Yirmibeşinci Söz Birinci Şu’le Birinci Şua

 BİRİNCİ ŞU’LE:

Bu şu’lenin üç şuaı var.

 BİRİNCİ ŞUA:

Derece-i i’cazda belâgat-ı Kur’aniyedir.

(Kelâm-ı belig,

  1. ilim denilen çömleklerde pişirilen
  2. ve hikmet denilen büyük küplerde duran
  3. ve fehm denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı,
  4. zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer;
  5. esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren

kelâmdır. Muhakemat 91 )

O belâgat ise,

  1. Nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden (Kur’an-ı Hakîm’in herbir cümledeki, hey’atındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizam Kur’an belâgatının nazımdaki cezalet-i hârikasıdır. Zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içmesi gibi harflerin dizilerek takdim edilmesi)
  2. Ve üslûblarının bedaatinden, garib ve müstahsenliğinden (Üslûb mananın kalıbıdır. Kur’an-ı Hakîm’in üslûbuyla hayale temsiller canlandırması Kur’an belâgatının üslûbundaki bedaat-ı hârikasıdır. Esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren temsildeki üslûbu)
  3. Ve beyanının beraatinden, faik ve safvetinden (Kur’an-ı Hakîm’in tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irşad, ifham ve ifham gibi çeşitli makamlarda yaptığı beyanatı Kur’an belâgatının beyanındaki beraatidir. hikmet denilen büyük küplerde duran )
  4. Ve maânîsinin kuvvet ve hakkaniyetinden (Mana kuvvetini, ifade ettiği hakikatla alâkadar olan efradın kesretinden ve  ifade edilen hakikatı icra edecek Zâtın yapabilmekteki Kudretinden alır. Kuvvetsiz bir mana safsatadan öteye geçmez iken Kur’anın maânîsinin kuvvet ve hakkaniyeti belâgatının bir i’cazı olmuştur. İlim denilen çömleklerde pişirilen)
  5. Ve lafzının fesahatinden, selasetinden (Açık ve akıcı olan lafızlarla sarfedilen kelamlar, kulağa, akla, kalbe, ruha, hislere gıda hükmünde hoş ve tatlı geldiğinden usandırmaz. Tekrarla okunması ve usandırmıyor olması Kur’an belâgatının lafzındaki fesahat-ı hârikasıdır. fehm denilen süzgeç ile süzülen )

tevellüd eden bir belâgat-ı hârikulâdedir ki,

benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemasını muarazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muarazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semavata vuran o dâhîler, ona muaraza için ağız açamayıp kemal-i zilletle boyun eğdiler. İşte belâgatındaki vech-i i’cazı iki suretle işaret ederiz:

Birinci Suret:

İ’cazı vardır ve mevcuddur.

(Kur’anın belâgatında i’cazın varlığı üç tarîkla beyan edilmiştir.

Birinci tarîk Zemahşerî’nin beyanı vechiyle, Kur’an-ı Kerim surelere taksim edilmiş bir şekilde nâzil olduğu halde bülega-yı Arabın Kur’anın en kısa bir suresine dahi nazire getirememesi i’cazının var olduğuna delildir. )

Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehasin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini kitabet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslaftan ahlafa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak o kavmin manevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâgat metaı idi. Hattâ bir kabîlenin belig bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibi idi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde “Muallakat-ı Seb’a” namıyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ’be’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan nüzul etti. Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm’da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıb revaçta idi. Mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti:

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ

fermanıyla onlara meydan okuyor.

(İkinci tarîk belâgat imamlarından meşhur Cahız’ın tahkikatına göre: muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa mecbur olmaları i’cazının var olduğuna delildir.)

Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz. Cehennem’e gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten i’dam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem’de i’dam-ı ebedî ile beraber dünyevî i’dam ile de mahkûm ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.”

İşte eğer muaraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satırla muaraza edip davasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilâtlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin? Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muaraza edebilseydi; Kur’an, davasından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve manevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa mecbur oldular.

Üçüncü tarîka göre: Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binler dâhî imamların ve mütefennin ediblerin icma’ ve ittifakla karar verdikleri: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelâmında bulunmayıp, yazılan umum kitabların fevkınde olması i’cazının var olduğuna delildir. Hem Kur’anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebeb vardı. Birisi; düşmanın hırs-ı muarazası. Diğeri; dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki saik-i şedid altında milyonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim ona ve onlara baksa kat’iyyen diyecek ki: “Kur’an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez.” Şu halde, ya Kur’an bütününün altındadır. Bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur’an, o yazılan umum kitabların fevkındedir.

Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki, kimse muarazaya teşebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı faide etmedi?

Elcevab: Eğer muaraza mümkün olsaydı, alâküllihal kat’î teşebbüs edilecekti. Çünki izzet ve namus mes’elesi, can ve mal tehlikesi vardı.

Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihal kat’î tarafdar pek çok bulunacaktı. Çünki hakka muarız ve muannid daima kesretli idi.

Eğer tarafdar bulsaydı, alâküllihal iştihar bulacaktı. Çünki küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celbedip destanlarda iştihar eder. Şöyle acib bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şeni’ şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muarazaya dair Müseylime-i Kezzab’ın bir-iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime’de çendan belâgat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemale mâlik olan beyan-ı Kur’ana nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan suretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur’anın belâgatındaki i’caz, kat’iyyen iki kerre iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor.

(Tenbih: Bu sana sermeşktir. Yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’aniye bu intizam ve tenasüb ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazan mütedâhilen müteselsildir. Her birinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder. Muhakemat 94 )

 İkinci Suret:

Belâgatındaki i’caz-ı Kur’anînin hikmetini Beş Nokta’da beyan edeceğiz.

Birinci Nokta:

Kur’anın nazmında bir cezalet-i hârika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, “İşarat-ül İ’caz” baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatın sâniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’an-ı Hakîm’in herbir cümledeki, hey’atındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizamı öyle bir tarzda “İşarat-ül İ’caz”da âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezalet-i hârikayı bu surette görebilir.

(Kur’anın nazmındaki cezalet-i saat temsili ile beyan eder. Saatin nizamını tekmil eden saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine baktığı, birbirinin misali olduğu ve birbirinin hükmünü aldığı gibi Kur’an-ı Hakîm’in dahi hangi makamda, hangi maksadı ders veriyorsa; O makamda mana havuzunu dolduran bütün cümlelerin, kelimelerin, harflerin aynı maksadı gösterecek şekilde birbirine bakması, birbirinin misali olması ve birbirinin hükmünü alması Kur’anın nazmındaki cezalet-i hârikasıdır. Ayetin nazmındaki cezaleti görebilmek için öncelikle makamı ve maksadı iyi anlamak gerekiyor. Makam ve maksad anlaşılırsa ondan sonra gelecek cümlelerin, kelimelerin, harflerin maksada ne surette hizmet ettiğini daha iyi anlayabiliriz. Böylelikle o makamdaki ince manalara nüfuz edebiliriz. Aynı manayı Risale-i Nur için düşündüğümüzde evvelâ okunulan bahsin makamı ve misallerin verilme maksadı anlaşılacak ki, mevzu içindeki bütün cümlelerin, kelimelerin ve harflerin nasıl birbirini tekmil ettiğini görülüp nazmındaki cezaleti anlaşılsın.)

Yalnız bir-iki misal, bir cümlenin hey’atındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.

Meselâ: Bu cümlede, makam terhib maksad azabı dehşetli göstermek olduğu için âyetteki bütün lafızlar kılleti ifade ederek azabın en azının şiddetle tesirini gösterek en şiddetlisinin ne surette tesir edeceğini kıyas ettirerek nazmındaki cezaleti gösterir.

 وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklili ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakıp ona kuvvet verecek.

1- İşte لَئِنْ lafzı, teşkiktir. Şek, kıllete bakar.

2- مَسَّ lafzı, azıcık dokunmaktır. Yine kılleti ifade eder.

3- نَفْحَةٌ lafzı maddesi, bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delalet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde biricik demektir, kılleti ifade eder.

4- نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklili içindir ki; o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir.

5- مِنْ lafzı, teb’iz içindir, bir parça demektir. Kılleti ifade eder.

6- عَذَابِ lafzı; nekal, ikaba nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder.

7- رَبِّكَ lafzı; Kahhar, Cebbar, Müntakim’e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor.

İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-ı İlahî ne kadar dehşetli olur kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafz ve maksada bakar.

(“İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.” İşarat-ül İ’caz 36)

İkinci misal: Bu cümlede, maksad sadakanın şerait-i kabulünü ders vermek olduğu için cümlenin hey’atındaki bütün lafızlar herbiri kendi lisanıyla maksad-ı küllîyi, takviye ederek nazmındaki cezaleti gösterir.

 وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Şu cümlenin hey’atı, sadakanın şerait-i kabulünün beşine işaret eder.

(Cenab-ı Hakk’ın bu şartları kelamıyla bize bildirmesi bizim için Rahmettir. Aksi halde biz razı olacağı tarzı kendimiz bulamazdık.)

Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lafzındaki مِنْ -i teb’îz ile o şartı ifade eder.

İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lafzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir. (Yani Ali’nin malını Veli’ye Ali’den habersiz veremezsin.)

Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lafzı işaret eder. Yani “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.” (Kişi kendisini tevziat (vezne) memuru gibi bilmelidir.)

Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lafzı işaret ediyor.

Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani “Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”

Şu şartlarla beraber bir tevsi’ de var. Yani: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dahi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksama مِمَّا lafzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki mutlaktır, umumu ifade eder.

(Sadakanın bu beş şartını مِمَّا lafzındaki مَا umumiyeti ilim ile yapılan sadakaya da tatbik edebiliriz. Şöyle ki:

Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lafzındaki مِنْ-i teb’îz ile o şartı ifade eder. (Kendisi ilme muhtaç olan önce kendisi için ilim tahsil etmelidir.)

İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lafzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir. (Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.)

Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا  lafzı işaret eder. Yani “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.” (Kişi ilmi kendi malı bilmeyecek Allah’ın ihsanı bilecek ki kendisini tevziat (vezne) memuru bilsin.)

Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lafzı işaret ediyor. (“Öküzün boynuna inci takmak” yani hakikatları layık ellere ulaştırmak demektir. Layık olmayan eller hakikatları aleyhimize kullanmak için dinleyen, bize muarızlık gösteren, bizden hakikat dersini dinledikleri halde karşı çıkan, itiraz edenlerdir.)

Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani “Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”)

İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor.

İşte heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimatın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyesi var.

Sonra kelâmların da, meselâ: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva’ını reddeder.

قُلْ هُوَ ile tevhid-i şuhuda, اَللّٰهُ اَحَدٌ ile tevhid-i uluhiyete, اَللّٰهُ الصَّمَدُ ile tevhid-i rububiyet ve kayyumiyete, لَمْ يَلِدْ ile tevhid-i celale, وَلَمْ يُولَدْ ile tevhid-i sermedîyeye, وَلَمْ يَكُنْ ile tevhid-i câmi’ye işaret eder.)

Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki manası var. Bir mana ile netice olur, bir mana ile de delil olur. Demek Sure-i İhlas’ta otuz Sure-i İhlas kadar, muntazam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb sureler vardır.

(Sure-i İhlas içinde otuzaltı Sure-i İhlas mikdarınca herbiri zil-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor. Sözler 138

Şöyle ki burada geçen altı tane delil ve neticeyi elde etmek içim surenin bütününü merkeze koyup diğer altı cümlenin her birine göre mana verilir.)

Meselâ:

قُلْ هُوَ اللّٰهُ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

Hem: وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَم يَلِدْ ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ِلاَنَّهُ هُوَ اللّٰهُ

Hem: هُوَ اللّٰهُ فَهُوَ اَحَدٌ فَهُوَ صَمَدٌ فَاِذَا لَمْ يَلِدْ فَاِذَا لَمْ يُولَدْ فَاِذَا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Daha sen buna göre kıyas et…

Meselâ:

الم ٭ ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Şu dört cümlenin herbirisinin iki manası var. Bir mana ile öteki cümlelere delildir. Diğer mana ile onlara neticedir. Onaltı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i’cazî hasıl olur. “İşarat-ül İ’caz”da öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i’cazî teşkil eder. Onüçüncü Söz’de beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur’aniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebatın hutut-u maneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i’cazî nescediyor. İşte “İşarat-ül İ’caz” baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerhetmiştir.

(Ezcümle: الم kasem olduğu cihetle Kur’anın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkûr letaif cihetiyle de davanın isbatına işaret eder.

Ve keza ذلِكَ zât ile sıfâtı gösteren bir işaret olması itibariyle hem Kur’anın azametine, hem azameti isbat eden sıfât-ı kemaliyeye işaret eder…

Ve keza الْكِتَاب daki ال hasr-ı örfîyi ifade ettiğinden, Kur’anın azametine ve başka kitabların mehasinini cem’etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir…

Ve keza لاَ رَيْبَ فِيهِ , zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur’anın kemalini isbat veya te’kid eder. İşarat-ül İ’caz 36)

 İkinci Nokta:

Manasındaki belâgat-ı hârikadır. Mana kuvvetini, ifade ettiği hakikatla alâkadar olan efradın kesretinden ve  ifade edilen hakikatı icra edecek Zâtın yapabilmekteki Kudretinden alır. Kuvvetsiz bir mana safsatadan öteye geçmez iken Kur’anın maânîsinin kuvvet ve hakkaniyeti belâgatının bir i’cazı olmuştur.

Onüçüncü Söz’de beyan olunan şu misale bak:

Meselâ: سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ âyetindeki belâgat-ı maneviyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur’andan evvel asr-ı cahiliyette, sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur’anın lisan-ı semavîsinden سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri işit, bak!

Nasılki, o ölmüş (dalalet nazarı) veya yatmış (gaflet nazarı) olan mevcudat-ı âlem سَبَّحَ تُسَبِّحُ sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar.

Ve o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerde (acz ve fakr ciheti ile) perişan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla; işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma ve birer nur-u hakikat-eda ve Küre-i Arz bir baş ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder. (Tesbih eder: tarif, tavsif eder.)

Meselâ: Onbeşinci Söz’de isbat edilen şu misale bak:

  يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ ٭ فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ٭ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ ٭ فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ٭ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki:

“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve za’f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız!

Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti’ askerleri var. Faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünudundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve Arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, Arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar.

Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa Arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler. (Bir insan ibadet yapmıyorsa; ibadet emirlerine karşı mübareze vaziyeti alır. Şöyle olsaydı, böyle olsaydı, niye var ? gibi…) Daha sair âyâtın manalarındaki kuvvet ve belâgatı ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.

Üçüncü Nokta:

Üslûbundaki bedaat-ı hârikadır. Kur’an-ı Hakîm’de beyan edilen hakikatın, ikna edici olması için akla, hayale temsil ve teşbihleri tahattur ettirecek bir üslûb kullanması Kur’an belâgatının üslûbundaki bedaat-ı hârikasıdır. Kur’anın üslubundaki bedaati; Huruf, Sure, Maksad, Ayat, Kelam, Kelime itibariyle misaller verilecek.

Evet Kur’anın üslûbları

  • Hem garibdir,
  • Hem bedî’dir,
  • Hem acibdir,
  • Hem mukni’dir.

(Kur’an üslub itibariyle hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklid etmeyip kimsenin gitmediği bir yolda gittiğinden garibdir, arkasından gelenlerin de onu taklid edememesinden de hem bedî’dir, hem acibdir. Üslub; ifade edilen mananın, ikna edici olması için akla, hayale temsil ve teşbihleri tahattur ettirmesidir. Böylece mevzu müşahhas oluyor ve anlaşılıyor. Teşbih ve temsiller tamamen ayetlerin üslubundan çıkıyor, mealinden veya başka bir yerden alınmış değil.. Teşbihin ve temsilin sadece ucunu gösteriyor, üslubu ile hayale kalan kısmını düşündürüyor, tasvir ettiriyor.

Kur’an üslub itibariyle ders verdiği hakikatın isbatını hakikatın delillerini hayale getirmesiyle ikna ederek yapar. Ey insan rabbinize ibadet ediniz derken. Askerlik temsilini hayale getirir. İtaat etmek cihetinde ikna eder. Bu noktada Huruf, Sure, Maksad, Ayat, Kelam, Kelime itibariyle üslubundaki bedaati gösteren misaller verilecek.)

Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.

Ezcümle, bir kısım surelerin başlarında şifre-misal الم ٭ الر ٭ طه ٭ يس ٭ حم ٭ عسق gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş-altı lem’a-i i’cazı tazammun ettiğini “İşarat-ül İ’caz”da yazmışız.

Ezcümle: Surelerin başında mezkûr olan huruf, hurufatın aksam-ı malûmesi olan

Mechure, (مجهوره Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasınyla okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men’ederler.)

Mehmuse, (مهموسه Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. Bunun zıddı “Huruf-u mechure” dir.)

Şedide, (شديد Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.)

Rahve, (رخوه Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli.)

Zelaka, (ذلاقه : Zelâka harfleri ise telaffuzu kolay olan hafif harflerdir. Bu harfler altı tanedir. Harfler hafif olduğu için yarının bir fazlası -altı harften dört harf- alınmış. Zelâka harfleri şunlardır: ب ، ر ، ف ، ل ، م ، ن Kur’an bu harflerden şu dördünü almış:   ر ، ل ، م ، ن )

Kalkale, (قلقله Kalkale harfleri sakîl ve şiddetli harflerdir. Bu harfler beş tanedir. Harfler sâkil olduğu için yarının bir azı -beş harften iki harf- alınmış. Kalkale harfleri şunlardır: ب ، ج ، د ، ط ، ق Kur’an bu harflerden şu ikisini almış:   ط ، ق )

gibi aksam-ı kesîresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakilinden nısf-ı ekall olarak bütün aksamını tansif etmiştir. Şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlahiye olan surelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş-altı lem’a-i i’caziyeyi gösterdikleriyle beraber; ilm-i esrar-ı huruf ülemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihrac etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umuma göz görecek derecede isbat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız “İşarat-ül İ’caz”da şunlara dair beyan olunan beş-altı lem’a-i i’caza havale etmekle iktifa ediyoruz.

Şimdi, esalib-i Kur’aniyeye sure itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer işaret edeceğiz. Meselâ:

Sure itibariyle; Sure-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedî’ ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennem’in ahvalini öyle bir tarzda gösteriyor ki; şu dünyadaki ef’al-i İlahiyeyi, âsâr-ı Rabbaniyeyi o ahval-i uhreviyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna’ eder. Şu suredeki üslûbun izahı uzun olduğundan yalnız bir-iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

Şu surenin başında Kıyamet gününü isbat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift; geceyi hâb-ı rahatınıza örtü; gündüzü meydan-ı maişet; Güneş’i ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize ağır gelemez.” İşte bundan sonra kıyamette dağların dağılması, semavatın parçalanması, Cehennem’in hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir surette isbatlarına işaret eder. Manen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek surenin başındaki “dağ”, kıyametteki dağların haline bakar ve bağ ise, âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar. İşte sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör.

Meselâ: Maksad itibariyle;

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ 

ilâ âhir… Öyle bir üslûb-u âlîde

  • Benî-beşerdeki şuunat-ı İlahiyeyi
  • Ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyat-ı İlahiyeyi
  • Ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufat-ı Rabbaniyeyi
  • Ve yeryüzünde hayat-memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbaniyeyi

Öyle bir ulvî üslûb ile beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazineyi açmayacağız.

Meselâ: Âyât itibariyle;

 اِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ ٭ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ ٭ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ ٭ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ ٭ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ ٭ 

Gök ve zeminin Cenab-ı Hakk’ın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslûb ile beyan eder ki:

Nasıl bir kumandan-ı a’zam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-ı a’zam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki: “Ey kumandanım! Bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı-mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.” Öyle de: Semavat ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra Semavat ve Arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlahiyle bertaraf eder. Derler: “Ya Rabbena! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.” İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.

Hem meselâ: Âyet itibariyle; 

 يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

İşte şu âyetin bahr-i belâgatından bir katreye işaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfel-üs safilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular.” der.

Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için Semavat ve Arz’a emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey sema! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında memur-u İlahînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular. İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikıyla birkaç cümlede îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.

Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak.

Meselâ: Kelam itibariyle; 

 وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ

deki كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ  kelimesine bak, ne kadar latif bir üslûbu gösteriyor.

Şöyle ki: Kamer’in bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanın eskimiş (Kadim, eskimiş demektir.) beyaz bir dalına (Uruc, dal demektir.) teşbih eder. Şu teşbih ile semanın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurani bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahra-nişinlerin nazarında ne kadar münasib, güzel, latif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın.

(Şöyle ki Bu uslüb ile kâinat ağacının bir dalı hükmünde olan ayın vaziyeti ağacın tamamını hayale getirir. Ve ağaç için olan hükümlerin kâinatta da cari olduğu tefekkür edilebilir. Şöyle ki

  • Ağaç meyveye hizmet eder. Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Öyle de: Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudatın gayesi de odur. Sözler 614)
  • Ağaç tek bir kökten beslenir. Nasıl bir ağaca bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor. Binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi sühulet peyda eder. Aynen öyle de bütün bu şeylerin icadı birtek zâta verildiği vakit o kadar kolay olur, o kadar hıffet peyda eder ki; gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzuliyete ve sehavete sebebiyet verir.  Sözler 287)
  • Ağacın dalları budanır. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid için bazı cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aşılanır. İşte şu hikmettendir ki: Şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara medar olmuş. Kâinatın tahrib ve tebdiline sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır. Sözler 614)
  • Ağaçtaki yaratılış sırası kök, yaprak, çiçek ve meyvedir. Birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra neşe-i ûlâyı hayale getirerek şecere-i kainatın kökü hükmünde olan cemadatın, yaprağı hükmünde olan nebatatın, çiçeği hükmünde olan hayvanatın ve meyvesi hükmünde olan insanın yaratılış sırasını göze gösterir. Şualar 171

Hurma ağacı denmesindeki ince mana ise sahra-nişinlerin en iyi bildikleri, ticaretini yaptıkları hurma ile ticaret için gece seyahatinde müşahede ettikleri yıldızların vaziyetinden hiç bilmedikleri marifetullahtan ve şecere-i kâinattan ders veriyor.

Ayın vaziyetlerini farklı farklı menzilleri taktığı gibi insanın hayatı müddetince bulunduğu her menzilde ona takılan manaları hayale getirir. Resul-ü Ekrem (A.S.M.) için düşündüğümüzde hayatına hakikat-ı İslamiyet takılmıştır.)

Meselâ: Kelime itibariyle; Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde isbat edildiği gibi, وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi şöyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: تَجْرِى lafzıyla yani: “Güneş döner” tabiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudret-i İlahiyeyi ihtar ile Sâni’in azametini ifham eder. Ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedaniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelal’in hikmetini i’lam eder. (Güneşi, bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucat-ı Rabbaniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedaniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek Güneş’in cereyan-ı surîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamat-ı âlemi düşündürerek Sâni’-i Hakîm’in san’atına “Mâşâallah” ve hikmetine “Bârekâllah” diyerek secdeye kapanır. Sözler 393)

وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, lâmba tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, Sâni’in haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki; müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri Güneş, müsahhar bir lâmba, camid bir mahluktur. Demek “sirac” tabirinde Hâlık’ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i’lam eder ve manen der: “Camid bir sirac-ı müsahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”

(Bu sirac teşbihi ile kâinat saray suretinde hayale geldiğinden saraydaki rızık ve levazımatı hayale getirir. Ve kâinat sarayındaki beşer için bir cihette rızık ve bir cihette levazımat hükmünde olan bütün mevcudatı tefekkür ettirir.)

Kelime itibariyle ikinci misal; Hem cereyan-ı تَجْرِى tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâni’in azamet-i kudretini ifham eder. Demek Şems ve Kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder. Evet Kur’an Güneş’ten Güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran zât için bahsediyor. Hem Güneş’in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Güneş’in vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbaniyenin intizamına bir zenberek ve hilkat-i Rabbaniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelî’nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbaniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor. Daha sair kelimat-ı Kur’aniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdeta basit, me’luf birer kelime iken, latif manaların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte ekseriyetle üslûb-u Kur’anın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki; bazan bir bedevi arab birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevi فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok” dedi, “Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum.”

 Dördüncü Nokta:

Lafzındaki fesahat-ı hârikasıdır. (Bir tek âyette sakil ve ağır bütün huruf bulunduğu halde âyetin akıcılığı bozulmayıp dinleyenleri usandırmaması Kur’andaki selaset ve fesahat-i lafziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’cazı huruf-u hecaiye itibariyle gösterir. Kur’anın hurufatında, kelimelerinde, cümlelerinde, manalarında esrarlı bir intizam, envârlı bir insicam gözetildiğine, fenn-i beyan ve maânînin dâhî ülemasının şehadetleri bir bürhan-ı bahirdir.)

Evet Kur’an manen üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde belig olduğu gibi, lafzında gayet selis bir fesahati vardır.

1- Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir.

2-Ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maânînin dâhî ülemasının şehadetleri bir bürhan-ı bahirdir.

Evet binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor, hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’an onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.

Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki:

(Kalb, her vakit hadsiz lezzet ve elemler aldığından hadsiz bir kudret ve rahmete ihtiyacı vardır. Kur’an, hadsiz bir kudret ve rahmet sahibi Zâtı tanıttırmakla kalbin tekrar eden bu ihtiyaçlarını tatmin ettiğinden usandırmıyor.

Akıl, şübhelere maruz kaldığından hakîmiyetin delillerini görmeye ihtiyacı vardır. Kur’an, hakîmiyetin delillerini göstermekle ukule kuvvet ve gına olduğundan usandırmıyor.

Ruh; istidatların ekildiği bir tarla hükmünde olduğundan insanın, ruhuna ekilen istidatları inkişaf ettirmeye ihtiyacı vardır. Kur’an, Hâlıkı tanıtmakla, emir ve nehiylerini bildirip tavzif etmekle insanın istidatlarını inkişaf ettirdiğinden usandırmıyor.

Nefsin manevi çok hastalıkları olduğundan deva ve şifaya ihtiyacı vardır. Kur’an nefsi hevaya değil hüdaya sevketmekle manevî hastalıklarından kurtardığından usandırmıyor.)

Kur’an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınadır ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usandıracak. Demek Kur’an, hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir belig, müşrikler tarafından, Kur’anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: Şu kelâmın öyle bir halâveti ve taraveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte Kur’an-ı Hakîm’in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.

Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir âyetteki huruf-u hecaiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selaset ve fesahat-i lafziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’cazı göstereceğiz. İşte:

ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشَى طَائِفَةً مِنْكُمْ ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u heca mevcuddur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksam-ı huruf beraber olduğu halde selasetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasib, mütesanid bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’caza dikkat et ki, huruf-u hecadan “ya” ile “elif” en hafif ve birbirine kalbolduğu için iki kardeş gibi her birisi yirmibir kerre tekrarı var. “Mim” ile “nun”

______

{(Haşiye-1): Tenvin dahi nundur.} birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için her birisi otuzüçer defa zikredilmiştir. ص س ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç defa, ع غ kardeş oldukları halde ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط ظ ذ ز mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, “lâm” ve “elif” ile beraber ikisi لا suretinde ittihad ettikleri ve “elif” لا suretinde hissesi “lâm”ın yarısıdır. Onun için “lâm” kırkiki defa, “elif” onun yarısı olarak yirmibir defa zikredilmiştir. “Hemze” “he” ile mahreççe kardeş oldukları için hemze

______

{(Haşiye-2): Hemze, melfuz ve gayr-ı melfuz yirmibeştir ve hemzenin sâkin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.}

______

onüç, “he” bir derece daha hafif olduğu için ondört defa, ق ف ك kardeş oldukları için ق ‘ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz. ب dokuz, ت oniki, “ta”nın derecesi üç olduğu için oniki defa zikredilmiştir. ر “lâm”ın kardeşidir. Fakat ebced hesabıyla ر ikiyüz, “lâm” otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telaffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ ح ث ض Sıkletleri ve bazı cihat-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. “Vav” “he”den ve “hemze”den daha hafif ve “ya”dan ve “elif”den daha sakil olduğu için onyedi defa, sakil hemzeden dört derece yukarı, hafif eliften dört derece aşağı zikredilmiştir.

İşte şu hurufun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazm ve insicam ile iki kerre iki dört eder derecede gösterir ki; beşer fikrinin haddi değil ki, şunu yapabilsin. Tesadüf ise muhaldir ki, ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acib ve nizam-ı garib, selaset ve fesahat-ı lafziyeye medar olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, manalarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envârlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse “Mâşâallah”, akıl anlasa “Bârekâllah” diyecek.

 Beşinci Nokta:

Beyanındaki beraattir. Yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir.

Nasılki nazmında cezalet, lafzında fesahat, manasında belâgat, üslûbunda bedaat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irşad, ifham ve ifham (إفحام و إفهام) gibi bütün aksam-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyanat-ı Kur’aniye en yüksek mertebededir.

Meselâ: Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misallerinden, meselâ Sure-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de beyanatı, {(Haşiye-1): Şu üslûb-u beyan, o surenin mealinin libasını giymiş.} âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selasetle akar, cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.

Makam-ı terhib ve tehdidde pek çok misallerinden meselâ: هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ suresinin başında beyanat-ı Kur’aniye ehl-i dalaletin sımahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran cehennem gibi, midesinde acı, dikenli dari’ gibi tesir eder. Evet bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.

Makam-ı medhin binler misallerinden, başında “Elhamdülillah” olan beş surede beyanat-ı Kur’aniye Güneş gibi parlak

______

{(Haşiye-2): Şu tabiratta o surelerdeki bahislere işaret var.}

______

yıldız gibi zînetli, semavat ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.

Makam-ı zemm ve zecirde binler misallerinden meselâ: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde zemmi altı derece zemmeder. Gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.

İşte birinci hemze ile der: Âyâ sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?

İkincisi: يُحِبُّ lafzı ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?

Demek zemm ve gıybet, aklen (1), kalben (2) ve insaniyeten (4) ve vicdanen ve fıtraten (6) ve asabiyeten (3) ve milliyeten (5) mezmumdur. İşte bak! Nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle i’cazkârane altı derece o cürümden zecreder.

Makam-ı isbatta binler misallerinden meselâ:

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

de

  1. Haşri isbat
  2. Ve istib’adı izale için

Öyle bir tarzda beyan eder ki, fevkınde isbat olamaz. Şöyle ki: Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatında, Yirmiikinci Söz’ün Altıncı Lem’asında isbat ve izah edildiği gibi;

(Önce istib’adı izale edip sonra haşir isbat edilecek)

  • (Aklen uzak gördüğümüz haşir mes’elesinin bahar mevsimindeki nümuneleri gösterilerek akla yaklaştırılıp istib’adı izale edilecek. Şöyle ki:) Her bahar mevsiminde ihya-yı arz keyfiyetinde üçyüzbin tarzda haşrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki; bunları böyle yapan zâta, haşir ve kıyamet ağır olamaz, der.
  • (Âyetteki Keyfe cümlesinin işaret ettiği bahar mevsiminde beş çeşit hakikatın ortaya çıkışındaki keyfiyete bakacağız. Bahar mevsiminde görünen beş hakikat; nihayetsiz bir Kudret, nihayetsiz bir İlim, her şeyi ihata eden bir İrade, Beşerin nazarını saadet-i ebediyyeye çevren bir Vaad ve insana kıymet ve ehemmiyet verilmesidir.) Hem zeminin sahifesinde yüzbinler enva’ı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatasız, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad’in sikkesi olduğundan, şu âyetle Güneş gibi vahdaniyeti isbat etmekle beraber, Güneş’in tulû’ ve gurubu gibi kolay ve kat’î, kıyamet ve haşri gösterir. İşte كَيْفَ lafzındaki keyfiyet noktasında şu hakikatı gösterdiği gibi, çok surelerde tafsil ile zikreder. İhya edilmesi için ilim, irade, kudret, vaad edilmesi ve insana ehemmiyet verilmesi gerekmektedir.

(Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatında, isbat ve izah edildiği gibi;

  • İlim: Acaba mu’ciznüma bir kâtib bulunsa; hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: “Şu kâtib kendi te’lif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden bir dakika zarfında hâfızasından yazacak.” Sen diyebilir misin ki, “Yapamaz ve inanmam.”
  • Kudret ve insana kıymet verilmesi: Veyahut bir sultan-ı mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde sonra görsen ki; büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zâtın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: “O zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz (ehemmiyet vermez) veya kaldıramaz.” (gücü yetmez)
  • İrade (boru sesi iradeye işarettir.): Veyahut bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O zât bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam!” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın… Sözler 81)

Meselâ: Sure-i ق وَ الْقُرْآنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyanla haşri isbat eder ki, baharın gelmesi gibi kat’î bir surette kanaat verir. İşte bak: Kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek “Bu acibdir, olamaz” demelerine cevaben

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilh…

كَذلِكَ الْخُرُوجُ ya kadar ferman ediyor. Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızk oluyor.

Hem makam-ı isbatın en latif misallerinden: يس وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ der. Yani, “Hikmetli Kur’ana kasem ederim, sen Resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı ta’zim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: “Sen resulsün. Çünki senin elinde Kur’an var. Kur’an ise, haktır ve Hakk’ın kelâmıdır. Çünki içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’caz var.”

Hem makam-ı isbatın îcazlı ve i’cazlı misallerinden şu:

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

Yani; insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek.” Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatının üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese: “Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizamı altına getirebilir.” Sen ey insan, desen; “İnanmam.” Ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misal bütün hayvanat ve sair zîhayatın tabur-misal cesedlerini kemal-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letaifini “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüzbinler ordu-misal zevilhayat enva’larını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile Sur-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.

Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece munis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu:

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ilh…

Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’nda üçüncü âyet mebhasinde isbat ve izah edildiği gibi, Benî-İsrail’e der: “Musa Aleyhisselâm’ın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, oniki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Musa Aleyhisselâm’ın bütün mu’cizatına karşı lâkayd kalıp; gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O sözde şu mana-yı irşadî izah edildiği için oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.

Makam-ı ifham ve ilzamda binler misallerinden yalnız şu iki misale bak:

Birinci misal:

 وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ 

Yani: “Eğer, bir şübheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız. Birtek suresine bir nazire yapınız.” “İşarat-ül İ’caz”da izah ve isbat edildiği için burada yalnız icmaline işaret ederiz. Şöyle ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan diyor: “Ey ins ve cin! Eğer Kur’an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şübheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi işte meydan, geliniz!

1- Siz dahi ona Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmiden bu Kur’an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız.

2- Bunu yapamazsanız, haydi ümmi olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun.

3- Bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün büleganız, hutebanız, belki bütün geçmiş beliglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ana bir nazire yapınız.

4- Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan hakaik-i Kur’aniyeden ve manevî çok mu’cizatından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazire olarak bir eser yapınız.”

5- فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ  ilzamıyla der: “Haydi sizden mananın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.

6- Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi bütün Kur’an kadar olmasın, yalnız بِعَشْرِ سُوَرٍ on suresine nazire getiriniz.

7- Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek suresine nazire getiriniz.

8- Bu da çoktur. Haydi, kısa bir suresine bir nazire ibraz ediniz. Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız.

Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde; çünki haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَ الْحِجَارَةُ  işaretiyle Cehennem’de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.

Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’an dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehennem’e gidiniz!” İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْآنِ بَيَانٌ Evet beyan-ı Kur’andan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.

İkinci Misal:

فَذَكِّرْ فَمَا اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ ٭ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ ٭ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ ٭ اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ ٭ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ ٭ فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ ٭ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ ٭ اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ ٭ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَائِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ ٭ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ ٭ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ ٭ اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ ٭ اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ ٭ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ ٭ اَمْ لَهُمْ اِلهٌ غَيْرُ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ

İşte şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyan-ı ifhamîye misal için bir hakikatını beyan ederiz. Şöyle ki: اَمْاَمْ lafzıyla onbeş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalaletin bütün aksamını susturur ve şübehatın bütün menşe’lerini kapatır. Ehl-i dalalet için içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalalet bırakmıyor, yırtıyor. Yılanlarından hiçbir yılanı bırakmıyor, başını eziyor.

Herbir fıkrada bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini

  • Ya bir kısa tabir ile ibtal eder,
  • Ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedahete havale eder
  • Veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder.

Meselâ: Birinci fıkra وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ âyetine işaret eder. Onbeşinci fıkra ise لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetine remzeder. Daha sair fıkraları buna kıyas et.

Şöyle ki: Başta diyor: “Ahkâm-ı İlahiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri, karışık ve tahminîdir. Seninki, hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın, düşmanın dahi senin kemal-i aklına şehadet eder.

Birinci fıkra اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ Âyâ, acaba muhakemesiz âmi kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen, de: “Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.” Senin parlak büyük hakikatlerin, şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.

İkinci fıkra  اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا Yahut; acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “aklımız bize yeter” deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. (Aklın bir şeyi anlaması için iki yol vardır. O şeyi ya misli ile kıyas edecek ya da zıddı ile düşünecek. Halbuki tevhidin ne misli var ne zıddı. Öyle ise bunu Kuran ders verecek. Akıl ancak Kuran ile o şeyi anlayabilir.)

Üçüncü fıkra  اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Yahut: İnkârlarına sebeb, tâgi zalimler gibi, Hakk’a serfüru etmemeleri midir? Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların, Nemrudların akibetleri malûmdur.

Dördüncü fıkra اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut: Yalancı, vicdansız münafıklar gibi “Kur’an senin sözlerindir” diye seni ittiham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kur’anın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazirini bulsunlar.

Beşinci fıkra  اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ Veyahut: Kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felasife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evamir-i İlahiyeye müsahharlardır.

Altıncı fıkra  اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ Veyahut: Firavunlaşmış maddiyyun gibi, “Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar” mı tahayyül ediyorlar ki, imandan, ubudiyetten istinkâf ederler? Demek kendilerini birer Hâlık zannederler. Halbuki birtek şeyin Hâlıkı, herbir şeyin Hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlub bir âciz-i mutlakı, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemadattan daha aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi, bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.

Yedinci fıkra  اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ Veyahut: Hâlıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah’ı inkâr mı ediyorlar ki, Kur’anı dinlemiyorlar? Öyle ise, semavat ve arzın vücudlarını inkâr etsinler veyahut “Biz halkettik” desinler. Bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp, divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünki semada yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berahin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa “Bir harf kâtibsiz olmaz” bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitab yazılan şu kâinat kitabını, kâtibsiz zannediyorlar.

Sekizinci fıkra اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَائِنُ رَبِّكَ Veyahut: Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükema-yı dâlle gibi ve Berahime gibi asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana iman getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayatı ve intizamatı ve semeratı ve âsâr-ı rahmet ve inayatı ve bütün enbiyanın bütün mu’cizatlarını inkâr etsinler veya “Mahlukata verilen ihsanatın hazineleri yanımızda ve elimizdedir” desinler. Kabil-i hitab olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma. Allah’ın akılsız hayvanları çoktur, de.

Dokuzuncu fıkra  اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ Veyahut: Aklı hâkim yapan mütehakkim Mu’tezile gibi kendilerini Hâlıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelal’i mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma.

Onuncu fıkra  اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ Veyahut: Cin ve şeytana uyup kehanetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semavata, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semavî haberlerini tekzib ederler. Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.

Onbirinci fıkra اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ Veyahut: Ukûl-ü aşere ve erbab-ül enva’ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felasife gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakk’a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samed’in vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-i mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi’ olmuyorlar?

İnsan gibi mümkin, fâni, beka-i nev’ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak mahluklar için vasıta-i tekessür ve teavün ve rabıta-i hayat ve beka olan tenasül,

elbette ve elbette

vücudu vâcib ve daim,

bekası ezelî ve ebedî,

zâtı cismaniyetten mücerred ve muallâ ve

mahiyeti tecezzi ve tekessürden münezzeh ve müberra ve

kudreti aczden mukaddes ve bîhemta olan Zât-ı Zülcelal’e evlâd isnad etmek,

hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağruranesine yakıştıramadıkları bir nevi evlâd yani hadsiz kızları isnad etmek;

öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divanenin hezeyanına kulak verilmez.

Onikinci fıkra اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ Veyahut: Hırsa, hıssete alışmış tâgi, bâgî dünyaperestler gibi senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah’tan istiyorsun ve onlara Cenab-ı Hak tarafından verilen maldan

hem bereket,

hem fakirlerin hased ve beddualarından kurtulmak için,

ya on’dan veya kırk’tan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekatı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır. Cevab vermek değil…

Onüçüncü fıkra اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-aşinalık dava eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitabları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zîr ü zeber edecek.

Ondördüncü fıkra  اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ Veyahut: Fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sahir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünki onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri muvakkattır ve istidracdır, bir mekr-i İlahîdir.

Onbeşinci fıkra اَمْ لَهُمْ اِلهٌ غَيْرُ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ

Veyahut: Hâlık-ı hayr ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilah tevehhüm eden Mecusiler gibi ve ayrı ayrı esbaba bir nevi uluhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi başka ilahlara dayanıp sana muaraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar?

Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilaf-ı akıl ve hikmet ve münafî-i his ve bedahet hareket ediyorlar. Onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.”

İşte silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanîsini icmalen beyan ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu âyetler tek başıyla bir mu’cizedir” sen dahi diyecektin.

Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kur’aniye o kadar hârikadır, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikatı onun beyanından kolayca tefehhüm eder.

Evet, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette basitane ve zahirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir. Öyle de: تَنَزُّلاَتٌ اِلهِيَّةٌ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, mütekellim üslûbunda muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kur’aniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gamıza-i İlahiye ve esrar-ı Rabbaniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilât ile en ümmi bir âmiye ifham eder.

Meselâ: اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى bir temsil ile

1- rububiyet-i İlahiyeyi saltanat misalinde ve

2- âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir Sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.

Evet Kur’an,

1- bu kâinat Hâlık-ı Zülcelalinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i a’zamından çıkarak,

2- umum mertebeler üstüne gelerek,

3- o mertebelere çıkanları irşad ederek,

4- yetmişbin perdelerden geçerek,

5- o perdelere bakıp tenvir ederek,

6- fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek

kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle manalarını ortaya saçmış olduğu halde kemal-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi’ etmeyerek gayet taravette, nihayet letafette kalarak gayet sühuletli bir tarzda, sehl-i mümteni’ bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi; aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna’ eden, işba’ eden bir kitab-ı mu’ciznümanın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem’a-i i’caz görülebilir.

Elhasıl: Nasıl “Elhamdülillah” gibi bir lafz-ı Kur’anî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lafz, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de: Kur’anın manaları, dağ gibi akılları işba’ ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’an, bütün ins ü cinnin bütün tabakalarını imana davet eder.

Hem umumuna imanın ulûmunu talim eder, isbat eder. Öyle ise, avamın en ümmisi havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’anîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur’an-ı Kerim, öyle bir maide-i Semaviyedir ki; binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar. Arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbalde geleceklere bırakılmıştır. Şu makama misal istersen, bütün Kur’an baştan nihayete kadar bu makamın misalleridir.

Evet bütün

müçtehidîn ve sıddıkîn ve

hükema-i İslâmiye ve muhakkikîn ve

ülema-i usûl-ül fıkıh ve mütekellimîn ve

evliya-i ârifîn ve aktab-ı âşıkîn ve

müdakkikîn-i ülema ve avam-ı müslimîn

gibi Kur’anın tilmizleri ve dersini dinleyenleri, müttefikan diyorlar ki: “Dersimizi güzelce anlıyoruz.” Elhasıl, sair makamlar gibi ifham ve talim makamında dahi Kur’anın lemaat-ı i’cazı parlıyor.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir