Sekizinci Mes’ele
(Kur’an’ın harflerine ve lisanına Allah canibinden bakarak kıymetini takdir etmek ile beşer canibinden bakıp tağyirine çalışmak arasındaki fark anlatılmış.)
[Yirmiyedinci Söz’ün içtihada mani esbabın beşinci sebebinin üçüncü noktasının üçüncü misalinin haşiyesidir.]
(Yirmiyedinci Söz’ün beşinci sebebinde, Şeriatın ahkâm-ı mestûresini izhar eden içtihadat-ı Şer’iyenin semavi olması gerektiği izah ediliyor.
Birinci noktasında: Maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmetmek içtihadı arziye yapar, semavî değildir.
İkinci noktasında: Evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakan içtihadlar arziyedir.
Üçüncü noktasında: Zaruret, haramı helâl derecesine getirir. Ancak zaruret sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle olmamışsa, bu zamanın zarureti ise sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle olduğundan içtihadı arziyedir. Buna dair üç misal verilmiştir. Talak mes’elesi, mübtela olma mes’elesi ve hutbe mes’elesidir. Bu sekizinci mes’ele hutbenin Arabi okunmasına dair haşiyesidir.
Kur’anın manası kuvveyi müfekkireyi doyurduğu gibi lafzı ve lafzı müşebbi’si dahi Cenab-ı Hakkın kelamı olması cihetiyle insanın çok letaifini doyuruyor, tatmin ediyor. Çok latifelerin doyması ve tatminkâr olması ile bazı hakikatlar açılıyor. Her zaman açık değil. Demek bazı hakikatların âlemimize açılması bazı hissiyatların hissesini tam almasıyla mümkün oluyor. Önce hakikatları anlıyoruz, hissediyoruz en son mertebede zevk ediyoruz.
Buna misal olarak Dokuzuncu Mes’elede geçen şu cümleler gösterilebilir. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlâs’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, “Mühim Bir Suale Cevab” namında yazılan mes’ele ile beraber (Yani sekizinci Mes’ele ile beraber) şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Mektubat 343
Diğer bir misal Dördüncü Şuanın başındaki şu gelen cümlelerdir. İhtar: Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede, “Birinci Mertebe” çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.
Mühim bir sual:
Bazı ehl-i tahkik derler ki:
1- Elfaz-ı Kur’aniye ve
2- zikriye ve
3- sair tesbihlerin herbiri müteaddid cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini tenvir eder, manevî gıda verir. Manaları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor.
(İnsanın mahiyetinde manevi gıdaya muhtaç cihazlar üç başlıkta toplansa şunlardır.
Birincisi: Kalb cüzdanındaki letaif (Manası bilinmese de kalb bağlı letaif istifade edilebiliyor.)
İkincisi: Akıl defterindeki havas (Mana bilinirse akla bağlı havas doğru hükümler çıkarılır. Ama akıl doyduktan sonra okumak usanç verir.)
Üçüncüsü: İstidadındaki cihazat)
Lafız bir libastır; değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o manalara elfaz giydirse, daha nâfi’ olmaz mı?
(Üslûbdan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Muhakemat 92
Yani lafzıdır. Lafzın kıymeti manadan ileri geliyor. Eğer ayrılmak gerekirse mana esas alınır. Ama üç tane zararı vardır.)
Elcevab:
Elfaz-ı Kur’aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları
Camid libas değil; cesedin hayatdar cildi gibidir,
Belki mürur-u zamanla cild olmuştur.
Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır.
(Yedi yaşındaki çocuğun elbiseleri 10 yaşındaki çocuğa olmaz. Ama yedi yaşındaki bir çocuğun cildi, çocuk on yaşına geldiğinde de tam ona uygun şekilde büyümüştür. Aynen öyle de Kur’anın lafızları her muhatab tabakasına hitab ettiği için eğer lafız değiştirilse lafzı değiştiren kişinin anlayabildiği kadar bir mana aktarılır. Halbuki Kur’an’ın külli manalarından başkalarının hisseleri de vardır. Bu yüzden Kur’anın lafzı değiştirilemez.)
Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez.
(Alem bir şeyin sembolüdür. Sembol olduğu o şeyin alakadar olduğu her şeyi kapsar. Mesela İmam-ı A’zam demiş: “Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir.” Yani Tevhid ile alakalı ne kadar hakikat varsa onların hepsini kapsar.)
Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir haleti çok defa tedkik ettim gördüm ki; o halet, hakikattır. O halet şudur ki:
Sure-i İhlas’ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki: (İnsandaki herbir hassenin doyurulması ayrı olduğu gibi herbir hasse için bir ibadet vardır. İnsanın bir ferdinde bir cemaat-ı mükellefîn bulunur. Evet her bir uzuv, bir şey için yaratılmıştır. O uzvu, o şeyde kullanmakla mükelleftir. Meselâ, her bir hâsse için bir ibadet vardır. Onun hilafında kullanılması dalalettir. Meselâ, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için dalalettir. Kezalik şuaranın hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalalettir. Hayal, onun ile fâsık olur. Mesnevi-i Nuriye 196)
Bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur.
Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. (akla bağlı havaslar hissesini alır)
Ve kalb gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder.
Ve hâkeza…
(Gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâlî değildir. Mesnevi-i Nuriye 87
Gafletle yapılan zikirlerde sevab vardır. Ama gafletle yapılan dualarda sevab olmaz.)
Gitgide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki; pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tedkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar vermiyor.
Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meal-i icmalî ile ve
isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor.
(Kuvve-i müfekkire doyduktan, nurlandıktan sonra kasden manaya müteveccih olunsa o vakit zararlı bir usanç verir.)
Eğer manayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir.
(Teşehhüd ve Fatiha kelimelerinin geniş ve yüksek manaları kasdî değil, belki dolayısıyla meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet veren tafsilâtı değil, belki mücmel ve kısa manaları gafleti dağıtır, ubudiyeti ve münacatı parlatır görüyorum. Namazın ve Fatiha ve teşehhüdün pek yüksek kıymetlerini tam gösterir. İkinci Kısmın âhirinde “kasden meşgul olmamak”tan murad ise: O manaların tafsilâtıyla bizzât iştigal, bazan namazı unutturur, huzura belki dokunur. Yoksa dolayısıyla ve muhtasar bir tarzda büyük faidelerini hissediyorum. Şualar – 619)
Ve o devam eden latifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller;
belki
1- tahattura,
2- teveccühe ve
3- teşvike ihtiyaç gösterirler.
Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhâssa o Arabî lafızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.
(Mana tam anlaşılmasa dahi Allah’ın kelamı olduğunu hatırlamakla daimi bir feyze insan mazhar olur.)
İşte kendim tecrübe ettiğim şu halet gösteriyor ki:
1- Ezan gibi ve
2- namazın tesbihatı gibi ve
3- her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır.
Çünki
(Bu zararlar nelerdir?)
1- Menba’-ı daimî olan elfaz-ı İlahiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî hisseleri de kaybolur. (Letaifin hissesi kayboluyor)
2- Hem her harfin lâakal on sevabı zayi’ olması ve (Sevab zayi olur)
(Kur’anı öğrenmek için ders almağa çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir. Emirdağ Lahikası-1 238)
3- Huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etmediğinden; gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur. (Namazda iken insan Allah’ın huzurunda olduğundan gaflet ederse okuduğu âyetler sanki beşerin kelamıymış gibi okumaktan dolayı ruha zulmet veriyor)
Evet nasıl İmam-ı A’zam demiş: “Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir.”
Biz de deriz: (Alem ve isim hükmüne geçen lafızlara dört misal)
- Kelimat-ı tesbihiye ve
- Zikriyenin,
- Hususan ezanda ve
- Namazda olanların
ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi, mana-yı lügavîsinden ziyade, mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır.
Öyle ise, değişmeleri şer’an mümkün değildir.
Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tenbelliklerinin hatırı için, o nur menba’larının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!..
(Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hakketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir. Mektubat 434)
Hem “SÜBHANALLAH” diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizac eden meal-i icmalî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bahusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok ehemmiyetlidir.
(Fakat hüsn-ü zanna mesağ veriyorsunuz. Niyetle me’cur ve faidemend olacağını ihtar ediyorsunuz. Barla Lahkası 61)
Elhasıl: Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.
Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç mündefi’ olur.
(“Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyet’in umdelerini hatib ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” Sözler 483)
Elhasıl: Lisan-ı nahvî olan
- Lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve
- Elfaz-ı Kur’aniyenin i’cazı
Öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir! Belki “muhaldir” diyebilirim.
Kimin şübhesi varsa, i’caza dair Yirmibeşinci Söz’e müracaat etsin.
(Meal nedir? Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî manaları nerede? Mektubat 340
Başka dillerin tercümesi mümkünür ama Kur’an’ın tercümesi muhaldir. Çünkü manayı birebir karşılaması mümkün değildir.)
Dokuzuncu Mes’ele
(Ehl-i Velayete Allah canibinden bakarak onların kemalatlarını takdir ettiğimiz gibi Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları noktalarda kusurlarını görmek ile beşer canibinden bakıp onların velayetlerini inkar etmek veya körü körüne arkalarından gitmek arasındaki fark anlatılmış.)
(Mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet)
Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler.
Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. (Ehl-i velayet içinde bir sırr var ki; O da şudur. İsm-i a’zam ve her ismin mertebe-i a’zamına Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm risalet itibariyle mazhar olduğu gibi Üstadımızda R.A. velayet itibariyle mazhardır. Fakat diğer ehl-i velayet ise galib-i esma ve sıfâtın zılalinde gittiklerinden velayetlerinde derecat bulunur. Yani bir hakikata bakarken hakikatı bütünüyle ihata edemez. Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder.)
Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş.
İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
(Mesela Hazret-i Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Lem’alar 274)
Diğer kısım ki, (Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif olan Ehl-i Velayete) onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki: Her hâdî zât, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünki meczubdur.
Kendileri ise mazur olamazlar.
Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri,
1- ya hâle mağlub olup hata ettiler (Bir hakikatın içerisine girip, o hakikatın cazibesiyle o hakikatın diğer hakikatlatlarla olan münasebetlerini görememektir.)
2- veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”
(Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Lem’alar 274
- “Her şey O’dur.” Demiş. Aslında her şey Ondandır demeleri gerekirdi. Ancak eşyanın vücud mertebelerini Vacib-ül Vücuda nispetle çok zaif gördüklerinden eşyanın vücudunu inkâra kadar gitmişler.
- “Ruhun mahlukiyeti inkişafından ibarettir.” Demiş. Ehl-i Sünnetin ruhun mahlûk olduğu görüşünü kabul etmemişler.
- Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” demesi gibi
Katre olunca hakikat kayıtlanıyor. Zühre olunca hakikatı renklendiriyoruz. Reşha olunca da hakikatı olduğu gibi göremeyebiliyoruz. Reşhanın da kendi içerisinde de mertebesi var.)
Maatteessüf
Birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar.
İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.
İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı:
(İki sırrın halli iki sualin cevabındadır.)
Birinci Sır: Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müdhiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’etti.
İkinci Sır: Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla (yani ehl-i dalaletin içinde ehl-i velayet bulunabiliyor. Bu ehl-i velayet), arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, (başlarındaki zâtı veli gördükleri için) çok fena telakki etmiyorlar.
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim.
Birinci Sual: “Tarîk-ı haktan başka velayet bulunabilir mi?
İkinci Sual: Hususan müdhiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat tarafdar çıkar mı?” dedim.
Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlâs’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, “Mühim Bir Suale Cevab” namında yazılan mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nev’inden olarak
Bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar.
Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer.
Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez.
Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muahaze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.
(Makam Münasebetiyle Buraya Alınmıştır.
Yirmisekizinci Lem’a dan Bir Suale Cevab
Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.”
Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bigi Bekuf’e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.
Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.
Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnete muhalefet eden mes’elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.
قَالَ مُحْيِى الدِّينِ : تَحْرُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلَى مَنْ لَيْسَ مِنَّا
yani: “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitabları, hususan vahdet-ül vücuda dair mes’elelerini okumak, zararlıdır.
Said Nursî
Lemalar – 273)
(Birincisi Ehl-i Sünnete muhalefet eden Ehl-i Velayeti tekfir etmiş. İkincisi Ehl-i Sünnete muhalefet eden Ehl-i Velayetin yanlış fikirlerini aklı başında olduğu halde kabul etmiş, neticede dalalete gitmiş. Birincisi ikincisine nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin (K.S.) gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır. Neticede birincisi için şeriat zahire bakar sözü özür olabilir fakat ikincisi için dalalete düşmek çok vahimdir.)
* * *
Dokuzuncu Mes’ele: (Mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet) Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede bir kısım Ehl-i Velayet görünmüş. İşte su kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
Bir kısmı, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkâr ettiler.
Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir.
Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler.
İki sırrın halli;
Birinci Sır, “Tarîk-i haktan başka velayet bulunabilir mi?
İkinci Sır; Hususan müdhiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat tarafdar çıkar mı?”
Onuncu Mes’ele
(Üstadımız Bediüzzaman Said Nursiye Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğu cihetle yani Allah canibinden bakmak ile şahsını mübarek ve makam sahibi bilmekle beşer canibinden bakmak arasındaki fark anlatılmış.)
[Ziyaretçilere ait bazı dostlar tarafından ihtar ile, bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır.]
Malûm olsun ki:
- Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır.
(Bugünlerde benim yanıma müteaddid ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesad ve muvaffakıyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakıyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.
Ben bunlara ne edeyim ve ne diyeyim? diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünki yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.” Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır. Kastamonu Lahikası 124)
- Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var:
- Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.
- İkinci cihet, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.
Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.
Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.
Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin. (Hulusi Abinin sözü: ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum. O da, üstadım olan dellâl-ı Kur’an’ın vazife-i memure-i maneviyesini îfada kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’an hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Barla Lahikası 28)
İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyetimle alâkadardır.
- Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebetdar olur.
- Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur.
- Talebe ise, Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebetdardır. (Hocalık; hakaiki ders vermesi dellallık cihetidir. Cam gibi doğrudan doğruya Kur’an’ı gösterir. Kur’an’ın hakaikını kayıtlamaz.)
Şu görüşmenin de üç meyvesi var:
Birincisi: Dellâllık itibariyle mücevherat-ı Kur’aniyeyi benden veya Sözler’den ders almak. Velev bir ders de olsa.
İkincisi: İbadet itibariyle uhrevî kazancıma hissedar olur.
Üçüncüsü: Beraber dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olup rabt-ı kalb ederek, Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde el-ele verip, tevfik ve hidayet istemek.
3- Eğer talebe ise; her sabah mütemadiyen ismiyle, bazan hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur.
2- Eğer kardeş ise, birkaç defa hususî ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dâhil olup, rahmet-i İlahiyeye teslim ediyorum ki, dua vaktinde “ihvetî ve ihvanî” dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor.
1- Eğer dost ise ve feraizi kılar ve kebairi terkederse, umumiyet-i ihvan itibariyle duamda dâhildir.
Bu üç tabaka dahi, beni manevî dua ve kazançlarında dâhil etmek şarttır.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ قَالَ اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ
اَللّٰهُمَّ يَا مَنْ اَجَابَ نُوحًا فِى قَوْمِهِ وَ يَا مَنْ نَصَرَ اِبْرَاهِيمَ عَلَى اَعْدَائِهِ وَ يَا مَنْ اَرْجَعَ يُوسُفَ اِلَى يَعْقُوبَ وَ يَا مَنْ كَشَفَ الضُّرَّ عَنْ اَيُّوبَ وَ يَا مَنْ اَجَابَ دَعْوَةَ زَكَرِيَّاءَ وَ يَا مَنْ تَقَبَّلَ يُونُسَ ابْنَ مَتَّى نَسْئَلُكَ بِاَسْرَارِ اَصْحَابِ هذِهِ الدَّعْوَاتِ الْمُسْتَجَابَاتِ اَنْ تَحْفَظَنِى وَ تَحْفَظَ نَاشِرَ هذِهِ الرَّسَائِلِ وَ رُفَقَائِهِمْ مِنْ شَرِّ شَيَاطِينِ اْلاِنْسِ وَ الْجِنِّ وَ انْصُرْنَا عَلَى اَعْدَائِنَا وَ لاَ تَكِلْنَا اِلَى اَنْفُسِنَا وَ اكْشِفْ كُرْبَتَنَا وَ كُرْبَتَهُمْ وَاشْفِ اَمْرَاضَ قُلُوبِنَا وَ قُلُوبِهِمْ آمِينَ آمِينَ آمِينَ