Anasayfa » Yirmidokuzuncu Mektub Dokuzuncu Kısım

Yirmidokuzuncu Mektub Dokuzuncu Kısım

Dokuzuncu Kısım

(Dokuzuncu Kısmın önceki kısımlarla münasebeti Altıncı kısımda ehl-i dalaletin hücum yolları ve bunlara karşı mukabele tarzı anlatılmıştı. Yedinci kısımda birinci sualde ehl-i dalaletin dinde reform olamaz mı? Sorusuna kat’i cevab verilmiştir. İkinci sualde âhir zamanın eşhas-ı mühimmesinden Mehdinin hizmet tarzı nazara verilmiştir. Üçüncü sualde ise Mehdiyi diğer dine hizmet edenlerden ayıran esaslar üstünde durulmuştur. Sekizinci kısımda Mehdinin Kur’anın harf ve harekelerine varıncaya kadar inceden inceye tedkiki ve süfyaniyetin teşhis edilmesi üzerinde durulmuştur. Bu dokuzuncu kısımda da Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarîkatın hülâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan mehdiyetin…)

Telvihat-ı Tis’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ

(Allah’ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. Yunus Suresi 62. Âyet’tir. Onlar sıkıntı, hüzün, korku çekmeyecekler. Zahiri musibetler, onların kalb ve ruhlarını boğmayacak. Âhir zamanda asr-ı saadeti yaşayacaklar.

Eski zamanda Kur’anın bir hakikatı için hayatını feda edenler olmuş. Şimdi Nur Talebeleri Kur’anın itiraza maruz kalmış bütün âyetlerini müdafaa ettikleri halde çektikleri sıkıntı hizmetlerine mukabil çok azdır. Yoksa Nur Talebeleri de çok işkence ve zulümlere maruz kalmışlardır.)

[Şu kısım, turuk-u velayet hakkında olup “Dokuz Telvih”tir.]

(Telvihat-ı Tis’anın zeyli olarak dört hatvenin gelmesinden de anlaşılıyor ki Nur Talebeleri bütün oniki büyük tarîkatın hülâsası olarak bu telvihlere birinci dereceden muhatabtır.) Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatını düşünüp “Tarîkat zamanı değil, bid’alar mani’ oluyor” dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarîkatın hülâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Emirdağ-2 – 54)

BİRİNCİ TELVİH: “Tasavvuf”, “tarîkat”, “velayet”, “seyr ü sülûk” namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır ki; o hakikat-ı kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cild kitab ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikatı ümmete ve bize söylemişler. (Söylemeyip kendilerinde saklı kalabilecekken söyledikleri için Allah onların hayırlı cezalarını çoklukla versin.) جَزَاهُمُ اللّٰهُ خَيْرًا كَثِيرًا Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.

Sual: Tarîkat nedir?

Elcevab: Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında  (Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havâssıyla, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan Mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan İman-ı Billah ve İman-ı Bil’âhireti aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, Cennet’e girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar. Mektubat 306)

kalb ayağıyla (İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır. Sözler – 495) bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî (Neticesinde insanlığına şuur ettiriyor. Mesela şükür ile hayvaniyetten daha aşağı mertebeye düşmekten kurtarıyor.) ve bir kemal-i beşerîdir.

(Hem كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودٌ اِلاَّ الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِىَّ demişler. Fakat bazan oluyor ki: Cadde-i Ahmediyede (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dâhilindedir. Mektubat – 335)

(Velayeti ile gitti Risaleti ile geldi. Ne demektir? Kendi ihtiyar ve iradesi ile uzun bir zamanda Cenab-ı Hakkı tam tanımış. O tanımanın neticesinde Cenab-ı Hakk Risalet ile tavzif ederek bir anda göndermiş.)

Evet şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. (Yani insan küçük bir harita ile kâinattaki büyük mekânlara bakabildiği gibi insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmünde olduğundan insan kalbinde inkişaf eden esmanın kâinatta binler alemler deki büyük tecelliyatını görebilir. Mesela insan kuddüs ismini kendi kalb ayinesinde inkişaf ettirdikten sonra kuddüs ismininin kâinattaki tecelliyatını da görür. Kalbin inkişaf etmesi kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle herbir esmanın dairesini aklıyla anlayıp o esmanın iktiza ettiği hali bütün letaifiyle takınmaktır. Bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın hikmeti kalbi işletmeyi iktiza ediyor.)

Evet insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitablar gösteriyorlar.

İşte madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velayet meratibinde zikr-i İlahî (yani bütün kâinatın zikirleri ile beraber zikretmek) ile tarîkat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.

(Cenab-ı Hakk’ın hikmeti kalbi işletmeyi iktiza ediyor. İkinci telvih te kalbin işletme yolları gösteriliyor. Akıl tefekkür ile kalb ise zikir ile işlettiriliyor.) 

(Birinci Fevaidi: İstikametli tarîkat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşe’leri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.)

İKİNCİ TELVİH: Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. (Sıkıntı veren hadisatı tefekkür edip hangi esma ile ilticada bulunması gerektiğini anlayıp uhrevi neticelerini de düşünüp esma dairesinde hareket etmekle zikr-i ilahiyi yalnız lisanında değil haliyle de gösteren bir insan hüzün ve korkulardan kurtulur.)

(İki-üç gün evvel, Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki; içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Kastamonu – 250

Cenab-ı Hakk’ın herşey üzerinde sikkelerini turralarını ve hatemlerini görmek külli zikirdir.)

Bu zikir ve fikrin mehasini, ta’dad ile bitmez. Hadsiz

  • Fevaid-i uhreviyeden ve (Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bazan on, bazan yetmiş, bazan yediyüz sevabı var. Aynen öylede mücessem bir Kur’an olan Kâinatta eşya ve hadisatı da okumanın bazan on, bazan yetmiş, bazan yediyüz sevabı vardır.)
  • Kemalât-ı insaniyeden (Hakikatı anladığı derecede o hakikatın iktizası ile amel etmek ile insaniyet kemal bulur.) kat’-ı nazar, yalnız şu
  • (Her an bize teselli vermesi, rica kapısı açmasıdır. Hastalar ve ihtiyarlar risalesi gibi risaleler ve Onüçüncü Şuadaki teselli mektupları hariçte teselli aramaya ihtiyaç bırakmıyor.) dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz’î bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevkediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.

İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup “Allah!” diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp, “Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır.” diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye manasını anlar, Allah’a şükreder.

(Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlık’ımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için herşey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil. Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk’ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler. Lemalar – 228)

(İkinci Fevaidi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zenbereği olan kalbi, tarîkat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına sevkederek hakikî insan olmaktır.)

ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki

  • Risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. (Çok delilin bir araya gelmesine bürhan, çok bürhan’ın bir araya gelmesine ise hüccet denir.)
  • Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle (aklın fayda görmesi) ve istifazasıyla (kalbin feyz alması) o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir.

Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; (Yani Velayet risaletin bir hüccetidir. Çünki Cenab-ı Hakk’a yakınlaşan Resullerin mertebesini ve hakkaniyetini gösterir. Aynen öylede Tarikatta Şeriatın bir delilidir. Çünki şeriatın ders verdiği ahkâmın hakaikini zevkiyle, keşfiyle isbat eder.)

Öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali (insaniyet-i kübra olan İslamiyet ile insaniyetine şuur etmek yani insan olmanın gerektiği hal ve tavrı göstermekle kemale ulaşmak) ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.

İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber,

Birinci Cihet: Bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envârdan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar.

İkinci Cihet: En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî üleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba’ını kurutmak için çalışıyorlar.

(Bu davranışlara maruz kalan başta biz Nurcular ve diğer tarikat ehline yol gösterecek bir ölçü aşağıda zikredilecek.) Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir.

Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; surî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.

Üçüncü Cihet: Birşey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz.

Tarîkatın

  • Dinî ve
  • Uhrevî ve
  • Ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız
  • Âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi;
  • Âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır. (Medrese, tekke ve zaviye ) Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.

İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz?

(Üçüncü Fevaidi: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebed-ül âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve şübehatın hücumlarına karşı, onların icmaına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir sened ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalalet ve şübehatı def’etmektir.)

DÖRDÜNCÜ TELVİH: (Meslek-i velayet, yolu kolaydır, kısadır, kıymetdardır ve geniştir tevhid’deki sühulet gibi. Ama üç vartadan bazen boğulmasından bazen zararlı düşmesinden bazen de tehlikeli olmasından dolayı müşkilâtlıdır.)

Meslek-i velayet

  1. Çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlıdır,
  2. Çok kısa olmakla beraber çok uzundur,
  3. Çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlıdır,
  4. Çok geniş olmakla beraber çok dardır.

İşte bu sırlar içindir ki; o yolda sülûk edenler bazan boğulur, bazan zararlı düşer, bazan döner başkalarını yoldan çıkarır.

Ezcümle: Tarîkatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfâkî” tabirleri altında iki meşreb var.

Birinci meşreb, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, (hakikatı kalben zevk eder.) enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, (Enaniyeti kırmaktan maksad, kendi fikir ve anlayışını terk edip şahs-ı manevînin tatbikatını esas almaktır.) hevayı terketmek, nefsi öldürmektir. (Risale-i Nur dairesinde ise nefsi öldürmek değil tezkiye etmek esastır. Yani herbir cihazını Allah yolunda kullanmakla tezkiye etmektir. 

Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.  Binaenaleyh, nefsin birinci ţekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a’lem- onun fenası değil bekasıdır.  Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş’um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider. Büyük Mesnevi-i Nuriye 522)

İkinci meşreb; âfâktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.

(Risale-i Nur da ise hem enfüsi hemde afaki tefekkür yolu ders verilmiş. Otuzüç Pencere de afaki tefekkür ders verilmekle beraber Birinci, Yirmiüçüncü ve Otuzbirinci Pencereler enfüsidir. Mesnevi-i Nuriye ise enfüsi tefekkürü ders vermektedir. O fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Mesnevi-i Nuriye 8)

(Boğulmayı netice veren Birinci varta: Bir hakikatı anlayıp o hakikatın diğer hakikatlarla münasebetini kurmazsa diğer hakikatları da bilemezse haddinden aşıp davaya saparsa o hakikat içinde boğulur.)

İşte birinci meşrebde sülûk eden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, (Risale-i Nur dairesinde ise nefsini tezkiye etmezse yani herbir cihazını Allah yolunda kullanmazsa) hevayı terkedip enaniyeti kırmazsa; şükür makamından, fahr makamına düşer.. fahrden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, (yani bir hakikat içinde boğulsa o hakikatın diğer hakikatlarla münasebetini kurmazsa diğer hakikatlarıda bilemezse) “şatahat” namıyla haddinden çok fazla davalar ondan sudûr eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebeb olur. Meselâ: Nasılki bir mülazım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini, o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebeb olur; öyle de: Çok ehl-i velayet var ki; bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velayetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini kutb-u a’zam telakki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: “Kardeşim! Nasılki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î-küllî cilveleri var; öyle de velayetin ve kutbiyetin dahi, öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin a’zam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su, bir küçük denizdir.” O zât şu cevabımdan inşâallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.

(Bu cümleye kadar boğulmayı anlattı. Bu cümleden itibaren zararlı düşmeyi anlatıyor.)

(Zararı netice veren İkinci varta: Mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayette bir makamın cilvesine mazhar olup kendini o makamın en üst derecesinde görüp o makamın hakiki sahipleri ile kendini kıyas ederek onlar hakkında su-i zan etmekle zarar eder.)

Hem ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım” diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. (Cilveyi ayn-ı güneş zannettiğinden aldanıyor.) Gördüklerini, hakikat zannediyorlar.

Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder.

Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:

Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda

  1. Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve (Hidayete vesile olan)
  2. Kutb-u a’zama has bir nisbeti göründüğü ve (İrşad eden)
  3. Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hâssası olduğu gibi, (Sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur. Eşyanın ve hadisatın hakikatını ders verir. Risale-i Nurlar da Hızır Aleyhisselâm gibi eşyanın ve hadisatın hakikatını ders veriyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me’yusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kastamonu Lahikası 55)

Bazı meşahirle münasebetdar bazı makamat var. Hattâ o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tabir edilir.

İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u a’zam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünki büyük evliyayı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır. (Böylelikle zararlı düşer.)

İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve Usûl-üd Din ülemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir. Bu meşrebdeki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünki muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsız bir cam parçası gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder.

(Tehlikeli bir hatayı netice veren Üçüncü varta: Risale-i Nurdan ettiği istifade ile âyetden anladığı cüz’i bir manayı esas kabul edip âyetin diğer manalarını inkâr etmek ile hataya düşer.) Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki; kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. (Risale-i Nur da ise âyet’den anladığı cüz’i bir manaya âyetin tek işaret ettiği mana budur der, hataya düşer.)

Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’anın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır. Onikinci ve Yirmibeşinci ve Otuzbirinci Sözlerde beyan ve isbat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlahî olan Kur’an güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet herbir âyinede görünen güneşin misalleri, güneşindir ve onunla münasebetdardır denilse, haktır; fakat o güneşçiklerin âyinesine Küre-i Arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!

(Dördüncü Fevaidi: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, safi tarîkat vasıtasıyla anlamak ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde isbat etmişiz ki: Saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatındadır. İkinci Söz’de beyan edildiği gibi: İman, şecere-i tûbâ-i Cennet’in bir çekirdeğini taşıyor. İşte tarîkatın terbiyesiyle, o çekirdek neşvünema bulur, inkişaf eder. Mektubat – 456)

BEŞİNCİ TELVİH: Tarîkatın gayet mühim bir meşrebi olan “Vahdet-ül Vücud” namı altındaki Vahdet-üş Şuhud, yani Vâcib-ül Vücud’un vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcib’e nisbeten o kadar zaîf ve gölge görür ki, vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i masiva makamında onları hiç saymak, hattâ madum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esma-i İlahiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.

(Barla Lahikasında da geçtiği gibi Vahdet-ül Vücud meşrebi Rububiyetin azametini anlayamadıklarından ve aşk sıfatında çok ileri gitmelerinden mevcudatın zeval ve fenasını görmemek için bir nevi hulul manasında herşey O’dur demişlerdir.)

(Şu kâinatın Sâni’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler;  لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ demişler. Yani: Vücud-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler. Mektubat – 249)

(Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir. Bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de Kumandan-ı A’zam ismi var. O isim ile devâir-i askeriyede faaliyet gösterir. Ordu, o ismin mazharıdır. Şimdi biri çıksa dese ki: “O padişah, yalnız hâkim-i âdildir; devair-i adliyeden başka daire yok.” O vakit bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakikî değil itibarî bir surette, meşihat dairesindeki ülemanın evsafını ve ahvalini onlara tatbik edip, zıllî ve hayalî bir tarzda, hakikî adliye içinde tebaî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelâtını yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip, gayr-ı hakikî bir daire-i askeriye itibar edilir ve hâkeza… İşte şu halde, padişahın hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı a’zam, sultan gibi isimleri hakikî değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikatı, bütün isimleri hakikî olarak iktiza eder. Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar.

İşte saltanat-ı uluhiyet Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallak, Fa’al, Kerim, Rahîm gibi pek çok esma-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esma dahi, hakikî âyineleri iktiza ediyorlar. Şimdi ehl-i vahdet-ül vücud madem  لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenab-ı Hakk’ın Vâcib-ül Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallak gibi isimleri ise, tecellileri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebaî olamazlar.    İşte sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve eimme-i Ehl-i Beyt,  حَقَائِقُ اْلاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ  derler ki, Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakikî bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud’un vücuduna nisbeten gayet zaîf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor. Mektubat – 84/85)

(Beşinci telvihi Risale-i Nur mesleğine tatbik edersek; a’zami derecede esmaya mazhar olan bir Nur talebesi esmanın diğer isimlerle olan münasebatını bilir ve ona göre hareket eder. Fakat galiben bir esmaya mazhar olan bir Nur talebesi ise sadece o isim de bir derece ileri gitmekle beraber diğer esmayı ya hayal derecesine atar veya inkar eder.)

İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikatı var ki: Vâcib-ül Vücud’un vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; âdeta Vâcib-ül Vücud’un hesabına kâinatı inkâr eder.

Fakat bu meşrebin tehlikeleri var.

En birincisi şudur ki: Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı billahtan başka, iman-ı bilyevm-il âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise, mümkinatın vücudlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye, hayal üstünde bina edilmez! Onun için, o meşreb sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır.

(Risale-i Nur’a Beşinci Telvihteki Birinci vartayı tatbik ettiğimizde bir Nur talebesi kendi zevk ettiği anladığı bir hakikatı Risale-i Nurda yerini gösteremezse bu anlayışı ile amel etmemesi gerekir.)

İkincisi: Hem kalbî ve halî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünki Kitab ve Sünnetten gelen desatir-i akliye ve kavanin-i ilmiye ve usûl-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor; kabil-i tatbik olamıyor. Onun için, Hulefa-yı Raşidîn’den ve Eimme-i Müçtehidîn’den ve selef-i sâlihînin büyüklerinden, o meşreb sarihan görünmüyor. Demek, en âlî bir meşreb değil.

(Risale-i Nur’a Beşinci Telvihteki İkinci vartayı tatbik ettiğimizde bir Nur talebesi kendi zevk ettiği anladığı bir hakikatı Risale-i Nurda yerini gösterememekle beraber bu anlayışını umuma aklî ve kavlî ve ilmî bir surete getirip anlatmaması gerekir.)

  • Belki yüksek, fakat nâkıs.
  • Çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı.
  • Çok ağır, fakat çok zevklidir. (Ağır olması çekilen çilelerden dolayı olabilir.)

O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar, hodgâmlık ile en yüksek mertebe zannediyorlar. (Zevkli olması aşka ait sıfatları taşıyor olmasındandır. Bunu izah eden cümleler: Firakı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visali ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi, hadsiz bir iştiyak ile arzulayan “aşk” sıfatı; her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, lika ve visali daimî zannederek, “Lâ mevcude illâ Hu” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visalin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hali vahdet-ül vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müdhiş firaklardan kurtulmak için, o vahdet-ül vücud mes’elesini melce’ ittihaz etmişler. Barla – 264)

Bu meşrebin esasını ve mahiyetini, Nokta Risalesi’nde ve bir kısım Sözler’de ve Mektubat’ta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifaen, şurada o mühim meşrebin ehemmiyetli bir vartasını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Üçüncüsü: O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i masiva sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu sâlih bir meşrebdir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünki dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor; vahdet-ül vücud bahanesiyle ona bir bâki vücud tevehhüm eder, o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mabudiyet derecesine çıkarır. -Neûzü billah- Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar. Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşey’e merci’ biliyorlar. Böyle bir asırda has ehl-i iman, maddiyatı i’dam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden; Vahdet-ül Vücud meşrebi ortaya atılsa belki maddiyyunlar sahib çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diyecekler. Halbuki dünyada meşarib içinde, maddiyyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşreb, Vahdet-ül Vücud meşrebidir. Çünki ehl-i Vahdet-ül Vücud, o kadar vücud-u İlahîye kuvvet-i iman ile ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki; kâinat hesabına, Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede? Ötekiler nerede?

(Risale-i Nur’a Beşinci Telvihteki Üçüncü vartayı tatbik ettiğimizde bir Nur talebesinin anladığı hakikatı diğer Nur talebeleri kabul etmeyebilir ve umumun kabul etmediği bu hakikata ehl-i dalalet taraftar olur. Ta ki ortaya tefrika atsın.)

(Beşinci Fevaidi: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i latifeyi, tarîkattan ve zikr-i İlahîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek… O vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti îfa eder.)

(Beşinci telvihi Risale-i Nur mesleğine tatbik edersek; a’zami derecede esmaya mazhar olan bir Nur talebesi esmanın diğer isimlerle olan münasebatını bilir ve ona göre hareket eder. Fakat galiben bir esmaya mazhar olan bir Nur talebesi ise sadece o isim de bir derece ileri gitmekle beraber diğer esmayı ya hayal derecesine atar veya inkar eder.)

(Risale-i Nur’a Beşinci Telvihteki Birinci vartayı tatbik ettiğimizde bir Nur talebesi kendi zevk ettiği anladığı bir hakikatı Risale-i Nurda yerini gösteremezse bu anlayışı ile amel etmemesi gerekir.)

(Risale-i Nur’a Beşinci Telvihteki İkinci vartayı tatbik ettiğimizde bir Nur talebesi kendi zevk ettiği anladığı bir hakikatı Risale-i Nurda yerini gösterememekle beraber bu anlayışını umuma aklî ve kavlî ve ilmî bir surete getirip anlatmaması gerekir.)

(Risale-i Nur’a Beşinci Telvihteki Üçüncü vartayı tatbik ettiğimizde bir Nur talebesinin anladığı hakikatı diğer Nur talebeleri kabul etmeyebilir ve umumun kabul etmediği bu hakikiata ehl-i dalalet taraftar olur. Ta ki ortaya tefrika atsın.)

ALTINCI TELVİH: “Üç Nokta”dır.

Birinci Nokta: Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır.

(Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şübhe HABİBULLAH’ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur. Lemalar – 52)

(Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa’dî-i Şirazî gibi derler:

مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفَى

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın cadde-i kübrasının haricinde üç çeşit necat yolu vardır.

  • Fakat bazan oluyor ki: Cadde-i Ahmediyede (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dâhilindedir.
  • Hem bazan oluyor ki: Peygamber’i bilmiyorlar, fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır.
  • Hem bazan oluyor ki: Bir keyfiyet-i meczubane veya bir halet-i istiğrakkârane veya bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız Lâ ilahe illallah onlara kâfi geliyor. Mektubat – 335)

(İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş ki: “Ben seyr-i ruhanîde kat’-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm. Lem’alar – 51 Demek esas-ı tarikat ittihaz etmeyenlerde varmış. Onlar ise zahirden hakikata geçemeyen zikir ve nafilelerle meşgul olanlardır.)

Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tâbi’ olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.

İşte bu ittiba ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvali ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber; herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittiba’ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise, sahib-i şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenab-ı Hakk’ı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. (Âdi ahvalinde ve örfî muamelelerinde ve fıtrî hareketlerinde emr-i İlahiyi düşünmek Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olduğunu hatıra getiriyor. O huzur hali ibadet hükmünü alır.)

(Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış… Sözler – 362)

(Misal olarak; Evet İsm-i Hakîm’in cilve-i a’zamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor. Ve İsm-i Adl’in cilve-i a’zamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor. Lemalar – 309)

İşte bu cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.

(Lakin esmanın iktiza ettiği hakikat aynı olmakla beraber sureti değişebilir. Misal olarak Hakîm ve Müdebbir isimlerinin iktiza ettiği mübareze kanunu Küffara karşı cihadı emrediyor. Eski de i’la-yı Kelimetullah maddi cihad ile olurken şimdi cihad hakikatı aynı olmakla beraber sureti manevi cihad şekline girdi. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Divan-ı Harb-i Örfi 20)

İkinci Nokta: Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin

  • En mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez.
  • Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır.

İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zâtlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikîsinin kemaline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.

İşte bu sırra binaendir ki; umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Masiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. (Alevilerin Hz Ali’ye (RA) muhabbeti gibi..) Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

Üçüncü Nokta: Bu dünya, dâr-ül hikmettir, (Bu dünya, Cenab-ı Hakkın hikmeti ile halk ettiği ve kudsî hikmetlerini takib ettiği yerdir. Yani bu dünya, Cenab-ı Hakkın esması, sıfatı, şuunatı ve Zâtının kâinatı yaratmasındaki gaye ve maksadların tezahür ettiği hikmetinin göründüğü bir yerdir. Bizim canibimizden bakarsak Cenab-ı Hakkın yaratma hikmetine en muvafık hareket tarzını yapacağımız bir yerdir. Onuncu Sözdeki dar-ül hikmet manası ise dünyadaki icraatların tedrici olmasına işarettir.)

dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünki Cennet’in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.

İşte bu sırra binaen; ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar. “Elhamdülillahi alâküllihal” diyorlar. Keşf ü keramet, ezvak u envâr verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.

İşte bu hakikata binaendir ki, velayeti ve tarîkatı isteyenler; eğer velayetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; bâki uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabîlinden olmakla beraber; velayetin mayesi olan ihlası kaybedip, velayetin kaçmasına meydan açar.

({(Haşiye-2): Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez.

İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işde, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli ibtal eder.

Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar.

Eğer müşevvik ise safvetini izale eder.

Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki,

 وَ اجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلآخِرِينَ buna işarettir. Said} Barla – 78)

(Bu vartanın Risale-i Nur Talebelerine tatbikine misal olacak bir mektub;

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Birbirinizi enaniyetle veya sadakatsızlıkla ittiham etmemek için, bir hakikatı beyan etmek ihtar edildi.

Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs-i emmaresi kalmamış büyük evliyadan şiddetli bir surette nefs-i emmareden şikayet ettiklerini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kat’î bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikayet ederler.

(Mevzumuz ile alakadar cümleler;) Hem manevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zâtlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyade bîçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşf ü keramat ve ezvak u envâr, o manevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çillesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevî hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.

İşte kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizin nefs-i emmareniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, sû’-i zan ve gurur noktasında sizi aldatmasın; Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şübhelendirmesin. Şualar – 332)

(Kişinin kıymeti, büyüklüğü keşif ve kerametle anlaşılmaz. Kişi kendinin Allah katındaki yerini anlamak isterse Allah’ın kendi katındaki yerine bakması yeterlidir. Yani kişi Allah’ı ne kadar tanımış, Allah’ı insanlara ne kadar tanıtmış ve amallerinde ihlası muhafaza edebilmiş mi? Bu soruların cevabı verilmekle kişinin Allah katındaki mertebesi anlaşılır. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Kastamonu Lahikası 89)

(Altıncısı Telvihin üç Noktasının herbirinin ayrı fevaidi olduğundan altıncı telvihin altıncı yedinci sekizinci fevaidi vardır: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.)

YEDİNCİ TELVİH: “Dört Nükte”dir.

Birinci Nükte: Şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlahînin neticesidir. Tarîkatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. (Hakikat meslekleri derken tarikatın ve Risale-i Nur Talebelerinin dışındaki ilm-i kelam gibi meslekler kastedilmiştir. Zira Risale-i Nur Kur’ana doğrudan doğruya muhatab olduğundan Risale-i Nur şeriatın hakikatını ders veriyor. Şeriatın hakikatını ders verdiğine Yedinci Şua, Yirmiikinci Söz misal olarak verilebilir. Anlaşılan hakikata karşı mukabele tarzımızı bilmeye misal olarak Otuzuncu Lem’ayı düşünebiliriz. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Sözler 265

Hakikat-ı Şeriat budur.

Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir. Sözler 264) 

Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-i şeriata yetişmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mana-yı hakikat ve sırr-ı tarîkata inkılab ederler. O vakit, şeriat-ı kübranın cüzleri oluyorlar. Yoksa bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zahirî bir kışır, hakikatı onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişafatı ayrı ayrıdır. Avam-ı nâsa göre zahir-i şeriatı, hakikat-ı şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine “hakikat ve tarîkat” namı vermek yanlıştır. Şeriatın umum tabakata bakacak meratibi var.

İşte bu sırra binaendir ki: Ehl-i tarîkat ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe, hakaik-i şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittibaları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyeyi, en büyük bir maksad gibi telakki edip, onun ittibaına çalışıyorlar, onu taklid ediyorlar. Çünki vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarîkatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba’ etmektir.

İkinci Nükte: Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir.

(Tarikat ve hakikat, hakikat-ı şeriata yetişmek için vesiledir. Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir. Mektubat – 443)

Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrad-ı tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarîkat ve evrad-ı tasavvuf, o feraizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani: Tekyesi, câmideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor.

(Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir. Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır. Mektubat – 458

Dolayısıyla bizim evradımız şeriatın ahkâmını tatbik etmek olduğundan ehl-i tarikat ve hakikatın düştüğü vartaya düşmeyiz. Kitab okumak ve derse gitmek ise hakaik-ı imaniyenin inkişafına vesiledir. Dolayısıyla imanın inkişafı nisbetinde farzı resmi bir suret de kılmak değil bilakis hakikî zevkini ve kemalini feraizi eda etmekte bilir. Zira Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatını, hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesine hizmet etmek yüz ezvakın balından daha tatlıdır.)

Üçüncü Nükte: “Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarîkat olabilir mi?” diye sual ediliyor.

Elcevab: Hem var, hem yok.

Vardır, çünki bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıncıyla i’dam edilmişler.

Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa’dî-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:

مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفَى

(Ey Sâdî! Mustafa’nın (a.s.m.) izinde gitmeden, kurtuluş yolunda zafer kazanmak muhaldir.)

Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin. Bu mes’elenin sırrı şudur ki:

Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya’dır ve umum nev’-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir;

Elbette nev’-i beşer, onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir. (Fakat Sa’dî-i Şirazî’nin bu düsturunun üç istisnası vardır.)

  1. Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden mes’ul olamazlar;
  2. Ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına giremez; o latife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz;
  3. Ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez; hattâ aklın tedbiri altına da girmez, o latife, kalbi ve aklı dinlemez;

Elbette o latife bir insanda hâkim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zât, şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. (Bu mazur sayıldığı latifenin varlığını bilmek dışarıdan bakan bizlerin ifrat ve tefrite düşmemesi için önemlidir. Zira bir kısım insanlar Ehl-i Sünnete muhalefet eden Ehl-i Velayeti tekfir etmiş. İkinci kısım insanlar ise Ehl-i Sünnete muhalefet eden Ehl-i Velayetin yanlış fikirlerini kendileri aklı başında olduğu halde kabul etmiş, neticede dalalete gitmiştir. Bu duruma düşmemek için o kısım ehl-i velayetin velayetlerini kabul edip Ehl-i Sünnete muhalefet eden görüşlerini red etmek gerektir.)

Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlub olup, neûzü billah, o hakaik-ı muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!

Elhasıl: Daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarîkat iki kısımdır:

Bir kısmı: -Sâbıkan geçtiği gibi- (Üçünçü Nüktede izah edildiği gibi)

  1. Ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlub olup
  2. Veya teklifi dinlemeyen
  3. Veya ihtiyarı işitmeyen latifelerin mahkûmu olup,

Daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil; belki mecburiyetle ihtiyarsız terkediyor. Bu kısım ehl-i velayet var. Hem mühim veliler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden; değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu (yani kendisi veli iken İslam’ın şartlarını yerine getirmeyerek İslâmiyet haricinde bulunmuştur.) bazı muhakkikîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzib etmemektir. Belki, ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese olmaz!

İkinci kısım ise: (İkinci Nüktede izah edilen vartanın izahı burada yapılmıştır.) Tarîkat ve hakikatın parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için; zevksiz, resmî birşey telakki edip, ona karşı lâkayd kalır. Gitgide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder. Bulduğu hakikatı, esas ve maksud telakki eder. “Ben onu buldum, o bana yeter.” der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.

(Hâlbuki bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır. Şualar 166)

Dördüncü Nükte:

(Bir Suale Cevabtır: Ehl-i Dalalet ve bid’at fırkalar kimlerdir?

Elcevab: Fırka-i naciye-i kâmile olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in dışında kalan Kur’anın tevili için harbeden Hazret-i Ali’nin (R.A.) hakkında ifrat-ı muhabbetten helakete giden Rafiziler ile ifrat-ı adavetten dalalete giden haricilerdir. Bu iki akvam içerisinde, sonradan inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esasları bulunmuştur.)

Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zâtlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zâtlar var; zahirî hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum.

(Ehl-i Sünnet, kişilerin sözleri arkasında niyetlerini anlayıp ona göre hüküm vermişlerdir. Ehl-i Sünnet, Haline, meşrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata muhalefet edenleri tekfir ve tadlil etmemişler. Amma Ehl-i Sünnet’in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişmediği halde âdâb-ı şeriata, desatir-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakanları ise merdud ve matrud saymışlardır.

Bu nükteyi Risale-i Nur dairesine tatbik ettiğimizde cemaatimiz içinde farklı anlayışlar olabilir. Bu anlayış sahiblerinin niyetlerini anlayıp ona göre muamele etmemiz gerekmektedir.)

Meselâ: Mu’tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizal’de en mutaassıb bir ferd olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedid itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi mu’tezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlahî ile anladım ki: Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnet’e itirazatı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ: Tenzih-i hakikî; onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için Cenab-ı Hakk’ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet’in halk-ı ef’al mes’elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mu’tezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet’in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavanin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar. Aynen bu İlm-i Kelâm’daki Ehl-i İtizal’in Ehl-i Sünnet ve Cemaat’a muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniye haricindeki bir kısım ehl-i tarîkatın muhalefeti dahi iki cihetledir:

Biri: Zemahşerî gibi; haline, meşrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayd kalır.

Diğer kısmı ise: Hâşâ âdâb-ı şeriata, desatir-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünki dar havsalası, o geniş ezvakı ihata edemiyor ve kısa makamı, o yüksek âdâba yetişemiyor.

SEKİZİNCİ TELVİH: Sekiz vartayı beyan eder:

Birincisi: (… biri birine tercih edilmesi; velayeti, nübüvvete tercih etmek) Sünnet-i Seniyeye tamam ittibaı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. (Yani berzah tariki ile giden velayet-i suğra ehli kendi usullerini, düsturlarını nübüvvetin ders verdiği esasat-ı sünnet-i seniyeye ve şeriatın ahkamına tercih ederek veya üçüncü dördüncü sırada görerek kıymet vermeyerek vartaya düşer.)

Yirmidördüncü (Yirmidördüncü Sözün Birinci ve İkinci Dalında Cenab-ı Hakk’ın pek çok esmasının var olduğu ve her esmanın da ayrı ayrı daireleri olduğundan bahsedilmişti. Ehl-i Nübüvvet bütün esmayı ve dairelerini doğru safi ve ihatalı bir tarzda görüp öylece ders verdiği halde ehl-i velayet bir kısım esmayı doğru safi tarzda görselerde ihatalı olmadığı için hakikatı kayıtlayarak bir derece görüp öylece ders verebilir.)

Ve Otuzbirinci Sözler’de, (Otuzbirinci Söz’ün dört esası içinde ayrı ayrı düşünüp nübüvvet ile velayetin kıyası yapılabilir. Birinci esasın birinci temsili ile baksak bir Padişahın iki tarzda mükalemesi vardır. Bu mükalemede kim, kime, ne makamda, ne maksadda söylediğine göre aynı söz dahi olsa çok dereceleri vardır. Ehl-i Nübüvvet sözü Alemlerin Rabbinden, bütün mevcudatı temsil etme makamından, tebliğ makamından, insanlığı irşad maksadıyla dinler. Ehl-i velayet ise kendi Rabbisinden, az bir cemaati temsilen dinler. İkinci temsil ile baksak Nübüvvet mesleği doğrudan doğruya güneşle münasebetdar iken ehl-i velayet kalb ayinesine tecelli eden güneş kadar bir münasebetdarlığı ve görüşmesi vardır. İkinci Esastaki Mi’racın hakikatı ile baksak vehakeza..)

düşünecek olursak nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu isbat edilmiştir.

İkincisi: (… biri birine tercih edilmesi; evliyayı, enbiyaya tercih etmek) Ehl-i tarîkatın bir kısım müfrit evliyasını (Muhyiddin-i Arabi gibi zevatı) Sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer.

Onikinci ve

Yirmiyedinci Sözler’de ve Sahabeler hakkındaki zeylinde kat’î isbat edilmiştir ki: (Sahabelere cüz’î fazilette ve hususî bir kemalde yetişilebilinirken fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilememesinin üç hikmeti beyan edeceğiz:

Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviye ile hakikatın envârına mazhar oldukları için

İkinci Hikmet: İnkılab-ı azîmin tarrakası (Yani zıtların ayrıldığı bir zaman olması) sahabelerin bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış olmasından

Üçüncü Hikmet: Sahabelerin velayeti Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet olduğundan sahabelerin makamına yetişilmez. Şu üçüncü sebebin müteaddid vücuhundan üç vechini beyan ederiz:

Birinci Vecih: Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez.

İkinci Vecih: Akrabiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez.

Üçüncü Vecih: Şartların zor olduğu bir zamanda yaptıkları amelin kıymeti o kadar yüksektir ki; fazilet-i a’mal ve sevab-ı ef’al ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetişilmez.)

Sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki, velayet ile yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve Enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez.

Üçüncüsü: (… biri birine tercih edilmesi; tarikatı, Sünnete tercih etmek) İfrat ile tarîkat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrad-ı tarîkatı Sünnet-i Seniyeye tercih etmekle Sünnete muhalefet edip, Sünneti terkeder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaydlık vaziyeti gelir, vartaya düşer.

Çok Sözlerde isbat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: (Tarikatı Sünnet-i Seniyeye tercih etmemek için ölçümüz;) “Birtek Sünnet-i Seniyeye ittiba’ noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır.” demişler.

(Yedinci Telvih İkinci Nükte: Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Mektubat 452)

Dördüncüsü: (… biri birine tercih edilmesi; ilhamı, vahye tercih etmek) Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy nev’inden telakki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu,

Onikinci Söz’de ve (İlham ile vahiy arasındaki farkı Mütekellim, Muhatab, Makam ve Maksad noktasın da dörde ayırarak izah edilmiştir.)

İ’caz-ı Kur’ana dair Yirmibeşinci Söz’de ve (Vahiyle gelen Kur’an ism-i azam ve her ismin azami mertebesinde olduğu için en yüksek ilham dahi ona yetişemez.)

Sair risalelerde gayet kat’î isbat edilmiştir.

(Dördüncü Telvih Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir.

Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hâssı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’anın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır. Onikinci ve Yirmibeşinci ve Otuzbirinci Sözlerde beyan ve isbat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlahî olan Kur’an güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet herbir âyinede görünen güneşin misalleri, güneşindir ve onunla münasebetdardır denilse, haktır; fakat o güneşçiklerin âyinesine Küre-i Arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz. Mektubat – 448)

Beşincisi: (… biri birine tercih edilmesi; ezvak ve envâr ve keramatı, ibadata, hidemata ve evrada tercih etmek) Sırr-ı tarîkatı anlamayan bir kısım mutasavvife, zaîfleri takviye etmek ve gevşekleri teşci’ etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen ezvak ve envâr ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmalen beyan olunduğu ve sair Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Bu dâr-ı dünya, dâr-ül hizmettir, dâr-ül ücret değil! Burada ücretini isteyenler;

Birinci zarar; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber,

İkinci zarar; dünyadaki beka hoşuna geliyor, müştakane berzaha bakamıyor; âdeta bir cihette dünya hayatını sever, çünki içinde bir nevi âhireti bulur.

(Altıncı Telvih Üçüncü Nokta Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Mektubat – 451)

(Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarîkatlardan ziyade iman hakikatlarının inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette velayet derecesindeler. Neden evliyalar gibi manevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar. Bunun hikmeti nedir?

Elcevab:

Evvelâ sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünki dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir maksad olup, uhrevî ameline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünki amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.

Sâniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarîkatta sülûk eden âmi ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zaîf olanları takviye ve vesveseli şübhelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur’un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakikî şakirdleri öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.

Sâlisen: Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarîkatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara sû’-i zan edip o mübarek zâtları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risale-i Nur’un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.

Râbian: Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki hazır lezzete meftun kör hissiyat-ı insaniye fâni hazır bir meyveyi, bâki uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar. Emirdağ-1 – 86)

Altıncısı: (… biri birine tercih edilmesi; makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î nümunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmek) Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î nümunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmidördüncü Söz’ün İkinci Dalı’nda ve sair Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: (Makamlar;

Şuunatın makamı ikidir. Muhabbet ve Rahmet

Sıfatın makamı yedidir. İlim, İrade, Kudret, Kelam, Basar, Sem’i ve hayattır. Esmanın makamı binlerdir. Lafzullah altında binler isimlerdir.

Herbir makamda herbir insanın bir yeri vardır. Ama kendi makamını en azam makamda görse vartaya düşer.)

Nasıl güneş, âyineler vasıtasıyla taaddüd ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakikî güneşe nisbeten çok zaîftirler. Aynen onun gibi: Makamat-ı enbiya ve eazım-ı evliyanın makamatının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yı azîmeden daha azîm görür; belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer. Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usûl-ü imaniyeyi ve esasat-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir.

(Dördüncü Telvih Çok ehl-i velayet var ki; bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velayetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini kutb-u a’zam telakki edip o tavrı takınıyordu.  Mektubat – 447)

Yedincisi: (… biri birine tercih edilmesi; fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmek)

Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde

  • Fahrı,
  • Nazı,
  • Şatahatı,
  • Teveccüh-ü nâsı ve
  • Merciiyeti;
  • Şükre,
  • Niyaza,
  • Tazarruata ve
  • Nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer.

Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, “Mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası;

  • Niyaz, (naz yok)
  • Şükür, (fahr yok)
  • Tazarru’, (merci olmak)
  • Huşu’, (
  • Acz, fakr, halktan istiğna (teveccüh-ü nâsı istemek yok)

cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez!

Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer. Halbuki وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlahî olarak telakki edilmeli.

(Sekizinci ile Beşinci fark; beşinci de keşif ve keramet istenildiği gibi sekizincisi dünyevi menfaatleri beklemek)

(Cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Sözler – 132)

(Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Tarihçe-i Hayat 630)

DOKUZUNCU TELVİH: Tarîkatın pek çok semeratından ve faidelerinden yalnız burada “Dokuz Adedi”ni icmalen beyan edeceğiz:

(Bu dokuzuncu telvihteki tarikatın fevaidi evvelki altı telvih içinde izah edilmişti. Yalnız altıncı telvihin içinde üç fevaidi zikredilmiştir.)

(İstikametli tarikat olan Risale-i Nur ile kazanılan hakikat-ı imaniyenin makamı ne olduğunu izah için alttaki mevzulara atf yapıldı.)

(Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. Mektubat 458)

(Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil… İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler,

  1. şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve
  2. zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve
  3. dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Mektubat – 23)

(İlm-i kelam mesleğine beşerin fikri karışsa o vakit tasavvuftan aşağı düşer. Karışmaz ise ilm-i kelam daha yüksektir.)

(İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar. Mektubat – 330)

(Mühim bir hakikatı, bu hakikat münasebetiyle bu zamanda ehl-i medreseye ve hocalara taalluk eden bir mes’eleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır. Kastamonu Lahikası 229)

(Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Mektubat – 372)

(Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır. Mesnevi-i Nuriye 213)

Birincisi: İstikametli tarîkat vasıtasıyla, (En istikametli tarikat ise Risale-i Nurdur.) saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşe’leri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.

(İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden bir tek mes’elenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatların gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.” Madem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler. Mektubat – 355)

İkincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zenbereği olan kalbi, tarîkat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına sevkederek hakikî insan olmaktır.

(23. Söz de kalbin nasıl işletileceği saray temsili ile izah edilmiştir. O sarayların herbirisi, birer insandır. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gazabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letaifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin. Sözler 323)

(27. Sözde bütün letaifi maksada sevk etmenin kemalat olduğu izah edilmiştir.

Sual: Hakikî marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?

Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hâsseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır. Sözler – 495)

(Asr-ı saadetten günümüze kadar Velayet-i Kübra mesleğinin gelişi şöyle olmuştur. Millet-i İslâm, üçyüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beşyüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan onikinci asra kadar ben maziyle tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim. Muhakemat – 35)

Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebed-ül âbâd yolunda arkadaş olmak ve (İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Mesnevi-i Nuriye – 223)

  1. Yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve (“Dost, dostuyla beraber Cennet’te bulunacaktır.” Sözler – 499)
  2. Onlarla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve
  3. Evham ve şübehatın hücumlarına karşı, onların icmaına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir sened ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalalet ve şübehatı def’etmektir.

(Bu kadar azîm bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder. Şualar 613)

(Zâten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı A’zam’dan (K.S.) ve Zeynelâbidîn (R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir. Emirdağ-1- 67)

(Nasıl ki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: “Bu zamanda

  1. Hizmet-i imaniyede (bulunan)
  2. Hazz-ı nefsini bırakıp ve
  3. Mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden
  4. Bir hâlis kardeşimiz,

Bir veliden ziyade mevki alıyor.” diye kanaatım gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz. Cenab-ı Hak, sizlerden ebediyen razı olsun. Şualar – 317)

(Bu hakikata binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde

  1. Mahviyet ve
  2. Tevazu ve
  3. Hizmetkârlık kisvesiyle

Görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?” diyerek dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur. Şualar – 317)

(Zîşuur ve hadd ü hesaba gelmeyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkikî sahiblerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorlar. Şualar – 322)

(Hâfız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risale-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaat ile ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hâfız Mehmed’e bazı dualarımda derim: Ya Rabbi! Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’aniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Şualar – 329)

(O ve Mehmed Zühdü ve Hâfız Mehmed, hayatlarında gördükleri vazife-i imaniye ve Nuriyeye devam ediyorlar. Onlar pek yakından temaşa ediyorlar, belki de yardım ediyorlar. Evliya-i azîmenin dairesinde kıymetli hizmet noktasında mevki almalarından, ben de o ikisinin Hâfız Mehmed’le beraber isimlerini silsilemde aktabların isimleri yanında yâdedip hediyelerimi bağışlıyorum. Şualar – 330)

Dördüncüsü: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, safi tarîkat vasıtasıyla anlamak ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde isbat etmişiz ki: Saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatındadır. İkinci Söz’de beyan edildiği gibi: İman, şecere-i tûbâ-i Cennet’in bir çekirdeğini taşıyor. İşte tarîkatın terbiyesiyle, o çekirdek neşvünema bulur, inkişaf eder.

(Sizin gibi hakikata yetişmiş ve hakikattaki hakikî teselli ve esaslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı imaniyenin ve esrar-ı Kur’aniyenin neşirlerine karşı ehl-i dalaletin ve şeytanların desaisle tehacümünden neş’et eden müşkilât ve gam ve kedere karşı sabır ve metanet et ve hüzün ve merak etme demeye ihtiyaç hissetmem. Barla- 261)

Beşincisi: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i latifeyi, tarîkattan ve zikr-i İlahîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek…  O vakit taate, suhre gibi (ücretsiz işçi) değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti îfa eder.

(Kalbin intibaha geldiğine delil tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i latifeyi Risale-i Nurdaki derslerle anlayıp iştiyakla itaat ve ibadet etmektir.)

(İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle… Sözler – 18)

(Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak. Sözler – 20)

Altıncısı: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.

(İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, (Sebeblere müracaat etmek sebeblerin tesiri olduğu için değildir. Belki emr-i İlahi olduğu için sebeblere müracaat etmek hakiki tevekküldür.) tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder. Sözler – 314)

(Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatla girenlerdir. Çünki bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur’un imanî ve Kur’anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar. Kastamonu – 123)

Yedincisi: Sülûk-u tarîkatın en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlas vasıtasıyla,

  • Şirk-i hafîden ve
  • Riya ve tasannu’ gibi rezailden halâs olmak ve
  • Tarîkatın mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefs vasıtasıyla, nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.

(İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir birinci sebebi, rabıta-i mevttir.

İkinci Sebeb: İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sâni’i netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemaat ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm’in hazır nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek ile o riyadan kurtulup ihlası kazanır. Lemalar – 163)

Sekizincisi: Tarîkatta, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla,

  1. Âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve (Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir. Lem’alar 50)
  2. Muamelât-ı dünyeviyesini, a’mal-i uhreviye hükmüne getirip

Sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını hayat-ı ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.

(Yirmidördüncü Söz: Üçüncü Meyve: Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyeye ittiba et. Çünki bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ: Birşeyi satın aldın. Îcab ve kabul-i şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alış-verişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer’î bir tasavvur-u vahy verir. O dahi, Şârii düşünmekle bir teveccüh-ü İlahî verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir.

 فَآمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ 

fermanını dinle. Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış… Sözler 362)

(Dördüncü Söz: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder. Sözler – 21)

(Yirmibirinci Söz: Bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer’de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü’nde nur ve burak olacak bir namaz, Sözler 271

Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:

Birinci maden: Bütün bağındaki {(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiş.} yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan… Sözler 272)

(Altıncı Söz: Fâni mal, beka bulur. Çünki Kayyum-u Bâki olan Zât-ı Zülcelal’e verilen ve onun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil, bâkiye inkılab eder, bâki meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zahiren fena bulur, çürür. Fakat âlem-i bekada, saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve Âlem-i Berzah’ta ziyadar, munis birer manzara olurlar. Sözler – 27)

(Üçüncü Lem’a: Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî’nin yoluna sarfediniz. Çünki Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. Lemalar – 17)

Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ine

  1. Abd olmak ve (Çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî Şualar 218)
  2. Muhatab olmak ve (Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatabtır. Lem’alar 354)
  3. Dost olmak ve
  4. Halil olmak ve
  5. Âyine olmak ve (Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed’e âyineliktir. Sözler 129)
  6. Ahsen-i takvimde

(Ahsen-i takvim sırrı 23. Sözde beş nükte içinde

  1. İhtiyaçlarını temin eden Zâta abd olmakla
  2. Cihazlarını verilme maksadına göre kullanmakla
  3. Dünyanın bir misafirhane olup insanda o misafirhanenin en kıymettar misafiri olduğunu anlamakla
  4. Acz ve fakrını anlamakla 
  5. Vazife-i insaniyeti ve ubudiyetin esasatını bilmekle insan ahsen-i takvime çıkar.)

olduğunu göstermekle, benî-Âdem’in melaikeye rüchaniyetini isbat etmek ve (yani esmanın talimi ile benî-Âdem melaikeye rüchaniyet kazanıyor.)

şeriatın imanî (hakikat-ı iman) ve amelî (hakikat-ı İslam) cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى

 الْغَوْثِ اْلاَكْبَرِ فِى كُلِّ الْعُصُورِ

 وَ الْقُطْبِ اْلاَعْظَمِ فِى كُلِّ الدُّهُورِ

 سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى

 تَظَاهَرَتْ حِشْمَةُ وَلاَيَتِهِ وَ مَقَامُ مَحْبُوبِيَّتِهِ فِى مِعْرَاجِهِ

 وَ اِنْدَرَجَ كُلُّ الْوَلاَيَاتِ فِى ظِلِّ مِعْرَاجِهِ

وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ

وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

* * *

Zeyl

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

[Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]

Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır.

(Risale-i Nur Kur’andan nasıl alınmıştır. Kur’anın hülasası olan Bismillahirrahmanirrahim’in Be harfinde insanın acz ve fakrına karşı istiane manası olduğu gibi eteyemmenu yani bereket manası dahi vardır. Mesleğimizin iki esası olan acz ve fakr bu hakikattan çıkartılmıştır. Diğer iki esas ise Dördüncü Mektub da geçen İsm-i Rahîm ve İsm-i Hakîm’e mazhariyet ile hizmet tarzımızın esası olan şefkat ve tefekkürdür. Ayrıca Dördüncü Lem’a ve Sekizinci Mektubdan Sünneti Seniyyenin esası olan şefkat dersi alınmıştır. Tefekkür ise Hakîm ismine mazhariyetle öğrenilen hakikatı zenginleştirmek içindir. Zenginleştirmesi ise tefekkür ile hakikatı daha iyi anlamaya vesile oluyor.)

Üstadımıza Hizmet-i Kur’ana istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, İsm-i Rahîm ve İsm-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşâallah o Sözler, وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا sırrına mazhardırlar. Mektubat 19)

(Üstadımız diyor ki; ben الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır. Mektubat 30)

(بِسْمِ اللّٰهِ : Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir; başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. بِسْمِ اللّٰهِ öyle müstakil bir nurdur ki, bu nur hiçbir şeye bağlı değildir. Hattâ bu nurun “câr ve mecrur”u bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak ب harfinden müstefad olan اَسْتَعِينُ veya örfen malûm olan اَتَيَمَّنُveyahut mukadder olan قُلْ ün istilzam ettiği اِقْرَاْ fiillerinden birine mütealliktir. İşarat-ül İ’caz 14)

Fakat tarîkatların bazısı, bazısından

  • Daha kısa, (Dört hatve olduğu için daha kısadır.  Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye gider. Mektubat – 460)
  • Daha selâmetli, (Vedud ismi ile giden meslekler de olduğu gibi nazlanma veya gururlanma olmadığından daha selametlidir. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Mektubat – 460)
  • Daha umumiyetli oluyor. (Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i’dama mahkûm zannedip “Lâ mevcude illâ Hu” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip “Lâ meşhude illâ Hu” demeye mecbur olmuyor. Belki i’damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır. Elhasıl: Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır. Mektubat – 460)

O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur’andan istifade ettiğim “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarîkidir. Evet

  • Acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.
  • Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder.
  • Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha genişbir tarîktir ki, Rahîm ismine îsal eder.
  • Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder.

Şu tarîk, hafî tarîkler misillü “Letaif-i Aşere” gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki “Dört Hatve”den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir.

Yoksa onları yapmak (Yani ben acizim deyip tembelliğe kaçmak değildir. Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma. Sözler – 710)

Veya halka göstermek demek değildir.

(Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil, belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem ünvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz, hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Barla Lahikası 25)

(Evet İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz u fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyid-ül Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var. Barla – 29)

(Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir. Sözler 32)

Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir. Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci hatveye فَلاَ تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ediyor.

İkinci hatveye وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti işaret ediyor.

Üçüncü hatveye مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti işaret ediyor.

Dördüncü hatveye كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti işaret ediyor.

Şu dört hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

Birinci Hatvede: (Tezkiye-i nefs eden kişi aczini anlar. Zira مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsinin sırrıyla tezkiye-i nefs eden kişi Mabud-u Hakikiyi tanır. Aczini ilan ederek ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.)

 فَلاَ تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefs etmemek.

(Öncelikle insanın fıtratını izah edecek sonra tezkiye yollarını gösterecek)

Zira insan, (Yani altta gelen zararlara giren kişi nefsini tezkiye etmiştir. Zıddıyet itibariyle bakıldığında altta gelen zararlara girmeyen kişi nefsini tezkiye etmemiş olur.)

  1. Cibilliyeti ve fıtratıhasebiyle nefsini sever.
  2. Belki, evvelâve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşey’i nefsine feda eder.
  3. Mabud’a lâyık bir tarzda nefsini medheder. (Kendisinin bazı kemal sıfatları olsa dahi Cenab-ı Hakka nisbet etmekle aciz olduğundan kendini medih değil Allah’ı medh etmekle nefsini tezkiye etmemiş oluyor.)
  4. Mabud’a lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. (Kendi kusurunu gören nefsini tezkiye etmemiş oluyor.)
  5. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. (Başkasının kusurunu gören nefsini tezkiye etmemiş oluyor.)
  6. Nefsine perestişeder tarzında şiddetle müdafaa eder. (Başkalarından gelen haklı tenkidleri)
  7. Hattâfıtratında tevdi’ edilen ve Mabud-u Hakikî’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ sırrına mazhar olur.
  8. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

(Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla

(Zıddıyla düşünecek olursak altta gelen zararlardan kendi kurtaran kişi nefsini tezkiye etmemiş, tebrie etmemiştir. Felaha erecektir.)

  1. Kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez.
  2. Eğer zahirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever.
  3. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır
  4. Ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.
  5. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder

Ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ âyetinin bir tokadını yer. Lemalar – 275)

İkinci Hatvede: (Zeval ve fenadan kendini kurtarmak için elinde hiç bir şey olmayan fakir insan kendini unutmak yerinde mevti düşünüp hizmet ederek fani ömrünü o ömrü veren Zatın yolunda feda etmekle ebedi bir ömrü kazanır.)

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu halin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.

(Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil, memluktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer. Mektubat – 400)

Üçüncü Hatvede: (Cenab-ı Hakkın biz kullarına Şefkat etmesiyle bize verdiği nimetleri ondan bilerek şükretmektir. Bu şefkatin tecelliyatını gören insan o şefkate ayinedarlık edip mahlûkata şefkat edecektir.)

مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi; nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.

(Üçüncü Hatve: Kendi nefsinde, torbasında, kusur, naks, acz, fakr’dan maada bir şeyi bırakmamalıdır. Bütün mehasin, iyilikler, Fâtır-ı Hakîm tarafından in’am edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahrı istilzam etmediklerini itikad ve telakki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi; kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir. Mesnevi-i Nuriye 208)

Dördüncü Hatvede: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ dersini verdiği gibi: (Âyetin manayı münafisi ile bakıldığında kendini helak olmayacak zanneden nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. Eğer Bak-i Zülcelale bakmayan herşeyin helak olacağını tefekkür etse helaketten kurtulacaktır.)  Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. (Hürriyeti ikiye ayırdığımız da birincisi vicdan, ruh ve kalbin hürriyeti ikincisi nefsin hürriyetidir. Şöyle ki; İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa hareketini kırar. Sözler – 471)

Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:

  • Herşey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur.
  • Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani

  • Kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-ıadem iç Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur.
  • Fakat enaniyeti bırakıp, bizzât nefsi hiçolduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanı Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, herşeyi bulur.

(O Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulmak için de tefekkür etmesi gerekmektedir.

Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat’iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu (o zamanın içine aldığı eşya), o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, “Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir” demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. (Başka yerlerde de cismani hayat, hayvani hayat, nefsani hayat, dünyevi hayat denilmektedir.)

Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; (Yani Cenab-ı Hak hesabına eşyaya ve hadisata bakmakla kalb ve ruhun derece-i hayatına çık, bak) ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur. Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.” Sözler – 473

(Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder; gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, Güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.

Öyle de: Kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun.

Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünki şu vücud, sende vedia ve emanettir. Sözler – 213)

Hâtime

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur’anın hikmetine dair olan yirmialtı aded Sözler’de geçmiştir. (Dördüncü Fıkra: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Sözler – 473)

(Risale-i Nur bir cihette hakikat ilmini, bir cihette şeriatın hakikatını, bir cihette Kur’anın hikmetini ders veriyordur.)

Yalnız şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir.

(Dört hatveden biri misal olarak veriliyor diğerlerini de biz kıyas edebiliriz.

  • Acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.
  • Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder.
  • Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha genişbir tarîktir ki, Rahîm ismine îsal eder.
  • Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder.)

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye gider. (Aczin elini nefisten çekmesi aciz olan insanın nefsine güvenmek ten vazgeçip Kadîr-i Zülcelal’in kudretine dayanmasıdır.)

(Evet nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Şualar – 615)

Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i’dama mahkûm zannedip “Lâ mevcude illâ Hu” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip “Lâ meşhude illâ Hu” demeye mecbur olmuyor.

(Veyahut ilm-i kelam gibi devir ve teselsülü, oniki bürhan yani arşî ve süllemî gibi namlar ile müsemma meşhur oniki delil-i kat’î ile devri ibtal edip teselsülü muhal gösterip Silsile-i esbabı kesip, Vâcib-ül Vücud’un vücudunu isbat etmeye mecbur olmuyor.)

Belki i’damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

(Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’dî-i Şirazî’nin dediği gibi:

  دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ 

Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar. Mektubat – 330)

Elhasıl: Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır.

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*