Anasayfa » Yirmialtıncı Mektub Dördüncü Mebhas İkinci Mes’ele

Yirmialtıncı Mektub Dördüncü Mebhas İkinci Mes’ele

  İkinci Mes’ele

Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifetle Allah canibinden kâinata bakarak marifet-i kâmile ve huzur-u tam kazanmak ile beşeri fikirlerin karışması ile i’dam veya nisyan perdesi arkasından kâinata bakmak arasındaki fark anlatılmış.

Eski hocanın sual ettiği üç mes’elenin izahatı, Risale-i Nur’un eczalarında vardır. Şimdilik icmalî bir işaret edeceğiz:

Birinci Suali: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek (tevhid-i hakiki), varlığını bilmenin (tevhid-i zahiri) gayrıdır.” Bu ne demektir, maksad nedir? soruyor.

(Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve “Lâ ilahe illallah” kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Emirdağ-1 – 203)

Evvelâ: Ona okuduğun Yirmiikinci Söz’ün Mukaddemesinde, tevhid-i hakikî ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. (her eşya üzerindeki sikkeyi görmek, tevhid-i hakiki oluyor. Eşya deyince hadisat ve mevcudat olarak ikiye ayırıyoruz.)

Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder. (İkinci Mevkıf Birinci Maksad da Allah’ı bilmek Vahdehu bahsinde yıldızdan zerreye kadar birlik delillerini göstermiş. İkinci maksad da ehadiyyet bahsinde Cenab-ı Hakkın bize olan yakınlığını bilmekle tevhid-i hakikiyi elde etmenin yolu gösterilmiş. Üçüncü Mevkıf’ta tevhid-i hakiki neticesinde elde edilen muhabbetullahı ders vermiştir.)

Ve sâniyen: Usûl-üd Din imamları ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül Vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm’ın imamlarından Fahreddin-i Râzî’ye öyle demiş.

Evet İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.

(Emirdağ Lahikası 1 sayfa 91’de Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-ı imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantikî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.)

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır. (Şöyle ki; Vücubiyet dersleri Ayet-ül Kübrada ilk ondokuz mertebe de marifet dersi verilmiştir. Ayet-ül Kübranın ikinci makamında ise tevhid dersini almakla Allahın huzurunda olduğumuzdan gaflet etmemiş oluyoruz.)

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar. (Asr-ı saadetten itibaren ilk iki asır Kur’an güneşinden gölgesiz istifade etmiş, ikinci asırdan beşinci asra kadar gölgeli devam etmiş, beşinci asırdan onüçüncü asra kadar bazı hususi zatlarda (İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi) tatbik edilerek günümüze kadar gelmiş. Risale-i Nur ise O Cadde-i Kur’aniyeyi tekrardan aydınlatmış.)

Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Râzî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki

Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş.

Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acib bir tarza girmişler.

Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’dî-i Şirazî’nin dediği gibi:

  دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ

Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.

Bazı Sözlerde ülema-i İlm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan minhac-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki;

Meselâ: Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir.

Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır.

Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi..

Aynen öyle de: Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor.

Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu, her şey’e okutturuyor. (Bu düstur; herbir şeyde Sâni’-i Vâhid’e işaretler, delil ve âyetler bulunduğunu ifade eder. Tarihçe-i Hayat 460)

(Bu düsturun sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delaletleri ve işaretleri var. Emirdağ Lahikası-2 70)

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. (Bu noksanlık akla tabi olan ruh, kalb, sır, nefis gibi letaifin doymaması durumunda olur. Ama 26. Mektub 4. Mebhas 8. Mes’elede akla tabi olmayan latifelerinde var olduğunu ve bu latifelerin nasıl doyurulacağı anlatılmıştır.) İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor.

  * * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*