Yirmidokuzuncu Mektub
[Yirmidokuzuncu Mektub “Dokuz Kısım”dır. Bu kısım, Birinci Kısımdır; “Dokuz Nükte”dir.]
(Dokuz Nükte ile muhkem ve müteşabih âyetlere bakış nokta-i nazarı veriliyor.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede pek ciddî bir arkadaşım!
Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmediği mühim bir mes’eleye dair cevab istiyorsun.
Kardeşim, bu sene (1928 – 1929) elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar sür’atli bir tarzda meşgul oluyorum. Çok mühim işlerim de geri kalıyor (Şahsi kemalatına bakan işler) ve bu vazifeyi (Risale-i Nurla Kur’ana imana hizmet etmek vazifesini) daha azîm görüyorum.
(Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinden tecelli eden hakikat-ı akrebiyet-i İlahiye altunundan hisselerinin az bir fazlalığı, kemalât-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlahiyenin ve kemalât-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galib gelir. Lemalar – 25
(Haşiye): Siracünnur’u tashih ederken, bu Ramazan’da ehemmiyetli virdlerime tam vakit bulamadığımdan müteessir oldum. Birden ihtar edildi ki: Okuduğun bu mebhaslar,
- Bir cihetle ibadet olduğu gibi;
- Hem ayn-ı marifetullah ve
- Zikrullah ve
- Huzur-u kalbî ve
- Muhabbet-i imaniye olmasından,
Senin noksan bıraktığın virdlerinin yerini tam doldurur. Ben de Elhamdülillah dedim. Emirdağ-1 – 243)
Hususan şaban ve ramazanda, akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder.
(Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor.
Manevî hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede Âlem-i İslâm manevî havası, umum ehl-i imanın âhiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor. Müdhiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder.
Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdeta o âhiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi; dünya sergisi açılmağa başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.
Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilât ziyadeleşse kudsî vazife itibariyle daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünki başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeğe sebebdir. Zira gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmağa kendini mecbur bilir ve bilmelidirler. Kastamonu – 66)
(Evet bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir.
Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır.
Evet nasılki bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususî ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder.
Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan yirmisekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o yirmisekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Mektubat – 402)
(Şaban ayı Kur’anın Levh-i Mahfuza nüzulü Ramazan ayı ise Kur’anın nüzul ayıdır.)
(Bu mektub tahminen Şaban ayında yazıldığı için Receb ayını almamış olabilir. Ayrıca Üç ayların içinde üç farklı bin ay vardır.
- Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şaban-ı Muazzamda üçyüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere,
- Leyle-i Kadir’de otuzbine çıkar.
- Regaib, Beraat, Kadir geceleri bu kudsî leyali-i meşhurede onbinler, yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Şualar – 505)
Şu mes’ele-i azîmeyi başka vakte ta’lik edip, ne vakit Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır.
Şimdilik “Üç Nükte”yi {(Haşiye): Bilâhere dokuz nükteye tamamlanmıştır.} beyan edeceğim:
Birinci Nükte: “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatını anlamamışlar.” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir:
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, (Bu kabul ile beraber derken Peygamberin ASM ders verdiği mensus ve muhkem âyetleri kabul ile beraber demektir.) tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”
(Evet “İşarat-ül İ’caz”da şuradaki manalar misillü kelimat-ı Kur’aniyenin müteaddid manalarını İlm-i Sarf ve Nahv’in kaideleriyle ve İlm-i Beyan ve Fenn-i Maânî’nin düsturlarıyla, Fenn-i Belâgat’ın kanunlarıyla isbat edilmiştir. Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-i diniyece hak olmak şartıyla ve Fenn-i Maânîce makbul ve İlm-i Beyanca münasib ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûl-üd din ve ehl-i usûl-ül fıkhın icmaıyla ve ihtilaflarının şehadetiyle Kur’anın manalarındandırlar. Sözler – 395)
Evet zaman geçtikçe, Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zahiriye-i Kur’aniyeye şübhe getirmek değil. Çünki onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. Kur’an عَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla manası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir.
O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ,
- Cenab-ı Hakk’ı tekzib ve
- Hazret-i Risalet’in fehmini tezyif etmek çıkar.
Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba’-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur’anı muan’an sened ile müteselsilen menba’-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.
İkinci Taife:
- Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor
- Veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’an-ı Hakîm’in -senin tabirinle- birer polat kal’ası hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor.
Böyleler, hâşâ hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye şübhe îras etmek için bu nevi sözleri işaa ediyorlar.
(Selefin muhkem âyetlere verdiği manaları müteşabih zannederek yeni nesil ulema itiraz ettiği gibi selefin müteşabih âyetlere verdiği manaları da muhkem zannedip hataya düşmüşler. Risale-i Nur muhkem olan âyetleri tam izah etmiştir.
Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şübheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakikî tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risale-in Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risale-in Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ülema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلاَّ اللّٰهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى nın makamı gibi bin üçyüz kırkdört (1344) ederek Resail-in Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor. Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün etrafa yayılması tarihine ve Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu beyan eden Yirmibeşinci Söz’ün iştiharı hengâmına, hem اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى adedine tam tamına tevafukla bakar.
Eğer mezheb-i selef gibi اِلاَّ اللّٰهُ da vakfolsa, o halde اَلرَّاسِخُونَ deki şeddeli “ra” iki “ra” sayılsa bin üçyüz altmış (1360) küsur ederek Risalet-ün Nur şakirdlerinin bundan onbeş-yirmi sene sonraki rasihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen baktığı gibi, şeddeli “ra” asıl itibariyle bir “lâm” bir “ra” sayılsa bin ikiyüz oniki (1212) ederek bundan bir buçuk asır evvel Mevlâna Hâlid Zülcenaheyn’in Hindistan’dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rüsuhuyla o zamanda meydan alan tevilat-ı fasideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar. Şualar 701)
İkinci Nükte: Cenab-ı Hak, Kur’anda çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı Kur’aniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var.
(Ezcümle: Kur’an’da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet kasemat-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’-ul asâdır. Muhakemat – 14)
Meselâ: وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا da kasem, Onbirinci Söz’deki muhteşem temsilin esasına işaret eder. Kâinatı bir saray ve bir şehir suretinde gösterir.
(Külli düstur; Kur’an-ı Kerimdeki kasem âyetlerinde yemin silsilesi ile esaslara ve hakikatlara dikkat çekilirken uslübuyla da temsilleri hayale getirir.)
(Onbirinci Sözdeki saray temsilini Üstadımız Şems Suresindeki bu âyetin kasemindeki üslubundan çıkarmıştır. Şöyle ki;
- Güneşe ve
- Kuşluk vaktindeki aydınlığına,
- Güneşi takip ettiğinde aya,
- Onu açığa çıkarttığında gündüze,
- Onu örttüğünde geceye,
- Gökyüzüne ve
- Onu bina edene,
- Yere ve
- Onu yapıp döşeyene,
- Nefse ve
- Ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene
Yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. Mealli Kuran – 594 Şems Suresi)
Hem يس ٭ وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ deki kasem ile, i’cazat-ı Kur’aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder. (İkinci külli düstur; Yemin edilen şeyin kudsiyetine ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder.)
وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى ٭ فَلاَ اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ deki kasem; yıldızların sukutuyla vahye şübhe îras etmemek için cinn ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber; yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.
(Necmi âyet manasında düşündüğümüzde kasem; vahye şübhe îras etmemek için cin ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret eder. Hem âyetlerin mevkisinin çok yüksek olduğuna işaret eder.
Necmi yıldız olarak düşündüğümüzde ise kasem; yıldızların sevk ve idaresindeki tasarrufatı ilahiyeye dikkati çeker. Kudretinin azametine Hikmetinin ihatasına işaret eder.)
(Üçüncü Külli düstur ise Kur’an âyetlerinin yüksek mevkiine dikkat çektiği gibi cismani bir âyet olan mevcudatın üzerinde görünen azamet-i kudret ve kemal-i hikmete de dikkat çeker.)
وَالذَّارِيَاتِ ٭ وَالْمُرْسَلاَتِ daki kasemde; havanın temevvücatı ve tasrifatı içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melaikelere kasem ile nazar-ı dikkati celbediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. (Hava sahifesindeki zerratta görünen tasarrufat-ı ilahiyeye dikkat çeker. Topraktaki zerrattan daha acib vaziyette olan kulaklar adedince neşrinin birden olduğu emir ve iradenin arşı olan havaya dikkat çekiyor. Yirminci pencere de geçtiği gibi Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmane, kerimane faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak bir Sâni’-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbanînin çabuk yerine getirilmesine sür’atle çalışmaktır. Sözler – 671)
(Yirminci Sözde de geçtiği gibi “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes’eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?” Sözler – 247)
(Dördüncü külli düstur; Tesadüfî zannolunan unsurların çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri gördüğüne dikkat çekiyor.)
Ve hâkeza… Herbir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faidesi vardır. Vakit müsaid olmadığı için, yalnız icmalen وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla,
- Azamet-i kudretini ve (Kâinat fabrikasını zeytin ve tinin vücuda gelebilmesi için çalıştırılmasıyla kudretin azameti görünüyor.)
- Kemal-i rahmetini ve
- Büyük nimetlerini ihtar ederek,
esfel-i safilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip,
- Şükür ve
- Fikir ve
- İman ve
- Amel-i sâlih ile tâa’lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor.
Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi;
- O iki meyvenin çok mübarek ve
- Nâfi’ olmasıve
- Hilkatlerinde de, medar-ıdikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdı
Çünki hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi;
İncirin hilkati,
- Zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatınısaklayıp dercetmek gibi, bir hârika mu’cize-i kudreti gösterdiği gibi;
- Taamında,
- Menfaatinde ve
- Ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve (yani bir kısım meyveleri yeni yaratılırken bir kısmı olgunlaşıyor. ve bir kısmınında olgunlaşıp kemaline ulaştığı için incir ağacının meyve verme süresi diğer meyveli ağaçlara göre daha uzun olduğuna)
- Daha sair menafi’indeki nimet-i İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor.
Buna mukabil, insanı iman ve amel-i sâlihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için bir ders veriyor.
(Beşinci külli düstur; Tin ve zeytine kasem arkasında bütün sanat ve nimetlere dikkat çeker. Eğer sanat cihetiyle bakarsak marifet mertebemiz arttığı gibi nimetiyet cihetiyle bakarsak ibadet ve şükürle kendimizi sevdirmemizin gerektiğine dikkat çekmiştir. )
(Kur’an bazan tegayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medar maddî cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-i sabite suretine çevirmek için; sabit, nuranî, küllî esma ile icmal eder, bağlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hâtime verir.
Mesela Cenab-ı Hakk’ın koyun, keçi, inek, deve gibi mahluklarını insanlara hâlis, safi, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnu’ları da insanlara latif, leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mu’cizat-ı kudretini şifalı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece gösterdikten sonra tefekküre, ibrete, başka şeyleri de kıyas etmeğe teşvik için اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ der, hâtime verir. Sözler – 420 – 421)
Üçüncü Nükte: Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlahî bir şifredir. Hâs abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i hâstadır, hem onun veresesindedir. Kur’an-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitab ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi’ çok mütenevvi’ vücuhları, manaları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelât-ı gaybiye işaratını onlarda bulmuşlar. (Tarikat Şeyleri huruf-u mukataa ile insanların manevi cihazlarını tahrik etmişlerdir.)
İşarat-ül İ’caz Tefsirinde, “El-Bakara” Suresinin başında, i’caz-ı belâgat noktasında bir nebze onlardan bahsetmişiz; müracaat edilsin.
(Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilân ediyor ki: “Ben sizden belig manaları, hükümleri, hakikatları ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu ta’dad ettiğim harflerden bir nazire yapınız, velev iftira ve hikâyelerden ibaret bile olursa olsun!”
- Harfleri ta’dad ile hecelemek, yeni kıraata ve kitabete başlayan mübtedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki: Kur’an, ümmi bir kavme ve mübtedi bir muhite muallimlik yapıyor.
- ال د gibi harfleri, meselâ “elif, lâm, dal” gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usûldür. Bundan anlaşılıyor ki, hem söyleyen, hem dinleyen ümmi olduklarına nazaran, bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir; ancak başka bir yerden ona geliyor. İşarat-ül İ’caz – 32)
( الم i’cazın esaslarından îcazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır:
- المüç harfiyle üç hükme iş Şöyle ki:
Elif, هذَا كَلاَمُ اللّٰهِ اْلاَزَلِىِّ hükmüne ve kaziyesine;
Lâm, نَزَلَ بِهِ جِبْرِيلُ hükmüne ve kaziyesine;
Mim .عَلَى مُحَمَّدٍ ع.ص.م hükmüne ve kaziyesine remzen ve imaen işarettir.
Evet nasılki Kur’anın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de “sin, lâm, mim” gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür. Kezalik الم in herbir harfinde mezkûr hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.
- Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahîbir ş Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dadır.
- Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.
- Şu harflerin taktîi; harf ve lafızların hâvi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrar-ül hurufta beyan edildiği gibi, aded ve sayılar misillü, harflerin arasında fıtrî münasebetlerin bulunduğuna işarettir. İşarat-ül İ’caz – 33)
(Bu mebhasda da birkaç letaif vardır. Hatib ve beliglerin âdetindendir ki mesleklerinde daima bir misale tâbi’ oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki bu harflerden anlaşıldığına nazaran, Kur’an hiçbir misale tâbi’ olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belâgat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür. İşarat-ül İ’caz – 34)
Dördüncü Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in hakikî tercümesi kabil olmadığını Yirmibeşinci Söz isbat etmiştir.
(Tercüme; Kur’an için tercüme mümkün değildir.
Meal; noksan gayet kısa manadır.
Tefsir; tefsir ise o ayetin hakikatını delilleri ile gösterip ispat etmekle olur. Mesela Birinci Sözde Besmele ayetinin hakikatları delilleri ile isnad edilerek tefsiri yapılmıştır. İkinci Söz ise imana dair ayet-i kerimelerin bir mealidir. Eğer imana dair ayetlerin tefsirine bakılmak istenilse Âyet-ül Kübra Risalesine bakmak gerekir.)
Hem manevî i’cazındaki ulviyet-i üslûb ise, tercümeye gelmez. Manevî i’cazında olan ulviyet-i üslûb cihetinden gelen zevk ve hakikatı beyan ve ifham etmek pek müşkil. Fakat yolu göstermek için bir-iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki:
(Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanın manevi i’cazındaki ulviyet-i üslûb cihetinden mucizeliğine iki misal arasındaki fark; Birinci misal de dünyevi efalini göstererek i’cazkârane bir cem’iyet içinde hallakıyetin hakikatını hayale tasvir ediyor, ikinci misal de mütekellim cihetiyle ulviyet-i üslubu uhrevi efalini nazara vererek gösteriyor.)
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ
وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ ٭ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ ٭ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ٭ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ ٭ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ ٭ يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
gibi âyetlerle,
- O derece hârika bir ulviyet-i üslûb ve
- İ’cazkârane bir cem’iyet içinde hallakıyetin hakikatınıhayale tasvir ediyor, gösteriyor ki:
- “Sâni’-i Âlem olan şu kâinatın ustası, işbaşında olarak Şems ve Kamer’i hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile, aynı anda zerreleri yerlerine -meselâ zîhayatların gözbebeklerinde- yerleş
- Semavatıhangi ölçü ile, hangi manevî âlet ile tertib edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertib ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleş
- Hem Sâni’-i Zülcelal manevîkudretin hangi manevî çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o manevî çekiç ile, beşerin sîmasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zahirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakş” diye ifade eder.
Demek o Sâni’-i Zülcelal iş başında… İşlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur’aniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici Şems’e vuruyor; merkezine çakar gibi ulvî üslûb ile vahdaniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celali nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs’ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu’diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem’-i ezdadın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini ifade eder, isbat edip gösterir. İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki; en hârika edibleri, belâgatına secde ettiriyor.
(İkinci misal; Sözler sayfa 430’da Yirmibeşinci Söz İkinci Şu’le Üçüncü Nur da mütekellim cihetiyle ulviyet-i üslubunu uhrevi ef’alini nazara vererek gösteriyor.)
Hem meselâ وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ âyetiyle, şöyle bir üslûb-u âlî ile saltanat-ı rububiyetindeki haşmeti gösterir.
(Üslûbun esasları üçtür:
Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi…
İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz” ve “Esrar-ül Belâga”sındaki müşa’şa’ ve parlak kelâmı gibi…
Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Muhakemat – 109)
Şöyle ki:
“Gökler ve zemin; iki muti’ kışla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fena ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i sür’atle ve itaatle “Lebbeyk!” deyip, meydan-ı haşir ve imtihana çıkarlar.”
İşte haşir ve kıyameti ne kadar mu’cizane bir üslûb-u âlî ile ifade edip ve o davanın içinde bir delil-i iknaîye işaret ediyor ki: Bilmüşahede nasılki zeminin cevfinde saklanmış ve ölmüş hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve küre-i havaiyede dağılmış, saklanmış katreler; nasıl kemal-i intizam ve sür’atle haşrolup her baharda meydan-ı tecrübe ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit bir mahşer-nümun suretini alırlar; öyle de, haşr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Madem bunu görüyorsunuz, onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkeza… Şu âyetlere, sair âyâttaki derece-i belâgatı kıyas edebilirsiniz.
Acaba, şu tarzdaki âyâtın hakikî tercümesi mümkün müdür? Elbette değildir! Olsa olsa, ya kısa bir meal-i icmalî veya âyetin her cümlesi için beş-altı satır tefsir yazmak lâzım gelir.
Beşinci Nükte: Meselâ “Elhamdülillah” bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun en kısa manası, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:
كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلَى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمَّى بِاللّٰهِ
Yani:
- “Ne kadar hamd ve medh varsa, (El-i istiğrak)
- Kimden gelse, (Fâilin terkinden)
- Kime karşıda olsa, (Mef’ulün terkinde)
- Ezelden ebede kadar hastır ve (Fi’lîcümlesinden ismî cümlesine intikalde)
- Lâyıktır (Lillah”taki lâm-ıcer’de)
- O Zât-ıVâcib-ül Vücud’a ki, Allah denilir.” (Lâzım-ı zarurîsi ve ünvan-ı mülahazası olduğundan)
İşte
- “Ne kadar hamd varsa”, “el-i istiğrak”tan çıkı
- “Her kimden gelse” kaydıise, “hamd” masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder.
- Hem mef’ulün terkinde,yine makam-ı hitabîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor.
- “Ezelden ebede kadar” kaydıise; fi’lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delalet ettiği için, o manayı ifade ediyor.
(وَ عَلَى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ de, üslûbun tağyiriyle, cümle-i fiiliyeye tercihan cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına; kalb veya sem’ ile alınan deliller ise, müteceddid ve gayr-ı sabit olduklarına işarettir. İşarat-ül İ’caz 78 Mühürlenen Kalbler
Kur’an-ı Kerimdeki fi’ili cümleler hareketlilik devamlılık manasını ifade ediyor. İsmi cümleler ise sebat ve devam manasını ifade ediyor.)
- “Has ve müstehak” manasını”Lillah”taki “lâm-ı cer” ifade ediyor. Çünki o “lâm”, ihtisas ve istihkak iç
- “Zât-ıVâcib-ül Vücud” kaydı ise;
- Vücub-u vücud, uluhiyetin lâzım-ızarurîsi ve
(Şu kâinatın Sâni’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Misal olarak Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfıza âlem-i manadan bir kütübhane kadar vücudu içine alması verilmiştir. Mektubat – 249)
(Vâcib-ül Vücud’un mahiyet-i kudsiyesi, mahiyat-ı mümkinat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin esma-i hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır. Mektubat – 250)
- Zât-ı Zülcelal’e karşı bir ünvan-ı mülahaza olduğundan,
“Lafzullah” sair esma ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i a’zam olduğu itibariyle, delalet-i iltizamiye ile delalet ettiği gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanına dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet ediyor.
(Yirminci Mektubtaki Vâcib-ül Vücud ünvanı anlatılırken iki misal verilmiştir. Birincisi kubbelerdeki taşlara vaziyet vermek için, taş nev’inden olmayan bir ustaya verilse ve ikincisi taburdaki neferatın idaresi, mertebe itibariyle zabitlik mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse; hem san’at kolay olur, hem tedbir ve idare sühuletli olur.)
İşte, “Elhamdülillah” cümlesinin en kısa ve ülema-yı Arabiyece müttefek-un aleyh bir mana-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i’caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?
Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî Arabî’den başka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arab lisanının câmiiyetine yetişemez. (O lisanda Fransızca veya Farsça olabilir.)
Acaba o câmi’ ve i’cazdarane olan lisan-ı nahvî ile mu’cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-ı Kur’aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla, zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir?
Hattâ diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki: Herbir harf-i Kur’an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatları ders verir.
Altıncı Nükte:
(Birtek harfin bir sahife kadar hakikatları ders vermesine misal olarak Hu lafzının tefsirinden Miraç Risalesindeki hakikatların ders verilmesi verilebilir.)
Bu manayı (Herbir harf-i Kur’an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatları ders verir) tenvir için, kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatlı bir hayali söylüyorum. Şöyle ki:
Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından “Na’büdü” sîgasına intikalin sebebini kalbim aradı. (Kur’andan mana çıkartma usullerini tatbik ile birlikte cümleye neden niçin nasıl sorularını sormakla hakikat ortaya çıkar.)
Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki:
Birinci Mescid; Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahid ve birer müeyyid gördüm.
(Kesretin kıymeti bir hakikatın etrafında toplanılmasıyla ortaya çıkar. Şöyle ki; Biri dese: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler. Şualar – 101)
(Namazın cemaatle kılınmasının 6 fazileti aşağıda zikredilmiştir.)
(Herbiri umum namına
- Hem dua,
- Hem dava,
- Hem tasdik eder,
- Hem onları kendine şefaatçi yapar.
- Hem bu kadar azîm bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder. Onbeşinci Şua Şualar – 613)
- Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatıiçinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi.
(Neden Nâkıs ubudiyet denildiğinin izahı;
Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdud ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”
Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile… Sözler – 361)
İkinci Mescid; Birden bir perde daha inkişaf etti:
Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Câmii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim.
Üçüncü Mescid; Onda dahi; rûy-i zemin mescidinde, Kâ’be-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâ’be-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacer-ül Esved’e tevdi’ edip emanet bırakıyorum derken, (Hacer-ül Esved Cenab-ı Hakkın hafiziyetinin azami derece tecelli ettiği bir yerdir.)
Birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki: Dâhil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:
Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidîndeki cemaat-ı uzma.
İkinci Daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i Eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. O halde “Allahü Ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:
(Kibriya ve azamete karşı hayrete kalmak)
Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı vücudiyemden tâ havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm.
(İnsanın bir ferdinde bir cemaat-ı mükellefîn bulunur. Evet her bir uzuv, bir şey için yaratılmıştır. O uzvu, o şeyde kullanmakla mükelleftir. Mesnevi-i Nuriye – 196)
(O sarayların herbirisi, birer insandır.
O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Sözler – 323)
(Cemaat ile namazın sırrı; Cemaatle kılınan namaz mertebe-i külliye-i ubudiyete yakınlaşmak için bir basamaktır.)
Bu dairede, kalbimdeki latife-i Rabbaniyem,
(Muhakematta geçtiği gibi kalbden Cenab-ı Hakka açılan en yakın pencerede oturan latife-i Rabbaniyedir.)
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-ı uzmayı niyet ederek demişti.
Elhasıl: “Na’büdü” nun’u, şu üç cemaate işaret ediyor.
İşte bu halette iken birden Kur’an-ı Hakîm’in tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, şahsiyet-i maneviyesi, haşmetiyle temessül ederek, يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabını, manen herkes gibi ben de işitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. (Hayalin vazifesi anlaşılan hakikatı külli yapmak ve genişletmektir.)
اِذَا ثَبَتَ الشَّيْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:
Madem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatab ittihaz edip, umum mevcudatla konuşur ve şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev’-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev’-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak; o hitab, o suretle onlara ediliyor.
O vakit herbir âyât-ı Kur’aniye;
- Gayet haşmetli ve vüs’atli bir makamdan,
- Gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından,
- Nihayetsiz azamet ve celal sahibi Mütekellim-i Ezelî‘denve
Netice; makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ı Âlîşanından aldığı bir kuvvet, ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak, hem pek parlak bir nur-u i’cazı içinde gördüm.
O vakit, değil umum Kur’an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti: “Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l Kur’an” dedim. O ayn-ı hakikat olan hayalden “Na’büdü” nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’anın değil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatların nurlu anahtarlarıdır.
(Yani Kur’an’ın her yerinin mu’cize olması; Kur’an da makamın, maksadın, muhatabın ve mütekellimin büyüklüğü nisbetinde kelamın i’cazı artar. Netice olarak bu i’cazı gören ve İ’caza göre hayat geçiren Zât makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi olmuştur.)
Kalb ve hayal, o Nun-u Na’büdü’den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Aynı نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ de, Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizin ile gelebileyim.” O vakit kalbe şöyle geldi ki: De o mütehayyir akla:
Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârane, intizamperverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki, bunları ibadete sevkedip istihdam ediyor. (Mabud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlakın varlığının ispatı 7. Şua Ulûhiyet-i mutlaka bahsinde ve 33. Söz 9. Pencere de izahı var.)
Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara.. herbirinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi’ ihtiyacatı var ve vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları, ummadığı yerden, vakt-i münasibde, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor. İşte şu mevcudatın bu hadsiz fakr u ihtiyacatı ve bu fevkalâde ianat-ı gaybiye ve imdadat-ı Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerim-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki, herşey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. (Müstean bir Zâtın varlığının ispatı 7. Şua Rahmaniyet hakikatında 33. Söz 1. Pencerede izahı var.)
O vakit akıl, “Âmennâ ve saddaknâ” dedi.
Yedinci Nükte: Sonra o halde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dediğim vakit, baktım ki:
(“Tarîk” veya “sebil” kelimelerine “sırat” kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir.
Ma’hud ve malûm olan şeylerde kullanılması usûl ittihaz edilen esma-i mevsuleden الَّذِينَ tabiri, onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki; onları taharri ve taleb etmeye ve aramaya lüzum yoktur.
Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şâna mâliktirler.
Cem’ sîgasıyla الَّذِينَ nin zikri, onlara iktida ve tâbi’ olmak imkânının mevcudiyetine ve onların mesleklerinde butlan olmadığına işarettir. Çünki ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde, butlan yoktur.
Mazi sîgasıyla اَنْعَمْتَ nin zikri; tekrar nimeti taleb etmeye bir vesile olduğuna ve Allah’a raci’ olan zamiri de, bir yardımcı ve bir şefaatçı vazifesini gördüğüne işarettir. İşarat-ül İ’caz – 25)
Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. (İstikbal zulümatını verdikleri haberlerle dağıtıkları gibi ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gittiklerinden arkalarından gelen insanlara da yol gösteriyorlar.)
Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îyye karşı ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; (Karşı geldikleri bedihiyat Kur’anın türkçe okunmasıdır.) tebdili kabil görüyorlar? (Tebdili kabil görmelerinin sebebi; O caddeyi beğenmemekten veya noksan görmekten ileri geliyor.)
Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ülema-i sû’u aldatmıştır.
Meselâ: Nasılki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder.
Öyle de şeair-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlahiye, hayatdar ve sevabdar bir cild, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüda olmuş bir meyve gibi, o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider.. nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…
(Mana cihetiyle muvakkaten bir nuraniyet görünebilir. Ancak tabirat-ı Nebeviye ve İlahiye olmadığı için manadaki kudsiyet gider, akıllarda beşerin sönük fikri kalır.)
(An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar.
Hattâ şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar.
Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi?
Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hakketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir. Mektubat – 434)
Sekizinci Nükte: Buna dair bir düstur-u hakikatı beyan etmek lâzım. Şöyle ki:
Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var; (Eşhasın umuma karşı olan hukuku Allahın kulu üzerindeki hukukudur.)
Öyle de: Mesail-i şer’iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara “Şeair-i İslâmiye” tabir edilir.
(Umuma bakan meseleler şahsi farzlardan daha kıymettardır. Umuma bakan meselelere başta iman hakikatlarının duyurulması olarak ezan, oruç misal verilebilir.)
Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz’îsi (sünnet kabîlinden bir mes’elesi) en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir.
(Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cem’iyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cem’iyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilân edilir.
Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir. Lem’alar – 54)
Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!.. (Yapılan zulüm sadece o zamanda yaşayan insanlara bakmıyor. Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmı beğenmemek veya noksan görmekle onlarada zulüm ediyor.)
Dokuzuncu Nükte: Mesail-i şeriattan bir kısmına “taabbüdî” denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.
(Zaman, mekan veya eşhasa göre bazı hikmetler görünmeye bilir. Fakat bu illeti değiştirmez. Çünü Taabbüdidir.
Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır.
Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir. Sözler – 482)
Bir kısmına “makul-ül mana” tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir.
Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse onu tağyir edemez.
Öyle de: “Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir.
Meselâ biri dese: “Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir.” Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev’-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev’-i beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?
(Dokuzuncu Lem’a da Ömer Efendinin o doktora dâir ikinci sualinden bir parça: İşte, bu kaide-i şer’iyeye binâen, ahkâm-ı şer’iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar. Meselâ, o doktorun bahsettiği gibi, hınzırın etinden bildiği zarardan, hastalıktan başka, “Hınzır eti yiyen bir cihette hınzırlaşır”
HAŞİYE 1 Acaba firengistanın bu kadar harika terakkiyât-ı medeniyetiyle ve kemâlât-ı fenniyesiyle ve insaniyet perverâne ulûmuyla ileri gittiği halde, o terakkiyat ve kemâlâta ve o ulûma bütün bütün zıt olan maddiyyunluk ve tabiiyyunluk zulümâtında hınzırcasına saplanmalarında, hınzır etinin yemesinin medhali yok mudur? Soruyorum. İnsan, beslendiği şeyle mizâcı müteessir olduğuna delil, “kırk günde hergün et yiyen kasâvet-i kalbiyeye dûçâr olduğu” darbımesel hükmüne geçmesidir.
kaidesiyle ve o hayvan, sâir hayvânât-ı ehliye gibi zararsız yapılmıyor. Etinden gelen menfaatten ziyade, çok zarar îrâs etmekle beraber, etindeki kuvvetli yağ, kuvvetli soğuk memleketi olan firengistandan başka tıbben muzır olduğu gibi, mânen ve hakikaten çok zararlı olduğu tahakkuk etmiş.
İşte bu gibi hikmetler, onun haram olmasına ve nehy-i İlâhî taallûkuna da bir hikmet olmuştur. Hikmet her fertte ve her vakitte bulunmak lâzım değildir. O hikmetin tebeddülü ile illet değişmez. İllet değişmezse hüküm değişmez.)
Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle “Yaşasın Cehennem!” der. Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiat ister.
لاَ يَسْتَوِى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ ilh…
* * *
Birinci Nükte: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.” Mektubat ( 388 )
İkinci Nükte: Cenab-ı Hakk’ın Kur’anda çok şeylere kasem etmesinin sebebi Kasemat-ı Kur’aniyede her asır ve şahsa yani umuma hitab eden çok büyük nükteler ve çok sırlar var olmasıdır. Mektubat ( 389 )
Üçüncü Nükte: Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlahî bir şifredir. Cenab-ı Hakk her asırdaki hâs abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. Mektubat ( 390 )
Dördüncü Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in hakikî tercümesi kabil olmadığını bu asırda Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Yirmibeşinci Söz isbat etmiştir. Mes’ela manevî i’cazındaki ulviyet-i üslûb cihetinde Kur’an, i’cazını söyleyen Zâtın makamından aldığı için tercümeye gelmez. Mektubat ( 390 )
Beşinci Nükte: Âyâtın hakikî tercümesi mümkün değildir! Çünkü âyetin her cümlesi için beş-altı satır tefsir yazmak lâzım gelir. Meselâ “Elhamdülillah” bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği en kısa manası şudur: “Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a ki, Allah denilir.” İşte, “Elhamdülillah” cümlesinin en kısa ve ülema-yı Arabiyece müttefek-un aleyh bir mana-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i’caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir? Mektubat ( 392 )
Altıncı Nükte: Âyetin her cümlesi için beş-altı satır tefsir yazmak lâzım geldiği gibi; herbir harf-i Kur’an dahi bir hakaik hazinesi hükmündedir. Bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatları ders verir. Meselâ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayr da mütekellim-i vahde sîgasından “Na’büdü” sîgasına intikalden kalbin, hayalin ve aklın aldığı dersler vardır. Şöyle ki; Kalb namazdaki cemaatin fazilet ve sırrını o nun içindeki üç cemaat ve üç dairenin işaret ettiği manadan anlıyor. Hayal ise namazdaki cemaatin fazilet ve sırrını o üç cemaatte ve dairede herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor diye tahayyül ettiğinden cemaatle kılınan namazın hakikatını külli yaparak genişletmiştir. Akıl ise bütün mevcudatın kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde yaptıkları ubudiyetlerini ve fakr u ihtiyacatlarına binaen gelen fevkalâde ianat-ı gaybiyeyi görür. Ve böylece نَعْبُدُ ve نَسْتَعِينُ de, Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu anlar. İşte Kur’anın değil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatların nurlu anahtarlarıdır. Mektubat ( 395 )
Yedinci Nükte: نَسْتَعِينُ ile iane taleb edilirken makam iktizasıyla “Ne istiyorsun?” diye vârid olan mukadder sual, Yedinci Nüktede اِهْدِنَا ile cevablandırılmıştır. Bu kelime beni mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerine iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Hâlbuki bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar, Kur’anın türkçe okunmasına fetva vererek şeair-i İslâmiyenin bedihiyatını tebdile kabil görüyorlar. Mektubat ( 396 )
Sekizinci Nükte: Şeair-i İslâmiyenin bedihiyatının tebdiline dair bir düstur-u hakikatı beyan etmek lâzım. Şöyle ki: “Şeair-i İslâmiye” umuma, umumiyet itibariyle taalluk ettiğinden hukukullah tabir edilen Allahın kulları üzerindeki hukukudur. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. Mektubat ( 396 )
Dokuzuncu Nükte: Şeair-i İslâmiyeye dair bir düstur-u hakikatı beyan etmek lâzım. Şöyle ki: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Yüzbin maslahat gelse onu tağyir edemez. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir. Mektubat ( 397 )