Yirmialtıncı Mektub İkinci Mebhas

İkinci Mebhas

Kur’ana hizmet eden Zatlara Allah canibinden bakmak ile beşer canibinden bakmak arasındaki fark anlatılmış.

[Şu Mebhas, bana daimî hizmet edenlerin, ahlâkımda gördükleri acib ihtilaftan gelen hayretlerine karşı; hem iki talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsn-ü zanlarını ta’dil etmek için yazılmıştır.]

(Me’hazin kudsiyeti, vicdanı ihtizaza getirerek çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösterip; onun ile ahkâmı umuma kabul ettirdiğinden bu mebhasta Risale-i Nur’un müellifî olan Üstadımızın hizmetkârlık, ubudiyet ve hakiki şahsiyetleri nazara veriliyor. Ta ki şahsına teveccüh edilip Kur’an-ı Hakîm’in hazine-i âlîsi olan Risale-i Nur’un vicdanlardaki tesiri kaybolmasın. Kişi Üstadın tavırlarına o da bizim gibi insandır diyerek beşeriyet şahsiyetiyle baksa arkasındaki manevi şahsiyetini nazara almazsa iktisad hakikatını anlamanın getirdiği bir tavrını hisset derecesinde bir cimrilik görebilir.

Meselâ: Bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, güzel sadâsını işitir. Eğer o terennüm ile atın kişnemesini farketmeyip andelibden kişnemeyi taleb ederse, kendi nefsiyle mugalata etmiş olur. Mesnevi-i Nuriye – 135)

Kur’anın hâkimiyeti anlatılırken sünuhatta sayfa 28’de şöyle geçiyor; Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnekdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç tarîkledir: Yani fikirler Kur’an’a çevrilirse vicdan ihtizaza gelir.)

Ben görüyorum ki: Kur’an-ı Hakîm’in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünki me’hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakikatı beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir.

(Kur’an ayetinin bir mana tabakası bir insanın müteaddid şahsiyetleri olabileceği hakikatını isbat maksadıyla der: “Peygamber rahmet-i İlahiye hesabıyla size şefkat eder, pederane muamele eder ve risalet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasib düşmesin? Mektubat 29)

(Farklı şahsiyetlerle ilgili olarak sünuhat ta sayfa 4′ te şöyle geçiyor; Meselâ: Bir ulü-l emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.)

(Ayrıca me’hazin kudsiyetinin kaybolmaması için Üstadın farklı şahsiyetlerinin olduğunu hem talebelerinin hemde daimi hizmetkârlarının bilmeleri gerektiğini izah eden sebebler 28. Mektub 7. Mesele sayfa 369’da şöyle izah ediliyor.

Yirmisekizinci Mektub Yedinci Risale olan Yedinci Mes’ele de geçtiği gibi inayetleri beyan etmenin yedi sebebi var.

  • Bu asırda i’caz-i Kur’anı bir derece beyan, Sözler’le olduğuna dikkat çekmek için inayetler izhar edilmiş.
  • Kur’anın hakaikına dikkat çekmek için inayetler izhar edilmiş.
  • Risale-i Nurda görünen hakaik Kur’andan olduğunu göstermek için inayetler izhar edilmiş. Çünkü kim bu hakaikin içine girerse inayetlere mazhar olur.
  • Hem küfran-ı nimetten kurtulmak hemde fahr dan kurtulmak için inayetlerizhar edilmiş.
  • Şarktan zuhur eden nurun Risale-i Nur olduğuna dikkat çekmek için inayetlerizhar edilmiş.
  • Cenab-ı Hakka bakan vechi ile inayetler ikramat-ı ilahiye Kur’ana bakan vechi ile keramet-i Kur’aniye olduğunu göstermek için inayetler izhar edilmiş.
  • İnsanların ekserisi ehl-i tahkik olmadığı içinzaîf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için, inayetler izhar edilmiş.)

O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar.

Meselâ: Büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki; vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor.

Meselâ: Her ziyaretçi için tevazu’ göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu’ etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur.

Ve hâkeza…

Demek bir insanın, vazifesi itibariyle bir şahsiyeti bulunur ki, (Zahir nazara göre) hakikî şahsiyeti ile çok noktalarda muhalif düşer. (O mühalif düşen noktaya da hakikî şahsiyetini nazara alarak bakmak gerekiyor.) Eğer o vazife sahibi, o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer, bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdî, küçük hasletleri; makamın iktiza ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kabil-i te’lif olamıyor.

(Sual: Risalelerde birbirine zıt görünen iki mana karşımıza çıkarsa ne yapmalıyız.

Elcevab: Risale-i Nur da aynı makamda olduğu halde birbirine zıt düşen manalar olabiliyor; bu manalara bakışımız. İki manadan birini esas alır diğerini tevil ederiz. Sonra diğerini esas alıyoruz. Hangisi daha muvafık ise onu kabul ederiz. Mesela Onuncu Sözde esmayı esas alıp ölümü tevil edeceğiz. (yani ölümün yok olmak olmadığını izah edeceğiz.) Sonra ölümü esas alıp esmayı tevil edeceğiz. (yani esmanın kâinattaki tecellilerini inkâr edeceğiz.) Hangisi daha muvafık ise onu kabul edeceğiz.

Suali mes’elemize tatbik edersek Kur’an-ı Hakîm’in hazine-i âlîsinin dellâlı cihetindeki Üstadımızın hizmetkârlık şahsiyeti her ne kadar o vazifeye hakikî lâyık ve tam müstaid ise de diğer şahsiyetleri birbirinden uzak düşebilir. Me’hazin kudsiyetinin kaybolmaması için Üstadın farklı şahsiyetlerinin olduğunu hem talebelerinin hemde daimi hizmetkârlarının bilmeleri gerekir. Bu bize bakan cihetidir. Bir diğer hususta Üstadımızın manevi makamının büyüklüğünü gösteren şu cümlelerdir. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.)

İşte bu bîçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.

Birincisi: Hizmetkârlık Şahsiyeti Kur’an-ı Hakîm’in hazine-i âlîsinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ana ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sahib değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makamındır.

İkinci şahsiyet: Ubudiyet Şahsiyeti Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mana-yı ubudiyetin esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.

Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki; o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyaya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisad ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.

Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû’-i hallerini söylemeyeceğim.

İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. Hem دَادِ حَقْ رَا قَابِلِيَّتْ شَرْطْ نِيسْتْ kaidesince, (Kaidenin manasına altta gelen cümleler ile birlikte bakmamız gerekiyor ki doğru anlaşılsın. Bir hakikatı kayıtlamadan ve renklendirmeden gösteren kişide kabiliyet aranmaz. Tam tersine her ne kadar makam sahibi ve kabiliyetli görünürse o nisbette hakaiki setr eder. Kabiliyetini kendinden bir şey katmakta değil hakikatı kayıtlamayarak ve renklendirmeyerek gösterecek.) Cenab-ı Hak merhametkârane kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en edna bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en a’lâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur’aniyede istihdam ediyor. Yüzbinler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a’lâ. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

* * *

  (Barla Lahikası sayfa 269’da geçen bir mektubdur.

Bu mektubYirmialtıncı Mektub’un İkinci Mebhası’nın âhiridir)

(Benimle görüşen veya görüşmek arzu eden dostlara bir düsturdur ki, uzakta bulunan bir kısım kardeşlere yazılmıştır.)

Benimle görüşmek arzunuzu hissettim. Kardeşlerim, benimle görüşmek iki cihetle olur.

  • Ya dünya cihetiyle, yani hayat-ı içtimaiye-i insaniye itibariyledir. Şu cihetteki kapıyı kapamışım.
  • Veya hayat-ı uhreviye ve hayat-ı maneviye cihetiyledir. O da iki vecihledir.
  1. Biri: Şahsıma haddimden fazla hüsn-ü zan edip, şahsımdan bir istifade-i maneviyeyi niyet etmektir. Şu vechi de kabul etmem. Çünki ben Kur’an-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum. Çünki Kur’an-ı Hakîm’in kudsî elmaslarının kıymetlerine şübhe îras etmemek için, perişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam; hakikî sarraf olmayan müşteriler, dellâllık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabilirler, zihinlerine bir iltibas, bir şübhe gelir. Onun için şahsî dükkânımı kat’iyyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidiyor.
  2. İkinci vecih şudur ki: Kur’an hesabıyla ve dellâllığı ve hâdimliği noktasında benimle görüşmektir. Şu vecihte gelenleri alerre’si vel’ayn kabul ediyorum. Fakat bu görüşmek için şark ve garb mâni olmaz. Belki yerin üstü ve altı dahi birdir. Sureten görüşmeye o kadar lüzum yok.

Şu münasebetin de ve manevî görüşmenin de üç meyvesi var:

Birincisi: Dellâllık ettiğim mukaddes dükkânın mücevheratını benden almaktır. İşte o dükkândan şimdilik oniki küçük cevherleri size gönderdim.

İkinci meyvesi: Beş farz namazını kılan ve yedi kebairi terk eden zâtları şu manevî münasebet ve görüşmek neticesi olarak âhiret kardeşliğine kabul ediyorum. Ben her sabah manevî kazancım ne ise, o âhiret kardeşlerimin sahife-i a’maline geçmek için Cenab-ı Hakk’ın dergâhına niyaz edip hediye ediyorum. Onlar dahi beni manevî hayratlarına ve dualarına hissedar etmelidirler. Tâ hisselerini kazancımızdan alsınlar.

Üçüncü meyvesi: Onları yanımda -ya hakikaten veya hayalen- hazır edip beraber dergâh-ı İlahîye el açıp dua ederek ve Kur’anın hizmetine dair el-ele, kalb-kalbe verip gayet ciddî bir surette rabt-ı kalb etmektir. İşte kardeşlerim size şu üç meyve şimdiden hasıldır.

  Said Nursî

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir