Anasayfa » Yirmialtıncı Lem’a İhtiyarlar Lem’ası

Yirmialtıncı Lem’a İhtiyarlar Lem’ası

Yirmialtıncı Lem’a

İhtiyarlar Lem’ası

(Yirmialtı rica ve ziya-yı teselliyi câmi’dir.)

 İHTAR: Herbir “rica”nın başında manevî derdimi gayet elîm ve sizi müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi: Kur’an-ı Hakîm’den gelen ilâcın fevkalâde tesirini göstermek içindir. (Dördüncü ricanın sonunda Kur’an-ı Hakîm’den gelen ilâçtan nasıl istifade edileceğini şu gelen cümlelerle açıklıyor. “Ona yapış. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye’se bir rica, içinde vardır. İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.”)

İhtiyarlara ait bu Lem’a, üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi muhafaza edememiş.

 Birincisi: Sergüzeşt-i hayatıma ait olduğu için, o zamanlara hayalen gidip o halette yazıldığından; ifade, intizamını muhafaza edemedi.

 İkincisi: Sabah namazından sonra gayet yorgunluk hissettiğim bir zamanda, hem sür’ate mecburiyet tahtında yazıldığından ifadede müşevveşiyet düşmüş.

 Üçüncüsü: Yanımda daim yazacak bulunmadığından, yanımda bulunan kâtibin de Risale-i Nur’a ait dört beş vazifesi olmakla, tashihatına tam vakit bulamadığımızdan intizamsız kaldı.

 Dördüncüsü: Te’lifin akabinde ikimiz de yorgun olarak, manayı dikkatle düşünemeyerek, gayet sathî bir tashihle iktifa edildiğinden, tarz-ı ifadede elbette kusurlar bulunacak. Âlîcenab ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile bakmak; ve rahmet-i İlahiye boş olarak döndürmediği mübarek ihtiyarlar, ellerini dergâh-ı İlahiyeye açtıkları vakit bizi de dualarında dâhil etsinler.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

كهيعص ٭ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا ٭ اِذْْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاءً خَفِيًّا ٭ قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَائِكَ رَبِّ شَقِيًّا

Şu Lem’a yirmialtı ricadır.

Nur’un te’lif zamanı üç sene evvel bitmiş olmasından, bu Onbeşinci Rica, ileride bir Nurcu tarafından İhtiyarlar Lem’asının tekmiline -te’lifine- me’haz olmak üzere yazıldı. Daha sonra Üstad tarafından onaltı ricaya tamamlanmıştır.

 BİRİNCİ RİCA: İhtiyarlık zamanında bulduğum ricaların ve o ricalardaki teselli nurunun ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi; imandır.

Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında arasıra bulduğum ricaları ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teşrik etmek arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım. Gördüğüm ziya ve rastgeldiğim rica kapıları, elbette benim nâkıs ve müşevveş istidadıma göre görülmüş, açılmış. İnşâallah sizlerin safi ve hâlis istidadlarınız, gördüğüm ziyayı parlattıracak; bulduğum ricayı daha ziyade kuvvetleştirecek.

İşte gelecek o ricaların ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi; imandır.

 İKİNCİ RİCA: İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Gördüm ki Hâlık-ı Rahîm’imizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır.

İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazîn ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi. Gördüm ki;

  • Ben ihtiyarlandım,
  • Gündüz de ihtiyarlanmış,
  • Sene de ihtiyarlanmış,
  • Dünya da ihtiyarlanmış.

Bu dört nev’i ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı. Birden rahmet-i İlahiye öyle bir surette inkişaf etti ki; o rikkatli hüzün ve firakı, kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi.

Evet ey benim gibi ihtiyarlar!

İhtiyarlık vaktinde Hâlık-ı Rahîm’imizin rahmetine ait çok sırlar inkişaf etti ki o sırlardan dört nev’i şunlardır:

  • Kur’an-ı Hakîm’de yüz yerde “Errahmanurrahîm” sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve bir Hâlık-ı Rahîm merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarlara daha ziyade rahmetini gösterir.
  • Daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların imdadına rahmetini gönderen ve bir Hâlık-ı Rahîm

(Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderen bir Hâlık-ı Rahîm Sözler – 51)

Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü’min, dergâh-ı İlahiyeye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlahiye onun elini boş döndürmeye hicab ediyor.” Lem’alar – 253)

  • Gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve bir Hâlık-ı Rahîm

(Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel’ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarlara daha ziyade rahmetini gösterir. Mektubat 260)

  • Za’f u acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren

(Za’f u aczini bilip iltica edenlere derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîm, merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarlara daha ziyade rahmetini gösterir.)

Bir Hâlık-ı Rahîm’imizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır.

Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahman’a intisab etmek ve feraizi kılmakla ona itaat etmektir.

 ÜÇÜNCÜ RİCA: Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; Gördüm ki Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır.

Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım;

Zamanın geçişine dair birinci misal: vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor.

Zamanın geçişine dair ikinci misal: Niyazi-i Mısrî’nin

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber…

dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümidlerim, emellerim kopmaya başladılar. Ama insan cesedinin yıprandığından ve kendisini dünyaya kuvvetli bağlayan ümidlerinin ve emellerinin koptuğundan gaflet ediyor. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O manevî ve çok derin ve devasız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Zeval ve fena yarasının merhemi imana ile bulunabilir. Sebebler aleminden bulunamaz. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:

Dil bekası, Yani: Benim kalbim (ruhum) bütün kuvvetiyle beka istediği halde

Hak fenası istedi mülk-ü tenim, Yani: hikmet-i İlahiye, cesedimin harabiyetini iktiza ediyor.

Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber! Yani: Hekim-i Lokman da çaresini bulamadığı dermansız bir derde düştüm.

______

{(Haşiye): Yani: Benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde; hikmet-i İlahiye, cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekim-i Lokman da çaresini bulamadığı dermansız bir derde düştüm.}

______

O vakit birden (Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir? Rahmet-i İlahiye itibari ile Peygamber Efendimizi tarif ediyor.)

Merhamet-i İlahiyenin

  • Lisanı,
  • Misali,
  • Timsali,
  • Dellâlı,
  • Mümessili

Olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm’ın

  • Nuru ve
  • Şefaati ve
  • Beşere getirdiği hediye-i hidayeti,

O dermansız hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye’simi, nurlu bir ricaya çevirdi.

Karanlıklı ye’simi, nurlu bir ricaya çeviren kimdir? Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayetidir.

Evet ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbabların mecmaıdır.

(Ahbablar kimdir?) Başta şefiimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.

(Nasıl bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz sorusuna cevab olarak şefiimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinin büyüklüğünü gösteren dokuz delil gösterilmiştir.) Evet

(Önce insanlık canibinden Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm’a baktığımızda getirdiği nuru görüyoruz.)

  • Bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanların sultanı olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gittiği âleme gidiyoruz.
  • Ve onların ruhlarının mürebbisi olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gittiği âleme gidiyoruz.
  • Ve akıllarının muallimi olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gittiği âleme gidiyoruz.
  • Ve kalblerinin mahbubu olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gittiği âleme gidiyoruz.
  • Ve her günde اَلسَّبَبُكَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilâve edilen o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gittiği âleme gidiyoruz.

(Sonra Allah canibinden Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm’a baktığımızda beşere getirdiği hediye-i hidayeti görüyoruz.)

  • Ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlahiyenin medarı olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gittiği âleme gidiyoruz.
  • Ve mevcudatın kıymetlerinin teâlisinin sebebi olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm ‘ın gittiği âleme gidiyoruz.

(Şimdi de Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı olan şefkatine baktığımızda ümmetine edeceği şefaati görüyoruz.)

  • Dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “nefsî nefsî” dediği zaman, yine “ümmetî ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlık ile, yine şefaatıyla ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz.
  • Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zâtın şefaatı altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i Seniyeye ittibadır.

 DÖRDÜNCÜ RİCA: Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımda gençlik sersemliğiyle zayi’ ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan imdada yetişti. Ona yapış. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye’se bir rica, içinde vardır. İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.

Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi’ ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.

O vakit gurbette idim. Me’yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye’si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.

Evet ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler!

Kütüb-ü Semaviyenin ve Suhufların Allah kelamı olduğunun ispatı:

Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halkeden bir Sâni’-i Zülcelal, mümkün müdür ki; o şehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin. Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasılki “yapan bilir” öyle de “bilen konuşur”. Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebatını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.

İşte o kudsî defterin en mükemmeli;

(Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu gösteren üç delil gösterilmiştir.)

  • Kırk vecihle mu’cize
  • Ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen
  • Ve herbir harfinde asgari olarak on sevab ve on hasene ve bazan onbin ve bazan Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez.

Madem bu elimizdeki Kur’an, Semavat ve Arz’ın Hâlık-ı Zülcelal’inin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır; bir maden-i rahmetidir. Ona yapış. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye’se bir rica, içinde vardır.

İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.

 BEŞİNCİ RİCA: Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbul’un boğaz tarafındaki Yuşa Tepesi’nde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Sevdiklerimden ve alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir manevî teessürat içinde iken birden, âhirete iman nuru imdada yetişti. Evet, enbiyanın icma’ ve tevatürü, evliyanın şehadeti, Sâni’-i Hakîm’inin bütün esması ve insandaki şedid, sarsılmaz, daimî olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, delaletiyle bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet vardır.

Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbul’un boğaz tarafındaki Yuşa Tepesi’nde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Gayet hazîn ve rikkatli bir levha-i zeval ve firakı, ihtiyarlığın ihtarıyla gördüm. Şecere-i ömrümün kırkbeşinci senesi olan kırkbeşinci dalındaki yüksek makamından, tâ hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim. Gördüm ki; o aşağıda, herbir dalında, herbir senenin zarfında sevdiklerimden ve alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir manevî teessürat içinde, Fuzulî-i Bağdadî gibi, müfarakat eden dostları düşünerek enîn edip:

Vaslını yâdeyledikçe ağlarım,

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim.

diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapısını aradım. Birden, âhirete iman nuru imdada yetişti. Hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir rica verdi.

Evet ey benim gibi ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Madem âhiret var ve madem bâkidir ve madem dünyadan daha güzeldir ve madem bizi yaratan zât hem Hakîm, hem Rahîm’dir.. ihtiyarlıktan şekva ve teessüf etmemeliyiz. Bilakis ihtiyarlık, iman ile ibadet içinde sinn-i kemale gelip, vazife-i hayattan terhis ve âlem-i rahmete istirahat için gitmeye bir alâmet olduğu cihetle ondan memnun olmalıyız.

(Kur’an, zeval ve firaktan gelen acıları âhiretin varlığının delillerini göstermekle izale eder.)

  • Evet nass-ı hadîs ile nev’-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin enbiyanın icma’ (icma’ keyfiyet derecesine bakıyor) ve tevatür (tevatür ise delillerin ve delilleri gösterenlerin çokluğuna bakıyor) ile kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat Hâlıkının kat’î va’dettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi;
  • Ve onların verdikleri haberi keşif (keşif hem kevni (sinema perdesindeki gibi ahiretin izlerini görmek) hemde ilmi olabilir) ve şuhud ile ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle
  • Ve bu kâinatın Sâni’-i Hakîm’inin bütün esması bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekayı bilbedahe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücuduna delaletiyle;
  • (Bahar mevsimi delil olarak gösteriliyor.)Ve her sene baharda rûy-i zeminde

Birinci delil: Ayakta duran hadd ü hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i kün feyekûn ile ihya edip ba’s-ü ba’de-l mevte mazhar eden ve

İkinci delil: Haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nev’leri haşir ve neşreden

Üçüncü delil: Dokuzuncu hakikattaki bahar mevsiminin arkasında görünen keyfiyetteki beş hakikatı makam münasebeti ile burada yer verilmiştir. Hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesabsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemal-i şefkatle gayet hârika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez enva’-ı zînet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daime, bilbedahe âhiretin vücudunu istilzam ile;

  • Ve (İnsandaki “aşk-ı beka” ve “şevk-i ebediyet” ve “âmâl-i sermediyet” bilbedahe işareti ve delaletiyle)
  1. Şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve
  2. Hâlık-ı Kâinat’ın en sevdiği masnuu ve
  3. Kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki

şedid, sarsılmaz, daimî olan “aşk-ı beka” ve “şevk-i ebediyet” ve “âmâl-i sermediyet” bilbedahe işareti ve delaletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette isbat ederler ki: Dünyanın vücudu kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler

(Bu beş delilden sonra zıddıyet noktasında âhiretin olmadığının isbat edilemiyeceğinin izahını alttaki haşiyede yapıldı.)

______

{(Haşiye): Evet sübutî bir emri, ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. ( Kuvvet ve kolaylık noktasında temsili düşünebiliriz.)

(Bu meselenin izahatı Ayet-ül Kübranın mukaddimesinde

Dördüncüsü ise zıddının muhal olduğu ve delillerin azametli delillerin az olduğunu düşünmek varta oluyor tek seda çıkması)

Şöyle ki; biri dese: Meyveleri süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir. Aynen öyle de, Cennet’i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhatını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat’-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir, ademini gösterebilir. İşte ey ihtiyar kardeşler, iman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız. Said Nursî}.

______

Madem Kur’an-ı Hakîm’in bize verdiği en mühim bir ders; iman-ı bil-âhirettir ve o iman da bu derece kuvvetlidir ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki; yüzbin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdülillahi alâ kemal-il iman” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

 ALTINCI RİCA: Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında Çam Dağı’nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti.

  1. Vatanımdan garib,
  2. Sevdiklerimden ayrı,
  3. Bütün dünyadan birden müfarakat zamanımın yakınlaşmasından gelen hazîn ve elîm vaziyetten kurtulmak için bir rica, bir nur aradım.

Birden iman-ı billah imdada yetişti. Mevcudat adedince vücudunun delillerini ve nimetler adedince Rahmetin delillerini gördüğümüz Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık’ımızın, Sâni’imizin, Hâmi’mizin dergâhında en makbul bir şefaatçı, ihtiyarlık vaktindeki acz ve za’f olduğunu gösterdi.

Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında Çam Dağı’nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim.

Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti.

Altıncı Mektub’da izah edildiği gibi; o gece ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki;

  1. Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de; (Yani gündüz geceye inkılab edeceğini ihtar etti.)
  2. Senin ömrünün gündüzü de geceye ve (Yani gençlik ihtiyarlığa inkılab edeceğini ihtar etti.)
  3. Dünya gündüzü de berzah gecesine ve (Yani dünya ahirete inkılab edeceğini ihtar etti.)
  4. Hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine (Yani hayat ölüme) inkılab edeceğini inkılab edeceğini kalbimin kulağına söyledi.

Nefsim bilmecburiye dedi: Evet

  1. Ben vatanımdan garib olduğum gibi,
  2. Bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir.
  3. Ve bu gece ve dağın garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor.

Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.

Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlık’ımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için herşey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil. Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk’ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler. Evet,

  • Bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden
  • Ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat’umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler,

Bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık’ımızın, Sâni’imizin, Hâmi’mizin dergâhını gösteriyorlar.

O dergâhta en makbul bir şefaatçı, acz ve za’ftır. Ve acz ve za’fın tam zamanı da, ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçı olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.

 YEDİNCİ RİCA: Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye de altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve me’yusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semasında parlayan iman nurları imdada yetişti.

Bir zaman ihtiyarlığımın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılab ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya, beni Eski Said zannedip oraya istediler; gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kal’asının başına çıktım. O kal’a, tahaccür etmiş hâdisat-ı tarihiye suretinde bana göründü.

  1. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle
  2. Benim ihtiyarlığım,
  3. kal’anın ihtiyarlığı,
  4. Beşerin ihtiyarlığı,
  5. Şanlı Osmanlı Devleti’nin ihtiyarlığı ve
  6. Hilafet saltanatının vefatı ve
  7. Dünyanın ihtiyarlığı;

Bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir halet içinde, o yüksek kal’ada geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört-beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden,

______

{(Haşiye): O zaman bu halet-i ruhiye Farisî bir münacat suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab Risalesi’nde tab’ edilmiştir.}

______

bir nur, bir teselli, bir rica aradım.

  • Sağa, yani mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken; bana mazi, pederimin ve ecdadımın ve nev’imin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü, teselli yerine vahşet verdi.
  • Sol tarafım olan istikbale derman ararken baktım. Gördüm ki: Benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi.
  • Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvari nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki ızdırab çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.
  • Sonra bu cihetten dahi me’yus olunca, başımı kaldırıp ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki; o ağacın tek bir meyvesi var, o da benim cenazemdir; o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.
  • O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki: O aşağıda olan toprak, kemiklerimin toprağıyla, mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil, belki derdime dert kattı.
  • Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki; esassız, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti.
  • O cihette dahi hayır göremediğimden ön tarafıma baktım; ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki; kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış bana bakıyor. Onun arkasında ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silâh-ı müdafaa olacak, cüz’î bir cüz’-i ihtiyarîden başka birşey elimde yok. (Hem iman, o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz’-i ihtiyarî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisab etmek için o cüz’-i ihtiyarînin eline bir vesika veriyor.. belki de iman, o cüz’-i ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor. Lem’alar -230)

O hadsiz a’da ve hesabsız muzır şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz’-i ihtiyarî; hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. (Hem o cüz’-i ihtiyarî olan silâh-ı insanî, gerçi zâtında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat nasılki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de sırr-ı imanla o cüz’î cüz’-i ihtiyarî, Cenab-ı Hak namına onun yolunda istimal edilse, beşyüz sene genişliğinde bir Cennet’i dahi kazanabilir. Lem’alar -230)

Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları men’etsin. Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faidesi olmadığını gördüm. (Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz’-i ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp, kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise, cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dâhil olduğundan; o cüz’-i ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i iman ile girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def’edebildiği gibi; nur-u iman ile istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder. Lem’alar -230)

Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve me’yusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semasında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki; gördüğüm o vahşetler, o karanlıklar yüz derece tezauf etse idi, yine o nur, onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:

  • İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbab olduğunu biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi.
  • Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmaniye meclisi suretinde biilmelyakîn gösterdi.
  • Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şaşaalı bir misafirhane-i Rahmanî suretinde bilmüşahede gösterdi.
  • Hem iman, nazar-ı gafletle ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzed olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmelyakîn gösterdi.
  • Hem iman; kemiklerimle, mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını; belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı iman ile gösterdi.
  • Hem iman; nazar-ı gafletle, arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’an ile gösterdi ki; o zahirî zulümatta yuvarlanan dünya ise; vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmelyakîn bildirdi.
  • Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’an ile gösterdi ki; o kabir, kuyu kapısı değil, belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise; hiçliğe ve ademistana değil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu.
  • Hem iman, o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz’-i ihtiyarî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisab etmek için o cüz’-i ihtiyarînin eline bir vesika veriyor.. belki de iman, o cüz’-i ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor.
  • Hem o cüz’-i ihtiyarî olan silâh-ı insanî, gerçi zâtında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat nasılki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de sırr-ı imanla o cüz’î cüz’-i ihtiyarî, Cenab-ı Hak namına onun yolunda istimal edilse, beşyüz sene genişliğinde bir Cennet’i dahi kazanabilir.
  • Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz’-i ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp, kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise, cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dâhil olduğundan; o cüz’-i ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i iman ile girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def’edebildiği gibi; nur-u iman ile istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder.

İşte ey benim gibi ihtiyarlık zahmetini çeken ihtiyar ve hemşire ihtiyareler! Madem elhamdülillah biz ehl-i imanız ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin defineler var ve madem ihtiyarlığımız bizi bu definenin içine daha ziyade sevkediyor.. elbette imanlı ihtiyarlıktan şekva değil, belki binler teşekkür etmeliyiz.

SEKİZİNCİ RİCA: (Gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran beş halet içinde dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede gördüğüm bir zamanda İstanbul’un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlaslı hâfızları dinlemeye gittim. Cenab-ı Hak, kemal-i keremiyle ve nihayetsiz re’fet ve şefkatıyla ve Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve ihtiyarlığın alemeti olan beyaz kılların ihtarıyla beni nisyan-ı mutlaktan kurtardı. Ve iman dahi gözümü açmasıyla ölümün yüzüne, gençliğime ve dünyaya baktım. İhtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum.)

İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran

1- Harb-i Umumî’nin dağdağaları ve

2- Esaretimin keşmekeşlikleri ve

3- Sonra İstanbul’a geldiğim vakit ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti;

4- Hattâ Halife’den, Şeyhülislâm’dan, Başkumandan’dan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle,

5- Gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki; âdeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.

İşte o zamanda, İstanbul’un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlaslı hâfızları dinlemeye gittim. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, semavî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ fermanını, hâfızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Câmiden çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Âyinede saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: “Dikkat et!” İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti.

Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana “Uğurlar olsun” deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de “Allah’a ısmarladık” deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ âyetinin külliyetinde: “Nev’-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!” manası, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

İşte bu halette vaziyetime baktım ki; medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor, menşe-i ahzan olan ihtiyarlık yerine geliyor. Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zahirî karanlıklı dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin maşukası olan dünya, pek sür’atle zevale kavuşuyor gördüm.

Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvakına baktım, hiçbir faidesi olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri; yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ü şerefin süslü perdesi altında sakil bir riya, soğuk bir hodfüruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki; beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.

Yine tam uyanmak için, Kur’anın semavî dersini işitmek üzere, yine Bayezid Câmiindeki hâfızları dinlemeye başladım. O vakit o semavî dersten وَ بَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا ilâ âhir.. nev’inden kudsî fermanlarla müjdeler işittim. Kur’andan aldığım feyz ile hariçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve me’yusiyet aldığım noktalar içinde teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenab-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun ki; ayn-ı dert içinde dermanı buldum, ayn-ı zulmet içinde nuru buldum, ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum.

En evvel herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım..

nur-u Kur’an ile gördüm ki: Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikatı kat’î bir surette isbat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektub gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi; ölüm i’dam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hâkeza bunlar gibi hakikatlar ile ölümün hakikî güzel sîmasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin yüzüne baktım. Ehl-i tarîkatça rabıta-i mevtin bir sırrını anladım.

Sonra herkesi zevaliyle ağlatan ve herkesi kendine meftun ve müştak eden ve günah ve gaflet ile geçen ve geçmiş gençliğime baktım;

O güzel süslü çarşafı (elbisesi) içinde, gayet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz gördüm. Eğer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoş edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı. Nasılki öylelerden birisi ağlayarak demiş: لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yani: “Keşki gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim.” Evet bu zât gibi gençliğin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düşünüp, teessüf ve tahassürle ağlıyorlar. Halbuki gençlik, eğer ehl-i kalb, ehl-i huzur ve aklı başında ve kalbi yerinde bulunan mü’minlerde olsa, ibadete ve hayrata ve ticaret-i uhreviyeye sarfedilse; en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve şirin bir vasıta-i hayrattır. Ve o gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû’-i istimal etmeyenlere; kıymetdar, zevkli bir nimet-i İlahiyedir. Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa çok tehlikeleri var. Taşkınlıklarıyla, saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler, belki hayat-ı dünyeviyesini de berbad eder. Belki bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlıkta çok seneler gam ve keder çeker. Madem ekser insanlarda gençlik zararlı düşüyor, biz ihtiyarlar Allah’a şükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarından kurtulduk. Herşey gibi, elbette gençliğin dahi lezzetleri gidecek. Eğer ibadete ve hayra sarfedilmiş ise; o gençliğin meyveleri onun yerinde bâki kalıp, hayat-ı ebediyede bir gençlik kazanmasına vesile olur.

Sonra ekser nâsın âşık ve mübtela olduğu dünyaya baktım.

Nur-u Kur’an ile gördüm ki; birbiri içinde üç küllî dünya var.

Birisi esma-i İlahiyeye bakar, onların âyinesidir.

İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır.

Üçüncü yüzü, ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel’abegâhıdır.

Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Âdeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin hususî dünyasının direği, kendi hayatıdır. Ne vakit cismi kırılsa, dünyası başına yıkılır; kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zannedip perestiş eder.

Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususî bir dünyam var. Bu hususî dünyam, bu kısacık ömrümle ne faidesi var diye düşündüm.

Nur-u Kur’an ile gördüm ki: Hem benim, hem herkes için, şu dünya

  1. Muvakkat bir ticaretgâh ve
  2. Her gün dolar boşalır bir misafirhane ve
  3. Gelen geçenlerin alış-verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar ve
  4. Nakkaş-ı Ezelî’nin teceddüd eden (hikmetle yazar bozar) bir defteri ve
  5. Her bahar bir yaldızlı mektubu ve
  6. Herbir yaz bir manzum kasidesi ve
  7. O Sâni’-i Zülcelal’in cilve-i esmasını tazelendiren, gösteren âyineleri ve
  8. Âhiretin fidanlık bir bahçesi ve
  9. Rahmet-i İlahiyenin bir çiçekdanlığı ve
  10. Âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm.

Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelal’e yüzbin şükrettim. Ve anladım ki; dünyanın, âhirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel içyüzlerine karşı nev’-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû’-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarfettiğinden, حُبُّ الدُّنْيَا رَاْسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ hadîs-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.

İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Ben Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikatı gördüm ve çok risalelerde kat’î bürhanlarla isbat ettim. Kendime hakikî bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum. Siz de ağlamayınız ve şükrediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalalet ağlasın.

 DOKUZUNCU RİCA: Harb-i Umumî’de esarette, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, Kosturma vilayetinde Volga Nehri’nin kenarında Tatar câmiindeki o uzun karanlıklı gurbet gecesinde, hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; Kur’an-ı Hakîm’in verdiği ders ile gördüm ki sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, za’f u acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da caridir. İşte madem Rahmet-i İlahiye Kur’an-ı Hakîm de beş surette ihtiyar peder ve vâlideye karşı hürmete ve şefkate evlâdları davet ediyor. Madem İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. Madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor. Elbette biz ihtiyarlar, bu ihtiyarlığımızı, yüz gençliğe değişmemeliyiz.

Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmisi, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî’yi gören ihtiyardır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; dilim حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi, kalbim de ağlayarak dedi:

غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ َاْلاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلهِى

(Garibim, kimsesizim, yalnızım, zayıfım, güçsüzüm, alilim, âcizim, hem ihtiyarım, hem irâdesizim.
El-amân diyorum, İlâhî dergâhından yardım istiyorum.)

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost! diye, dostları arıyordu.

Her ne ise… O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünki birkaç gün sonra, gayet hilaf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim. Za’f u aczime binaen gelen inayet-i İlahiye ile hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahatı bitirdim. Fakat o Volga Nehri kenarındaki câmideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki; bakiyye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için, şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbab ve İstanbul’un şaşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ü şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazı idi ki, ileriyi göremedi, yine yattı.. tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylanî Fütuh-ul Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Biliniz ki; ihtiyarlıktaki za’f u acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir. Ben kendi şahsımda çok hâdiselerle müşahede ettiğim gibi, zeminin yüzündeki rahmetin cilvesi de gayet zahir bir tarzda bu hakikatı gösteriyor. (Yani mahlûkatta görünen za’f u acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir.)

Çünki hayvanatın en âciz ve en zaîfi, yavrulardır. Halbuki rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi; annesini en muti’ bir nefer gibi -rahmetin cilvesi- istihdam ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, vâlidesi ona “Sen git rızkını ara” der, daha onu dinlemez.

İşte bu sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, za’f u acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da caridir. Bana kanaat-ı kat’iyye verecek derecede tecrübeler vardır ki; nasıl çocukların aczlerine binaen rahmet tarafından rızıkları hârika bir surette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor.. öyle de; masumiyet kesbeden imanlı ihtiyarların rızıkları da, bereket suretinde gönderiliyor.

(Erhamürrahimin ihtiyarlara rahmet ettiğinin delilleri:)

  1. Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu;
  2. Hem bir haneyi belalardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş masum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu {(Haşiye): Hadîsin tamamı: وَلَوْلاَ الْبَهَائِمُ الرُّتَّعُ وَالصُّبْيَانُ الرُّضَّعُ ilâ âhir -ev kema kal-} hadîs-i şerifin bir parçası olan وَ لَوْلاَ الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلاَءُ صَبًّا yani: Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belalar sel gibi üzerinize dökülecekti.” diye ferman etmekle, bu hakikatı isbat ediyor.

İşte (Erhamürrahimin ihtiyarlara ne surette rahmet ediyor?)

  1. Madem ihtiyarlıktaki za’f u acz, bu derece rahmet-i İlahiyenin celbine medardır; ve
  2. Madem Kur’an-ı Hakîm اِمَّايَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا ٭ وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا âyetiyle, beş cihetle gayet mu’cizane bir surette ihtiyar peder ve vâlideye karşı hürmete ve şefkate evlâdları davet ediyor; ve
  3. Madem İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor; ve
  4. Madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor..

Elbette biz ihtiyarlar, gençlik iştihasıyla olan muvakkat bir zevk-i maddî yerine, manevî ve daimî ve mühim inayet-i İlahiyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen rahmet ve hürmet ve rahmet ve hürmetten neş’et eden ezvak-ı ruhaniyeyi alıyoruz. O halde biz bu ihtiyarlığımızı, yüz gençliğe değişmemeliyiz. Evet ben kendim sizi temin ediyorum ki: “Eski Said’in on senelik gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim.” Ben ihtiyarlığımdan razıyım, siz de razı olmalısınız.

 ONUNCU RİCA: Eyüb Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde âfâka ve kabristana baktım. Düşündüm ki: Ben odacıkta, istanbulda ve dünyada üç cihette misafirim; Misafir, yolunu düşünmeli. Ve bu öyle bir yol ki başta sevdiklerim kabristana göçmüşler. Kalan ahbablarda oraya gidecekler. En nihayet bende gideceğim. Ve gidilecek yolun hakikatını Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette isbat etmiştir ki görüyor gibi inanmak gerektir. Çünki bu dünyayı hadsiz enva’-ı lütuf ve ihsanıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni’-i Kerim ve Rahîm; bu kadar ehemmiyet verdiği insanı i’dam etmez, ebedi bir âlemi onun için ihzar etmiştir. Madem öyledir; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş birşey varsa; o da günahtır, sefahettir, bid’atlardır, dalalettir.

Bir zaman esaretten geldikten sonra, İstanbul’da bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmış iken, bir gün İstanbul’un Eyüb Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum.

İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden, bakıyorum benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi. Dedim: “Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazıları mıdır ki, bana böyle hayal veriyor” diye nazarımı çektim.

Uzağa değil, o kabristana baktım, kalbime ihtar edildi ki: “Bu senin etrafındaki kabristanın yüz İstanbul içinde vardır. Çünki yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul’un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın, sen de gideceksin.”

Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüb Câmisinin mahfelindeki küçük bir odaya çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim.

Düşündüm ki: Ben üç cihette misafirim;

  1. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi,
  2. İstanbul’da da misafirim,
  3. Dünyada da misafirim.

Misafir, yolunu düşünmeli.

  1. Nasılki bu odadan çıkacağım,
  2. Bir gün de İstanbul’dan da çıkacağım,
  3. Diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünki (Rikkatli, firkatli elemli bir hüzün ve gamın üç sebebi)

  1. Ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum;
  2. İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım.
  3. Dünyada yüzbinler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve mübtela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım,

Diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Arasıra sinemaya -ibret için- gittiğimden; bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalime dedim ki: “Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar.” Birden Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neş’eli bir vaziyete inkılab etti. Şöyle ki:

O hazîn hale karşı Kur’andan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Şimal-i Şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların her halde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette zerre mikdar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünki

Ferah ve sürurla gitmesini kabul etmenin sebebleri;

  1. Bin birden dokuzyüz doksandokuz ahbabın İstanbul’dadırlar.
  2. Burada bir iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun.
  3. Bu güzel (dünya cenneti gibi) İstanbul’a geldin.

Aynen öyle de;

  1. Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler.
  2. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler.
  3. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır.

Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.

Evet bu hakikatı Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette isbat etmiştir ki; bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahud dalalet kalbini boğmamış ise, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünki

  1. Bu dünyayı hadsiz enva’-ı lütuf ve ihsanıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve
  2. Tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni’-i Kerim ve Rahîm;

Masnuatı içinde

  1. En mükemmel ve
  2. En câmi’,
  3. En ehemmiyetli ve
  4. En çok sevdiği masnuu olan insanı,

Elbette ve bilbedahe sureten göründüğü gibi böyle

  1. Merhametsiz,
  2. Akibetsiz i’dam etmez,
  3. Mahvetmez,
  4. Zayi’ etmez.

Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sünbül vermek için, (Elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak Sözler 322) Hâlık-ı Rahîm o sevgili masnuunu bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar. {(Haşiye): Bu hakikat; iki kerre iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerde isbat edilmiştir.}

İşte bu ihtar-ı Kur’anîyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul’dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı A’zam (R.A.) Fütuh-ul Gayb’ıyla, bana bir üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) Mektubat’ıyla, bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allah’a şükrettim.

İşte ey benim gibi ihtiyarlık içine giren ve ihtiyarlığın ihtarıyla vefatı çok tahattur eden zâtlar! Kur’anın verdiği ders-i iman nuruyla, ihtiyarlığı ve vefatı ve hastalığı hoş görmeliyiz, belki bir cihette sevmeliyiz. Madem iman gibi hadsiz derecede kıymetdar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş birşey varsa; o da günahtır, sefahettir, bid’atlardır, dalalettir.

ONBİRİNCİ RİCA: Hayat-ı dünyeviye itibariyle altı cihet de en mes’ud bir vaziyette iken fâni şeylerin fâniliğini ve kendimi de nihayet-i aczde gördüm. Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım.” diyerek taharriye başladım. Tâ Kur’an-ı Hakîm’den gelen ve “Lâ İlahe İlla Hu” cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Tevhidin binler bürhanından birtek bürhanı sual ve cevabda gösterilmiştir.

Sual: En cüz’î, en küçük bir şey’i de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?

Elcevab: En cüz’î ve en küçük şey; en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlık’ının azamet-i kudretinden ve ihata-i ilminden gelir ve hazinesinden çıkar. Buna dair delil, eşyanın icadında görülen hârikulâde sühulet ve kolaylıktır. Zira esbab-ı maddiye zerratı toplayamaz, durduramaz ve çalıştıramaz.. Demek sahib-i hakikîleri başkadır.

Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes’udane bir hayat sayılabilirdi.

Hayat-ı dünyeviye cihetinde en mes’udane hayat nasıldır? Çünki

  1. Esaretten kurtulmuştum, (Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır. Münazarat 19)
  2. Dâr-ül Hikmet’te meslek-i ilmiyeme münasib en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı.
  3. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. (Şöhret, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Sözler 760)
  4. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum.
  5. Hem herşeyim mükemmeldi.
  6. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtib, hem evlâd-ı maneviyem beraberdi.

Dünyada herkesten ziyade kendimi mes’ud bilirken âyineye baktım; saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden esarette, Kosturma’daki câmideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tedkike başladım.

Hangisini tedkik ettimse, baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor.

O sıralarda en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi.

Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki; hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıbta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar, yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?”

Her ne ise… Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm.

O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere mübtela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım.” diyerek taharriye başladım.

O vakit herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî mes’eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu.

Birden Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle Kur’an-ı Hakîm’deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes’elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o mes’elelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur’an-ı Hakîm’den gelen ve “Lâ İlahe İlla Hu” cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. (İnsanın ruhu her vakit Allah’ı zikretmeye muhtaç ki boğulmasın. Yalnız akıl delil görmek ister ki kalb tasdik etsin. Henüz deliller gösterilmediği için nefis ve şeytan akıl ve kalbe hücum ediyor.)

Fakat nefs ve şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahilhamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifa edip, burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler bürhandan birtek bürhan beyan edeceğim. Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen malayaniyat mes’eleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın. Tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Tevhidin binler bürhanından birtek bürhan

Ulûm-u felsefiyenin vekaleti namına nefsim dedi ki: Bu kâinattaki esbabın, tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük bir şey’i de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?

O vakit nur-u Kur’an ile sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti. Kalbim o mütefelsif nefsime dedi:

“En cüz’î ve en küçük şey; en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlık’ının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünki en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluklar, bazan san’at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek tavuktan san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahud bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vâcibdir, zarurîdir.

En cüz’î ve en küçük şey; en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlık’ının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Tevhiddeki görülen hârikulâde sühulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geldiğinin delilleri:

Çünki bir tek zâta, yani bir Kadîr-i Ezelî’ye verilse;

  1. Madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi, herşeyi ihata ediyor..
  2. Ve madem ilminde herşeyin mikdarı taayyün ediyor..
  3. Ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz sühuletle, nihayetsiz san’atlı masnular vücuda geliyor..
  4. Ve madem o Kadîr-i Alîm’in bir kibrit çakar gibi emr-i Kün Feyekûn ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile, çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektub ve Yirmiüçüncü Lem’anın âhirinde isbat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var;

Elbette bilmüşahede görülen hârikulâde sühulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Meselâ nasılki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse; o koca kitab, birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası bir mikdar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak emr-i Kün Feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve sühuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî’ye ve Alîm-i Külli Şey’e verilmezse;

O vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu,

  1. Dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber,
  2. O küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i san’atını bütün dekaikiyle bilmekle

Çünki esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye,

  1. Bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise, her halde onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser anasır ve enva’ından nümuneler, içinde vardır. Âdeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor.
  2. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir proğram takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz hadd ü hesaba gelmez eşkaller, mikdarlar içinde, bir tek şekil ve mikdarda sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, mikdarsız, kalıpsız birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa, görür.

Evet bu hakikata binaen اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu âyet-i azîmenin sırrıyla

______

{(Haşiye): Yani Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halkedemezler.}

______

Bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa,

  1. Bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar.
  2. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ı muayyenesinde durduramazlar.
  3. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramazlar.

Öyle ise; bilbedahe esbab, bu eşyaya sahib çıkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri başkadır.

Evet öyle bir sahib-i hakikîleri var ki; مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sırrıyla,

  1. Bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar.
  2. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünki toplamağa muhtaç değil.

Neden toplamağa muhtaç değil.

  1. Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik olduğundan ve
  2. Her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve eşkallerini hiçten icad ettiğinden ve
  3. İlminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve proğramı taayyün ettiğinden ve
  4. Bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden,

Kibrit çakar gibi herşeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre mikdar hareketini şaşırmaz. Seyyarat muti’ bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.

Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez.

  1. O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud’u gebertir.
  2. Karınca, Firavun’un sarayını harab eder.
  3. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor.

Bu hakikatı çok risalelerde isbat ettiğimiz gibi, nasılki bir nefer, askerlik vesikasıyla padişaha intisab noktasında yüzbin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de herşey, o kudret-i ezeliyeye intisabıyla, yüzbin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizat-ı san’ata mazhar olabilir.

Elhasıl; herşeyin nihayet derecede hem san’atlı, hem sühuletli vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir. Yoksa yüzbin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp, imtina’ dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp, mümteni’ mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

İşte bu

  1. Gayet ince ve
  2. Gayet kuvvetli ve
  3. Gayet derin ve
  4. Gayet zahir bir bürhan ile şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalaletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve lillahilhamd, tam imana geldi.

Ve nefsim dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki,

  1. En küçük hatırat-ı kalbimi ve
  2. En hafî niyazımı bilecek ve
  3. En gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi,
  4. bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve
  5. Bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak, hem sineği halkettiği gibi semavatı da icad edecek,
  6. Hem Güneş’i semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun.

Yoksa sineği halk edemeyen,

  • Hatırat-ı kalbime müdahale edemez,
  • Niyaz-ı ruhumu işitemez..

Semavatı halketmeyen,

  • Saadet-i ebediyeyi bana veremez.

Öyle ise benim Rabbim odur ki;

  • Hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder,
  • Hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi, dünyayı âhirete tebdil edip, Cennet’i yapıp, kapısını bana açar; “Haydi gir!” der.

İşte ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebi fünununa sarfeden ihtiyar kardeşlerim! Kur’anın lisanındaki mütemadiyen “Lâ İlahe İllâ Hu” ferman-ı kudsîsinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatlı ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tegayyür etmez kudsî bir rükn-ü imanîyi anlayınız ki, nasıl bütün manevî zulümatı dağıtır ve manevî yaraları tedavi eder.

Bu uzun macerayı, ihtiyarlığımın rica kapıları içinde derci, âdeta ihtiyarımla olmadı. İstemiyordum, belki usandıracak diye çekiniyordum. Fakat, bana yazdırıldı diyebilirim. (Her ne ise, sadede dönüyorum.)

Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefadarın sadakatsızlığı neticesinde o şaşaalı ve zahiren tatlı ve süslü İstanbul’un hayat-ı dünyeviyesinin ezvakından bana bir nefret geldi. Nefs, meftun olduğu ezvakın yerinde manevî ezvak aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve ağır ve nâhoş görünen ihtiyarlıkta, bir teselli, bir nur istedi.

Felillahilhamd Cenab-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun, bütün o

  1. Hakikatsız,
  2. Tatsız,
  3. Akibetsiz ezvak-ı dünyeviye yerine;
  4. Hakikî,
  5. Daimî ve
  6. Tatlı ezvak-ı imaniyeyi “Lâ İlahe İllâ Hu”da ve nur-u tevhidde bulduğum gibi..

Ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakil görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.

Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem sizlerde iman var ve madem imanı ışıklandıran ve inkişaf ettiren namaz ve niyaz var; ihtiyarlığınıza ebedî bir gençlik nazarıyla bakabilirsiniz. Çünki onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakikî soğuk ve sakil ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlık ise; ehl-i dalaletin ihtiyarlıklarıdır, belki de onların gençlikleridir. Onlar ağlamalı, onlar “vâ-esefâ vâ-hasretâ” demeli. Sizler, ey muhterem imanlı ihtiyarlar! “Elhamdülillahi alâküllihal” deyip mesrurane şükretmelisiniz.

 ONİKİNCİ RİCA: Bir zaman Barla nahiyesinde iken; Abdurrahman’ın vefat haberiyle bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Eğer arasıra Kur’anın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. Birden كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyenin sırrı inkişaf etti. Bana “Ya Bâki Ente-l Bâki! (Mahbubat fânidirler, Sen Bâkisin. Gidenler baki âleme gidiyor.) Ya Bâki Ente-l Bâki!” (Senin Bekanla mevcudat beka bulur. Giden gitsin yerine gelen var.) dedirtti. Kendimi üç büyük cenaze başında gördüm. O üç büyük cenaze ise Cesedim, benî Âdem ve dünyadır.

Bir zaman Isparta vilayetinin Barla nahiyesinde nefy namı altında, işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz bir köyde ihtilattan ve muhabereden men’edilmiş bir vaziyette hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem de gurbet içinde gayet perişan bir halde iken; Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Kur’an-ı Hakîm’in nüktelerine, sırlarına dair benim için medar-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalışıyordum.

Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat vâ-hasretâ birisini unutamıyordum. O da hem biraderzadem, hem manevî evlâdım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki, onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda; öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı.

Sonra birden birisi bana bir mektub verdi. Mektubu açtım gördüm ki: Abdurrahman’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektub ki, o mektubun bir kısmı Yirmiyedinci Mektub’un fıkraları içinde, üç zahir kerameti gösterir bir tarzda dercedilmiştir. O mektub beni çok ağlattırmış ve el’an da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman o mektubla pek ciddî ve samimî bir surette; dünyanın ezvakından nefret ettiğini ve en büyük maksadı bana yetişip küçüklüğünde benim ona baktığım gibi, o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem dünyada benim hakikî vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur’aniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hattâ mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz risaleyi bana gönder, herbirisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım.” diyordu. (İşte o Mustafa’nın küçük kardeşi olan Küçük Ali kendi güzel, sıhhatlı kalemiyle yedi yüzden ziyade Nur Risalelerini yazmakla tamamıyla bilfiil bir Abdurrahman olduğu gibi, müteaddid Abdurrahman’ları da yetiştirdi.) (Yani yirmi otuz risaleden yirmi otuz tane yazmak istemesine binaen Abdurrahman Abiye bedel Küçük Ali Abi  yediyüz risale yazarak onun vazifesini tam yerine getiriyor. 25*25: 625 _ 26*26: 676 _ 27*27: 729)

O mektub, bana dünyaya karşı kuvvetli bir ümid verdi. Deha derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evlâdın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum. diye; o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum. O mektubdan evvel iman-ı bil’âhirete dair tab’ettirdiğim Onuncu Söz’ün bir nüshası eline geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki; altı yedi sene zarfında aldığı bütün manevî yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir iman ile ecelini bekliyor gibi bana o mektubu yazmış.

Bir iki ay sonra, Abdurrahman vasıtasıyla yine mes’udane bir hayat-ı dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken “vâ-hasretâ” birden onun vefat haberini aldım. Bu haber o derece beni sarstı ki, beş senedir daha o tesir altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım; on derece onların fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume vâlidemin vefatıyla hususî dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum. Abdurrahman’ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünki o dünyada kalsaydı; hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayr-ül halef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi.. ve en zeki bir talebem, bir muhatab ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.

Evet insaniyet itibariyle böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hirkatlidir, yandırıyor. Gerçi zahiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer arasıra Kur’anın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâlî yerlerde oturup o teessürat-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udane hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür’at-i teessür mukavemetimi kırıyordu.

Birden كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyenin sırrı inkişaf etti. Bana “Ya Bâki Ente-l Bâki! Ya Bâki Ente-l Bâki!” dedirtti ve onunla hakikî teselli verdi. Evet ben o hâlî derede, o hazîn halette, bu âyet-i kudsiyenin sırrıyla, Mirkat-üs Sünne Risalesinde (Dördüncü Nüktede) işaret edildiği gibi, kendimi üç büyük cenaze başında gördüm:

Biri: Ellibeş yaşıma kadar, ellibeş ölmüş ve hayat-ı ömrümde defnedilmiş Saidlerin kabri üstünde, bir mezar taşı olarak kendimi gördüm. ({Her senede iki defa cisim tazelendiği için iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmişdokuz senesindedir. Herbir senede bir Said ölmüş demektir ki, bu tarihe kadar Said yaşayacak.} Sözler 694)

İkinci cenaze: Zaman-ı Âdem’den (A.S.) beri, benim hemcinsim ve nev’im vefat edip mazi kabrinde defnedilmiş olan o büyük cenazenin başında mezar taşı hükmünde olan bu asrın yüzünde gezer, karınca gibi küçük bir zîhayat suretinde kendimi gördüm.

Üçüncü cenaze ise; insanlar gibi her sene dünya yüzünde seyyar bir dünyanın vefatıyla büyük dünya da bu âyetin sırrıyla vefat edeceği, hayalimin önünde tecessüm etti.

İşte Abdurrahman’ın vefatının hüznünden gelen bu dehşetli manayı bütün bütün aydınlattıracak ve hakikî teselli ve sönmez nur verecek bu âyet-i kerime, mana-yı işarîsiyle imdada yetişti.

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

Evet bu âyet bildirdi ki:

  1. Madem Cenab-ı Hak var, o herşeye bedeldir.
  2. Madem o bâkidir, elbette o kâfidir.

Birtek cilve-i inayeti, bütün dünya yerini tutar. Ve bir cilve-i nuru, mezkûr üç büyük cenazeye manevî hayat verir. Cenazeler olmadığını, belki vazifelerini bitirmiş, başka âlemlere gitmiş olduklarını gösteriyor. Üçüncü Lem’ada bu sırrın izahı geçtiğinden ona iktifaen burada yalnız derim ki: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ ilâ âhir… âyetinin mealini gösteren iki defa “Ya Bâki Ente-l Bâki! Ya Bâki Ente-l Bâki!” beni, gayet elîm o hazîn haletten kurtardı. Şöyle ki:

Birinci defa “Ya Bâki Ente-l Bâki” dedim, dünya ve dünyadaki Abdurrahman gibi hadsiz alâkadar olduğum ahbabların zevalinden ve rabıtalarım kopmasından neş’et eden hadsiz manevî yaralar içinde bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inde bir tedavi başladı. (Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى demekle bırakıyorum. Lem’alar 15)

İkinci defa “Ya Bâki Ente-l Bâki” cümlesi; bütün o hadsiz, manevî yaralara hem merhem, hem tiryak oldu.

  1. Yani sen bâkisin; giden gitsin, sen yetersin.
  2. Madem sen bâkisin, zeval bulan herşeye bedel bir cilve-i rahmetin kâfidir.
  3. Madem sen varsın, senin varlığına iman ile intisabını bilen ve sırr-ı İslâmiyetle o intisaba göre hareket eden insana herşey var.

Fena ve zeval, mevt ve adem bir perdedir, bir tazelenmektir; ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir diye düşünüp, tamamıyla o hirkatli, firkatli, hazîn, elîm, karanlıklı, dehşetli halet-i ruhaniye; sürurlu, neş’eli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli bir halete inkılab etti. Lisanım ve kalbim, belki lisan-ı hal ile bütün zerrat-ı vücudum “Elhamdülillah” dediler.

İşte o cilve-i rahmetin binden bir cüz’ü şudur ki: Ben o hüzüngâhım olan dereden ve o hüzün-engiz haletten Barla’ya döndüm. Baktım ki, Kuleönlü Mustafa namında bir genç, benden ilm-i hale ait abdest ve namaza dair birkaç mes’eleyi sormak için gelmiş. O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nur’a edeceği kıymetdar hizmeti,

______

{(Haşiye-1): İşte o Mustafa’nın küçük kardeşi olan Küçük Ali kendi güzel, sıhhatlı kalemiyle yedi yüzden ziyade Nur Risalelerini yazmakla tamamıyla bilfiil bir Abdurrahman olduğu gibi, müteaddid Abdurrahman’ları da yetiştirdi.}

______

güya hiss-i kabl-el vuku’ ile ruhum o gencin ruhunda okudu. Onu geriye çevirmedim, kabul ettim.

______

{(Haşiye-2): Elhak, o yalnız kabule değil, belki istikbale lâyık {(Haşiye):Risale-i Nur’un birinci şakirdi Mustafa’nın istikbale liyakatına dair Üstadımın hükmünü tasdik eden bir hâdise: Kurban arefesinden bir gün evvel Üstadım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstadıma dedim: “Sen aşağıya inme, ben kapıyı arkasından örtüp odunluktan çıkacağım.” Üstadım: “Hâyır” dedi; “Sen kapıdan çık” diyerek aşağıya indi. Ben kapıdan çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarıya çıktı. Sonra yatmış Bir müddet sonra Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman’la beraber gelmişler. Üstadım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o vakit iki adamı beraber hiç yanına almaz geri çevirirdi. Halbuki bu makamda bahsedilen kardeşimiz Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman’la gelince, kapı güya lisan-ı hal ile ona demiş ki: “Üstadın seni kabul etmeyecek fakat ben sana açılacağım” diyerek arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa’ya açılmış. Demek Üstadımın onun hakkında “Mustafa istikbale lâyıktır” diye söylediği sözü istikbal gösterdiği gibi, kapı da buna şahid olmuştur. Hüsrev Evet Hüsrev’in yazdığı doğrudur, tasdik ediyorum. Kapı bu mübarek Mustafa’yı benim bedelime hem istikbal etti, hem de kabul etti. Said Nursî} olduğunu gösterdi.}

______

Sonra tebeyyün etti ki, Risale-i Nur hizmetinde ve benden sonra hayr-ül halef olarak, bir vâris-i hakikî vazifesini tam yerine getirecek olan Abdurrahman yerine, Cenab-ı Hak Mustafa’yı nümune olarak bana göndermiş ki; senden bir Abdurrahman aldım, mukabilinde bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman o vazife-i diniyede sana

  1. Hem talebe,
  2. Hem biraderzade,
  3. Hem evlâd-ı manevî,
  4. Hem kardeş,
  5. Hem fedakâr arkadaş vereceğim.

Evet lillahilhamd otuz Abdurrahman’ı verdi. O vakit dedim: Ey ağlayan kalbim! Madem bu nümuneyi gördün ve onunla o manevî yaraların en mühimini tedavi etti; sair bütün seni müteessir eden yaraları da tedavi edeceğine kanaatın gelmelidir.

İşte ey benim gibi ihtiyarlık zamanında gayet sevdiği evlâdını veya akrabasını kaybeden ve beline yüklenmiş ihtiyarlığın ağır yüküyle beraber firaktan gelen ağır gamları da başına yüklenen ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Benim vaziyetimi anladınız ki sizinkinden çok şiddetli iken, madem böyle bir âyet-i kerime tedavi etti, şifa verdi; elbette Kur’an-ı Hakîm’in eczahane-i kudsiyesinde, umum dertlerinize şifa verecek ilâçları vardır. Eğer iman ile ona müracaat edip ve ibadetle o ilâçları istimal etseniz, belinizde ve başınızdaki o ihtiyarlığın ve gamların ağır yükleri gayet hafifleşecektir.

Bu mebhasın uzun yazılmasının sırrı ise,

  1. Merhum Abdurrahman’a ziyade dua-yı rahmet ettirmek düşüncesidir. Sizi usandırmasın.
  2. Hem sizi belki ziyade müteellim edecek en acıklı ve nefret verip ürkütecek en dehşetli yaramı, gayet nâhoş, elîm bir surette size göstermekten maksadım: Kur’an-ı Hakîm’in kudsî tiryakı ne derece hârikulâde bir ilâç ve parlak bir nur olduğunu göstermektir.

 ONÜÇÜNCÜ RİCA: Harb-i Umumî’de, Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki üç sene Dâr-ül Hikmet’te hizmet-i diniyede bulunup Dâüssıla” tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi ile Van’a gittim. Herşeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki; sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. O hanelerdeki adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a’zamı Allah rahmet etsin muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. O vaziyet, dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ruhum, düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan imdada yetişti. Düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı iman-ı billahtan gelen nur, öyle bir nokta-i istinad verdi ki; herşey şu memleketin Mâlik-i Hakikî’sinin emrine müsahhar olduğu gibi herşeyin dizgini onun elinde olduğunu gösterdi. Hem hadsiz arzulara karşı iman-ı bil’âhiretten gelen nur, öyle bir nokta-i istimdad verdi ki; ebed-ül âbâdda, âlem-i bekada, saadet-i ebediyede sekiz daimî Cennet’i hadsiz bir zamanda, hadsiz enva’-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden bir Rahmanurrahîm’in rahmetini iman ile müjde verdi. Hem imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir surette tecelli etti ki; o zulümatlı olan cihat-ı sitteyi gündüz gibi aydınlattırdı.

______

{(Haşiye): Latif bir tevafuktur ki, bu Onüçüncü Rica’nın bahsettiği medrese hâdisesi onüç sene evvel oldu.}

______

Bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından bahsedeceğimden, herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu ediyorum. Harb-i Umumî’de, Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki üç sene Dâr-ül Hikmet’te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’an-ı Hakîm’in irşadıyla ve Gavs-ı A’zam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. “Dâüssıla” tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi, beni vatanıma sevketti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim. Herşeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki; sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın meşhur kal’ası ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir. Benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terkettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid diğer bir kısmı da o musibet yüzünden manevî şehid olarak vefat etmişlerdi.

Ben ağlamaktan kendimi tutamadım ve kal’anın tâ medresenin üstündeki iki minare yüksekliğinde medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünki yalnız idim. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktım ki benim medresemin etrafındaki şehir içi Kal’a dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrib edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a’zamı Allah rahmet etsin muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka Van’ın bütün müslümanlarının haneleri tahrib edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı.

Ben, gurbetten vatanıma döndüm; gurbetten kurtuldum zannediyordum. “Vâ-esefâ”, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. Onikinci Rica’da bahsi geçen Abdurrahman gibi, ruhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbabların yerlerini harabezar gördüm. Eskiden beri hatırımda olan bir zâtın bir fıkrası vardı, tam manasını göremiyordum.. o hazîn levha karşısında tam manasını gördüm. Fıkra budur:

لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلَى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً

yani: “Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin alsın.” Demek en ziyade insanı öldüren, ahbabdan müfarakattır. Evet hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’andan, imandan meded gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.

Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri menzillerin mürur-u zamanla harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle; hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezara dönmüş yerlerin, gayet ma’mur ve şenlikli ve neş’eli ve sürurlu bir surette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta tedris ile, kıymetdar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahatı, birer birer sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider tarzında, hayali gözümün önünde epey zaman devam etti.

O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüb ettim. Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünki o vaziyet, dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatın mütemadiyen, dünya gaddardır, mekkârdır, fenadır, aldanmayınız demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm.

Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alâkadardır; öyle de, kasabasıyla, memleketiyle belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm. Çünki ben vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı. Rivayet-i hadîste vardır ki; her sabah bir melaike çağırıyor: لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ yani “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yapıyorsunuz.” diyor. İşte bu hakikatı, kulağımla değil gözümle işitiyordum.

Evet o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim, o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet binler sene yaşamış o ihtiyar kal’anın başındaki menzillerin harab olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kal’a altındaki gayet hayatdar ve mecma-i ahbab olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devleti’nde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin manevî azametine işareten koca Van kal’asının yekpare taşı, ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar ve onları ağlıyor gibi gördüm.

Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım; ya ben de kabre onların yanına gitmeliyim veyahud dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim: Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var. Elbette mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir derdlerden değildir. O vakit cihat-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet bana dünyayı korkunç, boş, hâlî, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ٭ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ 

âyetinin hakikatı tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı.

(İman-ı Billahtan gelen nokta-i istinad gösterilecek.)

Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar; bize de dikkat et, yalnız harabezâra bakıp durma diyorlardı. Bu âyet-i kerimenin hakikatı böyle ihtar ediyordu ki: Van sahrasının sahifesinde misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun’î bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belasına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve herşeyin sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelî’ye bak ki; bu Van sahifesinde mektubatı, kemal-i şaşaa ile eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harab, hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikî’sinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.

Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, mezkûr âyetin hakikatıyla, hakaik-i imaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi. Evet lillahilhamd şu âyetin hakikatı, iman feyziyle (Yirminci Mektub gibi risalelerde kat’î isbat ettiğimiz gibi) herkesin kuvvet-i imaniyesi nisbetinde inkişaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi ki; o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlı musibetlere karşı gelebilir bir kuvveti, iman-ı billahtan verdi. Ve şöyle ihtar etti ki: Senin Hâlık’ın olan şu memleketin Mâlik-i Hakikî’sinin emrine herşey müsahhardır, herşeyin dizgini onun elindedir, ona intisabın yeter. O Hâlık’ıma dayanıp tanıdıktan sonra, düşman suretini alan bütün şeyler, düşmanlıklarını terkettiler; ağlattıran hazîn haller, beni neş’elendirmeye başladılar.

(İman-ı Bilâhiretten gelen nokta-i istimdad gösterilecek.)

Hem çok risalelerde kat’î bürhanlarla da isbat ettiğimiz gibi, o hadsiz arzulara karşı iman-ı bil’âhiretten gelen nur ile öyle bir nokta-i istimdad verdi ki; değil küçücük ve muvakkat, kısa, dünyevî ahbablara karşı arzu ve rabıtalarıma, belki ebed-ül âbâdda, âlem-i bekada, saadet-i ebediyede hadsiz uzun arzularıma kâfi gelebilir bir nokta-i istimdad verdi. Çünki bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasında hadd ü hesaba gelmez san’atlı, şirin nimetlerini, her baharda ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz daimî Cennet’i hadsiz bir zamanda, hadsiz enva’-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden bir Rahmanurrahîm’in rahmetine iman ile istinad edip, intisabını bilen elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki; en edna derecesi, hadsiz ebedî emellere meded verip idame eder.

Hem o âyetin hakikatıyla, imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir surette tecelli etti ki; o zulümatlı olan cihat-ı sitteyi gündüz gibi aydınlattırdı. Çünki bu medresem ve bu şehirde talebe ve dostlarımın arkalarında kalıp ağlamak vaziyetini şöyle aydınlattırdı ki:

  1. Ahbabın gittikleri âlem karanlıklı değil, yalnız yerlerini değiştirdiler; yine görüşeceksiniz diye ihtar etti. Ağlamayı tamamen kestirdi.
  2. Ve dünyada onların yerine geçecek ve benzeyecek olanları bulacağımı ifham etti. Evet lillahilhamd hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle ihya edip, oradaki ahbabları dahi, daha çok, daha kıymetdar talebeler ve ahbablarla manen ihya etti.
  3. Hem bildirdi ki; dünya boş, hâlî olmadığını ve harab olmuş bir memleket suretini yanlış tasavvur ettiğimi, belki Mâlik-i Hakikî hikmetinin iktizasıyla, sun’î insanların levhasını değiştiriyor, mektubunu tazelendiriyor. Bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça yerine yine başka meyvelerin geldiği gibi, nev’-i beşerde bu zeval ve firak dahi bir teceddüddür, tazelenmektir. İman noktasında, ahbabsızlıktan gelen elîmane bir hüzün değil, belki başka güzel bir yerde görüşmek üzere ayrılmaktan gelen, lezizane bir hüzün veren bir tazelenmektir.
  4. Hem o dehşetli vaziyetten, kâinatın mevcudatının karanlıklı görünen yüzünü aydınlattı. Ben de o vakit o halete şükretmek istedim, Arabî şu fıkra geldi; tam o hakikatı tasvir etti. Şöyle ki dedim:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ مَا يُتَوَهَّمُ اَجَانِبَ اَعْدَاءً اَمْوَاتًا مُوَحِّشِينَ اَيْتَامًا بَاكِينَ ؛

 اَوِدَّاءَ اِخْوَانًا اَحْيَاءً مُونِسِينَ مُرَخَّصِينَ مَسْرُورِينَ ذَاكِرِينَ مُسَبِّحِينَ

Yani: “O şiddetli haletin tesirinden gelen gaflet ile, kâinatın mevcudatı bir kısmı düşman ve ecnebi

______

{(Haşiye): Yani zelzele, fırtına, tufan, taun, ateş gibi.}

______

bir kısmı müdhiş cenazeler, diğer kısmı ise, kimsesizlikten ağlayan yetimler suretinde; gafil nefsime tevehhüm ile gösterilen bu korkunç levhayı, nur-u iman ile aynelyakîn gördüm ki:

  • O ecnebi, düşman görünenler birer dost kardeştirler.
  • Ve o müdhiş cenazeler ise; kısmen hayatdar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir.
  • Ve o ağlayan yetimlerin vaveylâları ise zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu

nur-u iman ile gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan imanı bana veren Hâlık-ı Zülcelal’e hadsiz hamdediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük hususî dünyamdaki bütün mevcudatı, hamd ve tesbihat-ı İlahiyede tasavvur ve niyetim ile istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcudatın her birisinin ve umumunun lisan-ı halleriyle beraber Elhamdülillahi alâ nur-il iman deriz.” demektir.

Hem o gafletkârane halet-i müdhişeden hiçe inen ezvak-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler birden (başka risalelerde kat’î bir surette isbat ettiğimiz gibi) nur-u iman ile kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler yerinde, dâr-ı dünya ve dâr-ı âhireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi, on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin herbirini, gayet uzun bir el suretinde, her mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahman’a uzatıp, her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden; hem bu ulvî hakikatı ifade, hem o hadsiz nimete şükür için o vakit böyle demiştim:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ للِدَّارَيْنِ مَمْلُوؤَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَ الرَّحْمَةِ

 لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقًّا يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْنِ خَالِقِهِ

Yani: “Dünya ve âhireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette, hakikî mü’minlerin nur-u iman ve İslâmiyetle inkişaf ve inbisat etmiş bütün hasselerinin elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u iman nimetinin mukabiline, o imanı bana veren Hâlık’ıma, bütün zerrat-ı vücudumla dünya ve âhiret dolusu hamd ve şükür, elimden gelse yaparım” demektir. Madem iman bu âlemde bu tesirat-ı azîmeyi yapar; elbette dâr-ı bekada öyle semerat ve füyuzatı olacak ki, bu dünyadaki akıl ile onlar ihata edilmez ve tarif edilmez.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak acılarını çeken ihtiyar ve ihtiyareler!

Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünki fıtratımda rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım.

Ve siz ne kadar firak belasını çekmiş iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız. Çünki oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâdlarının, hattâ masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâmın kıt’asıyla hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!..

İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak belalarından gelen teessüratıma, bana nur-u iman tam kâfi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümid, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümata; iman kâfi ve vâfidir. Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elîm ve müdhiş firak, ehl-i dalaletin ve ehl-i sefahetin ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır. O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevketmek ve tesiratını hissetmek için, ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyete muvafık ubudiyetkârane bir tavr-ı şuurdarane takınmakla olur. Yoksa gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla değildir.

خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ

-ev kema kal- mealindeki hadîsi düşününüz. Yani: “Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir.”

Ey kardeşlerim ihtiyarlar ve hemşire ihtiyareler! Hadîs-i şerifte vardır ki: “Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü’min, dergâh-ı İlahiyeye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlahiye onun elini boş döndürmeye hicab ediyor.” Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor.. siz de rahmetin bu hürmetini ubudiyetinizle ihtiram ediniz.

 ONDÖRDÜNCÜ RİCA: Dördüncü Şua olan Âyet-i Nuriye-i Hasbiye’nin başının hülâsası diyor ki: Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:

“Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber.”

Me’yusane başımı eğdim; birden حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ imdadıma geldi, “Beni dikkatle oku!” dedi. Ben de günde beşyüz defa okudum. Okudukça, yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok kıymetdar envârından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.

 Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bendeki aşk-ı beka; bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcelal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz’anımda vardır. Bunun edillesi, zevil-ehsası hayrette bırakacak gayet derin ve dakik oniki hemhemler ve şuur-u imanlar ile Risale-i Hasbiye’de beyan edilmiştir.

 İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbime dedim: “Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana o âyet bildirdi ki: İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultan’a intisab edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeler içinde sarıp, muhafaza için küçük sandukçalara koyup, tevdi’ eder. O sandukçaların icadı, “Kün” emrinde bulunan “kâf-nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki; Kur’an der: “Hâlık emreder, meydana gelir.” Madem sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki; değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissederek, bütün ruhumla beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

 Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda; tahassür akıtan “of! of!”dan vazgeçip, beşaşet izhar eden “oh! oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatının bütün harekâtlarını ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak nev’-i insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünürken

Bu iki noktada, yani

  1. Böyle bir kudretin faaliyeti ve
  2. Zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti

hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: ” حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar, dinle!” emretti.

(Birinci Noktanın Delili: Kudretin nihayetsizliğini hayvanat ve nebatat cemaatinin bütün ferdlerinin cihazatının yaratılması ve şerait-i hayatiyelerini tekeffül edilmesiyle gösteriyor. İşte hayvanat ve nebatat Hasbüna ile böyle bir Kadir-i Mutlaka dayanıyor.)

Birden baktım ki: Hadsiz kuşlar ve kuşçuklar olan sinekler ve hesabsız hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar ve gayetsiz ağaçlar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ manasını yâdediyorlar ve herkesin yâdına getiriyorlar ki;

  1. Bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüzbin çeşitlerini, hayvanların yüzbin tarzlarını, nebatatın yüzbin nev’ini ve ağaçların yüzbin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çok, gayet kolay, gayet geniş bir dairede, gayet çoklukla halkeder, yapar
  2. Bir kudretin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmalarıyla vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete, bir tasarruf-u Hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye anladım.

(İkinci noktada insana kıymet ve ehemmiyet verildiğinin delili: yaratılışında verilen maddi ve manevi cihazlar ve o cihazların kâinatla münasebettar bir surette olmasıdır.)

Her mü’min gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler حَسْبُنَا daki نَا cem’iyetinde bulunan enenin, yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum -her mü’minin vücudu gibi- ne imiş, hayat ne imiş, insaniyet ne imiş, İslâmiyet ne imiş, iman-ı tahkikî ne imiş, marifetullah ne imiş, muhabbet nasıl olacakmış? Anlasınlar, dersini alsınlar!..

 Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar, bir gaflet zamanıma rastgelip şiddetle alâkadar ve meftun olduğum vücudumu, belki mahlukatın vücudlarını “ademe gidiyor” diye elîm bir endişe verirken, yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!” Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum,

  1. Her mü’minin vücudu gibi hadsiz bir vücudun âyinesi ve (Vücudumuzun Cenab-ı Hakka nisbet edilmesi ile Vâcib-ül Vücud’un âyinesi olması cihetiyle Allah bize yeter.)
  2. Nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve (Vücudumuzun mevcudata nisbet edilmesi ile mevcudatta görünen ef’al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda etmesi cihetiyle Allah bize yeter.)
  3. Kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduğunu ve (Bir vücud-u surîyi kaybedip yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanmamız cihetiyle ikinci derecede devam eden vücudları veren Allah, bize yeter.)
  4. Mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu (Arz ve semavatı, hârikalı ve mu’cizane yaratan san’atkârın antika ve kıymetdar bir san’atı olduğumuzu bir an dahi olsa imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, bilmemiz cihetiyle Allah bize yeter.)

ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile

bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim.

İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envârını kazanır; kendi gitse de onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hülâsa: Ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, bâki bir meyveyi sünbül vermektir.

(Çünki ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum.” diyerek, ölümü gülerek karşılar. “Ve o ruhlar vasıtasıyla sevab cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum.” der, rahatla yatar. Lem’alar 161 )

 Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

(Ömrün çabuk geçmesi ve kısa olması noktasında Allah bize yettiği gibi ömrün kıymetlenmesi neticedar olması noktasında da Allah bize yeter.)

Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı ve nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki: Ömrüm koşarak gidiyor, âhirete yakınlaşmış. Hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki Hayy ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri böyle çabuk sönmeye değil, belki uzun yaşamağa lâyıktır, diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!” Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy-u Kayyum’a bakması yüzdür; ve bana ait neticesi bir ise, Hâlık’ıma ait bindir. Şu halde marzî-i İlahî dairesinde bir an yaşaması kâfidir, uzun zaman istemez.

Bu hakikat dört mes’ele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahud diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatını ve hakikî hukukunu o dört mes’ele içinde arasınlar, bulsunlar ve dirilsinler!.. Hülâsası şudur ki: Hayat, Zât-ı Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur, hem bâki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.

 Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ı umumiye hengâmında olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimî tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu; fevkalâde bir şuur ve teessür ile gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!”

Ben de Sure-i Nur’daki اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ilâ âhir… âyetinin rasathanesine girip imanın dûrbîniyle bu Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm: Nasılki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar; Güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve teharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemal ve o güzellikleri tazeleştiriyorlar ve inkisaratlarıyla Güneş’in ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini güzel izhar ediyorlar.

Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerinin tazelenmesi için bu güzel masnu’lar, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar; kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesi, kısaca gayet makul bir surette zikredilmiştir, diye beyana başlar.

Bu risaleyi gören herbir zevk-i selim ashabı hayrette kalmakla beraber kendilerinin istifadelerinden başka, gayrilerinin de istifadelerine çalışmayı lâzım buluyorlar. Hususan ikinci bürhanda beş nokta beyan ediliyor. Aklı çürük, kalbi bozuk olmayan, her halde takdir ve tahsin ve tasvib ile “Mâşâallah Fetebârekâllah” diyecek; fakir, hakir görülen vücudunu teâli ettirecek hârika bir mu’cize olduğunu derk ve tasdik edecek.

 ONBEŞİNCİ RİCA: İnsanların ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlahînin hissesini altı farklı hadisede göstermekle teselli ve rica kapısını açmıştır.

______

{(Haşiye): Nur’un te’lif zamanı üç sene evvel bitmiş olmasından, bu Onbeşinci Rica, ileride bir Nurcu tarafından İhtiyarlar Lem’asının tekmiline -te’lifine- me’haz olmak üzere yazıldı.}

______

Birinci hadisedeki kader-i İlahînin hissesi: Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma bir menzilde âdeta bir haps-i münferid ve bana çok ağır gelen tarassudlar ve tahakkümler ile bana işkence vermelerinden hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli Hapsi’ni arzuladım ve kabre girmeyi istedim. Ve “hapis ve kabir, bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inayet-i İlahiye imdada yetişti; kalemleri teksir makinesi olan Medreset-üz Zehra şakirdlerinin ellerine, yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden Nur’un kıymetdar mecmualarından her tanesi, bir kalem ile beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.

İkinci hadisedeki kader-i İlahînin hissesi: Bir miktar sonra Risale-i Nur’un gizli düşmanları fütuhat-ı Nuriyeyi çekemediler. Hükûmeti aleyhimize sevkettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inayet-i Rabbaniye tecelli etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibariyle müsadere edilen Nur Risalelerini kemal-i merak ve dikkatle mütalaa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine tarafdar eyledi. Tenkid yerinde takdire başlamalarıyla, Nur Dershanesi çok genişlendi; maddî zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telaşlarımızı hiçe indirdi.

Üçüncü hadisedeki kader-i İlahînin hissesi: Sonra gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı, hem dâhiliye vekaletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikatıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirdlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar.

Dördüncü hadisedeki kader-i İlahînin hissesi: Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, za’fiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti.

Manen: “Sen hapse Medrese-i Yusufiye namı vermişsin; hem Denizli’de sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem manevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek ve hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalalet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda, ölümün i’dam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azab çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun!” diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle “Elhamdülillah” dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım. “Ya Rabbi! Onları ıslah eyle!” diye dua ettim.

Beşinci hadisedeki kader-i İlahînin hissesi: Bu yeni hâdisede, ifademde Dâhiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler -asıl suçlu onlar olması gibi- öyle bahaneleri aradılar; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa gösterdiler ki; Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.

 Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, birşey bahane bulamadıklarından bir pusla yazıp ki: “Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş.” O puslayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehdidkârane “Gel bunu imza et!” demişler. O da demiş: “Tövbeler tövbesi olsun, bu acib yalanı kim imza edebilir?” Onları, puslayı yırtmağa mecbur etmiş.

 İkinci bir nümune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zât, atını beni gezdirmek için vermiş, ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdı ile, ekser günlerde, yazda bir-iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitab vermeye söz vermiştim. Tâ, kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işde hiç bir zarar ihtimali var mı? Halbuki “O at kimindir?” diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hâdise-i siyasiye ve asayişe temas eden bir vakıadır. Hattâ bu manasız soruşların kesilmesi için, iki zât hamiyeten biri “At benimdir” diğeri “Araba benimdir” dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki: Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişenler, maskara olurlar.

 O nümunelerden latif bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda sebeb, emniyeti ihlâl suçu yazıldığından, ben daha o puslayı görmeden müddeiumuma dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim.” Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise: “Eğer bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemiş isem -üç defa- Allah beni kahretsin!” dedim.

Altıncı hadisedeki kader-i İlahînin hissesi: Sonra bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahata ve üşümemeğe ve dünyayı düşünmemeğe muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrid ve tevkif ve tazyike sevkedenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inayet imdada yetişti. Manen kalbe ihtar edildi ki:

“İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde,

  • ayn-ı adalet olan kader-i İlahînin büyük bir hissesi var ve bu hapiste yiyecek rızkın var. O rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele lâzım.
  • Hikmet ve rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevab kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır.
  • Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tövbe ile, nefsine “Bu tokata müstehak oldun” demelisin.
  • Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevketmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur’un o münafıklara vurduğu dehşetli manevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.
  • En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkid niyetiyle bakmalarında, ister istemez şübhesiz iman cihetinde istifadelerinin hatırı için وَالْكَاظِمِينَالْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ düsturuyla; onları afvetmek, bir ulüvvücenablıktır.”

Ben de bu hakikatlı ihtardan kemal-i ferah ve şükür ile, bu yeni Medrese-i Yusufiyede durmağa, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için kendime mûcib-i ceza zararsız bir suç yapmağa karar verdim.

Hem benim gibi yetmişbeş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i nuriyesini görecek yetmiş bin nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i imaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünki haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeğe mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir-iki zâtın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeğe mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşane taltifler, teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada za’fiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmağa sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkârane dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden, bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım; pek çok müslümanlar, kemal-i şefkat ve uhuvvetle merhametkârane bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağıtılmıyorlar. Birden “iki hakikat” ihtar edildi:

 Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmak ile Nur’un fütuhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye sevketmişler. Buna karşı inayet-i İlahiye, Nurların iman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o bir tek adamın ihanetine bedel, bu yüz adama bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârane acıyarak alâkadarane sizi istikbal ve teşyi’ ediyorlar. Hattâ ikinci gün, ben müstantık dairesinde müddeiumumun suallerine cevab verirken, hükûmet avlusunda mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemal-i alâka ile toplanıp lisan-ı hal ile “Bunları sıkmayınız!” dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir iman ve saadet-i bâkiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça hizmetkârlığım için haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

 İkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kasdıyla tahkirkârane aldanmış mahdud adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatın ve nesl-i âtinin takdirkârane alkışlamaları var, diye ihtar edildi. Evet komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç-dört mahkeme ve on vilayetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilayetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile; Nur’u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”

Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında ikiyüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salah-ı hal aldılar ki; üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi’ bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız; tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.” İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini, emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar.

Biz bunlara karşı deriz: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür’at ve telaşla kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, i’dam-ı ebedî dar ağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler, bâki ve elîm elemlere dönecek.

Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon veli makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-ı İslâmiyete bazan “tarîkat” namını takıp ve o güneşin tek bir şuaı olan tarîkat meşrebini, o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-ı Kur’aniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarîkatçı” ve “siyasî cem’iyetçi” namını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar. Biz hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!”

İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve me’yusiyetlere, imandan ve Kur’andan imdada yetişen kudsî teselliler ile bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tövbe edenin herbir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevab cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o manevî ihtardan bildim. “Hadsiz şükür Rabbime” dedim; ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünki ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevali elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zeval-i elem bir manevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara keffaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükür etmelidirler.

 ONALTINCI RİCA: Kastamonu vilayetinde, Denizli ve Afyon hapishanesinde çekilen sıkıntı ve zahmetlerle me’yusiyette iken, altı farklı hadisede inayet-i İlahiye imdadıma yetişti. Hem Nur talebelerinin bu üç Medrese-i Yusufiyeye girmelerindeki üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faide gösterildi. Hem bu çilehanelerin Üstadımıza mahsus bir letafeti ve hazîn fakat tatlı bir vaziyeti ise gençlik zamanında memleketinde gördüğü eski medresesinin aynı vaziyetini hatırlatmasıdır.

Birinci hadisedeki inayet-i İlahiye: Bir zaman ihtiyarlık vaktinde, Eskişehir hapsinden -bir sene cezayı çekip- çıktım. Beni Kastamonu’ya nefyettiler. Polis karakolunda iki-üç ay misafir ettiler. Benim gibi sadık dostlarıyla görüşmekten sıkılan bir münzevi ve kıyafetinin tebdiline tahammül etmeyen bir adam, böyle yerlerde ne kadar azab çeker anlaşılır. İşte ben bu me’yusiyette iken, birden inayet-i İlahiye ihtiyarlığımın imdadına geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber sadık dost hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit şapkayı başıma koymayı ihtar etmedikleri gibi; benim hizmetçilerim misillü, istediğim zaman beni şehrin etrafında gezdiriyordular. Sonra o karakolun karşısında Kastamonu’nun Medrese-i Nuriyesine girdim, Nurların te’lifine başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif, Salahaddin gibi Nur’un kahraman şakirdleri, Nurların neşri, teksiri için o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiğim kıymetdar müzakere-i ilmiyeyi daha parlak bir surette gösterdiler.

İkinci hadisedeki inayet-i İlahiye: Sonra gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar. Bizi, Denizli Hapsine beş altı vilayetlerden gelen Nur talebelerini, o Medrese-i Yusufiyede toplanmağa vesile oldular. Bu Onaltıncı Rica’nın tafsilâtı, Kastamonu’dan gönderip Lâhika’ya geçen ve Denizli Hapsinde oradaki kardeşlerime gizli gönderdiğim küçük mektublar ve mahkemesindeki Müdafaa Risalesi’dir ki; bu ricanın hakikatını parlak gösteriyorlar. Tafsilâtını lâhikaya, müdafaama havale edip, gayet kısa işaret edeceğiz.

Ben mahrem ve mühim mecmuaları, hususan Süfyan’a ve Nur’un kerametlerine dair risaleleri kömür ve odunlar altında sakladım; tâ benim vefatımdan veya baştaki başlar hakikatı dinleyip akıllarını başlarına aldıktan sonra neşredilsinler diye müsterihane dururken, birden taharri memurları ve müddeiumumun muavini, menzilimi bastılar. O gizli ve ehemmiyetli risaleleri, odunların altından çıkardılar. Hem beni tevkif edip Isparta hapishanesine, sıhhatım muhtell bir halde gönderdiler. Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir iken, bir inayet-i İlahiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl-i hükûmet onları okumağa çok muhtaç olan o ehemmiyetli risaleleri kemal-i merak ve dikkatle okumağa başlayıp, büyük resmî daireler âdeta bir Dershane-i Nuriye hükmüne geçti. Tenkid fikriyle takdire başladılar. Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında matbu’ Âyet-ül Kübra’yı resmî ve gayr-ı resmî pek çok adamlar okudular, imanlarını kuvvetlendirdiler. Bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.

Üçüncü hadisedeki inayet-i İlahiye: Sonra bizi Denizli Hapsine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlık, hastalık ve benim yüzümden masum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların ta’til ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inayet-i Rabbaniye imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir Dershane-i Nuriyeye çevirip bir Medrese-i Yusufiye (A.S.) olduğunu isbat ederek, Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır şerait içinde Nur’un kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risalesi’nden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi. عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrını tekrar gösterdi.

Dördüncü hadisedeki inayet-i İlahiye: Sonra birinci ehl-i vukufun yanlış ve sathî zabıtlara binaen aleyhimizde şiddetli tenkidleri ve Maarif Vekili’nin dehşetli hücumuyla beraber aleyhimizde bir beyanname neşretmesiyle, hattâ bazı haberlerle bir kısmımızın i’damına çalışıldığı hengâmda, bir inayet-i Rabbaniye imdadımıza yetişti. Başta Ankara ehl-i vukufunun şiddetli tenkidlerini beklerken, takdirkârane raporları, hattâ beş sandık Nur Risalelerinde beş on sehiv buldukları halde, mahkemede onların sehiv ve yanlış gösterdikleri noktalar ayn-ı hakikat olduğunu ve onların sehiv ve yanlış dedikleri maddelerde kendileri sehiv ettiklerini isbat ettiğimiz gibi, beş yaprak raporlarında beş on sehiv ve yanlışlarını gösterdik. Ve yedi makamata gönderdiğimiz Meyve ve Müdafaaname Risaleleri ve Adliye Vekaletine gönderilen Nur’un umum risaleleri, hususan mahremlerin dokunaklı ve şiddetli tokatlarına mukabil tehdidkârane şiddetli emirler beklerken gayet mülayimane, hattâ tesellikârane Başvekil’in bize gönderdiği mektubu gibi, musalaha tarzında ilişmemeleri kat’î isbat etti ki: Risale-i Nur’un hakikatları inayet-i İlahiye kerametiyle, onları mağlub edip kendini onlara irşadkârane okutturmuş, o geniş daireleri bir nevi dershane yapmış, çok mütereddid ve mütehayyirlerin imanlarını kurtarmış ve bizim sıkıntılarımızdan yüz derece ziyade manevî ferah ve faide verdi.

Beşinci hadisedeki inayet-i İlahiye: Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler ve Nur’un şehid kahramanı merhum Hâfız Ali benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah âlemine seyahat eyledi, bizi me’yusane ağlattırdı. Ben bu musibetten evvel Kastamonu’nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: “Kardeşlerim! Ata et, arslana ot atmayınız.” Yani her risaleyi herkese vermeyiniz; tâ, bize taarruz edilmesin. Yaya gidilse yedi gün uzakta Hâfız Ali (Rahmetullahi Aleyh), manevî telefonuyla işitiyor gibi aynı vakit bana yazıyor ki: “Evet Üstadım, Risale-i Nur’un bir kerametidir ki; ata et, arslana ot atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki, o arslan hocaya İhlas Risalesi’ni verdi.” Yedi gün sonra mektubunu aldık, hesab ettik; aynı zamanda, ben dağda bağırırken, o da garib sözleri mektubunda yazıyormuş.

İşte Nur’un böyle bir manevî kahramanının vefatı ve gizli münafıkların aleyhimizde desiselerle bizi cezalandırmaya çalışmaları ve benim zehirli hastalığımdan dolayı beni de hastahaneye resmî emirle mecbur etmek endişesi bizi sıkarken, birden inayet-i İlahiye imdada geldi.

Mübarek kardeşlerimin hâlis dualarıyla zehirin tehlikesi geçmiş ve o merhum şehidin kuvvetli emarelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve sual meleklerine Nurlar ile cevab vermesi ve onun bedeline ve onun sisteminde Nurlara çalışacak Denizli Kahramanı Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh) ve arkadaşları perde altında tesirli bir surette hizmetleri ve düşmanlarımızın dahi, mahpusların birden Nurlarla ıslah olmaları cihetinde hapisten çıkmamıza taraftar olması; ve Ashab-ı Kehf misillü Nur şakirdleri o sıkıntılı çilehaneyi Ashab-ı Kehf ve eski zaman ehl-i riyazatının mağaralarına çevirmesi ve istirahat-ı kalble Nurların neşrine ve yazmasına sa’yleriyle, inayet-i Rabbaniyenin imdadımıza yetiştiğini isbat etti.

Hem kalbime geldi ki: Madem İmam-ı A’zam gibi eazım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur’anın bir tek mes’elesi için hapiste pekçok azab verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o mes’elelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pekçok ziyade azab verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler Kur’anın müteaddid hakikatları için pek büyük sevab ve kazanç aldığınız halde, pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.

Evet zulm-ü beşer içinde kader-i İlahînin bir cilve-i adaleti ve ihtiyarlığımdaki şiddetli sıkıntılar içinde Altıncı bir cilve-i inayet-i Rabbaniyeyi kısaca beyan edeceğim:

Ben yirmi yaşlarında iken tekrar ile derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târik-üd dünyalar gibi âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip, insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem eski Harb-i Umumî’de şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki: “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.” derken, inayet-i Rabbaniye, hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette ihtiyarlığıma merhameten o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi zayi’ etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi. Hattâ ben azmetmiştim ki; arkadaşlarımın beraetlerinden sonra bir suç gösterip, hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim yanımda kalsın ve bir bahane ile insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu’ ve hodfüruşluk ile geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım. Fakat kader-i İlahî ve kısmetimiz, bizi başka çilehaneye sevkettiler.

اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ ٭ عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

sırrıyla, ihtiyarlığıma merhameten ve hizmet-i imaniyede daha ziyade çalıştırmak için, ihtiyar ve tedbirimizin haricinde bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede vazife verildi.

Evet inayet-i İlahiye, ihtiyarlığıma merhameten; kuvvetli ve gizli düşmanı bulunmayan gençliğime mahsus olan mağaralarımı, hapishanenin tecrid-i münferid menzillerine çevirmesinde üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faidesi var:

 Birinci hikmet ve faide: Nur talebelerinin bu zamanda toplanmaları; zararsız olarak, Medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şübheli olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk-elli lirayı sarfederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için, hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.

 İkinci hikmet ve faide: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celbetmekle olur. İşte hapsimizle Nurlara nazar-ı dikkat celbolunur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nur’un dershanesi genişlenir.

 Üçüncü hikmet ve faide: Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlas ve fedakârlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha aramazlar. Evet Medrese-i Yusufiyede çok emarelerle her sıkıntı ve zahmetin on, belki yüz misli maddî ve manevî faideler ve güzel neticeler ve imana geniş ve hâlis hizmetler, gözleriyle gördüklerinden, tam ihlasa muvaffak olurlar, daha cüz’î ve hususî menfaatlere tenezzül etmezler.

Bu çilehanelerin bana mahsus bir letafeti ve hazîn fakat tatlı bir vaziyeti var. Şöyle ki:

Ben gençlik zamanında bizim memlekette gördüğüm eski medresenin aynı vaziyetini görüyorum. Çünki vilayet-i şarkıyede eski âdet medrese talebelerinin bir kısmının tayinatları dışarıdan geliyordu. Ve bazı medreseler, içinde pişiriyorlardı. Ve daha kaç cihette bu çilehaneye benziyorlardı. Ben de lezzetli bir tahassür içinde buraya baktıkça o eski gençlik ve şirin zamana hayalen gidiyorum ve ihtiyarlık vaziyetlerini unutuyorum.

* * *

Yirmialtıncı Lem’anın Zeyli

Yirmibirinci Mektub olup, Mektubat Mecmuasına idhal edildiğinden buraya dercedilmedi.

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*