Anasayfa » Yirmibirinci Söz Birinci Makam

Yirmibirinci Söz Birinci Makam

Yirmibirinci Söz

[İki Makamdır]

(Yirminci Sözde Kur’anın vazife-i asliyesinin daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmek olduğunu ders verdi. Yirmibirinci Sözde ise daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini Yirmiikinci Sözde de daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ders veriliyor. Yirmiüçüncü Sözde ise daire-i rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmenin mehasinleri beyan ediliyor.

Yirmibirinci Söz’ün mücmel bir hülasası;

  1. İkazda; hayatın neticesini bilememek,
  2. İkazda; insanın fıtratını bilememesi,
  3. İkazda; vazife için verilen sabrı yerinde kullanmayı bilememek,
  4. İkazda; ibadetlerin uhrevi neticelerini ve büyüklüğünü bilememek ve ibadet etmemenin neticelerini bilememek,
  5. İkazda; hayatın gayesini bilmemek, herşeyin buna vesile olduğunu bilmemek.

Tembellik, gaflet ve usanca sebeb oluyor; diye özetleyebiliriz.)

Birinci Makam

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

(Çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. Nisa Suresi 4;103)

Bir zaman

  • Sinnen, (Yaşlanmadan da ölünebileceğinden gaflet eden insanlara ölümün her vakit gelebileceğini birinci ikaz da ders veriyor. Hem yaş olarak büyük olmak da ibadet de usanç verebiliyor. Zira bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Emirdağ-1 – 41)
  • Cismen, (Ya cesed olarak yada cesedin ruha hâkim olması itibariyle büyük olan insanlara namaz usanç verebiliyor. Hâlbuki lafız mana itibariyle kıymet kazandığı gibi cesed de kalbe, ruha ve latife-i Rabbaniyeye ettiği hizmet itibariyle kıymet kazanır. Böyle bir vazifesi bulunan cesedin tekrarlı olan yemek içmek gibi ihtiyaçlarını karşılamak usanç vermiyorsa kalbin, ruhun ve latife-i Rabbaniyenin gıdası, suyu ve havası hükmünde olan namaz hiç usanç vermemek lazım olduğu ikinci İkaz da izah edilmiştir.)
  • Rütbeten (Makam ve mevki olarak büyük olanlar gurur ve kibirleri yüzünden başları secdeye gitmeyebiliyor. Eğer âlâmın lezaize, nârın nura inkılab etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rüku ve sücud kancasıyla gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra âyâta tefekkür ile taate devam eyle ki, şek ve gaflet perdeleri yırtılsın. Mesnevi-i Nuriye – 148)

Büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” (Her namaz, oruç veya emir veya yasaklar gibi ibadet vakti geldiğinde insan lezzet alıyorsa, usanç göstermiyorsa, o insan ibadetin hakikatını anlamış demektir.

Usancın herkes de her seviyede çok farklı tezahürleri olabiliyor.

Bazıları tekrar tekrar namaz kılmak usanç verdiği için hiç kılmıyor,

Bazıları yine usanç verdiği için suhre gibi; bir kılıyor bir kılmıyor,

Bazıları yine usanç verdiği için yarım yamalak alelacele kılıyor. Tadili erkana dikkat edemeyebiliyor.

Bazıları ise sureten ta’dil-i erkana riayet etsede namazın hakikatını idrak edememesinden dolayı şevki kırılabiliyor.

Bu makamda sadece namazı, değil bütün tekrarlı olan ibadetleri düşünebiliriz. İbadet de ikidir. Biri müsbet diğeri menfidir. Menfi bir ibadet olan takvayı yerine getirmekte tekrar tekrar günahlardan kaçınmakta insana usanç verebiliyor.

Hem ibadetin keyfiyeti, itikadın keyfiyetini gösterir. Namazdaki ta’dil-i erkan gibi.

Namazda lâzım olan ta’dil-i erkân, müdavemet, muhafaza gibi ikamenin manalarını müraat etmeye işarettir.

Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir.

Namaz dinin direği ve kıvamıdır. Namazın direk olması dini ayakta tuttuğuna, dinin kıvamı olması ise kişinin iman mertebesinin yaptığı ibadet ile belli olduğuna bir işarettir. İşarat-ül İ’caz – 43)

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. (Nefis, şeytanın telkinlerinden aldığı derslere tercümanlık yapıp bu telkinatlar, sanki kendi fikrimizmiş gibi bize kabul ettirmek istiyor. Nefsin çok azaları vardır. Tenbellik kulağı, rahat döşeği, gaflet uykusu, aldatıcı vehmi, fasık hayali, akıbeti düşünmeyen his ve hevesi ve gayr-ı meşru meyil ve arzuları gibi. Nefsimizin arzu ve isteklerini biz fikir zannediyoruz. Halbuki bir şeyin fikir olması için bir hakikata dayanması gerekiyor. Hakikata dayanmayan şeyler arzudur, hevestir. Biz arzuyu fikir zannedip karıştırıyoruz ve arzularımızı başkasına karşı müdafaa ediyoruz. Peygamberler nefisten gelen arzulara tabi olmamışlardır.)

O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. (Dahildeki nefs-i emmare hariçteki şeytanın vücuduna bir delildir. Dahilde nefs-i emmaresini susuturan bir kimse sekeratta şeytanıda susturabilir. Bu da imanla kabre gireceğine bir alamettir.)

O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.”

Dedim: Ey nefis!

  • Cehl-i mürekkeb içinde, (Cehl-i mürekkeb: Mürekkeb yalamış cahil yani bilmediği halde biliyor gibi hakikatını tarif edemediği şeyler de kendince hüküm veren kişiye denir. Bir çok hakikat zannedilen safsataların terkibinden elde edilen cehalettir. Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebeb; meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve meçhul şeyleri ona irca’ ile, izah ettim zannetmektir. Sünuhat – 119)
  • Tenbellik döşeğinde, (Umum meşakkatın anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat Münazarat 97

Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanat-ı ehliye, insanın za’f ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yabani emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi). Sözler – 323)

  • Gaflet uykusunda

söylediğin şu söze mukabil “beş ikaz”ı benden işit.

 Birinci ikaz:

Ey bedbaht nefsim! (Tevehhüm-ü ebediyet fikri insana usanç veriyor. Ömrümüzün az ve faidesiz bir surette geçtiğini anlayabilsek ebedi bir ömrü kazandıran ve pek çok faidesi olan namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabiliriz.)

Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. (Tevehhümü ebediyyet: İnsanın kendisinin ebedi yaşayacağını düşünmesidir. Ebedi bir ömür, hiç bitmeyecek ibadet mükellefiyetini hatıra getireceğinden, yapılacak ibadet günde bir vakit olsada, ayda bir olsada, yılda bir olsada; yine mi ibadet vakti geldi denir. İbadet insana usanç verir.)

Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun.

Eğer anlasa idin ki,

  • Ömrün azdır (İnsan ömrü, âhirete nisbet edilirse ne kadar uzunda olsa azdır. Nisbet edememek kişinin âhirete olan imandaki zaafından ileri geliyor. Eğer ebedi bir hayata gidileceği anlaşılsa; namaz ve ibadet insana usanç değil; şevk verir.)
  • Hem faidesiz gidiyor. (Ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevali elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur gider. Lemalar – 263

Öyle ise Allah’a bakmayan helak olacak fâni şeylerden ömür dakikalarını kurtarmak insana zevk ve şevk verir. Ömrünüzü iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Sözler 146)

Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur. (Biz her gün 8 – 10 saatlik çalışmanın bir iki saatini usanç göstermeden emekli olabilmek için şevkle çalışıyoruz. Halbuki; 1. Emekli olup olamayacağımız belli değil. 2. Emekli olduktan sonra kaç sene yaşayacağımız meçhul. 3. Elimize geçen miktar bizi mesud edecek mi? Etmeyecek mi? meçhul.. Üç tane meçhul olduğu halde emeklilik sonrası için bir iki saat şevkle çalışıyoruz. Oysa insan öldükten sonra gideceği yer belli, ebedi olduğu belli, bizi mutlu edeceği belli. Bu mukayese ile düşünüldüğünde namaz insana usanç değil, şevk vermeli..)

 İkinci ikaz:

Ey şikem-perver nefsim! (Kalbin, Ruhun ve Latife-i Rabbaniyenin Namaza olan ihtiyacı bilinmezse namaz insana usanç veriyor. Hâlbuki insan için gıda, su ve hava hükmünde olan namazın mahiyetini insan anlayabilse namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabilir.)

Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir.

  • Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerim’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
  • Evet şu fâni dünyada kemal-i sür’atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. (Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Lem’alar 15

Beka için halkedilen ve bekaya âşık olan ruh-u insanî, Bâki-i Zülcelal’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder. Lem’alar 376)

  • Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir. (Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine muti’ olan o sultanına itaat et, kurtul!.. Lemalar – 114)

 Üçüncü ikaz:

Ey sabırsız nefsim! (Cenab-ı Hakkın verdiği sabır kuvvetinin istikbalde her meşakkate ve her musibete kâfi geleceğinden ve mazide muvaffak olunan ibadetlerin insana yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret verdiği hakikatından gaflet etmesinden dolayı sabır kuvvetini dağıtan insana namaz usanç veriyor. Hâlbuki insan sabır kuvvetini geçmişe ve geleceğe dağıtmazsa namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabilir. Üç sabırla mükellef olan insanın, sabrını hazır zamana tahşid etmesi gerektiğini ikaz ediyor. Yirmiüçüncü Mektub’ta musibete karşı sabrın tevekkül, masiyete karşı sabrın takva, ibadette sabrın ise insanı makam-ı mahbubiyete çıkardığı izah ediliyor.)

Acaba

  • Geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak,
  • Hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?

Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: (Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Hutbe-i Şamiye – 85)

Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. (Kuvvet ise sabra işarettir.)

Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et!” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder.

Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. (Zahmetin noktasını görmezsen Rahmeti görürsün. Musibetlerin ise; zevalinden sonra dumanları (acıları) söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevalinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır. Mesnevi-i Nuriye 71)

Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir. Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.

İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut. Merdane “Ya Sabur” de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan. (Kâfi geldiğine Erzurumlu mübarek hasta zat misal verilebilir. Rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü, uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.” O da tamamıyla bir ferah alarak: “ELHAMDÜLİLLAH, dedi, hastalığım ondan bire indi.” Lemalar – 11)

(Dördüncü Sualiniz: اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ de hikmet ve gaye nedir?

Elcevab: Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz’etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır ki,

اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ ٭ وَالصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ

durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünki sabır üçtür:

Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir.

Şu sabır takvadır, اِنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

 اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ ٭ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı.

Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın اِنَّمَا اَشْكُوا بَثّىِ وَ حُزْنِى اِلَى اللّٰهِ demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.

Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile canibine sevkediyor. Mektubat – 281)

 Dördüncü ikaz:

Ey sersem nefsim! (Hem neticesi hem ücreti yüksek olan hemde vazifeyi yerine getirmek ile insanı azabtan kurtaran namazın hakikatından insan gaflet ederse namaz kılmak usanç verir. Hâlbuki insan namazın dünyada, kabirde, mahşer’de ve Sırat Köprüsü’ndeki yüksek neticelerini ve yapmamaktan dolayı gelecek azabı düşünse namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılabilir.)

Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba

  • Bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve (Namazın manasında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünki âbid, namazında der: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani:

İhtiyacı hadsiz olan insana namazın manasını düşünmekten gelen lezzet: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar.

Aczi hadsiz olan insana namazın manasını düşünmekten gelen lezzet: Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Sözler – 19)

  • Elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer’de sened ve berat ve (Benim Allah’ı tanımam ve tanıdığımı ibadet etmekle Allah’a gösteriyor olmam mahşer’de sened ve beratimd)
  • İster istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü’nde nur ve burak olacak bir namaz,

neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?

Vazifeyi yerine getirmek ile insanın korku azabından kurtulacağının izahatı: Bir adam sana yüz liralık bir hediye va’detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ul va’d edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul va’d hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va’d etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va’dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te’dibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

 Beşinci ikaz:

Ey dünyaperest nefsim! (Hayatın verilme gayesini bilmeyen insana namaz kılmak usanç veriyor. Hâlbuki insan sırf dünya için yaratılmadığını ve insana verilen cihazların ebedi bir hayatı kazanmak için verildiğini istidatlarına bakarak anlayabilse namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılar.)

Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun

  • Meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir?
  • Veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır?

Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! (İnsanın dünya hayatını temin etmek için yaratılmadığı, hayvan ve insanın istidatları mukayese edilerek isbat edilmiştir.)

Sen istidad cihetiyle (İnsan, hayat-ı ebediyeyi kazandıracak istidat cihetiyle hayvanatın fevkindedir.) bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir. (Meselâ, bir zât bir hizmetçisine yirmi altun verdi; tâ mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın a’lâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.

Sonra gördü ki: O zât, diğer bir hizmetkârına bin altun verip, bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; o sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altunla en a’lâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altun, bir kat libasa sarfedilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle tazib ve hiddetle te’dib edilecektir.

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarfetmeyiniz. Yoksa sermayece en a’lâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz. Sözler – 127)

  • Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun. (Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Şualar 202)

Meselâ: Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.

  • Eğer desen: “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir.” Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik (Derd-i maişetin getirdiği zarurî işler, yüz kuruşa teşbih edildi.) ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: “Gel on dakika kadar şurayı kaz, (On dakika kadar şurayı kaz denilmesi on dakikalık istirahat vaktini ibadete ayır demektir.) yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” (Yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve zümrüt ise bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, nafaka-i uhreviyeye ve zâd-ı âhiretin eline geçmesidir. Bu hakikat iki madende açıklanacaktır. Birinci maden pırlantaya ikinci maden zümrüte teşbih edildi.)

Sen ona: “Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terketsen, bütün sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:

 Birinci maden:

(Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde nezaret ettiği mahlûkatın ibadetinden hisse almaktır. Bu hissedarlık hadsiz bir itikad ve külli niyet ile elde edilir. Esma-i İlahiyeyi bir tarla farz etsek kişinin nezaret ettiği fen ve sanatta tecelli eden esmayı görüp şuur edip onların tesbihatlarını Cenab-ı Hakka takdim etmekle hissedar olunur.) Bütün bağındaki {(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiş.} yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.

 İkinci maden:

(Kendine tevziat memuru nazarıyla bakmakla mahlûkata hizmet etse yaptığı amelleri sadaka hükmüne geçer.) Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki:

Birinci Madenin Şartı: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve

İkinci Madenin Şartı: onun malını, onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan…

(Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Sözler 20
Yol ve bilet ve oradaki meskene lazım şeyler. Yol; bu dünya hayatı için. Bilet: ibadet ve namaz için. Oradaki mesken: âhiret için çalışmaya işarettir.

Mukadder sual; acaba yol için ayrılan dünyaya bakan zamanımızı da âhirete tevcih edebilir miyiz, bakileştirebilir miyiz?

Elcevab: Farz namazını kılmak, dünyalık yaptığımız çalışmalarımızı da güzel bir niyetle ibadete çevirdiğinden bakî bir suret alır.)

İşte bak, namazı terk eden

  • Ne kadar büyük bir hasaret eder,
  • Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve
  • Sa’ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder.
  • Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lâzım” der. “Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?” diyecek, kendini tenbelliğe atacak.

Fakat evvelki adam der:

“Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.”

({(Haşiye): Dinî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden birkaç numune:

1- Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün Eskişehir’deki Yıldız Oteli’nde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen birkaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi: “Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünki milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz.”

2- Yine bir gün, Eğirdir yolu altında oturmuş Rehber’i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip, kebairden çekilmek şartıyla bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünki on saatlik bir yolu bir saatte kestirmeğe vesile olan tren yolunda çalıştığından mü’minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.

3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir’de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: “Bu tayyareler, bir gün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz, asker olduğunuz için her bir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir saati otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı îfa etsin.

4- Hem Barla, hem Isparta, hem Emirdağ’da çobanlara derdi: “Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız siz farz namazınızı kılınız, tâ hizmetiniz Allah için olsun.”

5- Yine bir gün, Eğirdir’de elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: “Bu elektriğin umum millete büyük menfaatı var. O umumî menfaattan hissedar olabilmeniz için, farzınızı kılınız. O zaman bütün sa’yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer.” demiştir. Bu neviden onbinler misaller var. Daimî hizmetinde bulunan talebeleri} Tarihçe-i Hayat – 466)

Elhasıl: Ey nefis!

Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil. Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki: (Namaz kılmak insanın o günkü âlemini nurlandırır. Her günkü âlemini nurlandıran namazın kıymetini bilmeyen insana, namaz kılmak usanç veriyor. Hâlbuki insan kalbiyle, aklıyla, (İtikadıyla) ameliyle, gönlüyle, kendi âleminin şeklini değiştirdiğini ve lehinde şehadet edeceğini anlayabilse namazı zevkle huzur ve huşu içinde kılar.)

Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. (İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder. Lem’alar 190)

Hem o âlemin keyfiyeti,

  1. O adamın kalbine ve (İtikad-ı kalbiye ayinenin düzgünlüğüne teşbih edilmiş. Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. (İnsan kendiyle harici alemi kıyas eder.) Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Lem’alar 190)
  2. Ameline tâbi’dir. (Amel ayinenin rengine teşbih edilmiş. Siyaset perdesi başka renk vermiş. Münazarat 9)

Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray,

2- Âyinenin rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür. Kırmızı ise, kırmızı görünür.

1- Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise, çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü;

Sen kalbinle, aklınla, (İtikadınla) amelinle, gönlünle, (Amelinle) kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni’-i Zülcelal’ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyet-i pür-envârından bir nuru, senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikasıyla ışıklandırır. (Yani insan semavat ve arza Cenab-ı Hakkın yaratmasındaki maksada göre bakmasıyla âlemi nurlanır.) Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Sakın deme: (Buraya kadar anlatılan hakikatları anlayan bir insan namaza tenbellik ve usanç göstermez iken bazı insanların tenbellik ettiği ve usançla kıldığı namazın, hakikat-ı namazdan bir hissesi var mı?) “Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede?” Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır -velev şuurun taalluk etmezse-. Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur. Öyle de: Namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o meratibde, o hakikat-ı nuraniyenin esası bulunur. (Büyük bir veli, namazında kâinat ağacının ibadetlerini tafsilli bir surette Cenab-ı Hakka takdim ederken bir âmi namazında kâinatta ibadet eden mevcudatı çekirdek vaziyetinde icmali bir surette gördüğünden o kadar bir surette Cenab-ı Hakka takdim eder.)

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ قَالَ اَلصَّلاَةُ عِمَادُ الدِّينِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*