(Bu makamda imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmemiz gerektiği üzerine durulmuştur.
Asr-ı saadetten ikinci asra yani sahabeler, tabiin, tebe-i tabiin asrına kadar zahirden hakikata geçerek imanı taklidden tahkike çevirme mesleği üzerine gidilmiş. Sonra üçüncü asırdan beşinci asra kadar bir derece gölgeli gidilmiş. Beşinci asırdan sonra İmam-ı Rabbani, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Gazali gibi bazı hususi şahıslarda devam etmiş avam taklidde gitmeye mecbur olmuştur. Ta ki Risale-i Nura gelinceye kadar Risale-i Nurla birlikte zahirden hakikata geçme mesleği tekrardan umumi bir yol olmuştur.)
Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, müceddid-i elf-i sâni, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rast geldi, girdi; Onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:
- “Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.” (Tarîkatların başka neticeleride vardır: keşif, keramatve ezvak. Hâlbuki Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir. Mektubat – 443)
- Ve “Birtek mes’ele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” (diyerek aralarındaki kıymet noktasındaki farka dikkat çekmiştir. Kerametler, keşfiyatlar, tarîkatta sülûk eden âmi ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zaîf olanları takviye ve vesveseli şübhelilere kanaat vermek içindir. Hâlbuki Risale-i Nur’un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiç bir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Emirdağ Lahikası-1 86)
- Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i Kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edecek.” (Ayet-ül Kübranın sonundaki mektubta nasıl delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edildiğini izah ediliyor. Böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır. Şualar – 179
Bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile anlamanın iki neticesi: Biri manevi yaralarımızın tedavi olmasıdır. Yani kalb, fikir ve vicdanın şer’i hükümleri kabul etmesidir. Diğeri manevi terakki etmek; ibadet, ihlas, takva, hizmet, fedakârlık, samimiyet, münacat…)
- Ben istiyorum ki, ben o olsam, (Peki imam-ı Rabbani neden o adam olmak istemiştir. Çünkü hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edebilmek bir inayettir. Yirmisekizinci Mektubun yedinci risalesi olan yedinci mes’elesinde imani hakikatları dinsizlere ve avama da kabul ettirecek derecede ders verebilmenin bir inayet olduğu söyleniyor.)
- Belki {(Haşiye): Zaman isbat etti ki: O adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri suretinde -keşiflerinde- müşahede etmişler; “bir adam” demişler.} o adamım diye,
(Hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat etmenin ehemmiyeti nedir?)
- İman ve tevhid bütün kemalât-ı insaniyenin esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu (İnsanın kemalatı, takvasında, hizmetinde, ibadetinde, duasında, ihlas ve ciddiyetinde görülür.)
- Ve تَفَكُّرُسَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve (Bir insan İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sâni’i netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemaat ile hadiste işaret edilen çok sevabı kazanabilir. Yoksa her tefekkür bu sevabı kazandıramaz.)
- Ve nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymetdar tefekkürün bir nevi olmasıdı” diye talim ederdi. (Yirmidokuzuncu Mektub Dokuzuncu Kısım Dördüncü Telvih’te geçtiği gibi Turuk-u hafiyenin çoğunun meşrebi enfüsidir. Nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Yani latifelerini nurlandırır. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsi dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür.)
Seyyah tamamıyla işitti. Döndü nefsine dedi ki:
- Madem bu kahraman imam böyle diyor
- Ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir (Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Şualar 100) ve yüz ezvakın balından daha tatlıdı (Enfüsi sebeb; Onyedinci Lem’anın Sekizinci Notasında geçtiği gibi kerem ve rahmet kanunu gereği Allah dünyevi çalışma içinde manevi lezzeti peşin bir ücret olarak verdiğine göre marifetullahta, muhabbetullahta, ibadette, daha ulvi manevi lezzetler verir. Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.)
- Ve madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. (Afaki sebeb; Medreseler, tekkeler, Şeriatın ahkâmı, İslami cereyanlar ve İslâmi yaşantı toplumdan kaldırılmaya çalışılmış.)
- Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar.
Elbette herşeyden evvel imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
Öyle ise, haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki (Dağın kuvveti demek birincisi hakaikin sarsılmaması, metanetine ikincisi hakakikin azametli, yüksek olduğuna işarettir.) bu yirmidokuz mertebe-i imaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuzüç mertebesine iblağ etmek fikriyle,
(Sual: Otuzüç mertebeye iblağ etme fikri neden ileri gelmiştir?
Elcevab: Namaz tesbihatında Âyet-ül Kübranın Otuzüç mertebesini düşünerek veya Otuzüçüncü Sözün Otuzüç Penceresinde geçen esmanın her birinin tecelisini düşünerek tesbih, ta’zim ve şükrü yerine getirilmesi gerektiğini ihtar içindir.)
Bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahîm’in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız diyerek, mahşer-i acaib ve mecma-i garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillahilfettah ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki: Dört hakikat-ı muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.
Birinci Hakikat: “Fettahiyet” hakikatıdır. Yani: Fettah isminin tecellisiyle
- Basit bir maddeden
- Ayrı ayrı,
- Çeşit çeşit,
- Hadsiz
- Muntazam suretlerin,
- Beraber,
- Her tarafta
- Bir anda,
- Bir fiil ile açılmasıdır.
Evet, nasılki umum kâinatın bağistanında basit bir esir maddesinden, ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çeşit çeşit gezegenler, yıldızlar, galaksiler şeklinde, hadsiz sayıda yüzlerce milyar galaksiyi herbirine bağlı yüzlerce milyar yıldızlarla ve o yıldızlara bağlı gezegenlerle çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasib bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Bütün galaksileri, yıldızları, gezegenleri beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açmış.
Aynen öyle de, fakat daha mu’cizatlı olarak; (Daha mu’cizatlı olması zemin yüzünün hayat sahibi mahlûkatla şenlendirilmiş olmasındandır.) zemin bahçesinde dörtyüz bin enva’-ı zîhayata dahi, basit bir çekirdek, su ve yumurta gibi bir maddeden, ayrı ayrı eşcar ve nebatat, hayvanat ve tuyuratı, çeşit çeşit nev nev olarak, hadsiz sayılarda mesela sırf bir nev olan balık nevinden bir ferdinden milyon yumurta yaratmak, hem her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş. Bütün o dörtyüz bin enva’-ı zîhayatı beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açmış.
(Muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki:
Bidayet-i hilkatte sema ve arz
- Şekilsiz birer küme ve
- Menfaatsiz birer yaş hamur,
- Veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken;
Fâtır-ı Hakîm, onları
- feth ve bastedip
- güzel birer şekil,
- menfaatdar birer suret,
- zînetli ve kesretli mahlukata menşe’ etmiştir anlar. Vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur.
Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki:
Manzume-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette Güneş’le mümteziç olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken;
- Kàdir-i Kayyum o hamuru açıp,
- O seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek,
- Güneş’i orada bırakıp,
- Zeminimizi buraya getirerek,
- Zemine toprak sererek,
- Sema canibinden yağmur yağdırarak,
- Güneş’ten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır,
“Âmentü billahi-l Vâhid-il Ehad” der. Sözler – 392)
يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ ذلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ
لَهُ الْمُلْكُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ فَاَنَّا تُصْرَفُونَ
اِنَّ اللّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاءِ
هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
âyetlerin ifadesiyle tevhidin en kuvvetli delili (Basit bir maddeden her şeyi bir şey, birşeyi herşey yapmaktır.) ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. (Hayat içinde aynı ifadeler kullanılmıştır. Dolayısıyla hayatlandırarak feth ediliyor.)
Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikatı tekrar ile -birkaç suretlerde- Risalet-ün Nur’da ve bilhâssa bu risalenin İkinci Makamı’nın Birinci Babında altıncı ve yedinci mertebelerinde isbat ve beyan edilmesinden onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tedkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir
- İhata ve şümul (İhata tam bir vahdettir. Şirke yer bırakmaz.)
- Ve san’at var ki; (San’atlı her mahlûkatın diğer eşya ile münasebettar olması gösteriyor ki birini yapan kim ise umumunu yapanda odur. Zira gözü veren Sanatkâr usta gözü görmüş ve gözün gördüğünü de görmüş öyle vermiş ki bunu yapan ancak vâhid biridir.)
Birtek Vâhid-i Ehad’den ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlak’tan başka hiçbir şey bu cem’iyetli ve ihatalı fiile sahib olamaz. Çünki bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek zâtta bulunabilir.
Evet meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi;
(Birinci Karanlık: Nutfeden alakaya,
İkinci Karanlık: Alakadan mudgaya,
Üçüncü Karanlık: Mudgadan tâ hilkat-ı insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Sözler 115
Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus-u vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder. Sözler 655)
Üç karanlık içinde bütün vâlidelerin erhamında insanların suretlerini
- Ayrı ayrı,
- Mizanlı,
- İmtiyazlı,
- Zînetli
- Ve intizamlı olarak,
- Hem şaşırmadan,
- Yanlış etmeden,
- Karıştırmadan
- Basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet
Ve umum rûy-i zeminde
- Aynı kudret,
- Aynı hikmet,
- Aynı san’atla
Umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı; vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünki ihata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz.
Ve Birinci Bab’da vücub-u vücuda şehadet eden ondokuz hakikat nasılki vücudlarıyla Hâlık’ın vücuduna delalet ederler; öyle de, ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.
Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü
İkinci Hakikat: “Rahmaniyet” hakikatıdır. Yani: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize
- Zeminyüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmaniyetin yüzbinlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş
- Ve zemin içini Rahîmiyet ve Hakîmiyetin binlerle kıymetdar ihsanlarını câmi’ bir mahzen yapmış. (Madenleri, suları ve ilaçları depolamış.)
- Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüzbin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahîmane beslettirir.
(Zeminin yüzü ve içini ve her baharı ziyaretgâh, mahzen ve hazine gibi rahmet ve hikmetiyle bizim için saray suretinde donatan Rahman, Rahim ve Hakîm olan Allah. Bu rahmet sarayından istifade etmemiz için hazinenin kilidini açacak anahtar hükmünde iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş. Bu rahmet sarayından insana verilen nimetleri sayamayız ama mide, hayat, insaniyet, İslamiyet ve iman gibi sınıflara ayırabiliriz.)
Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.
(İnsana verilen nimetleri sayamayız ama sınıflandırabiliriz.)
Evet âyet-i hasbiyeye dair olan Dördüncü Şua’da izah ve isbat edildiği gibi,
- Bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır. (Vücud nimetinin büyümesi için verilen midenin hadsiz taamlardan aldığı lezzetler.)
- Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duyguları ile -bir sofra-i nimet gibi- koca cismanî âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder. (Umum hayat sahiplerinin duyguları ile aldığı cismani lezzetleri düşüneceğiz.)
- Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleri ile hem maddî hem manevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır. (Manevi âlemler derken insan bir çiçeğin güzel yaratılışını görüp yaratanı düşünmese bile aldığı manevi lezzetleri düşünebiliriz.)
- Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki; âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır. (İnsaniyet-i Kübra olan İslamiyet maddi ve manevi âlemlere şuurlu bir surette baktırıp âlem-i gayb ve şehadetten istifade eder.)
- Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder. (Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir.)
Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.
İşte böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet, (Dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet Vâhidiyeti gösterdiği gibi o rahmeti insanda temerküz ettirmesiyle Ehadiyeti gösteriyor.) Elbette o rahmet, vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.
Yani nasılki güneşin ziyası (Cenab-ı Hakkın Rahmeti), mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi ile vâhidiyete bir misal olduğu gibi, parlak (umum hayat sahibleri parlak) ve şeffaf (insan hayatı şeffaf) her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan; elbette o ihatalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzât güneşi sıfatları ile her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir diyebilir.
Aynen öyle de: Rahman-ı Zülcemal’in geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası o Rahman’ın vâhidiyetini ve hiç bir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi, her şeyde hususan her bir zîhayatta (parlak) ve bilhâssa insanda (Şeffaf) o cem’iyetli rahmetin perdesi altında o Rahman’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zâtiyesi bulunarak, (aks-i misaline işaret ediyor.) her ferde bütün kâinata baktıracak ve münasebetdarlık verecek bir cem’iyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahman’ın ehadiyetini ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan (O) olduğunu isbat eder.
Evet nasılki o Rahman, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haşmetini gösteriyor.
Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle herbir zîhayatta, hususan insanda bütün nimetlerin nümunelerini o ferdde toplayıp, o zîhayatın âlât u cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı (parçalanmadan) o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemalinin hususî şefkatini ilân eder ve insanda enva’-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasılki bir kavunun (meselâ) her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zât elbette odur ki; o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir.
Aynen öyle de, rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan; elbette en küçük bir zîhayatın hâlıkı ve rabbi, bütün zeminin ve kâinatın hâlıkı olmak lâzım gelir.
Elhasıl: Nasılki ihatalı olan fettahiyet hakikatıyla bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle isbat eder.
Öyle de herşeyi ihata eden “rahmaniyet” hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhâssa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.
Risale-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-ı rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve isbat edildiğinden, burada bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
Seyyahımızın üçüncü menzilde müşahede ettiği
Üçüncü Hakikat: “Müdebbiriyet ve idare hakikatı”dır. Yani,
(Tedbir eşyayı yerli yerlerine konulmasına idare ise eşyayı vazifelerle çalıştırmaya bakıyor.)
İdare edilenlerin üç vasfı nazara veriliyor.
- Gayet dehşetli ve sür’atli ecram-ı semaviyeyi
- Ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları
- Ve gayet ihtiyaçlı, za’fiyetli mahlukat-ı arziyeyi
İdarenin beş keyfiyeti nazara veriliyor.
- Kemal-i intizam ve müvazene ile idare etmek,
- Birbirlerine muavenetdar yapmak
- Ve imtizackârane idare etmek
- Ve tedbirlerini görmek
- Ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatıdır.
İşte bu cebbarane (Cenab-ı Hakk’ın emrine itaat edilmesi cihetinde cebbarane) ve rahmanane (Bize bakan ihtiyaçlarımızın karşılanması cihetinde rahmanane) idarenin büyük dairelerini bırakıp, yalnız baharda zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sahife ve safhasını, Risalet-ün Nur Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve isbat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsil ile göstereceğiz; şöyle ki: (Bir köy muhtarsız olmaz. Sözler – 49)
(Bahar ve kış, kıyamet ve haşirde mevcudatın vücuda gelip gidişlerindeki tedbir ve idare ile kâinattaki müdebbiriyet ve idare hakikatını gösterip Vahdet isbat edilecek.)
Meselâ ve faraza;
- Hârika ve cihangir bir zât, dörtyüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse,
- Her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini, hem silâhlarını, hem yemeklerini, hem talimat hem terhisatlarını, hem hidematlarını, birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizatlı kumandan verse;
Elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve müvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o hârika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebeb elini uzatamaz. Eğer uzatsa, müvazeneyi bozar ve karıştırır.
Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki; bir dest-i gaybî her baharda dörtyüz bin muhtelif nevilerden mürekkeb bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor.
- Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dörtyüz binden üçyüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor.
- Ve haşr u neşre nümune olan baharda haşr-i a’zamın üçyüz bin misalini -birkaç hafta zarfında- kemal-i intizamla inşa edip,
Hattâ birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dörtyüz bin enva’a baliğ olan ordu-yu Sübhanînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasib ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silâhlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden vakti-vaktine vermekle kemal-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini isbat ederek, bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kader ile yazar.
Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın birtek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki: Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garib binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazat için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini umum enbiyasına binlerle defa va’d ve ahdeden ve Kur’anda haşrin vukuuna binlerle işaretleberaber, bin aded âyetlerinde sarahaten hükmedip, tehdid ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbar’ın, bir Kahhar-ı Zülcelal’in o kadar va’dlerini tekzib ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşr hatasını irtikâb edenlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “Âmennâ” dedi.
(Onuncu Söz Dokuzuncu Hakikatta Haşrin vukuunu isbat eden beş delil gösterilmiştir.
- İlim (Ölmüş ruhları muhafaza etmesi)
- Kudretin delilleri
- İnsana kıymet verilmesi:
- İrade (boru sesi iradeye işarettir.)
- Vaad etmesi)
Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği
Dördüncü Hakikat olan Otuzüçüncü Mertebe: “Rahîmiyet ve rezzakıyet hakikatı”dır.
(Rahîmiyetin iktizası olarak rızkı verilen mahlûkat; zîhayat, zîruh, aciz ve zaifler ve bilhassa yavrulardır.)
Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhâssa zîruhun ve bilhâssa âciz ve zaîflerin ve bilhâssa yavruların;
Hem maddî ve midevî, hem manevî bütün rızıklarını,
(Maddi ve midevi rızıkların geldiği yerlere dört misal verilmiştir.)
- Şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan
- Ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan
- Ve bilhâssa en latifi kan ve fışkı ortasından gelen
- Ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan
binlerle okka taamların, vakti-vaktine mukannen (Kanuniyet şeklini almış bir tarzda veriliyor olmasından mukannen dendi.) bir surette hiç birini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde -bir dest-i gaybî tarafından- verilmesi hakikatıdır.
(Kur’an-ı Hakîm, iaşeyi ve infakı Cenab-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altına aldığını ve rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zaîf bîçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten verildiğini beyan ediyor.)
Evet
اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ âyeti, iaşeyi ve infakı Cenab-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi,
وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altına aldığı;
Hem وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zaîf bîçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ
- Denizin dibindeki böceklere hiçten
- Ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden
- Ve bütün hayvanlara her baharda âdeta sırf gaybdan (Gelecek bahardaki verilecek rızıklar bizim için gayb hükmünde olduğundan sırf gaybdan denilmiş.)
infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle; esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye isbat ve ilân ettiği gibi;
Pek çok âyât-ı Kur’aniye ve hadsiz şevahid-i kevniye, bil’ittifak herbir zîhayatın birtek Rezzak-ı Zülcelal’in rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.
Evet, (Her mahlûka münasib rızık verildiğine dört misal verilmiştir.)
- Bir nevi rızk isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilane dururken rızıklarıonlara koşup gelmesi
- Ve âciz yavruların nafakalarıhayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması
- Ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi,
- Hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi,
Bedahetle isbat eder ki; helâl rızk, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir.. belki, tevekkül veren za’f ve acze nisbeten geliyor. (Üstadımız Dokuzuncu Ricada za’f u aczin, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesile olduğunu izah etmiştir.)
Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediblerde o edibleri bir nevi dilenciliğe kadar sevkettiği gibi; (Edibler, devamlı isteklerini dile getirdiklerinden bir nevi dilenci olmuşlar.)
zekâvetsiz, kaba çok âmi adamların tevekkülvari iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve
كَمْ عَالِمٍ عَالِمٍ اَعْيَتْ مَذَاهِبُهُ وَ جَاهِلٍ جَاهِلٍ تَلْقَاهُ مَرْزُوقًا
darb-ı mesel olması isbat eder ki: Rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir.
(Mukadder sual: Peki çalışıldığı halde rızık az geliyorsa bunun sebebi nedir?)
Fakat, rızk ikidir:
Biri: Yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki; bedende yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zahiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû’-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler. (Sıklıkla yemek yemek kötü bir alışkanlıktır.)
İkinci kısım rızk İtiyad, israf ve sû’-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbanî altında değil, belki ihsana tâbi’dir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki; medar-ı saadet ve lezzet olan iktisad ve kanaatla sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızk için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnetdarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir. (Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Mektubat – 366)
Ve bedbaht odur ki; medar-ı şekavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tenbelkârane ve zalimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür. (Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.)
(Kanaat, izzeti intac eder. Hem sa’ye ve çalışmaya teşci’ eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünki meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise; kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır. Hem iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna etmek cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlas kapısı açılır, riya kapısı kapanır. Lemalar – 146)
Nasılki mide bir rızık ister; öyle de,
(Manevi rızka muhtaç insanın cihazlarından altısı nazara verilecek.)
- Kalb (hakaik)
- Ve ruh
- Ve akıl (İnsanın nefsi, rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi; insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. Şualar[Y] 643)
- Ve göz (Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarıdır.)
- Ve kulak
- Ve ağız
gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o latifelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış.
Meselâ: Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü, ötekiler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarı olur; iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.
Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm,
Nasılki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halkedip, umum maksadlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor.
(Zât-ı Kadîr-i Hakîm, Rububiyetin kudsi maksadlarının ve isimlerinin anlaşılması için hayatı yaratıyor.)
Öyle de, (Faaliyet şuunatının anlaşılması için mahlûkatı rızkın peşinde koşturuyor.) Hayat âleminde dahi, rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak, iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halkederek; hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnetdarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.
Meselâ: Çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi;
Maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tenbellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir.
Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hacetlerini koşturacaktı.
(Buraya kadar rızıkların gelme keyfiyetine baktırdı. Bundan sonra Rahimiyet ve Rezzakiyet hakikatının vahdete delaleti gösterilecek.)
İsm-i Rahîm ve Rezzak’ın cemallerini ve vahdaniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmanî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve vâlidelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzak-ı Rahîm’in bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki; birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızk olarak mün’imane veren, yalnız öyle bir zât yapar verir ki;
Mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir.
Çünki o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sâni’i, elbette ve herhalde o elmanın emsali ve hemcinsi (Mümaselet diğer elmaların emsali olmasıdır. Müşabehet ise hemcinsi olan diğer meyvelerle beraber aynı tezgâhta dokunmasıdır.) ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelal’i ve Hâlık-ı Zülcemal’i olacak, başka olamaz.
Demek herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki; onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve sâni’ini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder. Risalet-ün Nur İsm-i Rahîm ve İsm-i Hakîm’in mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatının çok lem’alarını ve çok sırlarını Risalet-ün Nur çok eczalarında beyan ve isbat ettiğinden, ona havale ile bu pek büyük hazineden halimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.
(Rahîmiyet’in umumi tecellileri olduğu gibi hususi cihetleri de vardır…)
İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum hâlıkımın ve mâlikimin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuzüç hakikatı gördüm ve dinledim.
(Hakikatların icma’ı ve ittifakı, imanımızı taklidden tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.)
Herbir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz; dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zahir delalet eder. Ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli isbat etmekle beraber mecmu’ hakikatların icma’ı ve ittifakı, imanımızı taklidden tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّٰهُ
لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ
İşte bu pürmerak seyyahın, bu üçüncü menzilde müşahede ettiği dört muazzam hakikatlardan aldığı envâr-ı imaniyeye gayet kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında üçüncü menzilin hakikatlarına dair şöyle denilmiş:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَحْدَتِهِ فِى وُجُوبِ وُجُودِهِ مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْفَتَّاحِيَّةِ بِفَتْحِ الصُّوَرِ ِلاَرْبَعِ مِاَةِ اَلْفِ نَوْعٍ مِنْ ذَوِى الْحَيَاةِ الْمُكَمَّلَةِ بِلاَ قُصُورٍ بِشَهَادَةِ فَنِّ النَّبَاتِ وَ الْحَيَوَانِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحْمَانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ نُقْصَانٍ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدَارَةِ الْمُحِيطَةِ لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ وَ الْمُنْتَظَمَةِ بِلاَ خَطَاءٍ وَ لاَ نُقْصَانٍ .. وَ كَذَا مُشَاهَدَةُ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الرَّحِيمِيَّةِ وَ اْلاِعَاشَةِ الشَّامِلَةِ لِكُلِّ الْمُرْتَزِقِينَ الْمُقَنَّنَةِ فِى كُلِّ وَقْتِ الْحَاجَةِ بِلاَ سَهْوٍ وَ لاَ نِسْيَانٍ ٭ جَلَّ جَلاَلُ رَزَّاقَهَا الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ الْحَنَّانِ الْمَنَّانِ وَ عَمَّ نَوَالُهُ وَ شَمِلَ اِحْسَانُهُ وَ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
يَا رَبِّ بِحَقِّ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ بِعَدَدِ جَمِيعِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَضْرُوبِ تِلْكَ الْحُرُوفُ فِى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ جَمِيعِ عُمْرِنَا فِى الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِمَعَ ضَرْبِ مَجْمُوعِهَا فِى ذَرَّاتِ وُجُودِى فِى مُدَّةِ حَيَاتِى وَاغْفِرْلِى وَلِمَنْ يُعِينُنِى فِى نَشْرِ رَسَائِلِ النُّورِ وَكِتَابَتِهَا بِصَدَاقَةٍ بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا وَ ِلآبَائِنَا وَلِسَادَاتِنَا وَشُيُوخِنَا وَ ِلاَخَوَاتِنَا وَاِخْوَانِنَا وَلِطَلَبَةِ رِسَالَةِ النُّورِ الصَّادِقِينَ وَبِالْخَاصَّةِ لِمَنْ يَكْتُبُ وَيَسْتَنْسِخُ هذِهِ الرِّسَالَةَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ
وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Said Nursî
* * *