Yirmibirinci Söz’ün İkinci Makamı
(İkinci makamın birinci makamla olan münasebeti: birinci makamda insanı ibadetten alıkoyan nefsin tembelliği, gaflet ve cehl-i mürekkeb gibi dâhili maniler ikaz edilirken ikinci makamda hariçten gelen şeytanın vesvesesine karşı vecihler gösterilmiştir.)
[Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ ٭ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
(97- Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!
(Bu sığınma şeytanın vesvese verdiği şeyin hakikatını bilmekle olur. Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlara birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin manasını gör!. O âyetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet!.. Biz dahi etmeliyiz. Sözler – 182
98- Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. Mü’minûn Suresi
Bu sığınma ise şeytanı yanımızdan uzaklaştıran, Kur’anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehbet etmemizle olur. Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap ve “ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﻴْﻄَﺎﻥِ ﺍﻟﺮَّﺟِﻴﻢِ” de, Cenab-ı Hakk’a ilticada bulun. Lemalar – 89)
Ey maraz-ı vesvese ile mübtela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. (Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir. Lem’alar 217 )
- Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner (Birinci vecihde izah edilmiştir.)
- Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. (İkinci vecihde izah edilmiştir.)
- Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. (Üçüncü vecihde izah edilmiştir.)
- Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. (Dördüncü vecihde izah edilmiştir.)
Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesîresinden kesîr-ül vuku olan yalnız beş vechini beyan edeceğim. Belki sana ve bana şifa olur.
- Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider. (Beşinci vecihde izah edilmiştir.)
(Nasıl ehemmiyet vermeyeceğim? Nasıl korkmayacağım? Nasıl büyütmeyeceğim? Benim için iman ve amel-i salihadan daha önemli bir şey yok ki.. Öyle ise şu beş vechi dinle! Her bir vecih kalbe bir merhemdir. Nasılki maddi ilaçlar muhtelif maddelerden hassas ölçülerle terkib edilip yapılıyor. Az veya çok olsa şifa yerine zehir olur. Manevi ilaçlar da öyledir. Buradaki ve Risale-i Nurdaki bir çok manevi ilaçlar, usüller, hakikatlar bir çok âyetten süzülerek takdim ediliyor. Mesela Onuncu Söz, Münacat Risalesi gibi.. Bu âyetler arasındaki münasebet karıştırılsa ve hududları tam tayin edilmezse şifa değil; zarar verir, muvazeneyi bozar. Âlem-i İslamda bu yüzden çok ifrat ve tefritler olmuş.
Sabri Abi’nin bu söze dair tespitleri önemli; Yirmibir’in birinci şıkkı da mirkat-ı Cennet’tir. İkinci şıkkı da emraz-ı kalbiyenin tedavisi için nazirsiz bir şifahane-i eczadır. İksir ilâçlarıyla bilâ istisna herkeste bulunan vesvese marazını tedavi ve kal’ eder. Kalb ve ruhta Kur’an-ı Hakîm’in ebedî ve nâmütenahî füyuzat ve envârından gelen ravzât-ı inşirahiyeyi küşad ile saadet-i ebediyeye îsal edecek bir râh-ı necat ve selâmettir. Barla Lahikası 50
Vesveseler aslında zararlı iken burada beyan edilen esaslar, bir iksir gibi faydalı hale dönüştürüyor.)
Birinci Vecih – Birinci Yara:
(Tahayyül hüküm olmadığı gibi tahayyül edilen çirkin şeylerden dolayı kalbin müteessir ve müteessif olması gösteriyor ki o çirkin şeyler kalbinin sözleri değildir. Şeytanın sözlerini kendinden zannetmekle zarara düşer.)
Şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar. (Şeytan kâfirin kalbine şübhe vermez. Bir insanın şüphe etmesi ve o şüpheden dolayı mütessir olması insanda imanın varlığına delildir. Zira mümin kalbinde iman olduğu için kabul etmiyor, itiraz ediyor. Kalbde iman varsa, küfür çıkar. Küfür varsa iman çıkar.)
Eğer kalb kabul etmezse, şübheden şetme döner. (Şetm, kasden pis hatıraları hayale getirmeye ve münafî-i edeb çirkin halleri tasvir etmeye denir. Bu kısım şetm, hükümdür. Ama Tedai-yi hayalât, tahattur-u faraziyat, tahayyül-ü şetm, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarî olduğundan hüküm değildir ki mesuliyeti olsun. Buna da tahayyül denir.)
Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” dedirtir, ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki; kalbi, Rabbine karşı sû’-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:
Bak ey bîçare vesveseli adam! Telaş etme.
(Bu yaranın merhemi olarak üç hüküm ortaya çıkıyor.)
Birinci hüküm: Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise, hükümdür. (Aklın kabul ettiği ve kalbin meylettiği şeylerden mesulüz. Yoksa mesuliyetimiz yoktur. Bu bir mantık kaidesidir. Kerih ve kabih olan, çirkin şeyleri yapmak ise hükümdür.)
(Tedai-yi hayalât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. (İrtisam iki kısımdır. Biri hayırlı diğeri şer’dir.)
İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatın hükmü bir derece suretine ve misaline geçer. Güneşin ziyası ve harareti, âyinedeki misaline geçtiği gibi…
Eğer şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hâssası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ (Vesvese alem-i misal de üç farklı surette görülebileceği gibi kişi hakkında gösterdiği tesire göre misaldeki gibi üçe ayrılabilir.)
necis ve murdar bir şey’in âyinedeki sureti ne necistir, ne murdardır. Ve yılanın timsali, ısırmaz.
İşte şu sırra binaen, tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetm, şetm değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır. Mektubat – 39
Sabri kardeş! Sabırlı ol, ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber; zararsız, hatarsızdır. Çünki eğer hatarat, seyyie ise; nasılki âyinede temessül eden pislik, pis değil ve âyinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin âyinelerinde rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünki İlm-i Usûl’de tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Kastamonu Lahikası 8)
İkinci hüküm: Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. (İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ: Nasılki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz’un vücuduna kat’î delildir. Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir.
Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler. Lemalar – 83
(Lümme, ruhani mahluklarla münasebete açılan kalbde bulunan bir cihazdır. Kulak ve dil vazifesini görmektedir.)
(Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Sözler – 276)
(Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor. Şualar – 121
Akıl marifet delillerini görerek eserden bizim için gayb hükmünde olan müessire geçtiği gibi kalbde Sani’in varlığını hissi ve zevki mizanlarla tartmakla şehadet âleminden gayb âlemine geçer.
İnsan üç merkez üzere yaratılmıştır.
Kalb cüzdanındaki letaif; Muhabbet, hırs, inad, endişe gibi duygulara bakıyor.
Akıl defterindeki havas; Zihin, fikir, düşünce ve idrake bakıyor.
İstidadındaki cihazat; Görmek, konuşmak gibi ruha ekilen istidadlara bakıyor.)
Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder.
Üçüncü hüküm: Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü (şeytanın sözünü), ondan (kalbinin sözü) zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.
İkinci Vecih budur ki:
(Manalar kalbten çıktıktan sonra hayalin dokuduğu suretlere temas etiğini ama bu temasta zarar olmadığını ayna misali ile izah ediyor.)
Manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında (sebeb tahtından maksad, kişinin meşgul olduğu şeylerdir.) bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse
- Ya ona giydirir, (Eğer manalar rezil ve mülevves iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek vardır.)
- Ya takar,
- Ya bulaştırır,
- Ya perde eder.
Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur, fakat temas var. (Hiç bir zaman münezzeh ve temiz manalara mülevves ve rezil suretler giydirilmez. Bu bir kaidedir.)
Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder. Şu yaranın merhemi şudur:
Dinle ey bîçare!
Nasılki, senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de: Maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.
Meselâ sen âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, deva-i illet ve kaza-i hacetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasib süflî suretleri nescedecek ve gelen manalar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.
Üçüncü Vecih budur ki:
(Tedaiy-i efkârın galiben ihtiyarsız olduğunu ihtiyar yoksa mesuliyetinde olmayacağını izah ediyor. Çünkü hayal zıt şeyleri birleştirir. Bu bir kaidedir. İhtiyarımızla gelmeyen sureti ihtiyarımızla gönderemiyoruz. Çare ise ehemmiyet vermemektir.
Şeytan ise bu durumda olan insana “sen bu tedayii efkâra nerden geldin” der. İnsan da bu vesveseyle şuursuz bir şekilde hayaline gelen suretlerin birbirine olan bağlarını şuurlu bir şekilde düşünerek suretler arasındaki bağları kuvvetlendirir. Böylece her namazda aynı suretler hayale gelmeye başlar.)
Eşya mabeynlerinde, bazı münasebat-ı hafiye bulunur. Hattâ hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur.
- Ya bizzât bulunur
- Veya senin hayalin, meşgul olduğu san’ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış.
Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i Beyan’da beyan olunduğu gibi, “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani: İki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir.
Meselâ: Sen namazda, münacatta, Kâ’be karşısında, huzur-u İlahîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedai-yi efkâr, seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Senin başın, böyle bir tedai-yi efkâra mübtela ise, sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. “Aman ne kusur ettim” deyip tedkikle meşgul olup durma. Tâ o zaîf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zaîf tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hususan hassas asabîlerde daha galibdir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir. Şu yaranın (üç) merhemi şudur ki:
- Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur.
- Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de, tedai-yi efkâr saikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse; zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. (Meğer kelimesi istisnayı göstermek için kullanılır.)
- Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.
Dördüncü Vecih:
(Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden vesvese ile amelin sıhhati noktasındaki vesveseden kurtaracak iki merhemdir.
En iyi amel Cenab-ı Hakkın emrettiği surette ve Peygamberimizin (A.S.M.) sünnetindedir. Bizim amelimizin fesada girdiğine ıttılamız olmasa yeter. Çünkü din kolaylıktır. Dinde zorluk yoktur.
Amelin fesada girmesi ise ıttılamıza bakar. Çünkü Cenab-ı Hakk bizi ıttılamız olmayan şeylerdeki mesuliyet zorluğundan kurtaracak olan dini kolaylık olarak indirmiştir.)
Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden bir vesvesedir ki, takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer. (Meselâ: vaktin çıkmasına yakın bir vakitte sabah namazının sünnetini kılıp farzını kazaya bırakmakla harama düşer. Halbuki en iyi amel Cenâb-ı Hakkın emrettiği surette ve Peygamberimizin (A.S.M.) sünnetindedir. Bizim amelimizin fesada girdiğini ıttılamız olmasa yeter. Çünkü din kolaylıktır. Dinde zorluk yoktur.)
Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettiriyor. (Meselâ: vakit namazını cemaatle kılmak vacib iken cemaat farza durduğu halde namazın ilk sünnetini kılıp farzı kılan cemaate yetişemeyip vacibi terkeder.) “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder. Gayet ye’se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. (Hâlbuki amelin fesada girmesi ıttılamıza bakar. Çünkü Cenab-ı Hakk bizi ıttılamız olmayan şeylerdeki mesuliyet zorluğundan kurtaracak olan dini kolaylık olarak indirmiştir.)
Şu yaranın iki merhemi var:
Birinci merhem: Bu gibi vesvese ehl-i İtizale lâyıktır. Çünki onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibariyle ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlahî ona tâbi’dir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”
Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki:
(Allah canibinden meseleye baktığımızda bu alttaki hüküm ortaya çıkıyor.)
Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder.
(Bizim canibimizden bakınca bu alttaki hüküm çıkıyor. Mesela namazı dört rekat yerine bilmeyerek üç rekat kıldığımızda Cenab-ı Hakk namazı bizden kabul eder. Çünkü namazdaki güzellik üç veya dört rekat kılmakta değildir. Cenab-ı Hakk’ın bizden kabul etmesindedir. Cenab-ı Hakk diyor ki; “sen bilmeden benim rızam için üç rekat ta olsa emrimi yerine getirmen yeter.”)
Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrür eder.
Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir.
Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir.
Mu’tezile der: sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Bu yüzden senin namazın “Hakikatte kabih ve fasiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var.” Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline: “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat, “Kabul olmuş mu?” de. Gururlanma, ucbe girme.
İkinci merhem: Dinde harec yoktur. لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ Madem dört mezheb haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır. Madem böyledir, sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir. اَلدِّينُ يُسْرٌ لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ esasına muhaliftir.
Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir.
Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru’ ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir.
Beşinci Vecih:
Mesail-i imaniyede şübhe suretinde gelen vesvesedir. Vesvesenin geliş yolu; Bîçare vesveseli adam, bazan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani: (Şeytan, zanları itikad hükmünde göstererek vesvese veriyor.)
- Hayale gelen bir şübheyi, akla girmiş bir şübhe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. (Hayalde hiç bir sınır yoktur.)
- Hem bazan tevehhüm ettiği bir şübheyi, imana zarar veren bir şek zanneder.
- Hem bazan tasavvur ettiği bir şübheyi, tasdik-ı aklîye girmiş bir şübhe zanneder. (Tasavvurda sınır çizer, suret verir.)
- Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tedkikatını ve bîtarafane muhakemesini, hilaf-ı iman zanneder.
İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz’-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye’se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:
Birinci Merhem: Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalalet dalalet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalalet dahi, dalalet değildir. Çünki hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; (Dalaletin esbabını anlamak suretindeki tefekkür) tasdik-ı aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz’-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an, öyle değiller. Bir mizana tâbi’dirler. (Tasdik etmek için delillerini görmek gerektiğinden bir mizana tâbidir.)
İkinci Merhem: Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de şübhe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat
(Fakat cümleleri Risale-i Nurda istisna cümleleridir. Bazen lüzumsuz tekrar etmek bazen de bîtarafane muhakeme namıyla şıkk-ı muhalifi iltizam etmek insana şübhe ve tereddüd verir.)
- Eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstakar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şübhe, ondan tevellüd edebilir. (Lüzumsuz tekrar etmek cüz’i ihtiyariye ile olduğundan mesuldür.)
- Hem bîtarafane muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcib olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrür eder.
(En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. (İman hakikatlarına tenkid nazarı ile bakarsak hakikata imtisal, iltizam, iz’an kırılır.) Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar. Hutbe-i Şamiye 140
Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delalet eder. Öyle ise bu vaki’ olmak gerektir…” Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.
Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir. Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel ta’ziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.
Dördüncü bela ki, ehl-i zahiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklidden tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin za’f-ı a’sabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni’ olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat’iyye dest-res olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir. Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: “Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir.” Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Farazâ tartmaz ise, biz de o mes’elede çocuk gibi mükellef değiliz. Muhakemat 136 )
Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani: Bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki İlm-i Kelâm’ın kaidelerindendir ki: İmkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şübhesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz.
(İmkânın, imkân-ı aklî, imkân-ı örfî, imkân-ı âdi gibi kısımları vardır.
Evvelâ İmkânı ikiye ayırıyoruz.
Birincisi: İmkân-ı vehmî veya mümtenidir. Delilsiz de olsa vehimle ihtimal verilebilir. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir.
İkincisi: imkân-ı zihnî veya aklîdir. İmkân-ı aklî delil olmaksızın kabul edilmez, reddedilir. Şirk gibi..
İmkân-ı zihnî veya aklî dairesinde olanlar da ikiye ayrılır.
Birincisi: İmkân-ı örfî dairesinde olmayanlar. İmkân-ı örfî dairesinde olmazsa dahi, mu’cize olur fakat kolayca keramet olamaz. Eğer örfen ve kaideten naziri bulunmazsa, şuhud derecesinde bir bürhan-ı kat’î ile ancak kabul edilir. Şakk-ı Kamer mu’cizesi gibi..
İkincisi: İmkân-ı örfî dairesinde olanlardır. Kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin hârikulâde halleri, imkân-ı örfî dairesindedir.
İmkân-ı örfî dairesinde olanlar da ikiye ayrılır.
Birincisi: İmkân-ı âdi dairesinde olanlardır. Yemek, içmek ve konuşmak gibi
İkincisi: İmkân-ı âdi dairesinde olmayanlardır. Buna muhal-i âdi de denir. Misal olarak seyyiesiz hükûmet gibi..)
Meselâ: Şu güneş zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû’ etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şübhe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ hakaik-i imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. (Haşir mes’elesi öyle râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zira o hakikatı Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem’i bütün mu’cizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor. Sözler – 88)
Hem لاَ عِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ yani: “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure; hem usûl-üd din, hem usûl-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir.
Eğer desen: Bu derece mü’minlere muzır ve müz’ic olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?”
Elcevab: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese
- Teyakkuza sebebdir,
- Taharriye dâîdir,
- Ciddiyete vesiledir.
- Lâkaydlığı atar,
- Tehavünü def’eder. (Gevşekliği def’eder.)
Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli, “Eûzü billahi mineşşeytanirracim” demeli.
(Evet bazan serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmağa çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi; yüzer adamın muhafazası ile ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünki onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın ve esbabın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harab olması birtek şartın ademiyle vaki’ ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevî yangınlar yaparlar. Şualar 258)
(Yirmibirinci Sözdeki vesvese bahsinin Yirmiikinci Sözle olan münasebetine, Onüçüncü Lem’adaki alttaki cümleler işaret ediyor.
Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedviri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:
Birinci yol: Mümkündür, fakat gayet azîmdir ve hârikadır. Zâten böyle hârika bir eser, bir hârika san’at ile, çok acib bir yol ile olur. O yol ise: Mevcudat belki zerrat adedince vücudunun şahidleri bulunan bir Zât-ı Ehad ve Samed’in rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.
İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtina’ derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir cihette makul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünki Yirminci Mektub ve Yirmiikinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’î isbat edildiği üzere: O vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hattâ herbir zerresinde bir uluhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Tâ ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve gayet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san’at vücud bulabilsin.
Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyalı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı makul ve mümteni bir yol takib etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinaa girmeyi, şeytan dahi teklif edemez. Lem’alar 87)
* * *