Zeyl
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
[Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]
Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır.
(Risale-i Nur Kur’andan nasıl alınmıştır. Kur’anın hülasası olan Bismillahirrahmanirrahim’in Be harfinde insanın acz ve fakrına karşı istiane manası olduğu gibi eteyemmenu yani bereket manası dahi vardır. Mesleğimizin iki esası olan acz ve fakr bu hakikattan çıkartılmıştır. Diğer iki esas ise Dördüncü Mektubda geçen İsm-i Rahîm ve İsm-i Hakîm’e mazhariyet ile hizmet tarzımızın esası olan şefkat ve tefekkürdür. Ayrıca Dördüncü Lem’a ve Sekizinci Mektubdan Sünneti Seniyyenin esası olan şefkat dersi alınmıştır. Tefekkür ise Hakîm ismine mazhariyetle öğrenilen hakikatı zenginleştirmek içindir. Zenginleştirmesi ise tefekkür ile hakikatı daha iyi anlamaya vesile oluyor.)
Üstadımıza Hizmet-i Kur’ana istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, İsm-i Rahîm ve İsm-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşâallah o Sözler, وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا sırrına mazhardırlar. Mektubat 19)
(Üstadımız diyor ki; ben الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır. Mektubat 30)
(بِسْمِ اللّٰهِ : Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir; başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. بِسْمِ اللّٰهِ öyle müstakil bir nurdur ki, bu nur hiçbir şeye bağlı değildir. Hattâ bu nurun “câr ve mecrur”u bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak ب harfinden müstefad olan اَسْتَعِينُ veya örfen malûm olan اَتَيَمَّنُ veyahut mukadder olan قُلْ ün istilzam ettiği اِقْرَاْ fiillerinden birine mütealliktir. İşarat-ül İ’caz 14)
Fakat tarîkatların bazısı, bazısından
- Daha kısa, (Dört hatve olduğu için daha kısadır. Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye gider. Mektubat – 460)
- Daha selâmetli, (Vedud ismi ile giden meslekler de olduğu gibi nazlanma veya gururlanma olmadığından daha selametlidir. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Mektubat – 460)
- Daha umumiyetli oluyor. (Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i’dama mahkûm zannedip “Lâ mevcude illâ Hu” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip “Lâ meşhude illâ Hu” demeye mecbur olmuyor. Belki i’damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır. Elhasıl: Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır. Mektubat – 460)
O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur’andan istifade ettiğim “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarîkidir. Evet
- Acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.
- Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder.
- Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha genişbir tarîktir ki, Rahîm ismine îsal eder.
- Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder.
Şu tarîk, hafî tarîkler misillü “Letaif-i Aşere” gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki “Dört Hatve”den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir.
Yoksa onları yapmak (Yani ben acizim deyip tembelliğe kaçmak değildir. Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma. Sözler – 710)
Veya halka göstermek demek değildir.
(Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil, belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem ünvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz, hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Barla Lahikası 25)
(Evet İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz u fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyid-ül Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var. Barla Lahikası 29)
(Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir. Sözler 32)
Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir. Ve bilhâssa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.
Birinci hatveye فَلاَ تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ediyor.
İkinci hatveye وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti işaret ediyor.
Üçüncü hatveye مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti işaret ediyor.
Dördüncü hatveye كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti işaret ediyor.
Şu dört hatvenin kısa bir izahı şudur ki:
Birinci Hatvede:
(Tezkiye-i nefs eden kişi aczini anlar. Zira مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsinin sırrıyla tezkiye-i nefs eden kişi Mabud-u Hakikiyi tanır. Aczini ilan ederek ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.)
فَلاَ تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefs etmemek.
(Öncelikle insanın fıtratını izah edecek sonra tezkiye yollarını gösterecek)
Zira insan, (Yani altta gelen zararlara giren kişi nefsini tezkiye etmiştir. Zıddıyet itibariyle bakıldığında altta gelen zararlara girmeyen kişi nefsini tezkiye etmemiş olur.)
- Cibilliyeti ve fıtratıhasebiyle nefsini sever.
- Belki, evvelâve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşey’i nefsine feda eder.
- Mabud’a lâyık bir tarzda nefsini medheder. (Kendisinin bazı kemal sıfatları olsa dahi Cenab-ı Hakka nisbet etmekle aciz olduğundan kendini medih değil Allah’ı medh etmekle nefsini tezkiye etmemiş oluyor.)
- Mabud’a lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. (Kendi kusurunu gören nefsini tezkiye etmemiş oluyor.)
- Elden geldiği kadar kusurlarıkendine lâyık görmez ve kabul etmez. (Başkasının kusurunu gören nefsini tezkiye etmemiş oluyor.)
- Nefsine perestişeder tarzında şiddetle müdafaa eder. (Başkalarından gelen haklı tenkidleri)
- Hattâfıtratında tevdi’ edilen ve Mabud-u Hakikî’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ sırrına mazhar olur.
- Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğ
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
(Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla (nefsini temizlemeyen kişi)
(Zıddıyla düşünecek olursak altta gelen zararlardan kendi kurtaran kişi nefsini tezkiye etmiştir. Felaha erecektir.)
- Kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez.
- Eğer zahirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever.
- Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır
- Ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.
- Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder
Ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ âyetinin bir tokadını yer. Lemalar – 275)
İkinci Hatvede:
(Zeval ve fenadan kendini kurtarmak için elinde hiç bir şey olmayan fakir insan kendini unutmak yerinde mevti düşünüp hizmet ederek fani ömrünü o ömrü veren Zatın yolunda feda etmekle ebedi bir ömrü kazanır.)
وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu halin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.
(Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.
İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil, memluktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer. Mektubat – 400)
Üçüncü Hatvede:
(Cenab-ı Hakkın biz kullarına Şefkat etmesiyle bize verdiği nimetleri ondan bilerek şükretmektir. Bu şefkatin tecelliyatını gören insan o şefkate ayinedarlık edip mahlûkata şefkat edecektir.)
مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi; nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.
(Üçüncü Hatve: Kendi nefsinde, torbasında, kusur, naks, acz, fakr’dan maada bir şeyi bırakmamalıdır. Bütün mehasin, iyilikler, Fâtır-ı Hakîm tarafından in’am edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahrı istilzam etmediklerini itikad ve telakki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi; kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir. Mesnevi-i Nuriye 208)
Dördüncü Hatvede:
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ dersini verdiği gibi: (Âyetin manayı münafisi ile bakıldığında kendini helak olmayacak zanneden nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. Eğer Bak-i Zülcelale bakmayan herşeyin helak olacağını tefekkür etse helaketten kurtulacaktır.) Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcud bilir. (Hürriyeti ikiye ayırdığımız da birincisi vicdan, ruh ve kalbin hürriyeti ikincisi nefsin hürriyetidir. Şöyle ki; İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa hareketini kırar. Sözler – 471)
Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: (كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ Âyetinin ifade ettiği hakikat şöyledir:)
- Herşey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur.
- Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.
Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani
- Kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-ıadem iç Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur.
- Fakat enaniyeti bırakıp, bizzât nefsi hiçolduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanı Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, herşeyi bulur.
(O Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulmak için de tefekkür etmesi gerekmektedir.
Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat’iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu (o zamanın içine aldığı eşya), o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, “Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir” demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. (Başka yerlerde de cismani hayat, hayvani hayat, nefsani hayat, dünyevi hayat denilmektedir.)
Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; (Yani Cenab-ı Hak hesabına eşyaya ve hadisata bakmakla kalb ve ruhun derece-i hayatına çık, bak) ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur. Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.” Sözler – 473
(Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder; gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, Güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.
Öyle de: Kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun.
Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünki şu vücud, sende vedia ve emanettir. Sözler – 213)
Hâtime
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur’anın hikmetine dair olan yirmialtı aded Sözler’de geçmiştir. (Dördüncü Fıkra: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Sözler – 473)
(Risale-i Nur bir cihette hakikat ilmini, bir cihette şeriatın hakikatını, bir cihette Kur’anın hikmetini ders veriyordur.)
Yalnız şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir.
(Dört hatveden biri misal olarak veriliyor diğerlerini de biz kıyas edebiliriz.
- Acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkiyle mahbubiyete kadar gider.
- Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder.
- Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha genişbir tarîktir ki, Rahîm ismine îsal eder.
- Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder.)
Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye gider. (Aczin elini nefisten çekmesi aciz olan insanın nefsine güvenmekten vazgeçip Kadîr-i Zülcelal’in kudretine dayanmasıdır.)
(Evet nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Şualar – 615)
Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.
Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i’dama mahkûm zannedip “Lâ mevcude illâ Hu” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip “Lâ meşhude illâ Hu” demeye mecbur olmuyor.
(Veyahut ilm-i kelam gibi devir ve teselsülü, oniki bürhan yani arşî ve süllemî gibi namlar ile müsemma meşhur oniki delil-i kat’î ile devri ibtal edip teselsülü muhal gösterip Silsile-i esbabı kesip, Vâcib-ül Vücud’un vücudunu isbat etmeye mecbur olmuyor.)
Belki i’damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.
(Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’dî-i Şirazî’nin dediği gibi:
دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar. Mektubat – 330)
Elhasıl: Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır.
* * *