Yirmialtıncı Söz

Yirmialtıncı Söz

(Yirmialtıncı Söz’ün sibak ve siyak itibariyle diğer Sözlerle münasebeti: Yirmiikinci Söz’de Tevhid, Yirmiüçüncü Söz’de Tevhidin neticesi, Yirmidördüncü Söz’de Tevhidi ders veren Nübüvvetin tahkiki, Yirmibeşinci Söz’de Nübüvvetin dersleriyle Kur’anın mu’cizeliğini görüp istifade etmenin usulleri gösterildi.

Yirmialtıncı Söz’de ise Tevhidi bütün mertebeleri ile anlamanın nihayet hududu olan Kader ile cüz’-i ihtiyarî, mes’elesi dört mebhas içinde ders verildi.

Birinci Mebhasda; Kader ve cüzi ihtiyari mes’elesi neden erkan-ı imaniyeye girmiş? Kader ve cüzi ihtiyarinin doğru ve yanlış kullanımı nasıl oluyor? İnsan seyyiatından nasıl mesuldür? suallerine cevab veriliyor.

İkinci Mebhasda; Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?” sualine cevab veriliyor.

Üçüncü Mebhasda; Kaderin tahkiki yapılıyor.

Dördüncü Mebhasda: Kaderden gelen herşeyin güzel olduğunun tahkiki yapılıyor.

Hatimesinde ise

Tevhid-i hakikiyi anlayıp herşeyin Cenab-ı Hakkın takdiriyle olduğunu bilmenin beş fıkra içinde neticeleri gösteriliyor.

Zeylinde ise Kaderi ne kadar anladığımızın bir göstergesi olan hayatımızda mütemadiyen tatbik etmemiz gereken dört hatve ders veriliyor.

Zeylin Hâtimesinde ise bu hatvelerin diğer tarîklere göre daha kısa, selametli ve umumi olduğunun mukayesesi yapılıyor. Yirmiyedinci Söz’de ise buraya kadar anlatılan bütün hakikatları anlayan Ulul emir ve sahabeler gibi içtihad yapamamamızın bu zamandaki altı manisi izah ediliyor. Zeylinde ise Sahabeyi sahabe yapan hususiyetler ders veriliyor.)

Kader Risalesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ٭ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ

[Kader ile cüz’-i ihtiyarî, iki mes’ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmağa çalışacağız.]

BİRİNCİ MEBHAS:

(Kader ve cüzi ihtiyari mes’elesi neden erkan-ı imaniyeye girmiş?

Elcevab: Kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak için erkan-ı imaniyeye girmiş.

Kader ve cüzi ihtiyarinin doğru ve yanlış kullanımı nasıl oluyor?

Elcevab: İnsan seyyiatından nasıl mesuldür ? suallerine cevab veriliyor.)

Kader ve cüz’-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. (İslâmiyetin ve imanın esaslarını haliyle yaşantısında gösterip vicdanıyla da hükmeden insan kader ve cüz’-i ihtiyarîye ait mes’eleleri vicdanında yerleştirip haliyle yaşar.) Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “Cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”

Evet kader, cüz’-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyetin nihayet meratibinde.. kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmarenin işledikleri seyyiatının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehasinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz’-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz’-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes’eleler değildir.

Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.

(وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّٰهِ تَعَالَى)

Demek kader mes’elesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz’-i ihtiyarî, seyyiata merci’ olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.

(Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar. Mektubat 472)

(Cebriyenin maziye dair anladığı hakikatı istikbale teşmil etmekle hata ettiği gibi mutezile de istikbale dair anladığı hakikatı maziyede teşmil etmekle hata ediyor. Cebriyenin maziye dair istikametli nazarında misal olarak; Birisi birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da Kur’anın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musalaha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlahiyeye vasıta olmuş. Sözler – 152)

(Mutezilenin istikbale dair istikametli nazarında misal olarak; Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor. Lemalar – 217)

Evet Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual (Hasenatı isteyen Cenab-ı Hak) ve cevab (İcad eden kudret-i Rabbani), dâî (İktiza eden rahmet-i İlahiye) ve sebeb (Hayra vesile olan sebeb bazen musibet şeklinde de olacağından rıza göstermek gerekiyor.), ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile (Yani istidadındaki ihtiyar ile)). Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır. Demek sebebiyet (İnsan istidad ya da ihtiyarı ile seyiata sebeb olabilir.) ve sual (İnsan istidad ya da ihtiyarı ile seyiatı istiyebilir.) nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir.

Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et.

Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

((Birden hatıra gelen bir mes’eledir)

Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kader’de beyan edildiği gibi, iki sebeb var:

Biri: Zahiren esbaba bakan beşerdir.

Diğeri: Kader-i İlahîdir. Beşer zahirî esbaba bakar, bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader başka noktalara bakar, adalet eder. İşte bugünlerde elîm bir endişe ile Risale-i Nur dairesine temas eden üç mes’ele, adalet-i kaderiye noktasında manevî suale cevaben ihtar edildi.

Birinci Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkatı taşıyan vâlide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?

Gelen cevab şu: Vâlideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evlâdım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evlâdlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa, Kur’anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.

İkinci Sual: Risale-i Nur’la münasebetdar bazı zâtlara acıdım. “Neden pederinin malından hakkı iki sülüs iken, o haktan kısmen mahrumiyete kader-i İlahî neden müsaade etti?”

Gelen cevab: Şu asırda öyle acib bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve vâlidesinin şefkatlerine mukabil bilâ-kayd u şart kemal-i hürmet ve itaat lâzım iken; ekseriyetle o hakikî hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, onların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise; gerçi başka cihetlerde kusurları çok, fakat za’fiyetlerine binaen, himayetkâr ve şefkatkâr ellere ziyade muhtaç bulunduklarından hürmetlerini, peder ve vâlidelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden, beşerin zalim eliyle, kardeşlerinin kısmen haklarını muvakkaten onlara vermeye müsaade etti.

Üçüncü Sual: Bazı mütedeyyin zâtların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.

Gelen cevab: O mütedeyyin zâtlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebâkisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı. Kastamonu Lahikası 265)

(Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu kaza-i İlahînin adalet-i kaderiye noktasında, yeni talebelerden bir kısım zâtların sırr-ı ihlasa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaat-perest rakibleri karşısında bulup, yirmibeş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir-iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen “Beşinci Şua” benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harfler ile “Miftah-ül İman Mecmuası” yerine “Âyet-ül Kübra” muvafakatım olmadan tab’olması ve nüshaları gelmesi hükûmete aksetmiş, iki mes’ele birbiriyle karıştırılmış. Güya “Kanun-u Medeniye”ye karşı o “Beşinci Şua” tab’edilmiş diye ehl-i garaz, bir habbeyi yüz kubbe yaparak gadren bizleri şu çilehaneye soktu. Fakat kader-i İlahî ise, menfaatimiz için buraya sevketti. Ve eski zamanlarda ihtiyarî çilehanelerin sevab noktasında çok fevkinde sevabdar etmek sırrıyla, bizi ihlas dersini tam almak ve hakikaten kıymetsiz olan dünya umûruna karşı alâkalarımızı ta’dil etmek için yine Medrese-i Yusufiye’ye çağırdı.

Ehl-i dünya evhamına karşı deriz:

“Yedinci Şua” baştan aşağıya kadar imandır, aldanmışsınız; ve gayet mahrem tutulan ve şiddetli taharrilerde bizde bulunmayan ve aslı yirmi sene evvel yazılan “Beşinci Şua” bütün bütün ayrıdır. Biz, bunun değil tab’ına, belki bu zamanda hiç kimseye göstermesine razı olmamakla beraber, orada doğru çıkmış bir ihbar-ı gaybîdir, mübareze etmiyor. Şualar 295 – 296 )

(Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır. Emirdağ Lahikası-2 80 )

Eğer denilse: “Madem cüz’-i ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın elinde birşey bulunmuyor.

1- Nasıl oluyor ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da, Hâlık-ı Semavat ve Arz’a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş. Hâlık-ı Arz ve Semavat, ondan azîm şikayetler ediyor.

2- O âsi insana karşı abd-i mü’mine yardım için kendini ve melaikesini tahşid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor.”

Elcevab:

1- Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasılki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa’yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev’inden olduğu için, cüz’-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netaice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat,

  • bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir
  • ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib
  • ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan,

bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir. (Kâfirin cinayetinin büyüklüğüne binaen tehdit etmek ayn-ı hikmet olduğu gibi ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir. )

2- Madem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i iman, onlara karşı Cenab-ı Hakk’ın inayet-i azîmine muhtaçtır. Çünki on kuvvetli adam (On kuvvetli adam amel-i salihi ve iman derslerini veren hakikattan gelen kuvvetle konuşan ehl-i imana işarettir.), bir evin (ev; amel ve itikada işarettir.) muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun (Ehl-i dalalet çocuğa teşbih edilmiş. Haylaz olması ehl-i imanı aldatmak için fırsat beklediğine işaret ediyor.) o haneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü’minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk’ın çok inayatına muhtaçtırlar.

(Evet bazan serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmağa çalışması yüzünden, yüzer adamın (yüzer adam yüz esmayla Cenab-ı Hakkı tanımaktan gelen iman mertebesine bakıyor.) yapması gibi; yüzer adamın muhafazası ile ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünki onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın ve esbabın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harab olması birtek şartın ademiyle vaki’ ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevî yangınlar yaparlar. Evet bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mâyesi ve esasları ademdir, tahribdir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. (Sureten vücudî olması eşyanın icadını sebebe verdiklerinden ve amelî olan seyyiyenin vücuda gelmesi için cüz’i iradenin tercihinden sonra küllî iradenin halk ettiği görülüyor.)
Şualar 258)

(Bu elhasıl cümlesi buraya kadar okunan Birinci Mebhas’ın hülasasıdır.)

Elhasıl: Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünki madem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak’tan bilir, o vakit cüz’-i ihtiyarîye istinad ederek mes’uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır.

Hem kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder.

Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz’-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk’a verilecek olan cüz’-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd (Kaderin erkanı imaniyeye girmesinin hikmeti insanı gururdan kurtarmaktır. Ehl-i gafletin cüz’i ihtiyariden bahsetmesi kendinde bir kemalat var olduğunu tevehhüm etmesinden ileri gelmektedir.) ve mes’uliyetten kurtulmak (Ehl-i gafletin kaderden bahsetmesi ise mes’uliyeti kadere vermek içindir.) için bir desise-i nefsiyedir.

İKİNCİ MEBHAS:

Ehl-i ilme mahsus

______

{(Haşiye): Bu ikinci mebhas, en derin ve en müşkil bir sırr-ı kader mes’elesidir. Bütün ülema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mes’ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.},

______

ince bir tedkik-i ilmîdir.

(Bu alttaki cümle Risale-i Kader’in ehemmiyetini ve ülema-i muhakkikînin arasındaki münazarayı tam hallettiğine dairdir. Sırr-ı Kader ve cüz’-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir? Mektubat 372)

Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?”

Elcevab: Yedi vecihle…

Birincisi:

(Cüz’i ihtiyarinin varlığına afaktan getirilen delildir.) Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz’-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz’-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delalet etmez. (İşarat-ül İ’caz Mühürlenen Kalblerin yedincisinde geçtiği gibi kâinatın şehadeti ile Allah, hikmet ve rahmet sahibidir.

Onuncu Söz’deki Hikmetin delilleri; Her şeyde maslahat ve faidelere riayet edilmesi, hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması, hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması, hem de dua edilmesi ve edilen dualara cevap verilmesidir. Cenab-ı Hakk Peygamberler göndererek insana teklifte bulunması hikmeten insanın tercih yapabilecek bir ihtiyarının bulunmasını iktiza ediyor.  Hem insanın yaptığı amelinin sevab ve ikabı gerektirmesi hikmeten cüz’i ihtiyariyle tercih yapılabilmesini iktiza ediyor.

Onuncu Söz’deki Adaletin delilleri; Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud verilmesi, hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkının verilmesi, hem de en küçük bir mahlukun, en küçük bir hacetinin imdadına her şeyi koşturmasıdır.  Madem her şeyde adaletin delilleri görünüyor. Eğer insanın cüz’i ihtiyarisi olmazsa insanın cehennemde ikaba uğraması adaletsizlik olduğu gibi kazanmadığı sevabla cennete girmesi de adaletsizlik olur.)

“Allah hakîmdir, öyle ise sevab ve ikab abes değildir;” (Kur’an-ı Kerim baştan sona kadar sevab ve günahtan haber veriyor. Eğer cüz’-i ihtiyarî yok denilse en büyük abesiyet olur. Zira Cenab-ı Hakk, hikmet ve adaletini, mahiyete münasib ruh, ruha münasib cesed vererek ve eşyanın mahiyetini ortaya çıkaracak zaman ve mekanda insanı âlem-i şehadate göndermesiyle gösteriyor.)

İkincisi:

(Cüz’i ihtiyarinin varlığına enfüsten getirilen delildir.) Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var; vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.

(Madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi, herşeyi ihata ediyor.. ve madem ilminde herşeyin mikdarı taayyün ediyor.. ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz sühuletle, nihayetsiz san’atlı masnular vücuda geliyor.. ve madem o Kadîr-i Alîm’in bir kibrit çakar gibi emr-i Kün Feyekûn ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile, çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektub ve Yirmiüçüncü Lem’anın âhirinde isbat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen hârikulâde sühulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.
Meselâ nasılki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse; o koca kitab, birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası bir mikdar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak emr-i Kün Feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve sühuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur. Lem’alar 240 

Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. Lem’alar 322

(Cüz’i ihtiyarinin varlığına üçüncü bir delil de mahlukat içinde cüz’i ihtiyarisine itimad ederek yapılan filler ve san’atların cüz’i ihtiyarisinin müdahale ettiği nisbette noksan olmasıdır. Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemal-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemal; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.

Cây-ı dikkattir ki: Cüz’î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san’atı bir petek hüceyrat şehri; bir nar ve (cilnar) gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki cazibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz’-i lâ-yetecezzadaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır. Hutbe-i Şamiye 136 )

Üçüncüsü:

Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor. (Cenâb-ı Hakk’ın ilminde hariçte cüz’i ihtiyariye dair meyiller var ki ilim onu biliyor. İlmin biliyor olması cüz’i ihtiyariyi teyid ediyor. Tıb ilminin hariçte insanın varlığını bilip insanın anatomisine dair tıb fenninin ortaya çıkması gibi)

Dördüncüsü:

Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. (Bu Dördüncüsünde Cebriye’nin hatalı anlayışı tashih ediliyor. Şöyle ki, Cebriye der: malûm ilme tabidir. Yani Cenab-ı Hak kaderde böyle yazdığı için ben böyle yaptım der hata eder. Hem ikinci bir hatası da ezeli mazi silsilesinin bir ucu olarak düşünmeleridir. Zira ezel mazi silsilesinin bir ucu olsaydı eşyanın bir tertiple vücuda gelmesi mutlaka cebri getirirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın ilmi mazi, hal ve istikbale aynı anda baktığı için eşyanın tertiple girmesi olamaz dolayısıyla cebirde olamaz.

İşarat-ül İ’caz Mühürlenen Kalblerin yedincisinde geçtiği gibi “Malûm, ilme tâbi değildir; çünki devir lâzım gelir.” Allah böyle yazdığı için ben böyle yaptım. değil Ben böyle istediğim için Allah öyle yazdı. Böyle devir suretinde malum’un ilme tâbi olduğu hakikatının anlaşılması muhaldir. Eğer malûm, ilme tabi olsa şu ortaya çıkar. Gün eşin hiç doğmadığını farzetsek sonra ben desem “Ben bildiğim için güneş doğacak.” Aynen öylede ben daha tercih yapmadan desem “Allah bildiği için ben Allahın bildiğini tercih edeceğim.” Sanki tercihimde hür değilmişim gibi bir mana çıkar ki buda muhaldir.)

Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. (Malûmu, cüz’i ihtiyari olarak düşündüğümüzde; cüz’i ihtiyari hariçte hiçbir şeyi vücuda çıkarmaz. Mesela ben güneşin doğmasını belli bir saatte istesem, güneş o saatte doğmaz.)

Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. (Yani cüz’i ihtiyari ile yapılan tercihler hariçte vücud bulması için Cenab-ı Hakk’ın kudret ve iradesinin taalluku lazımdır.)

Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. (Yani geçmişten bakıpta gelecekten haber vermiyor.)

Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. (Yani geçmişi, hazır zamanı ve geleceği birlikte görür. Ezelin hakikatı budur.)

Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, (Önce, Sonra) muvafık, muhalif denilmez. (Ama ezeli, mazi silsilesinin bir ucu olarak düşünürsek ilm-i ezelînin ünvanı olan kaderin belli bir tertible mukaddem, muahher, muvafık ve muhalif olarak kaderin yazıldığını kabul etmek gerekir.) İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.

Beşincisi:

Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz’-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?”

(Şu müsebbeb “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir.”

şu da sebeb “Cüz’-i ihtiyarıyla tüfek atan adam”

şu da sebebin olmaması “atmasaydı”)

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin?

Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen (Yani sebeb için tüfenki atmak zorundaydı diye bir kader yazılıyor, müsebbeb için ise ölmek zorundaydı diye bir kader yazıyor.)

Veyahut​ Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.

Öyle ise, biz ehl-i hak, (Ehl-i Sünnet ve Cemaat) deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” (Sebeble müsebbebe bir bakarız.)

Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” (Sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur eder.)

Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.” (Kaderi inkâr eder, sebebe hakiki tesir verir.)

Altıncısı:

______

{(Haşiye): Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattır. (Çünkü Ehl-i İtizal, Ehl-i Cebr, Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat gibi Ehl-i Kelâm’ın şu mes’elede yaptıkları muharebe-i ilmiyeleri müdakkik ehl-i nazarı dikkate davet eder.)}

______

(Birinci Hüküm) Cüz’-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. (Meyelan, meyletmek, istemek, arzu etmek, kesbetmek demektir. Emr-i itibari, Cenab-ı Hakkın ilminde bulunup irade ve kudretiyle haricte vücuda çıkarmadığı herşeyi kapsar. Emr-i itibari, Risale-i Nur’da muhtelif yerlerde emr-i nisbi, eşyanın ve ruhun mahiyeti, ilmî vücud ve ayine-i sabite gibi isimlerle geçmektedir. Konumuz itibariyle cüz’i ihtiyari, meyelan ve meyelandaki tassarrufunda hariçte bir vücudu olmadığı için emr-i itibaridir. İmam-ı Matüridî Hazretleri meyelanı abde vermiş.)

(İkinci Hüküm) Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. (İmam-ı Eş’arî ise meyelandaki tasarrufu abde vermiş.)

Öyle ise o meyelan, (Matüridîce)

O (meyelandaki) tasarruf, (Eş’ariyece)

bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.

(Üstad da diyor ki ismi ne olursa olsun ister cüz’-i ihtiyarî, ister meyelan, ister meyelandaki tasarruf hepsi de bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Cenab-ı Hakkın kudret ve iradesi olmaksızın vücuda hiç bir şey getiremezler. Bu yüzden abde verilebilir hiç bir sakıncası yoktur.)

Emr-i itibarî ise, (yani insanın tercihi, meyli, meylindeki tasarrufu ise)

illet-i tâmme istemez ki; (yani insanın tercih etmesi, meyl etmesi, meylinde tasarruf edebilmesi için Cenab-ı Hakkın kudret ve iradesine ihtiyaç yoktur.)

illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. (Yani Cenab-ı Hakk, insan cüz’i ihtiyarisiyle bir tercih yaptığında hemen o tercihi esas almıyor. İnsanın o tercihinde ısrar etmesi üzerine esas alıyor. Eğer ısrar etmeden insanın her aklından geçen tercih esas alınsa idi insanın ihtiyarı ref’ olurdu. Vücudî şeyler için düşündüğümüzde aklına gelen her şey birden vücuda gelirdi.)

Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, (yani tercih eden kişi tercihinde ısrar etse)

o emr-i itibarî sübut bulabilir. (Yani tercihi ortaya çıkabilir.)

Öyle ise o anda onu terkedebilir. (Yani ısrar neticesinde tercihi ortaya çıksa dahi mes’uliyetini üstüne almakla beraber o tercihinden vazgeçebilir.)

Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.” (Yani Cenab-ı Hakk imtihanın da gereği olarak akla kapı açar ihtiyarı elden almaz.)

Evet eğer abd hâlık-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’ olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” (İnsan cüz’-i ihtiyarîsi ile hariçte bir şey vücuda çıkarmadığı için bu kaideden hariçtir. Çünkü insan tercihinde serbesttir.)

Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz. (Cenab-ı Hakkın kudreti, ilmi ve iradesi, hariçte birşeyi vücuda çıkartamayan ma’lül olan bir cüz’i ihtiyariyi bizzarure ve bilvücub istiyor. Eğer bu ma’lülün kendi çüz’i ihtiyariyle tercihini kendisinin ortaya çıkardığını farzetsek o zaman ihtiyara ihtiyaç kalmaz.)

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir.

(Yani Allah’ın kudreti olmaksızın bizim tercih etmemiz muhaldir. Bu cümle doğru değildir. Mes’elenin daha iyi anlaşılması için soru bu şekilde sorulmuştur.)

Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak;

(Halbuki, insan bazen tercih eder bazen tercih etmez dolayısıyla hiç bir zorlama yoktur. Doğrudur.)

Eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir.

(Eğer Cenab-ı Hakk’ın kudreti icabet etmese de Cenab-ı Hakkın kudreti olmaksızın tercih yapmamız lâzım gelir. Doğrudur.)

Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?

(Yani şu ise ilm-i usûl ve hikmetin “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” kaidesine uygun gelmez. Kıyas-ı maalfarık oldu. Zira usûl-ü kelâmiyenin bu esası imkanî vucudlar içindir. Halbuki sual itibari vücud olan cüz’i ihtiyariye dairdir.)

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir.

(Üstün kılan bir Zât olmaksızın, üstünlük kazanmak muhaldir. Yani Adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır ki, eşya vücuda çıkmakla bir üstünlük kazansın. Dolayısıyla ademden vücuda çıkmakta ki üstünlük, illet-i tâamme olan Allah’ın kudret ve iradesi olmaksızın muhaldir.)

______

{(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.}

______

Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir.

(Tercih edicisiz, sebebsiz (yani müsebbibül esbabsız) üstün olmak hali muhaldir. Yani umûr-u izafiye tabir edilen biri birisiz olmayan evsaf-ı nisbiye misillü illet-i tâamme olan Allah’ın kudret ve iradesi olmaksızın eşyanın ademden vücuda çıkarak üstün olması muhaldir.)

Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki’dir.

(Yoksa, külli irade olmaksızın tercih edebilmemiz caizdir ve vaki’dir. Yani Allah’ın bizi zorlamadan cüz’-i ihtiyarîmizle tercih yapmamız caizdir hem de öyle yaparız.)

İrade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir.

(Yani irade sıfatının gereği kişinin tercihlerinde serbest olmasıdır. Yoksa iradeden söz edilemez. Cebir olur.)

Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’tır. Niçin bana katil denilir?

Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan (ölmesini isteyenden) müştaktır. (Yani sarf ilminde ism-i fail ölmesini isteyen canlılardan yapılır.)

Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan (ölümden) inşikak etmez. (Yoksa sarf ilminde herkes bilir ki sabit bir emir olan ölüm cansızdır cansızlardan ism-i fail yapılmaz.)

Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. (Ölmesini isteyen cüz’-i ihtiyarîmizdir, katil ünvanını da biz alırız.)

Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. (Ölüm ise hayat gibi Cenab-ı Hakk’ın mahlukudur.)

Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz. (Madem öyledir. Ölümü yaratan mes’ul tutulmaz.)

(Dördüncüsü: Meselâ darb ve katle terettüb eden elem ve ölüm gibi hasıl-ı bil’masdar ile tabir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, camiddir. Yani Darbın neticesinde hasıl olan elem veya katlin neticesinde hasıl olan ölüm mahluk ve sabit olmakla beraber, cansızdır.

İlm-i sarfta malûmdur ki, camidlerden ism-i fâil gibi sıfatlar yapılamaz. Yani sarf ilminde herkes bilir ki cansızlardan fail ismi yapılmaz. Yani elemde ölümde mahlûktur ve sabittir. Ancak cansızdır.)

Ancak kesbî, nisbî, itibarî olan mana-yı masdarîden yapılabilir. (Yani ism-i fail, kesbi, nisbi, itibari olan darb ve katli yapandan yapılır. Bunu daha iyi anlamak için kelimenin türeyip türemediğine bakabiliriz. Cansızlar türemez canlılar türer. Türemekten maksad mek, mak eki alıp almamasıdır. Mesela cansız olan elem ve ölümden isim yapılmaz. Cüz’i ihtiyarisini kullanan canlı olan masdardan ism-i fail yapılır. Yani masdardan özne yapılır.

Bir başka misal; “İnsan tüfekle birisini öldürdü. Tüfek mesul değil. İnsan öldürdü.” Şimdi bu cümleyi meselemize tatbik edelim.

Ölümü yaratan mesul değil. Öldürmek isteyen mesul olur.

Bir başka misal: “Çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü.”

Götüren mesul değil. Gitmek isteyen mesuldür.)

Öyle ise, ölümün hâlıkı katil değildir. Öyle ise, Ehl-i İtizal’in hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.

(Neden Ehl-i İtizale hata etmiş nazarıyla bakılmalıdır. Çünkü Ehl-i İtizal, ölümün halkını insana vererek hata etmişlerdir.)

Yedincisi:

İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!”

Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu (Çocuğun iktidarsız olması cüz’i ihtiyarisiyle istediği şeyi vücuda çıkartacak kudreti olmadığına işarettir.)

omuzuna alsan, (Çocuğun omuza alınması Cenab-ı Hakkın nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesiyle ona nazar edip hariçte vücuda çıkarmasına işarettir.)

onu muhayyer bırakıp (Çocuğun muhayyer bırakılması tercihinde serbest bırakıldığına işarettir.)

“Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. (Yüksek dağ vücuda çıkarmak demektir.)

Çocuk üşüdü (Çocuğun üşümesi insanın itikadındaki bozukluk yüzünden hayırlı bir amel işlemek noktasında uyuşukluk göstermesine işarettir. Nasıl ki soğuktan üşüyerek donmak derecesine gelen kişi hareket edemez. Aynen öylede küfrün, sefahatin ve gafletin soğukluğuna maruz bulunan bir kişi hayırlı bir amel işlemek noktasında uyuşukluk gösterir.)

yahut düştü. (Çocuğun düşmesi ise Cenab-ı Hakkın insanın cüz-i ihtiyarisiyle yaptığı tercihleri şart-ı âdi yapıp şer tercihlerini halk etmesi zahiren vücudî görünse de bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mâyesi ve esasları adem ve tahrib olmasından Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. Asa-yı Musa 77 )

Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

ÜÇÜNCÜ MEBHAS:

(Kaderin tahkikidir. Kadere imanın ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığına pekçok âyât-ı Kur’aniye işaret ettiği gibi kâinatın nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesi dahi şehadet eder.

Vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna iki delil vardır.

  • Birincisi bütün mebadi ve çekirdeklerdir. İkincisi mekadîr ve suretlerdir.
  • Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. 
  • Demek kaderden gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler.

Umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu kaderin iki tecellisi gösterir.

  • Birinci Tecellisi Bedihi kader; irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber verir ve işaret eder. Bedihi kader hazır anda görünen maddi keyfiyat ve vaziyetlerdir.
  • İkinci Tecellisi Nazari kader; emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber verir ve işaret eder. Nazari kader müddet-i hayatında geçireceği tavırlardır.

Vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına iki delil vardır.

  • Birincisi âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyvelerdir.
  • İkincisi “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emaredir.

Elhasıl: Zîhayatlardaki intizam-ı maddî bedihî kaderi, intizam-ı manevî ise nazarî kaderi gösterir. Hem bütün meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller; bilbedahe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evamir-i tekviniyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.

Netice-i meram: Umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbi’dir.

Eğer desen: Kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?”

Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Kadere iman eden hayat yükünü omzundan atıyor. Kadere iman eden kederden emin olur.)

Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imanîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ gibi, pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır.

Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgâhından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur.

Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler.

Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber veren ve işaret eden; hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî mikdarı vardır. Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahiddir, birer emaredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı maziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki; güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden küçük bir sened istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin manalarını onlarda yazıyor.

Elhasıl: Madem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebatat hayatı, bu derece kaderin nizamına tâbi’dir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı manevî ve hayatı olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller; bilbedahe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evamir-i tekviniyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.

Netice-i meram: Madem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedahe o şeyin mikdar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın manevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Madem maddî ve manevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahval ve etvarı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mizan ile cereyan ediyor. Suretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Madem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbi’dir.

Eğer desen: “Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelana müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?”

Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hıffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metalibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği manevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşa hareketini kırar. Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i garaib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde gasıbane (Gasıbane; enenin su’-i istimaliyle haksız temellük etmeye işarettir.), sârıkane (Sârıkane; ücretini ödemeden kullanmaya işarettir ki hakikatta zikir, fikir ve şükür ücretini ödemediğine işarettir.) tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve vâridat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te’dib suretiyle hapse atılır. İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir proğramla, kemal-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sırrını anla.

(İman-ı bil’kader rüknünün kıymetdar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ darb-ı mesel olmuştur. Yani, “Kadere iman eden, gamlardan kurtulur.” Risale-i Kader’in âhirinde güzel bir temsil ile, iki adamın şahane bir sarayın bahçesine girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiş. Hattâ ben kendi hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki; kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur. Elîm musibetlerde, ne vakit kadere iman cihetine bakardım; musibet gayet hafifleşiyor görüyordum. Ve kadere iman etmeyen nasıl yaşayabilir diye hayret ederdim. Şualar 260 – 261 )

(Hastanedeki vaziyet misali; doktorlar ve çalışanlar ile hasta ve hasta yakınlarının durumunu mukayese ediyoruz.

Hasta yakınları feryad figan içerisinde, fakat doktor ve çalışanlar gayet sakin, işini yapıyor, hastalarla ilgileniyor ve onları iyileştirmeye çalışıyorlar. Zahirde bakılırsa; (işi bilmeyenler açısından); doktor ve çalışanlar ne kadar lakayd ve umursamaz görünüyor, dünyanın en gamsız insanları gibi.. Halbuki öyle değil. İşte kadere iman edenler de böyle; rahat ve sakin. Kanunların hikmetle işlediğini biliyor ve görüyor. Kadere iman etmeyen veya zayıf olanlar hadiseler karşısında bağırıp çağırıyorlar. Bilenler işine bakıyor. Bu misale diğer mesleklerle olan fark noktasında da bakabiliriz. Birileri bağırıyor, zahirde birşeyler yapıyor gibi görünüyor. Fakat Kur’an talebesi hakikaten tesirli bir hizmet yapıyor, zahirde gösterişli değil.)

DÖRDÜNCÜ MEBHAS:

(Kadere imanın meyveleridir.)

Eğer desen: “Birinci Mebhas’ta isbat ettin ki:

(Kader ve icad-ı İlahî; mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir. Şöyle ki:

Kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Çünki Hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir. (ya istidad ile, ya ihtiyar ile)

Kader-i İlahî, illet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. Dördüncü mebhas da kaderden gelen herşeyin güzel olduğunun tahkiki yapılıyor.)

Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor.”

Elcevab: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücuu ve bütün maasi ve mesaib ve nekaisin esası adem olduğu, delildir. (Cüz’i iradeyi külli irade noktasında kullanmak vücuddur, kullanmamak ademdir.) Madem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tazammun eder. (Ademi işmam etmesi ve ademe yakın olması demek az esmaya ayinedarlık etmeye işarettir. Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. Lem’alar 9 )
Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir. İşte şu hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

(ONDOKUZUNCU DEVA: Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri esma-ül hüsna tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en latif, en güzel, en câmi’ âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünki güzel olan o esma-ül hüsnanın güzel nakışlarını gösterir.
Lem’alar 216 )

Elhasıl: Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san’atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, (Miskin adam kendini vücuda çıkarmakta aciz olan mahiyete işarettir.) modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil (Ücret, vücuda çıkmaya işarettir. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. Sözler 528) bir saatte (bir saat müddet-i ömre işarettir.) murassa’, musanna’ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeğe hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ve letaif ile murassa’ olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.

* * *

(Yirmialtıncı Söz’ün Hatimesinde ise Tevhid-i hakikiyi anlayıp herşeyin Cenâb-ı Hakkın takdiriyle olduğunu bilmenin beş fıkra içinde neticeleri gösteriliyor.

Zeylinde ise Kaderi ne kadar anladığımızın bir göstergesi olan hayatımızda mütemadiyen tatbik etmemiz gereken dört hatve ders veriliyor.

Zeylin Hatimesinde ise bu hatvelerin diğer tarîklere göre daha kısa, selâmetli ve umumi olduğunun mukayesesi yapılıyor.)

Hâtime

[Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beş fıkradır.]

Birinci Fıkra:

(Tevhid-i hakikiyi anlayan kimse herşeyin Cenab-ı Hakkın takdiriyle olduğunu bilir ve yalnız ona ibadet eder.)

Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var. (Bu cümle ile Allah’ın varlığı isbat edildi. Alttaki cümle ile de birliği isbatlanacak.) Yirmiikinci Söz’de gayet kat’î isbat edildiği gibi: Eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey, bütün eşya kadar müşkil ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya, bir şey kadar âsân ve kolay olur. Madem zemin ve âsumanı birisi yapmış, yaratmış. Elbette o pek hikmetli ve çok san’atkâr zât, zemin ve âsumanın meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir. (Bize bakan cihetle de tevhid-i hakikiyi anlayan kimse verilen nimetleri Cenâb-ı Haktan bilip şükür ve ibadetini yalnız ona hasreder ne kendinden ne de esbabdan bilir.)

İkinci Fıkra:

(Herşeyin Cenab-ı Hakkın takdiriyle olduğunu bilen kimse fahirlenmez.) Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahrlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.

Üçüncü Fıkra:

Sen ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma. اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sırrınca: Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin.

Hizmetini, ubudiyetini;

  1. Geçen nimetlerin şükrü (Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Sözler 360)
  2. Ve vazife-i fıtrat (Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlık’ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Lem’alar 57)
  3. Ve fariza-i hilkat (İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. Şualar 100)
  4. Ve netice-i san’at (Yani san’atlı yaratılmanın neticesidir. Kâinattaki san’at eserlerini görmek, anlamak, ilan etmek san’atın gereğidir. Ne gösterdiğini şuur eden bir ayna gibi. Bunda gururlanacak bir şey yok. İnsan şuurlu bir san’attır.)

bil, ucb ve riyadan kurtul!.

Dördüncü Fıkra:

Hakikat ilmini, (Hakikat ilmi, hakaik-i eşyanın, esma-i İlahiyeye dayandığını bilmektir.)

Hakikî hikmeti istersen; (Cenab-ı Hakkın Kâinatı yaratmasındaki hakikî hikmet, isimleri adedince, cemal ve kemalini görmek ve göstermektir. İnsanın vazifesi ise her şeyin hakikatının esma-i İlahiyeye dayandığını bilip kendiyle nisbetini kurmaktır. Böylece kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselen bir insan için bir an yaşamak kâfidir. Bu hakikatı bilen bir insan kendinde görünen cemal ve kemali bir an için dahi olsa kendine almaz.)

Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Söz’ün âhirinde, şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir.

Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat’iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, “Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir” demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur.

Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”

Beşinci Fıkra:

(Herşeyin takdir edilmesinde Allah’ın kudretinin, ilminin ve iradesinin, haşmetini, azametini, kibriyasını anlayan birisi kendini hiç bilir. Gururlanmaz, fahirlenmez ve riyakarlık yapamaz.)

Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem şu fıkra-i Arabiye, “Allahü Ekber” zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.

اَللّٰهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْكَرِيمُ الرَّحِيمُ الْجَمِيلُ النَّقَّاشُ اْلاَزَلِىُّ الَّذِى مَا حَقِيقَةُ هذِهِ الْكَائِنَاتِ كُلاًّ وَ جُزْءً وَ صَحَائِفَ وَ طَبَقَاتٍ وَ مَا حَقَائِقُ هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًًّا وَ جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلاَّ خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهِ وَ قَدَرِهِ وَ تَنْظِيمِهِ وَ تَقْدِيرِهِ بِعِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ نُقُوشُ پَرْكَارِ عِلْمِهِ وَ حِكْمَتِهِ وَ تَصْوِيرِهِ وَ تَدْبِيرِهِ بِصُنْعٍ وَ عِنَايَةٍ وَ تَزْيِينَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهِ وَ عِنَايَتِهِ وَ تَزْيِينِهِ وَ تَنْوِيرِهِ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اَزَاهِيرُ لَطَائِفِ لُطْفِهِ وَ كَرَمِهِ وَ تَوَدُّدِهِ وَ تَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَ نِعْمَةٍ وَ ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَ نِعْمَتِهِ وَ تَرَحُّمِهِ وَ تَحَنُّنِهِ بِجَمَالِ وَ كَمَالِ وَ لَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهِ وَ كَمَالِهِ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ

 السَّرْمَدِىِّ الدَّائِمِ التَّجَلِّى وَ الظُّهُورِ عَلَى مَرِّ الْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ الدَّائِمِ اْلاِنْعَامِ عَلَى مَرِّ اْلاَنَامِ وَ اْلاَيَّامِ وَ اْلاَعْوَامِ نَعَمْ فَاْلاَثَرُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذِى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذِى فَهْمٍ عَلَى اْلاِسْمِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ اْلاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالضَّرُورَةِ عَلَى الشَّاْنِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقِينِ عَلَى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلِيقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ الْيَقِينُ. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْآةِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ.. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّٰهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir