İkinci Risale olan İkinci Kısım
Ramazan-ı Şerife dairdir
[Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir.
(Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. Mektubat – 396)
Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden “Dokuz Nükte”dir.]
(Mesail-i şeriattan bir kısmına “taabbüdî” denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.
Bir kısmına “makul-ül mana” tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir. Mektubat – 397
Mesail-i şeriattan “makul-ül mana” kısmına Ramazan-ı Şerifteki savm pek çok müreccih hükmünde hikmeti ve maslahatı bulunduğundan misal olarak verilmiştir.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ
( اَلَّذِينَ esma-i mübhemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir. Başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise, burada sılası olan imana (Ramazan-ı Şerife) büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye (Ramazan ayında oruç tutmaya) teşvik eder. İşarat-ül İ’caz 41
Kur’an hidayeti dört sınıfta izah etmiştir.
- Hakkı hak bilmek
- Hakkın neticelerini görüp imtisale sevk etmek
- Batılı batıl bilmek
- Batılın neticelerini görüp içtinab etmek
İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir. İşarat-ül İ’caz 22
هُدًى deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur’an öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünki marifenin zıddı olan “nekre”; ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zuhurdan neş’et eder. Buna binaendir ki, “tenkir” bazan tahkiri bazan ta’zimi ifade eder, denilmiştir. İşarat-ül İ’caz 39
Furkan ise Kur’anın verdiği ölçüler ile bakıldığında hakkı batıldan ayıran demektir.)
Birinci Nükte: Ramazan-ı Şerifteki savm,
- İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. (Makama göre birincilik değişebilir.)
- Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır. (Ramazan-ı Şerif, çok şeairi içine alan bir şeair-i a’zamdır. Bazı şeair vardır ki, hususi farzlardan daha ehemmiyetlidir.)
İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri;
- Hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, (Ramazan ayında Kur’an’ın nazil olması ciheti ile Kur’anın vazife-i asliyesini hatırlatır. Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Sözler – 265 Diğer dört hikmet birinci hikmetten çıkmıştır.)
- Hem insanın hayat-ı içtimaiyesine,
- Hem hayat-ı şahsiyesine,
- Hem nefsin terbiyesine,
- Hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: (Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı her vakit ubudiyet ile mukabele etmeye meleke kazanmak için oruç tutulması emredilmiştir.)
Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halkettiği ve (Külli nimetler beş kısma ayrılmıştır. Vücut, hayat, insaniyet, iman, İslamiyettir.)
bütün enva’-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. (Cenab-ı Hakkın şefkatinin hayvanat aleminde görünmesine rahmaniyet insanlık aleminde görünmesine ise rahimiyet denir.)
İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor.
Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete (Ramazan orucunu tutabilmek öyle şerefli bir rütbedir ki tarif edilmez. Ehl-i iman oruç vasıtası ile Sultan-ı Ezelî’nin ordusuna dâhil olur.) iştirak etmeyen insanlar insan ismine lâyık mıdırlar?
İkinci Nükte: Ramazan-ı Mübareğin savmı, (Ramazan-ı Mübareğin savmı ve orucu gibi cümlelerle herbir nüktenin ifade ettiği mananın Ramazan Orucunda en külli mana da tezahür ettiğini göstermek içindir.)
Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
(Şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en a’lâsı, şükürdür. Mektubat – 364)
Birinci Söz’de denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetdar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi, Cenab-ı Hak hadsiz enva’-ı nimetini nev’-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o nimetlerin fiatı olarak, şükür istiyor.
(Mal ve para, (Mal ve para: Nimet ve ihsana karşılık yapılan mukabelelere işarettir; şükür, minnettarlık ve memnuniyet gibi.) meydanda sahibsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, (Çalmak; fiyatını vermeden almak. Evet o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir. Sözler 7) Ya gasbediyor. (Gasb; Allahın razı olmadığı şekilde eşya ve hadisatı esbaba, tabiata ve tesadüfe vermek.) Sözler – 48)
O nimetlerin zahirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiat veriyoruz, onlara minnetdar oluyoruz; hattâ müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. (Meselâ: Nasılki bir nefer, onbaşısına karşı kemal-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir: “Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.” Şimdi şu söz, vaki’deki padişahın haşmetli hakikî kumandanlığıyla, onbaşısının cüz’î, surî kumandanlığını müvazene değil; çünki o müvazene ve tafdil, manasızdır. Belki neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki, onbaşısını tercih eder, teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.
İşte bunun gibi, Hâlık ve Mün’im tevehhüm olunan zahirî esbab, ehl-i gafletin nazarında Mün’im-i Hakikî’ye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı, onlardan bilir. Medh ü senalarını, onlara verir. Kur’an der ki: “Cenab-ı Hak daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsindir. Ona bakınız, ona teşekkür ediniz.” Sözler – 617)
İşte ona teşekkür etmek;
- O nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek,
- O nimetlerin kıymetini takdir etmek ve
- O nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. (Külli manada manevi şükrün anahtarı olan Ramazan-ı Şerifteki oruçla üç hakikat açılmıştır. Alttaki paragrafta nimetlerin kıymetini anlamayı ve o nimetlere ihtiyacını hissetmeyi ifade eden birinci ve ikinci hakikat izah edilmiştir.)
Çünki sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymetdar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur.
(Bu gelen cümlelerle nimetin Allah’tan geldiğini bilmeye vesile olan üçüncü hakikatın izahatı yapılmıştır.) Hem gündüzdeki yemekten memnuiyeti cihetiyle; “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim; demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir; bir şükr-ü manevî eder.
İşte bu suretle oruç, çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
Üçüncü Nükte: Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
(Cenab-ı Hakk, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatında rububiyetini, nev’-i beşeri maişet cihetinde muhtelif bir surette halkederek göstermiştir. Bu Rububiyete karşı ubudiyet ile mukabele tarzı ise fukaraların yardımına zekât ile koşmaktır.) İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halkedilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor.
(Namaz عِمَادُ الدِّينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. İşarat-ül İ’caz – 43
Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dahi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. Sözler – 371)
Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünki hakikî o haleti kendi nefsinde hissetmiyor. (Eğer hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmezse nimetin ona verilmesinde Cenab-ı Hakkın takdiri olduğunu hissetmez nimeti kendinden bilir ve ihsan etse dahi karşı tarafı minnet altında bırakacağından dolayı şükrü tam olmaz. SG)
Dördüncü Nükte: Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
(Büyük zatlar nefsin terbiyesi hususunda riyazet yapmışlardır.)
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. (Hürriyeti ikiye ayırdığımız da birincisi vicdan, ruh ve kalbin hürriyeti ikincisi nefsin hürriyetidir. Şöyle ki; İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa hareketini kırar. Sözler – 471)
Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane, (Gasıbane kendisinin malı olarak görmek, sahibinin rızası haricinde kullanmak. Eşya ve hafızayı ) hırsızcasına (hırsızcasına fiyatını vermeden sarf etmek) nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar. (Mal ve para, meydanda sahibsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. Sözler – 48)
İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil, memluktür; hür değil, abddir.
(İttifak hüdadadır, hevada ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Divan-ı Harb-i Örfi 58 )
Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.
(Sizde olan yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Münazarat 22)
(S- Nasıl, hürriyet imanın hassasıdır?
C- Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet… Münazarat 23)
(Nefsin mevhum rububiyeti kırılmasına bir misal; Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?” Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Mektubat – 269)
(Nefsin mevhum rububiyeti kırılmasına diğer bir misal; O nikâh bir akd-i semavî olduğuna delaletiyle, hârikulâde ve örf ve muamelat-ı zahiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hükm-ü kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur. Nefis arzusuyla değildir. Mektubat 28 )
(Avam nefsin rububiyetini hakikat dersini alarak kıramadığı için Ramazan-ı Şerifin orucu ile bir derece kırmaya çalışır. Fakat Nur talebeleri ise aldığı hakikat dersi ile nefsi kimin kudret elinde olduğunu bilir. Bunu bilerek Ramazan-ı Şerifin orucunu tutar. Bu manayı teyid eden cümleler; Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır. Emirdağ-1 – 91)
Beşinci Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor.
(نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususî kararsız dünyasını, aynı umumî dünya gibi sabit bilip, kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. Mektubat – 11)
(İnsanın gafletle nefsini unuttuğuna ve kalbinin bozulduğuna dört emare)
- Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez.
- Hem ne kadar zaîf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır.
- Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur.
- Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç;
en gafillere ve mütemerridlere, za’fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…
(İnsan-ı kâmil nefsin tehzib-i ahlâkından kurtulduğu için şöyle der; Ben aç olayım, başkası tok olsun. Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir. Hem ben çalışayım, başkası yesin der. Zekâtını verir.
“İşarat-ül İ’caz”da isbat edildiği gibi; bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.
Birinci kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.”
İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.” Sözler ( 409 )
Altıncı Nükte: Ramazan-ı Şerifin sıyamı,
- Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve
- Ramazan-ı Şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
(Kur’anın nazil olma şartlarını biz kendimiz için de sağlar isek Kur’an bizim semamıza da nüzul edebilir.)
Kur’an-ı Hakîm, madem Şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş; o Kur’anın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için
(Kur’an’ın nazil olma şartları)
- Ramazan-ı Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden ve (Âyâ zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniye (medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir) ile güzelce muhafaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batn ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Sözler – 126)
- Malayaniyat hâlattan tecerrüd ve (malayani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Mesnevi-i Nuriye – 234)
- Ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve
- Bir surette o Kur’anı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve (Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’anın lisan-ı ulviyesinden يُسَبِّحُلِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem يُسَبِّحُ sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Sözler – 139)
ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem (A.S.M.) dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’anın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
(Ramazan-ı Şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olmasının hikmeti
- Ramazan-ı Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden
- Ve malayaniyat hâlattan tecerrüd
- Ve ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzenmekle
- Ve Kur’anı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemesiyle
Mevhibe-i İlahiye olan o esrar ve feyizler gelebilir.
Onaltıncı Mektub Beşinci Nokta İkinci Mes’ele feyizlerin gelme şartlarını şöyle izah ediyor. Belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar,
- hâlis bir niyet ile
- Ve dünyadan
- Ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.
Mektubat 70 )
Evet Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin kûşelerinde o Kur’anı, o hitab-ı semavîyi Arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı uzmanın sair efradları, bazıları huşu’ ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tâbi’ olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatın manevî nefretine ne kadar hedef ise; öyle de Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i İslâmın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.
(Yirmidokuzuncu Mektub Altıncı Risale Olan Altıncı Kısmın Birinci Desisesinde umum âlem-i İslâmın manevî nefretine ve tahkirine hedef olmanın sebebleri şöyle izah edilmiştir. Eğer o adam,
- Medar-ışeref tanıdığı bütün ecdadını ve
- Medar-ıiftihar bildiği bütün geçmişlerini ve
- Ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip
heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. Mektubat 414 )
Yedinci Nükte: Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen nev’-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir.
Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. (Kur’an’ı lisan-ı hali ile okuyan kişide on sevab alır.)
(Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Nurun İlk Kapısı – 47)
(Neden seyyie bir yazılır, hasene on ve bazan bin yazılır?
Elcevab: Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve cemal-i rahîmiyetini o suretle gösteriyor. Lemalar – 85)
Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuzbin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır.
(Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bazan binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazan onbin (Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. Sözler ( 346)
İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!
(Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugün manevî bir ihtar ile sizin hesabınıza bir telaş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i maişet için endişe eden kardeşlerimizin hakikaten beni müteellim ve mahzun ettiği aynı dakikada bir mübarek hatıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki: Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevablı ibadet ayları olan şuhur-u selâse gelecekler. Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise,
- Receb-i Şerifte yüzden geçer,
- Şaban-ı Muazzamda üçyüzden ziyade ve
- Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve
- Cuma gecelerinde binlere ve
- Leyle-i Kadir’de otuzbine çıkar.
Bu pekçok uhrevî faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i imana temin eden şuhur-u selâseyi böyle bire on kâr veren Medrese-i Yusufiye’de geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse ayn-ı rahmettir. Şualar – 493)
İşte Ramazan-ı Şerif âdeta (Ramazan-ı Şerifin hakikatına işaret eden dört teşbih yapılmıştır.)
- Bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır.
- Ve uhrevî hasılât için, gayet münbit bir zemindir.
- Ve neşvünema-i a’mal için, bahardaki mâh-i Nisandır.
- Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir.
Ve öyle olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatına ve malayani ve hevaperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hacatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; (yani ceset hayvani ihtiyaçlarını bırakıp hayvani ihtiyaçları olmayan bir ruh hükmüne geçmiştir.) savmı ile, Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir. (Samediyete âyinedarlık yukarıdaki mana akışına göre baktığımızda yemek içmenin terki ile ayniyet itibari ile samediyete bir ayinedarlık olabildiği gibi diğer bir manasıda yemek içmek ihtiyacından dolayı açlığın hissedilmesi ile de aczini anlayıp zıddiyet itibari ile samediyete ayinedarlık edebilir.)
Evet Ramazan-ı Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.
(Lem’alar Üçüncü Lem’a: İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer… Şu mes’ele münasebetiyle deriz: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. Bast-ı zaman hakikatı yukarıdaki şartların yerine getirilmesi ile her zaman yaşanabilir. Lem’alar 17 )
Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır.
Evet, karanlıklı bu hayat-ı dünyeviyenin en nurani Leyle-i Kadri ramazandır.
Evet nasılki bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri (bir savaşın kazanıldığı veya bir yerin feth edildiği günü) bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususî ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder.
Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan yirmisekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o yirmisekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş.
Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. (Daire-i imkân ve Vücuba dair hakikatların bütün mahlûkata bildirilmesi ile bu hakikatların mahlûkatın idrak tahtına çıkması kalblerde akıllarda Saltanatın haşmeti anlaşılmasından dolayı Ramazan ayı bir bayram olmuştur.) Madem Ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşagılden insanları çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir.
Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…
Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona ta’til-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.
Sekizinci Nükte: Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki:
- (Maddi perhiz) İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayeşa hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi;
- (Manevi perhiz) hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.
(Hem o sırr-ı Kur’anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun. Lemalar – 7)
Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi (Maddeten perhiz) perhize alışır; (Manen riyazet) riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir.
(Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir… Lemalar – 141)
(Maddi menfaati) Bîçare zaîf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. (Manevi menfaati) Ve emir vasıtasıyla helâli terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamağa çalışır.
- Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa mübtela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise yirmidört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur. (Bu dehşetli ihtikârdan çıkan kaht u galâ ve açlık ve zaruret, yaşamak damarını şiddetle yaralandırıyor. Bu yara, hissiyat-ı ulviye-i diniyeyi bir derece susturmaya vesile olup, ehl-i dalalete yardım ediyor. Herkes midesini düşünmeye başlıyor. Kalb, hakikatten ziyade ekmeği düşünüp hayata, yaşamağa yardıma koşup, vazife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakır. Buna karşı Risale-i Nur’un şakirdleri bir uzun Ramazan nazarıyla bakıp, keffaret-üz zünub ve bir riyazet-i şer’iyeye çevirebilirler. Kastamonu – 193)
- Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında ta’til-i eşgal etmezse; o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki; eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki; sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar masumane gülüyorlar.
Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ فِى شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
İTİZAR:
Şu ikinci kısım, kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtib ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasib gördüklerini tashih edebilirler.
* * *