Yirmialtıncı Mektub Dördüncü Mebhas Mes’eleler

Üçüncü Mes’ele

Kur’an Ayetlerine Allah canibinden bakarak insanın camiiyetini ve Esmaya ayine olduğunu anlamak ile beşer canibinden bakarak zalim ve cehul durumuna düşmek arasındaki fark anlatılmış.

İnsanın mükerrem bir varlık olması ile birlikte zalim ve cahil olmasının hikmeti üç kısımda açıklanıyor.

  1. İnsanın camiiyeti; insana, bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, vezaifi gördürmek için kuvalarına ve hissiyatlarına fıtrî bir kayıd koyulmamıştır. İnsan vazifesini yerine getirmemekle başkalarının hukukunu zayi ettiği için zalim olduğu gibi, vazifesini yerine getirmekle mükerremdir.
  2. Esmaya ayine olması; insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verildiğinden ahlâk-ıseyyiede hadsiz derecede inkişaf ederek cehûl olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olduğundan mükerremdir.
  3. Hayat kanunlarına cahil olması;insan, hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için cehûl olduğu gibi bir Hâlık-ı Kerim’in mahluku olduğundan mükerremdir.

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ âyetinin اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً âyetiyle vech-i tevfiki nedir?

Elcevab: Onbirinci Söz’de ve Yirmiüçüncü Söz’de ve Yirmidördüncü’nün Beşinci Dalı’nın İkinci Meyvesi’nde izahı vardır.

Onbirinci Söz’de insan, hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu fehmetmek ile hakiki vazifesini yerine getirirse mükerrem bir varlık olabileceğini aksi takdirde zalimlerden olacağını;

Ve Yirmiüçüncü Söz’de iki mebhastan birincisinde insan, insanı saadete götüren beş noktanın bilinip yerine getirilmesi ile mükerrem varlık olabileceğini aksi takdirde zalimlerden olacağını izah ediyor. İkinci mebhasta ise ahsen-i takvim sırrı beş nükte içinde anlatılarak bu sırrı üzerinde taşıyanların mükerrem bir insan olacağını aksi takdirde zalimlerden olacağını;

Ve Yirmidördüncü’nün Beşinci Dalı’nın İkinci Meyvesi’nde insana verilen nimetleri beş mertebede izah edilmesi ile bu nimetlere iman ve ubudiyetle mukabele edenlerin mükerrem etmeyenlerin ise zalimlerden olacağının izahı vardır.

İnsanın camiiyetinin sırrı icmalîsi şudur ki:

Cenab-ı Hak kemal-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva’ yerinde bir nev’-i câmi’ halketmiş. (Yani Cenab-ı Hakkın bütün nevleri yaratmasında ne kadar külli maksadları varsa insanlık ferd itibariyle o maksadları yerine getirdiğinden nev’-i câmi’ olmuştur.)

Yani, bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider.

İnsanın esmaya ayine olması sırrı icmalîsi şudur ki:

Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş. Meselâ insan hırs ile, bütün dünya ona verilse هَلْ مِنْ مَزِيدٍ diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkeza… Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrudlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sîga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder.

İnsanın hayat kanunlarına cahil olmasının sırrı icmalîsi şudur ki:

Hem insan -hayvanların aksine olarak- hayata lâzım herşey’e karşı cahildir, herşey’i öğrenmeye mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sîga-i mübalağa ile cehûldür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir-iki ayda belki bir-iki günde, bazan bir-iki saatte bütün şerait-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir-iki senede ancak ayağa kalkar, onbeş senede ancak menfaat ve zararı farkeder. İşte cehûl mübalağası, buna da işaret eder.

  * * *

  Dördüncü Mes’ele

Kur’an Ayetlerine Allah canibinden bakarak Lâilahe İllallah’ın ifade ettiği herbir şeyde yani herbir eser, herbir fiil-i icadî, herbir isimde, doğrudan doğruya kendi Hâlıkını bütün eşya kadar gösterdiğini görerek huzur-u etemmi kazanarak imanını yenilemek ile beşer canibinden bakarak eşyayı i’dam veya nisyana atıp huzur-u etemmi kazanmak arasındaki fark anlatılmış.

جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ ın hikmetini soruyorsunuz. (İmanınızı Lailahe İllalah kelamı ile tazeleyiniz. İmam-ı Azam “Lailahe illallah kelamı tevhide bir alemdir” demiştir.) Onun hikmeti, çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki:

(Tecdid-i imana ihtiyaç olmasının dört sebebi;

  1. İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için,
  2. İnsanın tavattun ettiği âlem taaddüd ve teceddüd ettiği için,
  3. İnsanın imanını nefs, heva ve vehim ve şeytan çok vakit rencide ettikleri için,
  4. İnsanın zahir-i şeriata muhalif düşen kelimat ve harekâtı eksik olmadığı için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır.)

1- İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin manen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer. (His Alemi

Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emarat-ı haşriye gördüğü gibi, beş-altı senede bil-ittifak bütün zerratını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş. Sözler – 520

İnsanın maddi vücudu böyle değiştiği manevi his âlemi de değişir.

Herbir insan dahi, küçük bir âlemdir. Mesrur olduğu hali bir âlem, mahzun olduğu hali bir âlem, hırs gösterdiği hali bir âlemdir. Ve hakeza “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.” demektir. Mektubat – 329)

2- Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir, daima tenevvü’ ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İman ise hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilahe illallah ise, o nuru açar bir anahtardır.

(Hariç Alem; hem mevcudatın hemde hadisatın değişmesidir.

İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor. Sözler – 312)

3- Hem insanda madem nefs, heva ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit imanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hileleri ederler, şübhe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar. (Heva

Şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler. Lemalar – 74)

4- Hem zahir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır. (Kelimat ve Harekât

Küfre düşmemek için veya düştüğümüzde hemen farkına varıp tekrar imana girmek için tecdid-i imana ihtiyaç vardır.

İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar. Lemalar – 177)

Bu kelimeler bu hareketler binlerdir. Küfür kokan bazı kelimeler bizde südur ettiği gibi sıfatlar dahi vardır. Kelimelere misal; Kendi kendine teşekkül ediyor, Sebepler yapıyor, tabiidir.

Mukadder bir sual: Gaflete düşmeyip imanımızı her vakit tecdid edip mârifet-i kâmile ve huzur-u tam kazanmanın yolu nedir? Sualine cevab olarak mârifet-i kâmile ve huzur-u etemmi kazanmanın yolları gösterilmiştir.

Sual:

1- Mütekellimîn üleması; âlemi, imkân ve hudûsun ünvan-ı icmalîsi içinde sarıp zihnen üstüne çıkar, sonra vahdaniyeti isbat ederler.

(Hakimiyet, İmkân ve hudus yoluyla tevhid-i hakikinin izahatını yapmış ama bu yol nakıstır. Çok delillerden bir delili yani imkân ve hudus hakikatını sadece kâinatın heyet-i mecmuasında gösterebilmişler. Kâinatın heyet-i mecmuasındaki tecdid ile beraber eşyanın vücuda gelmesi ve vücudunun intizamla devam etmesi bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin icadıyladır demişler.)

2- Ehl-i tasavvufun bir kısmı, tevhid içinde tam huzuru kazanmak için, “Lâ meşhude illâ hu” deyip kâinatı unutur, nisyan perdesini üstüne çeker, sonra tam huzuru bulur.

(Nisyan; Eşyayı unutup kalben devamlı Allah’ı zikrederek meşgul olanlara mahsustur. Terki dünya, terki ukba, terki hesti, terki terk… Mesleklerinin esasıdır.)

3- Muhyiddin-i Arabi; Ve diğer bir kısmı hakikî tevhidi ve tam huzuru bulmak için “Lâ mevcude illâ hu” diyerek kâinatı hayale sarar, ademe atar, sonra huzur-u tam bulur.

(Adem; Kainatın Allah hesabına yokluğunu kabul etmektir.)

Halbuki sen, bu üç meşrebden hariç bir cadde-i kübrayı Kur’anda gösteriyorsun.

4- Risale-i Nur; Ve onun şiarı olarak “Lâ mabude illâ hu” “Lâ maksude illâ hu” diyorsun. Bu caddenin tevhide dair bir bürhanını ve bir muhtasar yolunu icmalen göster.

Elcevab: Bütün Sözler ve bütün Mektublar, o caddeyi gösterir. Şimdilik istediğiniz gibi azîm bir hüccetine ve geniş ve uzun bir bürhanına muhtasaran işaret ederiz. Şöyle ki:

Âlemde herbir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir. (Herbir şey yani herbir eser, herbir fiil-i icadî, herbir isim, doğrudan doğruya kendi Hâlıkını bütün eşya kadar gösteren bir bürhan-ı vahdaniyettir ve marifet-i İlahiyenin bir penceresidir. )

1- Ve dünyada herbir eser, bütün âsârı kendi müessirinin eserleri olduğunu gösterir.

2- Ve kâinatta herbir fiil-i icadî, bütün ef’al-i icadiyeyi kendi fâilinin fiilleri olduğunu isbat eder.

3- Ve mevcudata tecelli eden herbir isim, bütün esmayı kendi müsemmasının isimleri ve ünvanları olduğuna işaret eder.

Demek herbir şey, doğrudan doğruya bir bürhan-ı vahdaniyettir ve marifet-i İlahiyenin bir penceresidir.

1- Evet herbir eser, hususan zîhayat olsa, kâinatın küçük bir misal-i musaggarıdır ve âlemin bir çekirdeğidir ve Küre-i Arz’ın bir meyvesidir. Öyle ise; o misal-i musaggarı, o çekirdeği, o meyveyi icad eden, her halde bütün kâinatı icad eden yine odur. Çünki meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olamaz. Öyle ise herbir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi.. (Meyve, çekirdek, misal-i musaggar

herbir fiil dahi; bütün ef’ali, fâiline isnad eder. Çünki görüyoruz ki, her bir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u Hallakıyetin ucu olarak görünüyor. Demek o cüz’î fiil-i icadî sahibi kim ise, o mevcudatı ihata eden ve zerreden şümusa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef’alin fâili olmak gerektir. Evet bir sineği ihya eden, bütün hevamı ve küçük hayvanatı icad eden ve Arz’ı ihya eden zât olacaktır.

Meselâ: Hem mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ Şems’i seyyaratıyla gezdiren aynı zât olmak gerektir. Çünki kanun bir silsiledir, ef’al onun ile bağlıdır.

Demek nasıl herbir eser, bütün âsârı müessirine verir ve herbir fiil-i icadî, bütün ef’ali fâiline mal eder. Aynen öyle de: Kâinattaki tecelli eden

herbir isim, bütün isimleri kendi müsemmasına isnad eder ve onun ünvanları olduğunu isbat eder. Çünki kâinatta tecelli eden isimler, devair-i mütedâhile gibi ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor.

Meselâ: Muhyî ismi bir şey’e tecelli ettiği vakit ve hayat verdiği dakikada Hakîm ismi dahi tecelli ediyor, o zîhayatın yuvası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerim ismi dahi tecelli ediyor; yuvasını tezyin eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellisi görünüyor; o cesedin şefkatle havaicini ihzar eder. Aynı zamanda Rezzak ismi tecellisi görünüyor; o zîhayatın bekasına lâzım maddî ve manevî rızkını ummadığı tarzda veriyor. Ve hâkeza… Demek Muhyî kimin ismi ise, kâinatta nurlu ve muhit olan Hakîm ismi de onundur ve bütün mahlukatı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de onundur ve bütün zîhayatları keremiyle iaşe eden Rezzak ismi dahi onun ismidir, ünvanıdır. Ve hâkeza…

Demek herbir isim, herbir fiil, herbir eser öyle bir bürhan-ı vahdaniyettir ki; kâinatın sahifelerinde ve asırların satırlarında yazılan ve mevcudat denilen bütün kelimatı, kâtibinin nakş-ı kalemi olduğuna delalet eden birer mühr-ü vahdaniyet, birer hâtem-i ehadiyettir.

  اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ قَالَ اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَ عَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ

  * * *

  Beşinci Mes’ele

(Kur’an Ayetlerini bir bütün olarak görüp Allah canibinden bakarak Lâ ilahe illallah kelamının Muhammedürresulullah kelamını iktiza ettiğini görmek ile beşer canibinden bakarak tek başına Lâ ilahe illallah kelamı ile necata ermeyi beklemek arasındaki fark anlatılmış.)

Sâniyen: Mektubunuzda “Mücerred Lâ ilahe illallah kâfi midir? Yani Muhammedürresulullah demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:

(Elcevab: Peygamber’i işiten ve davasını bilen adamlar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tam anlamıyla tanımaz. Onun hakkında, yalnız Lâ ilahe illallah kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez.)

Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz.

Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir;

Elbette bütün vusul yollarının başındadır.

Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. (Buna delilin nedir? denilse Çünkü Peygamber Efendimiz (A.S.M.) bütün Peygamberlerin ders verdikleri erkan-ı imaniye ve esasat-ı ubudiyeti içine alan külli bir ders verdiğinden hariçte necat yolu kalmamıştır.)

1- Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa’dî-i Şirazî gibi derler:

  مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفَى

(Ey Sâdî! Mustafa’nın (a.s.m.) izinde gitmeden, kurtuluş yolunda zafer kazanmak muhaldir.)

2- Hem كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودٌ اِلاَّ الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِىَّ demişler. (Bütün tarikler kapalıdır. Ancak Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yolu açıktır.)

Fakat bazan oluyor ki:

1- Cadde-i Ahmediyede (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dâhilindedir.

2- Hem bazan oluyor ki: Peygamber’i bilmiyorlar, fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır.

3- Hem bazan oluyor ki:

a- Bir keyfiyet-i meczubane veya

b- bir halet-i istiğrakkârane veya

c- bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız Lâ ilahe illallah onlara kâfi geliyor.

Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki:

“Adem-i kabul” başkadır, “kabul-ü adem” başkadır.

Bu çeşit

a- ehl-i cezbe ve

b- ehl-i uzlet veya

c- işitmeyen veya

d- bilmeyen adamlar;

Peygamber’i bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlahiyeye karşı, yalnız Lâ ilahe illallah biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler.

(Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile teklif takarrur eder. Mektubat 385)

Fakat Peygamber’i işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız Lâ ilahe illallah kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez.

(Neden ehl-i necat olamaz?)

Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır.

Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.

  * * *

  Altıncı Mes’ele

(Kur’an âyetlerinden ders alıp Allah canibinden bakarak insi ve cinni şeytanlarla münazara etmek ile beşer canibinden bakarak insi ve cinni şeytanları susuturacak silahlarından mahrum kalarak münazara etmek arasındaki fark anlatılmış.)

Sâlisen: (Şeytanla münazara bahsine tetimme olarak minare temsiliyle Risalet-i Ahmediyyenin hakkaniyetini isbat ediyor. Kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için o tabirleri zikrederek bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü gösteriyor. Minare temsili ile Miraçtaki manevi terakkiyata işaret ettiği gibi kuyu temsili ise yetmiş sene münafıklığına devam eden adamın misaline işaret ediyor. O meşhur münafık yetmiş sene münafıklıkla cehennemin dibine düşmüştür.

Hemde minare başında görememelerinin sebebi nazarları o mertebeye çıkamamalarındandır.)

Şeytanla münazara namındaki Birinci Mebhas’taki şeytanın mesleğine ait bazı tabirat çok galiz düşmüş. “Hâşâ, hâşâ!” kelimesiyle ve farz-ı muhal suretindeki kayıdlarla ta’dil edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak ta’dilât vardı, nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi? Fikrinizi tevkil ediyorum; o tabirattan lüzumsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz.

Aziz kardeşim, o mebhas çok mühimdir. Çünki ehl-i zındıkanın üstadı, şeytandır. Şeytan ilzam edilmezse, onun mukallidleri kanmazlar.

Kur’an-ı Hakîm, kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için zikrettiğinden bana bir cesaret verildi ki; bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, -farz-ı muhal suretinde- hizb-üş şeytanın efradı, mesleklerinin iktizasıyla kabul etmeye mecbur oldukları ve ister istemez manen meslek diliyle diyecekleri ahmakane tabiratlarını titreyerek istimal ettim. Fakat o istimal ile onları kuyu dibine sıkıştırıp, meydanı baştan başa Kur’an hesabına zabtettik, onların foyalarını meydana çıkardık.

Şu muzafferiyete, şu temsil içinde bak. Meselâ: Semavata başı temas etmiş pek yüksek bir minare ve o minarenin altında Küre-i Arz’ın merkezine kadar bir kuyu kazılmış farzediyoruz. İşte ezanı umum memlekette umum ahaliye işitilen bir zât, minare başından tâ kuyu dibine kadar hangi mevkide bulunduğunu isbat etmek için iki fırka münakaşa ediyorlar.

Birinci fırka der ki: “Minare başındadır, kâinata ezan okuyor. Çünki ezanını işitiyoruz; hayatdardır, ulvîdir. Çendan herkes onu o yüksek yerde görmüyor; fakat herkes derecesine göre onu, çıktığı ve indiği vakit bir makamda, bir basamakta görür ve onunla bilir ki: O, yukarı çıkar ve nerede görünürse görünsün o, yüksek makam sahibidir.”

Diğer şeytanî ve ahmak güruh ise der: “Yok, makamı minare başı değil; nerede görünürse görünsün, makamı kuyu dibidir.” Halbuki hiç kimse, ne onu kuyu dibinde görmüş ve ne de görebilir. Faraza eğer taş gibi sakil, ihtiyarsız olsaydı, elbette kuyu dibinde bulunacaktı, birisi görecekti.

Şimdi bu iki muarız fırkanın muharebe meydanı, o minare başından tâ kuyu dibine kadar uzun bir mesafedir.

Hizbullah denilen ehl-i nur cemaati, yüksek nazarlı olanlara o müezzin zâtı minare başında gösteriyorlar. Ve nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kasır-ün nazar olanlara, derecelerine göre birer basamakta o müezzin-i a’zamı gösteriyorlar. Küçük bir emare, onlara kâfi gelir ve isbat eder ki: O zât, taş gibi camid bir cisim değil, belki istediği vakit yukarı çıkar, görünür, ezan okur bir insan-ı kâmildir.

Diğer hizb-üş şeytan denilen güruh ise, derler: “Ya minare başında herkese gösteriniz veyahud makamı kuyu dibidir.” diye ahmakane hükmederler. Ahmaklıklarından bilmiyorlar ki: Minare başında herkese gösterilmemesi, herkesin nazarı oraya çıkmamasından ileri geliyor. Hem mugalata suretinde, minare başı hariç olarak bütün mesafeyi zabtetmek istiyorlar.

(Herkesin nazarının oraya çıkmamasının yedi sebebi var.

  • Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıyoruz. Hatıra geliyor ki, o mülhid kalbinden der: “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl Mi’raca inanacağım?”
  • Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki: “Nasıl inanayım, herşeyden daha yakın bir Rabb’a binler sene mesafeyi kat’edip, yetmişbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?”
  • Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin: “Ben semavatı inkâr ediyorum, melaikelere inanmıyorum. Semavatta birinin gezmesine, melaikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”
  • Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin: “Bin müşkilât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’eder, gider, gelir?”
  • Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin: “Bin müşkilât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’eder, gider, gelir?”
  • Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin: “Bin müşkilât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’eder, gider, gelir?”
  • Yine hatıra gelir ki: Dersiniz: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki’ olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir? Söz Miraç Risalesi)

İşte o iki cemaatin münakaşasını halletmek için biri çıkar, o hizb-üş şeytana der ki: Ey menhus güruh!

  • Eğer o müezzin-i a’zamın makamı kuyu dibi olsa; taş gibi camid, hayatsız, kuvvetsiz olmak lâzım gelir.
  • Ve kuyu basamaklarında ve minarenin derecelerinde görünen o olmamak lâzım gelir.

Madem öyle görüyorsunuz; (“Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin.” Mektubat 214) elbette o, kuvvetsiz, hakikatsız, camid olmayacak. Minare başı onun makamı olacak. Öyle ise, ya siz onu kuyu dibinde göstereceksiniz -ki hiçbir cihette bunu gösteremezsiniz ve hiçbir kimseye orada bulunmasını dinletemezsiniz- veyahut susunuz! Meydan-ı müdafaanız kuyu dibidir. Sair meydan ve uzun mesafe ise, şu mübarek cemaatin meydanıdır; kuyu dibinden başka, o zâtı nerede gösterseler, davayı kazanırlar.

İşte şu temsil gibi münazara-i şeytanî mebhası, arştan ferşe kadar olan uzun mesafeyi hizb-üş şeytanın elinden alıyor ve hizb-üş şeytanı mecbur ediyor, sıkıştırıyor. En gayr-ı makul, en muhal, en menfur mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremiyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur’an namına zabtediyor.

Eğer onlara denilse: “Kur’an nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.” O vakit onlara denilir: Öyle ise Allah’ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünki siz mesleğinizce, “Güzel” diyemiyeceksiniz!

Hem eğer onlara denilse: “Peygamber’i nasıl bilirsiniz?” Derler: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam.” O vakit onlara denilecek: “Öyle ise imana geliniz. Çünki güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihal Resulullahtır. Çünki sizin bu “güzel” sözünüz, hududunuz dâhilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz.” Ve hâkeza… Temsildeki sair işaretlere, hakikatın sair cihetleri tatbik edilebilir.

İşte bu sırra binaen o şeytan ile münazara edilen Birinci Mebhas, ehl-i imanın imanını muhafaza etmek için mu’cizat-ı Ahmediyeyi bilmeğe ve kat’î bürhanlarını öğrenmeğe muhtaç etmiyor. Edna bir emare, küçük bir delil, onların imanlarını kurtarıyor. Kuyu dibindeki esfel-i safilînde olmadığına, herbir hâl-i Ahmediye (A.S.M.), herbir haslet-i Muhammediye (A.S.M.), herbir tavr-ı Nebevî (A.S.M.) birer mu’cize hükmüne geçer, a’lâ-yı illiyyînde bir makamı bulunduğunu isbat eder.

(İşte ey şeytan! Senin rağmına ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatlı muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ en küçük bir delilde dahi Kur’ana karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Mektubat 310)

(Peki Şimdi mes’eleyi zıttıyla düşünelim. Müseylime-i Kezzabın her bir halinin kuyu dibinde olması gerekmez mi? Evet gerekir ve öyledir. Müseylime-i Kezzabın her hali küfrüne delalet eder.  Secaya-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahata meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve nümunesi olan Habibullah’ın (A.S.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i kemalâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir. Sözler 490)

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir