Yirmibeşinci Söz İkinci Zeyl

Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi’nin Onuncu Mes’elesi

(Risale-i Nur’daki hem Kur’anın i’cazına dair mes’elelerin hemde Kur’anda olan tekrarata gelen itirazlara dair mes’elelerin gayet kuvvetli bir hülasasıdır. Kur’an her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil olması kırk nev’i mu’cizeliğinden biridir.)

Emirdağı Çiçeği

(Hüsrev Abi’nin tabiri ile Kur’anın celalli ve izzetli, rahmetli ve şefkatli âyetlerindeki tekraratın mehasini, gül çiçeğinin fevkalâde letafet ve güzelliğine teşbih edilmiştir. Bu risale Kur’anda olan tekrarata dair hem ibadet-i tefekküriye, hemde kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Kur’anda ne, ne kadar tekrar ediliyorsa bizimde günlük hayatta tekrar ettiğimiz hakikatlar Kur’anın tekrar ettiği hakikatlarla aynı oranda olmalıdır.)

Kur’anda olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevabdır.

(Beşerin kelamındaki tekrar hem usandırır, hemde kelam sahibinin ilminin kılletini gösterir. Kur’an ise bunlardan münezzehtir.

Sual: Tekrarlar, belâgata münafîdir, usanç veriyor?

Cevab: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumî değildir. İşarat-ül İ’caz 30)

(Ondokuzuncu Söz’ün Ondördüncü Reşhasında Kur’andaki tekrarın hikmetini altı vecihle anlatılıyor.

  • Kur’an zikir, dua, davet kitabı olduğu için tekrar müstahsendir.
  • Herkes her vakit bütün Kur’anı okuyamadığı için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçtiğinden tekrar müstahsendir.
  • Hem cismani ihtiyaç gibi manevi ihtiyaçta tekerrür ettiğinden tekrar müstahsendir.
  • Kur’an Müessistir. Bir Din-i Mübinin Esasatını ders verdiği için tekrar müstahsendir.
  • Öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikakadan bahsediyor ki tekrar müstahsendir.
  • Herbir âyet herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikredildiğinden tekrar müstahsendir.)

Aziz sıddık kardeşlerim!

Gerçi bu mes’ele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi i’cazı kat’î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur’ana ait olmak cihetiyle

  • Hem ibadet-i tefekküriye,
  • Hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir.

Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasib ise, “Onuncu Mes’ele” yapınız; değilse, sizin tebrik mektublarınıza mukabil bir mektub kabul ediniz.

Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir-iki gün Ramazanda, mecburiyetle gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddid hüccetleri dercederek yazdım. Kusura bakılmasın. {(1): Denizli hapsinin meyvesine Onuncu Mes’ele olarak Emirdağı’nın ve bu Ramazan-ı Şerifin nurlu bir küçük çiçeğidir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir hikmetini beyanla, ehl-i dalaletin üfunetli ve zehirli evhamlarını izale eder.}

Aziz sıddık kardeşlerim!

(Alt paragraftaki manaların bu makama girmesinin hikmeti; Lüzumsuz görünen tekrarın tahkiki yapılmadan önce Kur’anın her asra bakan bir mu’cizeliği olduğunu ihtar etmekle Kur’anın ulvîyeti ve kudsîyeti gösterilmiş oldu.)

Ramazan-ı Şerifte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı okurken Risale-i Nur’a işaretleri Birinci Şua’da beyan olunan otuzüç âyetten hangisi gelse bakıyordum ki, o âyetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur’a ve şakirdlerine kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sure-i Nur’dan âyet-ün nur, on parmakla Risale-i Nur’a baktığı gibi, (Âyet-ün Nur’un beş âteti mana ciheti ile beş, cifir ebced hesabıylada beş olmak üzere on cihette Risale-i Nur’a bakıyor.) arkasındaki âyet-i zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Âdeta o makam, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder ve bu asırda o küllînin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirdleridir diye hissettim.

(Alt paragrafta Kur’andaki tekraratın hikmetleri izah edilmeden evvel mütekellim, muhatab, makam ve maksad itibariyle Kelâmın ulvîyeti gösterilecek.)

Evet Kur’anın hitabı,

  1. Evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından,
  2. Hem nev’-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından,
  3. Hem umum nev’-i benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, (İrşad makamında söz söyleniyor. Kur’anın makam itibariyle mucizeliği sekiz kısımdır.)
  4. Hem dünya ve âhiretin ve arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ve ihatalı beyanatının geniş makamından (Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetini bütün mahlukata beyan etmesi maksadıdır.)

aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’caz ve şümul gösterir ki;

(Emirdağ çiçeğinde, Ondokuzuncu Söz Ondördüncü Reşhada geçen Kur’anın tekraratının altı hikmetinden biri olan cismani ihtiyaç gibi manevi ihtiyaçta tekerrür ettiğinden tekrarın müstahsen olduğuna dair kısmın izahatı yapılacak diğer beş hikmete ise tebei olarak kısa kısa baktıracak.)

Ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. (Kur’anın manaları, dağ gibi akılları işba’ ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Sözler 390)

Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor

(Kur’an, zalimler tarafından zulme uğrayan insana zalimlere gelen cezaları Peygamberlere gelen necatları ihtar etmekle hem teselli verir, hemde i’cazını gösterir. Musibete giriftar olan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’anın tekrarı ne kadar müstahsendir.)

Ve bilhâssa çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın (Milletin, ferdin) emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına gelen azablar ile baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim (A.S.) ve Musa (A.S.) gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.

(Kur’an, zamanın geçmesinden dehşet alan insana geçen zamanın misali levhalarda kaydedilerek muhafaza edildiğini ve geçmiş zamanın bizimle münasebettar olduğunu göstermekle hem teselli verir hemde i’cazını gösterir. Kendini gafletten kurtaramayan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’anın tekrarı ne kadar müstahsendir.) Evet nazar-ı gaflet ve dalalette, vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar; canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcud ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbaniye suretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i’caz ile ders veren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan

(Kur’an, mekan itibariyle kâinatı camid ve firak ve zevale yuvarlandığını tevehhüm eden insana kâinatı kitab-ı Samedanî, şehr-i Rahmanî, meşher-i sun’-i Rabbanî olarak göstermekle hem teselli verir hemde i’cazını gösterir. Kendini vahşetten ve gafletten kurtaramayan bir insana bu hakikatı ihtar için Kur’anın tekrarı ne kadar müstahsendir.) Aynı i’cazla, nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedanî, bir şehr-i Rahmanî, bir meşher-i sun’-i Rabbanî olarak o camidatı canlandırarak, birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev’-i beşere ve cinn ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’an-ı Azîmüşşan

Elbette (Kur’anın kudsî imtiyazları altı tanedir. Bu kudsî imtiyazlara haiz olan Kur’anın manalarına insanın her vakit ihtiyacı olmasından dolayı Kur’anın tekrarı ne kadar müstahsendir.)

  1. Her harfinde on ve yüz ve bazan bin ve binler sevab bulunması(Kur’an harflerinin kıymeti harflerin ifade ettiği manaların kıymetine baktığı gibi Kur’an’ın ifade ettiği manalardan istifade eden insanların istifade derecelerine de bakar Onuncu Asıl’da Musa ve Harun Aleyhimüsselamın derece-i sevablarında olduğu gibi)
  2. Ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi (Makam itibari ile bütün beşer toplansa geçmiş zamanı hayatlandıramadığı gibi firak ve zevali bekaya tebdil edemediğinden söyleyeceği kelamlar beşere teselli vermez.)
  3. Ve bütün benî-âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması
  4. Ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması(Mana ve lafız itibariyle hafızların hallerinde ve kalblerin de yazılması)
  5. Ve çok tekrarla ve kesretli tekraratıyla usandırmaması
  6. Ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi
  7. Ve hastaların ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanların kulağında mâ-i zemzem misillü hoş gelmesi

gibi kudsî imtiyazları kazanır ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirdlerine kazandırır.

Ve tercümanının ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sırrıyla (Kur’ana tercümanlık yapan Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın kendinden konuşmadığı ne söylerse ya vahiyle yada kuvve-i kudsiyesi ile söylediğine ve verilen dersin ümmi birisinin maddî manevî tüm ihtiyaçlarını tatmin ettiğine işaret ediyor.) hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösterişe meydan vermeden selaset-i fıtriyesini ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli olan tabaka-i avamın basit fehimlerini tenezzülât-ı kelâmiye ile okşamak hikmetiyle en ziyade sema ve arz gibi en zahir ve bedihî sahifeleri açıp o âdiyat altındaki hârikulâde mu’cizat-ı kudretini ve manidar sutur-u hikmetini ders vermekle lütf-u irşadda güzel bir i’caz gösterir.

Tekrarı iktiza eden

  • Dua (Duanın şe’ni; terdad ile takrirdir.)
  • Ve davet, (Emir ve davetin şe’ni; tekrar ile te’kiddir.)
  • Zikir (zikrin şe’ni; tekrar ile tenvirdir.Sözler 242)
  • Ve tevhid kitabıdahi olduğunu bildirmek sırrıyla
  • Güzel, tatlıtekraratıyla birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok manaları, ayrı ayrı muhatab tabakalarına tefhim etmekte (Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir. Maahaza hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebaî zikirleri, belâgata münafî değildir. İşarat-ül İ’caz 31)
  • Ve cüz’îve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i Şeriatta sahabelerin cüz’î hâdiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında; hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz’î hâdiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i’cazını gö

Evet ihtiyacın tekerrürüyle, tekrarın lüzumu haysiyetiyle,

  • Yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrıayrı çok tabakalara ders veren
  • Ve koca kâinatıparça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatı, tek bir zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat edecek
  • Ve kâinatıve arz ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev’-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlahî ve hiddet-i Rabbaniyeyi gösterecek

Hadsiz hârika ve nihayetsiz dehşetli ve geniş bir inkılabın tesisinde binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek; değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hale gayet mutabık bir cezalettir ve fesahattir.

Birinci Meselâ: Birtek âyet iken yüz ondört defa tekerrür eden “Bismillahirrahmanirrahîm” cümlesi, Risale-i Nur’un Ondördüncü Lem’asında beyan edildiği gibi;

  • Arşı ferşle bağlayan (Yani Cenab-ı Hakkın kâinatı, küre-i arzı ve insanı yaratmasındaki maksatları anlamaya vesiledir. Bu maksadı anlamak için Besmeleye her vakit ihtiyaç vardır.)
  • Ve kâinatı ışıklandıran (Rahmetiyle kâinatı şenlendirdi, ışıklandırdı, mevcudatı birbirinin imdadına koşturdu ve hakeza bu mananın anlaşılması için Besmeleye her vakit ihtiyaç vardır.)
  • Ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattır ki, (Besmele içinde öyle bir ukde var ki her vakit o ukdeye ihtiyaç vardır. O ukde ise insanın nihayetsiz kudret ve hadsiz berekete olan ihtiyacıdır ki, Cenab-ı Hakkın bütün isimlerini tazammun eden Besmelenin içinde bu hakikat vardır.)

milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç var. Değil yalnız ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.

İkinci Hem meselâ: Sure-i طسم de sekiz defa tekrar edilen şu اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ âyeti, o surede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azablarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin namına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek, izzet-i Rabbaniye o zalim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve i’cazlı ve îcazlı bir ulvî belâgattır. (Peygamberler kâinatın netice-i hilkati hesabına ve binbir esmanın rububiyeti namına hakikatları ders verdiği için bu âyetin tekrar edilmesine binbir esma kadar ihtiyacımız varken âyet binbir defa değil sekiz defa tekrar edilmekle ihtiyac ve iştiyakımızı karşılaması Kur’anın i’cazlı ve îcazlı bir ulvî belâgatıdır. Aziz ismi kavimlerinin azablarını, Rahim ismi Peygamberlerin necatlarını iktiza ediyor.)

Hem meselâ: Sure-i Rahman’da tekrar edilen فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyeti ile Sure-i Mürselât’ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ âyeti, cinn ve nev’-i beşerin, kâinatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlahiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arz ve semavata tehdidkârane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes’ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir i’caz ve cemalli bir îcaz-ı belâgattır. (Cenab-ı Hakkın esmasının tecellisi kadar nimetleri vaad ve vaidlerini küfür ile örtmek, küfran ile nangörlük etmek, esmanın hukukunu çiğnemekle zulmetmek ve mahlukatın şehadet ve vazifelerini inkar etmekle hukuklarına tecavüz etmek gibi bir suçtan sakındırmak için binlerce kez tehdit edilse ihtiyacımız varken Kur’an vaidi ile celalli bir i’caz vaad ve tekrarı ilede cemalli bir îcaz-ı belâgat gösterir.)

Hem meselâ: Kur’anın hakikî ve tam bir nevi münacatı ve Kur’andan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı Peygamberîde yüz defa سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ cümlesinin tekrarında (Cevşen-ül Kebirde tevhid, tesbih, takdis, necat ve ubudiyet olmak üzere dört hikmet gösteriliyor. Bu dört hikmetin herbiri için esma adedince tekrara ihtiyacımız vardır.)

  1. Tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat
  2. Ve tesbih ve takdis gibi, mahlukatın rububiyete karşı üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli vazifesi
  3. Ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev’-i insanın en dehşetli mes’elesi
  4. Ve ubudiyet ve acz-i beşerînin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdı

İşte tekrarat-ı Kur’aniye (insanın ihtiyaç derecesini gösteren) bu gibi metin esaslara bakıyor. Hattâ bazan bir sahifede iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belâgat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarihan ve zımnen tevhid hakikatını ifade eder. Değil usanç, belki kuvvet ve şevk ve halavet verir. Risale-i Nur’da, tekrarat-ı Kur’aniye ne kadar yerinde ve münasib ve belâgatça makbul olduğu hüccetleriyle beyan edilmiş.

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın Mekkiye sureleriyle Medeniye sureleri

  • Belâgat noktasında
  • Ve i’caz cihetinde
  • Ve tafsil ve icmal vechinde

birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki:

Mekke’de birinci safta muhatab ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan

  • Belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî(Üslûb-u âlî, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eder.)
  • Ve îcazlı,
  • Mukni’, kanaat verici bir icmal ve tesbit için tekrar lâzım geldiğinden

ekseriyetçe Mekkî sureleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i’cazlı bir îcaz ile ifade ve tekrar ederek mebde’ ve meadi, Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bazan

  1. Bir harfte
  2. Ve takdim – te’hir, (Takdim öne almak demektir. Buna misal ol Besmeledeki Be harfinin öne alınmasındaki “câr ve mecrur”a müteallik olarak mezkûr olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlas ve tevhidi tazammun etsin. İşarat-ül İ’caz 14)
  3. Tarif – tenkir (Tenkir tayin etmemek demektir. Buna misal olan birinci cümle: قُلْ هُوَ  karinesiz iş Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey Lâ Hüve İlla Hu… Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikat-bîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki: Lâ Meşhude İlla Hu Sözler 696)
  4. Ve hazf – zikir

gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-i Nur ve bilhâssa Kur’anın kırk vech-i i’cazını icmalen isbat eden Yirmibeşinci Söz, zeyilleriyle beraber ve nazımdaki vech-i i’cazı hârika bir tarzda beyan ve isbat eden Arabî Risale-i Nur’dan “İşarat-ül İ’caz” tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkî sure ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâgat ve en yüksek bir i’caz-ı îcazî vardır.

Amma Medine sure ve âyetlerinin birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduğundan mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan, sade ve vazıh ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o sure ve âyetlerde ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslûbla beyanat içinde Kur’ana mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli (Ve tekrarlı) bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviyeyi zikreder. (Fezlekeleri üç’e ayırdı; Tevhid, esma ve uhrevî… geniş izahı Yirmibeşinci Sözdeki Meziyet-i Cezaletlerde vardır.) O makamı nurlandırır, ulvîleştirir, küllîleştirir. Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ٭ اِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ ٭ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ٭ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ gibi tevhidi veya âhireti ifade eden fezlekeler ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezaletler ve nükteler bulunduğunu Yirmibeşinci Söz’ün İkinci Şu’lesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pekçok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mu’cize-i kübra bulunduğunu muannidlere de isbat etmiş.

Evet Kur’an, o teferruat-ı şer’iye ve kavanin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek Kur’anı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akide ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve davet olduğunu gösterip her makamda çok makasıd-ı irşadiye ve Kur’aniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâgatlarından ayrı ve parlak mu’cizane bir cezalet izhar eder. Bazan iki kelimede meselâ رَبُّ الْعَالَمِينَ ve رَبُّكَ de, رَبُّكَ tabiriyle ehadiyeti ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede; bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, (Yani ehadiyet manasını gösterdiği gibi) Güneş’i dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar. (Yani vahidiyet manasını gösterir.)

Meselâ: خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضَ âyetinden sonra يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَ يُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ  (Âyetin ilk iki kısmında Vahidiyeti ders verdi.) âyetinin akabinde وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ der. “Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hatıratını bilir, idare eder.” der, (Âyetin akabinde Ehadiyeti ders verdi.) tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avamın fehmini nazara alan o basit ve cüz’î muhavere, o tarz ile ulvî ve cazibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner.

Ehemmiyetli Bir Sual: “Bazan bir hakikat, sathî nazarlara görünmediğinden (Yani cüz’î ve âdi hâdiselerden Kur’anın bahsetmesindeki hakikat, sathî nazarlara görünmediğinden demektir.) ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ: “Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, kardeşini bir hile ile alması” içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ

diye gayet yüksek bir düsturun zikri, belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”

Elcevab: Herbiri birer küçük Kur’an olan ekser uzun sure ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki-üç maksad değil, belki Kur’an mahiyeti, hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitabları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlahiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraatı olan Kur’an, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksadları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlarından ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zahirce zaîf bir münasebetle, başka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükseklenir.

İkinci Bir Sual: “Kur’anda sarihan ve zımnen ve işareten,

  1. Âhiret ve tevhidi
  2. Ve beşerin mükâfat ve mücazatını

binler defa isbat edip nazara vermenin ve her surede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?”

Elcevab:

  1. Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılablarda
  2. Ve emanet-i kübrayı ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev’-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair
  3. En ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli mes’elelerinden en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şübheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inadları kırmak cihetinde elbette o dehşetli inkılabları tasdik ettirmek
  4. Ve o inkılablar azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zarurî mes’eleleri teslim ettirmek için

Kur’an, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kerre tekrar ile o bahisler Kur’anda okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez.

(Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılablara misal verilecek.) Meselâ: اِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikatı, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-ı mevtin hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını i’dam-ı ebedîsinden kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırdığından, milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse yine israf olmaz, kıymetten düşmez. İşte bu çeşit hadsiz kıymetdar mes’eleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılabları tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve isbata çalışan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan elbette sarihan ve zımnen ve işareten binler defa o mes’elelere nazar-ı dikkati celbetmek; değil israf, belki ekmek, ilâç, hava, ziya gibi birer hacet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir.

(Ve emanet-i kübrayı ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev’-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair misal verilecek.) Hem meselâ:

      اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ ve اَلظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ

gibi tehdid âyetlerini Kur’an gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risale-i Nur’da kat’î isbat edildiği gibi- beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlukatın hukukuna öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anasırı hiddete getirip tufanlar ile o zalimleri tokatlıyor. Ve اِذَا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sarahatıyla o zalim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasına değil, belki zalimane cinayetinin azametine ve kâfirane tecavüzünün dehşetine karşı Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukuklarının ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemal-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.

Evet hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla “Lâ ilahe illallah” cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere herbirisine bir “Lâ ilahe illallah”ı lâmba yaptığı gibi, öyle de: O kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikas eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî’nin şiddetli ve inadları kıran tehdidlerini, her vakit Kur’anı okumakla tahattur edip, nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur’an gayet mu’cizane tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur’aniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Ve onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.

(Üçüncü Bir Mukadder Sual: “Kur’anda enbiya kıssalarının tekrar etmesindeki hikmet nedir?

Elcevab: İki hikmete binaen enbiya kıssaları tekrar eder.

  1. Bütün enbiyanın nübüvvetlerinin, Risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine hüccet olduğu hakikatını hatırlatmak için enbiya kıssalarının tekrarına ihtiyaç vardır.
  2. Hem Kur’andaki erkan-ı imaniye hakikatına her vakit ihtiyaç olduğundan herbir kısa surede bu hakikat ders verildiği gibi dört erkân-ıimaniyeyi içine almakla “Lâ ilahe illallah” rüknüne denk tutulan risalet-i Muhammediye, Zât-ı Ahmediye ve hakikat-ı Muhammediyeyi hatırlatmak için enbiya kıssalarının tekrarına ihtiyaç vardır.)

Dördüncü Bir Mukadder Sual: Risalet-i Muhammediye, Zât-ı Ahmediye ve hakikat-ı Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i kudsîsinin Kur’anda bu makamı almaya liyakatı varmıdır?

Elcevab: Bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi, getirdiği nur ile kainatı nurlandırması, bütün mahlukatı minnetdar eylemesi, suleha-yı ümmetin dualar ve salavatları cihetiyle ve ümmetçe okunan Kur’an cihetiyle defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle Allâm-ül Guyub o makama liyakatını görmüş Kur’anında o azîm ehemmiyeti vermiştir.

Hem meselâ:

Asâ-yı Musa gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kıssa-i Musa’nın (A.S.) ve sair enbiyanın kıssalarını çok tekrarında,

  1. Risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini hüccet gösterip onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez hikmetiyle
  2. Ve herkes her vakit bütün Kur’anıokumaya muktedir ve muvaffak olamadığından herbir uzun ve mutavassıt sureyi birer küçük Kur’an hükmüne getirmek için ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi; değil israf belki mu’cizane bir belâgattır ve hâdise-i Muhammediye bütün benî-Âdemin en büyük hâdisesi ve kâinatın en azametli mes’elesi olduğunu ders vermektir.

Evet Kur’anda Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla “Lâ ilahe illallah” rüknüne denk tutulan “Muhammedürresulullah” ve risalet-i Muhammediye kâinatın en büyük hakikatı ve Zât-ı Ahmediye, bütün mahlukatın en eşrefi ve hakikat-ı Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i maneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatına pekçok hüccetler ve emareleri, kat’î bir surette Risale-i Nur’da isbat edilmiş. Binden birisi şudur ki:

  1. اَلسَّبَبُكَالْفَاعِلِ düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi
  2. Ve bütün kâinatın hakikatlarını, getirdiği nur ile nurlandırması,
  3. Değil yalnız cinn, ins, melek ve zîhayatı, belki kâinatı, semavat ve arzıminnetdar eylemesi
  4. Ve istidad lisanıyla nebatatın dualarıve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan suleha-yı ümmeti her gün o zâta salât ü selâm ünvanıyla rahmet duaları ve manevî kazançlarını en evvel o zâta bağışlamaları
  5. Ve bütün ümmetçe okunan Kur’anın üçyüzbin harfinin herbirisinde on sevabdan tâyüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden yalnız kıraat-ı Kur’an cihetiyle defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle

O zâtın şahsiyet-i maneviyesi olan hakikat-ı Muhammediye, istikbalde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâm-ül Guyub (İlmen bilmiş) bilmiş ve (Böyle bir istidadın varlığını vücut vermezden evvel görmüş. Sen olmasaydın eflakı yaratmazdım demiş.) görmüş, o makama göre Kur’anında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyetle ve sünnetine ittiba ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes’ele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini arasıra nazara almasıdır.

İşte Kur’anın tekrar edilen hakikatları bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i maneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder. Meğer maddiyyunluk taunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına mübtela ola… قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ ٭ وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ kaidesine dâhil olur.

* * *

(Ezcümle: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştihaları açar; misk gibi, karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak وَ اُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا kabîlinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelâmlar yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hattâ kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. Evet Kur’an-ı Azîmüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altun şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belâgata mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belâgat, onun belâgatına hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır. Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir. Maahaza hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebaî zikirleri, belâgata münafî değildir. İşarat-ül İ’caz 31)

* * *

Bu Onuncu Mes’eleye bir hâtime olarak iki haşiyedir

 Birincisi:

Bundan oniki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık Kur’ana karşı sû’-i kasdını tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: “Kur’an tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur’un cerhedilmez hüccetleri kat’î isbat etmiş ki: Kur’anın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’anın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adedden bine kadar sevab veren kelimat-ı Kur’aniyenin mu’cizane ve cem’iyetli tabirleri yerinde, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz diye Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’an güneşini üflemekle söndürmeğe, aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir halette bu Onuncu Mes’ele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarla görüşemediğim için hakikat-ı hali bilemiyorum.

 İkinci Haşiye:

Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Oteli’nin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet latif tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasıyla cezbekârane ve cazibedarane hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemal-i neş’e ile cilvelenen o nazenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaşla doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları ihtar ve ihsasıyla kâinat dolusu firakların, zevallerin hüzünleri başıma toplandı. Birden hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) getirdiği nur, imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i iman gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte, o vaziyete temas eden imdad ve tesellisi için Zât-ı Muhammediyeye (A.S.M.) karşı ebediyen minnetdar oldum. Şöyle ki:

Ol nazar-ı gaflet, o mübarek nazeninleri; vazifesiz, neticesiz, bir mevsimde görünüp, hareketleri neş’eden değil belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı beka ve hubb-u mehasin ve muhabbet-i vücud ve şefkat-i cinsiye ve alâka-i hayatiyeye medar olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle dünyayı bir manevî cehenneme ve aklı bir tazib âletine çevirdiği sırada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı; i’dam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak, fânilik yerinde o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri, manaları ve Risale-i Nur’da isbat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi:

Birinci kısım neticeleri, Sâni’-i Zülcelal’in esmasına bakar. Meselâ: Nasılki bir usta hârika bir makinayı yapsa; onu takdir eden herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah” deyip alkışlar. Öyle de: O makina dahi, ondan maksud neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı haliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve herşey böyle bir makinadır, ustasını tebriklerle alkışlar.

İkinci kısım hikmetleri ise: Zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalaagâh, birer kitab-ı marifet olur. Manalarını zîşuurun zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hâfızalarında ve elvah-ı misaliyede ve âlem-i gaybın defterlerinde daire-i vücudda bırakıp, sonra âlem-i şehadeti terkeder, âlem-i gayba çekilir. Demek surî bir vücudu bırakır, manevî ve gaybî ve ilmî çok vücudları kazanır. Evet, madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, i’dam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur ve kâfir münkirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: “Kimin için Allah var, ona herşey var ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”

Elhasıl: Nasılki iman, ölüm vaktinde insanı i’dam-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de herkesin hususî dünyasını dahi i’damdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak olsa; hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle i’dam edip manevî cehennem zulmetlerine atar. Hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın. Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler. Bu dehşetli hasarattan kurtulsunlar!

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Duanıza çok muhtaç ve size çok müştak kardeşiniz

Said Nursî

 

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir