımızdaki neticeleri neler olduğu gösteriliyor.
Birinci Meyvede kâinattaki bütün güzellikler kemalatlar Cenab-ı Hakktan ise kâinat kadar bir muhabbeti Ona sarfetmek gerektiği anlatılmıştır.
İkinci Meyvede bütün herşey Cenab-ı Hakktan ise Ona külli bir ubudiyetle mukabele etmemiz gerektiği anlatılmıştır.
Üçüncü Meyvede bütün kâinatta tecelli eden herbir esmanın dairesindeki ubudiyetle mukabele halimizin nasıl olması gerektiğini gösteren Sünnet-i Seniyye ile elde edilen huzur hali anlatılmıştır.
Dördüncü Meyvede bütün esmaya en nihayet derecede mazhar olan Zâtın haricinde hiçbir kemalat olamayacağı anlatılmıştır.
Beşinci Meyvede ubudiyetin miracına çıkılan yol Cenab-ı Hakkın esmasına olan intisabın bilinmesi ile mümkün olduğu anlatılıyor.
Yirmibeşinci Söz’ün Üçüncü Şulesinde hakaikı kayıtlandırmadan, renklendirmeden anlatması Kur’an’ın bir i’cazı olduğu üç ziya içinde gösterilmiştir. Yirmidördüncü Sözde ise, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini anlayan hem bütün hakaik-i âliye-i İlahiyenin müvazenesini bozmayan hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmlara göre hareket eden hem rububiyet ve uluhiyetin şuunatını kemal-i müvazene ile cem’eden Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvet nazarı gösterildi.)
[Şu Söz “Beş Dal”dır. Dördüncü Dal’a dikkat et. Beşinci Dal’a yapış çık, meyvelerini kopar al.]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَللّٰهُ Birdir Allah
لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ Ondan başka ilah yoktur
لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى Bütün güzel isimler onundur
Şu âyet-i celilenin şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlarından bir hakikatının beş dalına işaret ederiz.
(Evet لِكُلِّ آيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ وَ لِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَ فُنُونٌ olan hadîsin işaret ettiği gibi; elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. Sözler 391)
وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ Ayetin öncesi ve sonrası ile olan münasebetinden çıkan manaya denir. Âyetin Zâhir, Batın, Hat ve Muttali manaları da bir ağaç gibiymiş. Bunların herbirinin de Şücun dalları, Gusun filizleri, Fünunları vardır. Hatta Ağacın meyvesinin içindeki çekirdekte bir ağacın programı bulunduğu gibi âyetin fünunundan çıkan mananın içindende ayrı ayrı düsturlar çıkmaktadır. Bu hakikatı görmek istersen Onüçüncü Söz’ün ağaç temsiline bakabilirsin. Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin bir tek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenasüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir münasebet tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı, en küçük âdâbı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemal-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’an-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı İslâmiyenin kemal-i intizamı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti; cerhedilmez bir şahid-i âdil, şübhe getirmez bir bürhan-ı katı’dır. Sözler 436)
BİRİNCİ DAL:
(Birinci Dal için kısaca Esmanın talimi diyebiliriz. Esma-ül Hüsnayı a’zami mertebede anlamak ve herbir esmanın diğer esmalarla olan münasebetini görmek hakikatı üç esas içinde izah edilmiştir. Birincisi Cenab-ı Hakkın herbir dairede bir esması hâkimdir, diğer esmalar ona tabi ve onun zımnında bulunuyorlar ve herbir bir esma birbirine bakıyor, birbirini itmam ediyor, birbiriyle münasebettardır. İkincisi Cenab-ı Hakkın esması sanki sadece tecelli ettiği o daireye has gibi görünmesidir. Üçüncüsü Cenab-ı Hakk’ın esmasının cüz’iyet külliyet itibariyle hadsiz mertebeleri vardır. Öyle ise bizim vazifemiz Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle tanıdıktan sonra başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmemektir. Eğer, herbir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezsek zarar ederiz.)
Nasılki bir sultanın kendi
- Hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları (Nasılki bir padişahın daire-i hükûmeti itibariyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ: Daire-i adliye onu “Hâkim-i Âdil” namıyla yâd eder. Daire-i askeriye onu “Kumandan-ı A’zam” namıyla bilir. Daire-i meşihat onu “Halife” ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu “Sultan” namıyla tanır. Sözler 179
Cenab-ı Hakk’ın esması adedince farklı farklı daireler vardır. Herbir isim bir dairedir ama bu isimlerin tecelli ettiği mevcudat adedince farklı ünvanlar alabilir. Mesela: Rahmet’in tecelli ettiği eşya ve mekân’a göre farklı isimler aldığı gibi. Mesela:
Rezzak: Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah)
Münim: Nimet veren, yedirip içiren.
Rahman: Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah)
Rahim: Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi.
Hannan: Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan Allah (C.C.)
Mennan: İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah)
Rauf: Çok acıyan, esirgeyen, merhamet sâhibi
Atûf: Çok acıyan, pek merhametli.
Gufran: Cenab-ı Hakk’ın günahları affedip örtmesi, rahmeti.
Afuvv: Affeden, merhametli.
Settar-ül Uyub: Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.))
- Ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları (Muti’ ahali ona “Merhametkâr Padişah” derler. Âsi insanlar ona “Kahhar Hâkim” derler. Sözler 179)
- Ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ:
(Zılliyetten asliyete geçmek, Herbir esmanın hadsiz mertebelerinde terakki etmeye işarettir. Bütün hükümet dairelerinin en üstünde Sadrazam veya Başbakan bulunduğu gibi)
Adliye dairesinde “hâkim-i âdil” ve (Cenab-ı Hakkın Hâkim-i Âdil ismi ile hikmet ve adaletine işaret etmektedir. Hâkim-i âdil günümüzde Adalet Bakanına denktir.)
Mülkiyede “sultan” ve (Cenab-ı Hakkın Malik ismi ile malikiyetine işaret etmektedir. Sultan günümüzde İç İşleri Bakanına denktir.)
Askeriyede “kumandan-ı a’zam” ve (Cenab-ı Hakkın Kadir ismi ile kudretine işaret etmektedir. Kumandan-ı a’zam günümüzde Genel Kurmay Başkanına denktir.)
İlmiyede “halife”… (Cenab-ı Hakkın Alim ismi ile ilmine işaret etmektedir. Halife günümüzde Diyanet İşleri Başkanına denktir.)
Daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki;
(Rab isminin tecellisi itibariyle farklı farlı ünvanları vardır “Rabb-üş Şi’ra” gibi.
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ
de üç ünvan ile istiazeyi emrediyor. Sözler 335)
Birtek padişah,
- Saltanatının dairelerinde
- Ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahib olabilir.
Güya o hâkim,
- herbir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcud ve hazırdır; bulunur ve bilir. (Şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle bulunması; herbir esmanın o daire içindeki tecellisine işarettir. Telefonuyla mevcud ve hazır olması; İşitmek, duymak, görmek gibi sıfatlarının o daireye olan nisbetine bir işarettir.)
- Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır, görünür, görür. (Meşhud; görünür, Nazır; görür.)
- Ve herbir mertebede perde arkasında, hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.
(Bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet eder. Sözler 667
Birbirine bakar, görünür, benzer, ihsas eder, gösterir, ikmal eder, temaşa eder demekle herbir fiil, isim, sıfat, ünvan, şuunat ve zâtın arkasında bütün fiil, isim, sıfat, ünvan, şuunat ve zâtın bulunduğuna işaret etmiştir. Esas itibariyle isim ve unvan aynı manadadır.
Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen “Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbi” gibi isimler ve “hikmet ve rahmet ve inayet” gibi şe’nler ve “tasvir ve tedvir ve terbiye” gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki; güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızk verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedahetle şehadet eder ki; o ihatalı isimlerin müsemması ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin fâili birdir; tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ! Şualar 164
İşte faaliyet hakikatı içinde tezahür eden rububiyet hakikatı; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda’, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan uluhiyetin tebarüz hakikatı dahi; esma-i hüsnanın rahîmane ve kerimane cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir. Şualar 146)
Öyle de: Ezel Ebed Sultanı olan Rabb-ül Âlemîn için,
- Rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları (Şe’n işler manasında kullanılmıştır. Şuunat değil)
- Ve Ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları (İşte saltanat-ı uluhiyet Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallak, Fa’al, Kerim, Rahîm gibi pek çok esma-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. Mektubat 84)
- Ve Haşmet-nüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri (Bütün icraatlarında görünen haşmet)
- Ve Kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var.
- Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var.
- Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var.
- Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi’ masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyeti vardır.
Bununla beraber kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde, esma-i hüsnadan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tâbi’dirler, belki onun zımnında bulunurlar.
İkinci Esas: Hem mahlûkatın herbir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm herbirisinde has bir tecelli, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve âmm olduğu halde öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır. ( مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ Rububiyeti ile Güneş ve kameri teshir etmekle beraber daha bir çok şeyi teshir ettiği halde yalnız güneş ve kamerdeki tecelliyata baktığımız için bu ünvanı aldı.)
Üçüncü Esas: Hem bununla beraber Hâlık-ı Zülcelâl, herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. (Yetmişbin perdeden geçmek ise cüziyetten külliyeye çıkmak yani birtek isimle tanımaktan bütün isimlerle tanımaya çıkmak ve zılliyetten asliyete geçmek yani herbir ismi hadsiz mertebeleri ile tanımak ve kendinde tecelli eden esmayı bilip o esmanın iktizasına göre hareket etmekle bütün raiyet içinde yüksek bir tabakaya çıkmak demektir.)
Meselâ: Sana tecelli eden Hâlık isminin mahlukıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübra ve ünvan-ı a’zama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlukıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın. (Her ismin münteha mertebesinde tanımakla sıfatların kemali anlaşıldığından; Herbir sıfatı münteha mertebesinde tanımakla şuunatın kemali anlaşıldığından; Herbir şuunatı münteha mertebesinde tanımakla Zâtın kemali anlaşıldığından yanaşmak tabiri kullanıldı.)
Madem, perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var.
- Ve isimler birbiri içinde görünüyor.
- Ve şuunat, birbirine bakar.
- Ve temessülât, birbiri içine girer.
- Ve ünvanlar, birbirini ihsas eder.
- Ve zuhurat, birbirine benzer.
- Ve tasarrufat, birbirine yardım edip itmam eder.
- Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri, birbirine imdad edip muavenet eder.
Elbette gerektir ki, Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder.
Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, (Bütün ünvanları ile beraber Allah’ı tanısın, kendindeki tasarrufatını anlayıp ona göre hareket etsin ve mertebeleri aşsın. Eğer lisan-ı Kur’andan kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin mi’racıyla arş-ı kemalâta çıkabilir. Bâki bir insan olur. Sözler 364)
onun nazarı, daima karşısında هُوَ هُوَ اللّٰهُ okusun, görsün.
Onun kulağı herşeyden قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dinlesin, işitsin.
Onun lisanı لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ desin, ilân etsin.
İşte Kur’an-ı Mübin اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlara işaret eder.
(İSİMLERİN KÂİNATTAKİ TECELLİLERİ)
Eğer o yüksek hakikatları yakından temaşa etmek istersen,
Git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Celil, Ya Celil, Ya Aziz, Ya Cebbar” dediklerini işiteceksin.
Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyecekler (Küçük yavrular daha ziyade Ya Rahîm derler.)
{(Haşiye): Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar.
Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette “Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı.
Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidayette hırhırları arkasında “Ya Rahîm” farkedilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı “Ya Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Ya Rahîm” çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler.
Sonra kalbime geldi:
“Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? (Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik olduklarından rahim ismine daha ziyade mazhardırlar.)
Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar? (Kediler, insana karışık bir arkadaş olduğundan, arkadaşı olan nevm-i gafletteki insanları ikaz etmek için “Ya Rahîm” nidasıyla kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenileceğini ve nasıl mukabele edilmesi gerektiğini ihtar ediyor.)
” Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Ya Rahîm” nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.}.
(Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelbde hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün’im-i Hakikî’den bütün bütün gafletine sebeb olur. Binaenaleyh vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikî’den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tahir olsun. Çünki hükümler, hadler günahları afveder. Ve beyn-en nâs tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiştir.
Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ: Kedi seni sever, tazarru’ eder, senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikî’ye şükran hisleri vardır. Çünki fıtratları Sâni’i bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın… Mesnevi-i Nuriye 71)
Semayı dinle. Nasıl “Ya Celil-i Zülcemal” diyor. (Sema büyüklük itibariyle azameti gösterdiğinden Celali gösterdiği gibi san’at noktasında güzellik arkasında cemal göründüğünden “Ya Celil-i Zülcemal” diyor.)
Ve arza kulak ver. Nasıl “Ya Cemil-i Zülcelal” diyor. (Semaya nisbeten küçük ve san’at noktasında güzel görünmekle beraber herşeyi arza hizmet ettirmek fiilinin arkasında celal göründüğünden “Ya Celil-i Zülcemal” diyor.)
Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Ya Rahman, Ya Rezzak” diyorlar. (Yetişkin hayvanlarda Rahman ismi daha ziyade görünüyor.)
Bahardan sor. Bak nasıl “Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin.
Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor (Kalb dahi Zat-ı Ehad-i Samed’in bir aynasıdır. Lâkin bu ayine, İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) beyan ettiği vechile, sair aynalara muhalif olarak, onda tecelli edeni hissedebilir bir şuuru; ve kendisinde temessül edene karşı meftuniyet derecesinde bir alâkası vardır. Bu cihetten insan iman şuuruyla okuyor. Büyük Mesnevî 732
Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî’nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. Sözler 129
“İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” Sözler 686)
Ve cebhesinde yazılı. (İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle bütün esma cebhesinde yazılıdır. Sözler 562)
Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir. (Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara onları giydirmiş ki; o ağaçlar camid, şuursuz cisim gibi değil.. belki gayet şuurkârane manidar vaziyetleri gösteriyorlar. İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Sözler 226)
En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. (Yani: Güneş ve Arş gibi büyük cirmler, haşmet lisanıyla “Yâ Celil, yâ Kebîr, yâ Azîm” dedikleri vakit; sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemil, yâ Rahîm, yâ Kerim” diyerek o musika-i kübraya latif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar. Mektubat 234) Ve hâkeza kıyas et.
(İNSANLARLA İSİMLERİN MÜNASEBETİ)
Fakat çendan insan bütün esmaya mazhardır, fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuştur. (Kâinatın tenevüünü intac eden iki cihet vardır. Cenab-ı Hakk cihetinden bakarsak esmanın tenevüü, hikmet ve iradesidir. Mevcudat cihetinden bakarsak mazharların kabiliyetidir. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Şualar 155)
- Enbiyanın ayrı ayrı şeriatleri, (Hangi esmaya daha ziyade mazhar ise o esmaya dair hükümler düsturlar noktasında vazifesi olduğundan ona göre şeriat veriliyor. Ve dolayısıyla enbiyaya verilen şeriat muhatab olduğu toplumdaki istidatların inkişaf ettirecek hüküm ve düsturlara haiz oluyor. Bu da gösteriyor ki; herbir enbiyaya verilen ümmetin dahi daha ziyade mazhar oldukları esmalar aynıdır.)
- Evliyanın başka başka tarîkatları, (Hangi esmaya daha ziyade mazhar ise o esma ile müridlerini irşad edip maneviyatta terakki edecek yolları göstermiştir.)
- Asfiyanın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neş’et etmiştir. (Asfiyanın farklı mizaçlarda olması ve bu mizaçla hareket etmelerinden meşrebler ortaya çıkar.)
Meselâ:
İsa Aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadîr ismi onda daha galibdir.
Ehl-i aşkta Vedud ismi ve
Ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir. (Hizmette istihdamı hengamında Hakîm ve Rahim ismine daha ziyade mazhar iken Cenab-ı Hakkın hikmet-i kudsiyesi bütün esma ile tezahür ettiğinden hikmet-i kudsîye bütün esmaya mazhar bir şahs-ı manevi tarafından ders verilebilir ki; bu dersin mücessem hali Risale-i Nur, Mümessili Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Sözler 93)
İşte nasıl eğer bir adam
Hem hoca, (Diyanet dairesinde padişah ile olan münasebeti, kendisine verilen vazifesi, göreceği hizmeti, alacağı ücreti, sorumlu olduğu dairedeki mesuliyeti, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb birer düşman ve rakibleri bulunduğundan Padişahı Halife ünvanıyla tanır, meded ve muavenet ister. Bununla beraber her an dahi diğer dairelerlede Padişaha münasebettar olunduğundan her insan bulunduğu daireyi, o dairedeki vazifesini, göreceği hizmetini, alacağı ücretini, sorumlu olduğu mesuliyetini, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb olan düşman ve rakiblerini bilmesi gerekmektedir.)
Hem zabit, (Askeriye dairesinde padişah ile olan münasebeti, kendisine verilen vazifesi, göreceği hizmeti, alacağı ücreti, sorumlu olduğu dairedeki mesuliyeti, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb birer düşman ve rakibleri bulunduğundan Padişahı Kumandan ünvanıyla tanır, meded ve muavenet ister. Bununla beraber her an dahi diğer dairelerle de Padişaha münasebettar olunduğundan her insan bulunduğu daireyi, o dairedeki vazifesini, göreceği hizmetini, alacağı ücretini, sorumlu olduğu mesuliyetini, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb olan düşman ve rakiblerini bilmesi gerekmektedir.)
Hem adliye kâtibi, (Adliye dairesinde padişah ile olan münasebeti, kendisine verilen vazifesi, göreceği hizmeti, alacağı ücreti, sorumlu olduğu dairedeki mesuliyeti, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb birer düşman ve rakibleri bulunduğundan Padişahı Hâkim ünvanıyla tanır, meded ve muavenet ister. Bununla beraber her an dahi diğer dairelerlede Padişaha münasebettar olunduğundan her insan bulunduğu daireyi, o dairedeki vazifesini, göreceği hizmetini, alacağı ücretini, sorumlu olduğu mesuliyetini, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb olan düşman ve rakiblerini bilmesi gerekmektedir.)
Hem mülkiye müfettişi olsa; (Mülkiye dairesinde padişah ile olan münasebeti, kendisine verilen vazifesi, göreceği hizmeti, alacağı ücreti, sorumlu olduğu dairedeki mesuliyeti, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb birer düşman ve rakibleri bulunduğundan Padişahı Sultan ünvanıyla tanır, meded ve muavenet ister. Bununla beraber her an dahi diğer dairelerlede Padişaha münasebettar olunduğundan her insan bulunduğu daireyi, o dairedeki vazifesini, göreceği hizmetini, alacağı ücretini, sorumlu olduğu mesuliyetini, terakkiyat ve muvaffakıyetsizliğine sebeb olan düşman ve rakiblerini bilmesi gerekmektedir.)
- onun herbir dairede
- birer nisbeti,
- birer vazifesi,
- birer hizmeti,
- birer maaşı,
- birer mes’uliyeti,
- birer terakkiyatı ve
- muvaffakıyetsizliğine sebeb birer düşman ve rakibleri oluyor.
Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür.
Ve çok lisanlarla ondan meded ister.
Ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder.
Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini çok suretlerle taleb eder.
Öyle de:
Çok esmaya mazhar
Ve çok vazifelerle mükellef
Ve düşmanlara mübtela olan insan,
münacatında, (Müsbet istediği şeylerde münacatında esma ile ister.)
istiazesinde çok isimleri zikreder. (Menfi olarak sığındığı zarar verecek eşyadan istiazesini bulunduğu dairedeki esma ile yapar.)
Nasılki nev’-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm,
Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında
binbir ismiyle dua ediyor;
ateşten istiaze ediyor.
İşte şu sırdandır ki sure-i
قُلْ اَعُوذُ istiaze ediyorum
بِرَبِّ النَّاسِ İnsanların Rabbi ünvanıyla
مَلِكِ النَّاسِ İnsanların Maliki ünvanıyla
اِلهِ النَّاسِ İnsanların İlahı ünvanıyla
مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ de üç ünvan ile istiazeyi emrediyor ve
بِسْمِ İsmiyle istiane ediyorum
اللّٰهِ Allah ismiyle istiane ediyorum
الرَّحْمٰنِ Rahman ismiyle istiane ediyorum
الرَّحِيمِ Rahim ismiyle istiane ediyorum
de üç ismiyle istianeyi gösteriyor.
(Eser: Kitab
Fiil: Yazmak
İsim: Yazıcı
Sıfat: Yedi sıfat İlim, İrade, Kudret, Kelam, Basar, Semi’, Hayat
Şuunat: İnsandaki kabiliyet manasındadır. Cenab-ı Hak için kabiliyet denmez. Şuunat denir.
Zat: Vacib-ül Vücud olan Allah.
Ulûhiyet: Zâtında tek
Rububiyet: İcraatında işlerinde tek
Malikiyet: Bütün mülk onundur.)
Mesel ve temsil ile, şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır, Zatına bakılmaz.)