Beşinci Risale olan Beşinci Kısım
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
… اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyet-i pür-envârının çok envâr-ı esrarından bir nurunu, Ramazan-ı Şerif’te bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm. Şöyle ki:
(Allah ism-i cami olduğu için karanlıktan aydınlığa çıkmak için bütün esmayı tek tek düşünebiliriz. Veysel Karani’nin münacatını nur âyeti için düşündüğümüzde bizi abdiyet karanlığından Rab ismi ile aydınlığa çıkarıyor. Veya mahlukiyet karanlıklı bir vaziyetken herşeyi halk eden bir Halîkın mahlûku olmak aydınlıklı bir vaziyet oluyor. Veya rızka muhtaç olmak karanlıklı bir vaziyetken merzuk bir Rezzakımızın olması aydınlık bir vaziyet oluyor. Şöyle ki; Yâ Rab bizi abdiyet karanlığından Rab isminle aydınlığa çıkar. Yâ Halîk mahlukiyetin karanlıklı bir vaziyetinden herşeyi halk eden bir Halîkın mahlûku olmak aydınlıklı bir vaziyete çıkar. Yâ Rezzak rızka muhtaç olmanın karanlıklı bir vaziyetinden bizi Rızıklandırarak aydınlık vaziyete çıkar. Vehakeza)
Üveys-i Karanî’nin:
اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ ٭ وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ اَنَا الْمَخْلُوقُ ٭ وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ ٭ الخ
münacat-ı meşhuresi nev’inden, bütün mevcudat-ı zevilhayat, Cenab-ı Hakk’a karşı aynı münacatı ettiklerini ve onsekiz bin âlemin herbirinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-ı kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. (Nur tekil iken zulümat çoğul olarak zikredilmiş. Bunun sebebi karanlıktan kurtulmak için tek bir nur kâfi iken karanlıkta kalmakla eşya adedine zulümat oluyor.)
Şöyle ki:
Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. (Cenâb-ı Hakkın bütün yıldızlar üstünde rububiyetini gösteren tasarrufatı olduğu gibi bir tek yıldızın üstünde dahi ayrı ayrı tasarrufu olduğunu Rabbuşşira tabiri ifade ediyor.)
Herbir perde açıldıkça, diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur’un arkasındaki
اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشَيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ
âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu.
Birden bir ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem görünüyorken, güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve hâkeza… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-ı hayaliye çok devam etti. Ezcümle:
Hayvanat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber za’f ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazîn gösterdi. (hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlık, za’f ve acz karanlıklı bir vaziyetken)
Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda (yani manasında) bir şems-i tâban gibi tulû’ etti; o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.
Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların za’f ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm.
Birden Rahîm ismi şefkat burcunda tulû’ etti, o kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki; şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki; dehşetimden feryad ettim, “Eyvah!” dedim. Çünki gördüm ki: (İnsan için karanlıklı vaziyetler)
- İnsanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve (Bize bu arzu ve emelleri hikmet ile veren Allah adaleti ile cenneti de verecektir.)
- Kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve (Bize bu tasavvurat ve efkârları hikmet ile veren Allah adaleti ile cenneti de verecektir.)
- Ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidadları ve (İstidadıyla Rahman isminden ebediyeti isteyen insana Kerim ismi ile cenneti ikram edecektir.)
- Hadsiz makasıda ve metalibe müteveccih fakr u ihtiyacatları ve (Maksadlarımızı yerine getirmemiz için ihtiyaçlarımızı Rahîm ismi karşıladığı gibi bizden istediği maksadlarını yerine getirmeyerek yaptığımız hataları da Gafur ismi ile af edecektir.)
- Za’f u acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve (Bâis ismi ile hücuma maruz kalan insanı öldükten sonra tekrar dirilterek Vâris mutlak olduğunu gösterecektir.)
- A’dalarıyla beraber; gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müdhiş halet olan mütemadî zeval ve firak belası içinde, (Zeval ve firak içinde yuvarlanan insana Muhyî ismi hayatlandırarak Muhsin ihsanda bulunacaktır.)
- Ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar. (Zulümat kuyusu görünen kabri Rab ismi ile tasarufatta bulunarak ebedi Cennetbahçesinin bir kapısı hükmüne getirerek mülkün hakiki sahibi Mâlik olduğunu gösterecektir.)
(Hem der ki: Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek. O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Mektubat – 225)
İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryad ile ağlamaya hazır iken;
Birden Cenab-ı Hakk’ın
- Âdil ismi Hakîm burcunda,
- Rahman ismi Kerim burcunda,
- Rahîm ismi Gafur burcunda (yani manasında),
- Bâis ismi Vâris burcunda,
- Muhyî ismi Muhsin burcunda,
- Rab ismi Mâlik burcunda
tulû’ ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.
Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi.
- Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, yirmibeşbin sene mesafeyi bir senede devreden ve
- Her vakit dağılmağa ve parçalanmağa müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden
bîçare nev’-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.
Birden Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve
Rabb-üs Semavati Vel-Arz ve
Müsahhir-üş Şemsi Vel-Kamer isimleri;
rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû’ ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki;
o halette bana Küre-i Arz gayet
- Muntazam,
- Müsahhar,
- Mükemmel,
- Hoş,
- Emniyetli bir seyahat gemisi
- Tenezzüh ve keyf ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.
Elhasıl: Binbir ism-i İlahînin, kâinata müteveccih olan o esmadan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.
Sonra kalb, her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için, seyahata iştihası açılıyordu. Hayale binip, semaya çıkmak istedi. O vakit, gayet geniş bir perde daha açıldı.
Kalb, semavat âlemine girdi gördü ki: O nuranî tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, Küre-i Arz’dan daha büyük ve ondan daha sür’atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki, kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş hâlî, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semavatı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.
Birden رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ ٭ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَ الرُّوحِ un esma-i hüsnası,
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ ٭ وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَ الْقَمَرَ burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mana cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden birer lem’a alıp, yıldızlar adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o âlem-i semavat nurlandı. O boş ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melaikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi.
Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelal’in haşmetini ve şaşaa-i rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm.
Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerratımla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatın lisanlarıyla diyecektim, hem umum onların namına dedim:
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ
âyetini okudum; döndüm, indim, ayıldım; “Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l Kur’an” dedim.
(Nur-u ilahi, Nur-u Kur’ani ve Nur-u Muhammedi.. Yani âleme Nur-u ilahi, Nur-u Kur’ani ve Nur-u Muhammedi ile bakmakla karanlıklı vaziyetler nurlanır.)
(Bugün Risale-i Nur’un Hizb-i Nurî’sinden bir kısmını ve Cevşen-ül Kebir’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki; kâinatın enva’ını ve âlemlerini Yirmidokuzuncu Mektub’un âhir kısmı اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
âyetinin beyanında, seyahat-ı kalbiye ile, herbir İsm-i İlahî bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabiatları parça parça ediyor.
Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envâr-ı tevhidi gösteriyor. Kastamonu – 231)