Birinci Bab
Âyet-ül Kübra
Kâinattan hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
(Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır. İsra Suresi 44. Âyet)
(Bu âyet içinde çok büyük ve külli manalar olduğundan âyet-ül kübra ismi verilmiştir. Bu âyetin tefsiri Onüçüncü Söz, Yirmibeşinci Söz ve Otuzüçüncü Sözün Onüçüncü, Ondokuzuncu ve Yirmidokuzuncu Pencerelerinde yapılmıştır. Ayrıca Lahika mektuplarının başında
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
demekle de hadiseler içerisinde tesbih ve tahmid vazifesini ders vermiştir.)
(Namaz içinde fiilen takdis ve tesbih etmek el pençe divan durmak, rüku ve secde etmek ile olduğu gibi mevcudatın fiilleri de Cenab-ı Hakkı tesbih hükmündedir. Zira Vezaif-i Eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. Mektubat 394)
Bu İkinci Makam, bu âyet-i muazzamayı tefsir etmekle beraber, tayyedilen Arabî Birinci Makamın bürhanlarını ve hüccetlerini ve tercümesini ve kısa bir mealini beyan eder. Şöyle ki:
Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalaa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.
(Ayetlerde semavata dikkat çekmek için yemin edilmiştir
وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى ٭ فَلاَ اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ
deki kasem; yıldızların sukutuyla vahye şübhe îras etmemek için cinn ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber; yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor. Mektubat 389)
Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki:
- Gayet keremkârane bir ziyafetgâh (Her muhtaçın ihtiyaçlarının karşılandığı bir memleket veya misafirhane elbette kerim bir Zatı gösterir.)
- Ve gayet san’atkârane bir teşhirgâh (Bir şeyin çok şeyler ile münasebettar olduğu san’atlı bir teşhirgâh elbette kemal sahibi bir sanatkârı gösterir.)
- Ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh (En büyük şeyin en küçük şeyle beraber itaat ettiği bir ordu elbette haşmetli kumandanını gösterir.)
- Ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh (Her yerde cemal eserlerinin göründüğü bir seyrangâh elbette cemal sahibi bir cemili gösterir. Seyrangâh daha çok cemale dikkat çekmek için kullanılmış bir teşbihtir.)
- Ve Gayet manidarane ve hikmet-pervane bir mütalaagâh (Her şeyin hikmet ile hareket ettiği bir mütalaagâh elbette hakîm bir zatı gösterir.)
olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken; en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür: “Bana bak, aradığını sana bildireceğim!” der. O da bakar görür ki:
1- Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüzbinler ecram-ı semaviyeyim direksiz düşürmeden durduran (Direksiz düşürmeden durdurmak bir teşbihtir, kayyumiyeti gösterir.)
2- Ve birbirine çarpmadan
3- Ve fevkalade çabuk
4- Ve beraber gezdiren, (Buraya kadar Teshir hakikatına dair dört misal verildi.)
5- Yağsız söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran
6- Ve hiçbir gürültü (Yirmi Camus, birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleci bir her ü mercek sebebiyet verdiği malûm. Sözler – 601)
7- Ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden (Tedbir hakikatına dair üç misal verilmiştir.)
8- Ve Güneş ve Kamer’in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden (İsyan ettirmemesi)
9- O pek büyük mahlukları vazifelerle çalıştıran (Seyyar yıldızların isticar ve intişarlarına işaret ederek Tavzif hakikatına dair iki misalle işaret ediyor. (Evet Kamer’in takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine ve Güneş’e karşı gayet dakik bir hesabla vaziyetleri, o kadar hayret-feza, o derece hârikadır ki, onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîr’e hiçbir şey ağır gelmez. “Onu öyle yapan her şer’i yapabilir” fikrini, temaşa eden herbir zîşuura ders verir. Hem öyle bir tarzda Güneş’i takip ediyor ki; bir sâniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana:
سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ dedirtiyor. Mektubat – 16)
İki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, (İki kutub denilmesinden iki yıldızın arasındaki mesafeyi dolduran rakamları düşünüyoruz.)
10- Ve aynı zamanda,
11- Aynı kuvvet (Kudretinde tecezzi yoktur.)
12- Ve aynı tarz
(Yıldızların vaziyetlerinin aynı tarzda yuvarlak olduğunu isbat eden cümleler; Küreviye-i Arz ülema-i İlamca kabul edilmiş, dine muhalefeti yok. Ayetteki satıh demesi, kürevî olmadığına delalet etmiyor. Şualar 507
Nizam-ı hilkat-ı âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlahiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczub ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vâcib kılmıştır. Zira zemin, sema ile beraber اَتَيْنَا طَائِعِينَ demiş Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir. Muhakemat 58)
13- Ve aynı sikke-i fıtrat (İnsanlarda teşahhus-u vechiye olduğu gibi yıldızlarında zahiri suretleri aynı olduğu gibi birbirinden temyiz ettirecek farklı hususiyetleri de vardır.)
14- Ve aynı surette,
15- Beraber, noksansız tasarruf eden
16- Ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren (Tanzim hakikatına dair yedi misalle işaret ediyor.)
17- Ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden pek parlak ve pek güzel temizlettiren (Tanzif hakikatına işaret ediyor. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtib rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i Arz’ın ve bu tuyur-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki; âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler. Lem’alar 305)
18- Ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren
19- Ve Arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını (Hayali tarz, arzın dönmesiyle, yıldızları dönüyormuş gibi görmemize işarettir.) her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlukatına gösteren (Tedvir hakikatına iki misalle işaret ediyor.)
Bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen (Altı hakikat)
- Teshir, (1,2,3,4)
- Tedbir, (5,6,7)
- Tedvir, (18,19)
- Tanzim, (10,11,12,13,14,15,16)
- Tanzif, (17)
- Tavziften (8,9)
mürekkeb bir hakikat, (Bu altı hakikat ondokuz delil ile isbat edilmiştir.) bu azameti ve ihatatı ile o semavat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti semavatın mevcudiyetinden daha zahir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder manasıyla Birinci Makam’ın birinci basamağında:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ السَّمٰوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ التَّدْبِيرِ وَ التَّدْوِيرِ وَ التَّنْظِيمِ وَ التَّنْظِيفِ وَ التَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
denilmiştir.
Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaib olan feza gürültü ile konuşarak bağırıyor: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” der. O misafir, onun ekşi (Zahiren suret olarak ekşi) fakat merhametli (Neticeleri itibariyle merhametli) yüzüne bakar; müdhiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:
- (Önce herkesin gördüğü fezada Kur’an lisanı ile bulutu tasvir ediyor.)
Zemin ile âsuman ortasında muallâkta durdurulan bulut, gayet hakîmane ve rahîmane bir tarzda
- Zemin bahçesini sular
- Ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir
- Ve harareti (Yani yaşamak ateşinin şiddetini) ta’dil eder
- Ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir.
Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, (Bulutun yaratılması, ordu misali ile izah edilecek) muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi; birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.
- (Rüzgârı tasvir edecek. Hava camid ve şuursuz iken hayatperverane, şuurkârane ve alîmane vazifelerde ve hizmetlerde istihdam olunuyor.)
Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerimane istihdam olunur ki, güya o camid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi; bu kâinat sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle;
- Zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek
- Ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek
- Ve nebatatın telkîhine vasıta olmak
gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârane ve alîmane ve hayatperverane istihdam olunuyor.
- Sonra yağmura bakıyor, görür ki: (Yağmurun katrelerini tasvir edecek) O latif ve berrak ve tatlı ve hiçten (Maddesi hiçten değil hidrojen ve oksijenden ibaretken sıfatları yoktan yaratılıyor.) ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler (Hayata menşe olması bizim için rahmanî bir hediyedir.) ve vazifeler var ki; güya rahmet tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor manasında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.
- Sonra şimşeğe bakar ve
- Ra’dı (Gök gürültüsü) dinler, görür ki; pek acib ve garib hizmetlerde çalıştırılıyorlar.
(Bu cümleden itibaren yukarda anlatılan beş kısımdan oluşan fezanın Cenab-ı Hakkı ne surette tesbih, ta’zim ettiğini izah edecek)
Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:
- “Atılmış pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut
- Elbette bizleri bilmez
- Ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz
- Ve emirsiz meydana çıkmaz
- Ve gizlenmez;
Belki
- Gayet kadîr ve rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer
- Ve gayet fa’al ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be-vakit cevv âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasına ve mahv ve isbat levhasına (Cenab-ı Hakk, herşeyin suretlerini önceden biliyor olduğunu mahv ve isbat levhasıyla gösteriyor. Bilgisayar ekranındaki yazının mahv olup printerinden çıktı alınması gibi eşyanın mahiyeti mahv olup hariçte vücuda çıkmasıyla mahiyet isbat ediliyor.) ve haşir ve kıyamet (öldürmek ve diriltmek, ademden vücuda çıkarmak) suretine çevirir
- Ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rububiyetperver bir hâkim-i müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir.
- Güya onlara acıyıp ağlayarak göz yaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”
(Önce bulutun hilkatine yani sıfatlarına sonra vazifelerine bakıyoruz. Buradan iki hüküm çıkarıyoruz.
Evvela bulut, bu icraatları yapamaz.
Saniyen bu icraatları yapabilecek gayet kadîr ve rahîm bir kumandanı, gayet fa’al ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir sultanı, ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rububiyetperver bir hâkim-i müdebbiri gösteriyor.
Bulutlar bu vazifeleri görmesi ile de tesbih ve hamd vazifelerini yerine getiriyor.)
- Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: (Havanın sıfatları)
Bu camid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zahirî suretiyle vücuda gelen yüzbinler hakîmane ve rahîmane ve san’atkârane işler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedahe isbat eder ki: Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok,
Belki (Havanın vazifeleri)
- Gayet Kadîr ve Alîm
- Ve gayet Hakîm ve Kerim bir âmirin emriyle hareket eder.
- Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden herbir emr-i Rabbanîyi dinler, itaat eder ki;
- Bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına
- Ve nebatatın telkîhine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine
- Ve bulutların sevk ü idaresine
- Ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyahatına
- Ve bilhâssa seslerin ve bilhâssa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline
- Ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken, zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbanî san’atlarda kemal-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.
(Evet nasıl ki bir acemî, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam Avrupa’ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstadane kemal-i intizam ile herbir san’atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san’atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam, kendi başıyla işlemiyor. Belki bir üstad-ı küll, ona ders verir, işlettirir. Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri birer mektubat-ı Samedaniye, birer antika-i san’at-ı Rabbaniye, birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebatat ve eşcar, ezhar ve esmardaki harekât ve hidematları; bir Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in, bir Fâtır-ı Kerim-i Zülcemal’in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ilân eden birer ilânname ve kemalâtını söyleyen birer kaside hükmündedir. Sözler 550)
Demek
- وَتَصْرِيفِالرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ âyetinin tasrihiyle,
- Rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbanî hizmetlerde istimal ve
- Bulutların teshiriyle hadsiz Rahmanî işlerde istihdam ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcib-ül Vücud ve Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey, bir Rabb-i Zülcelali Ve-l İkram’dır der, hükmeder.
Sonra yağmura bakar, görür ki:
- Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler (fayda gören efrad adedince menfaatler)
- Ve katreleri adedince rahmanî cilveler
- Ve reşhaları mikdarınca hikmetler içinde bulunuyor.
(Nekre olarak رِزْقًا nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve ne ile husule geldiği size meçhul olduğuna işarettir. İşarat-ül İ’caz 102 )
Hem o şirin ve latif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki; fırtınalar ile çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların müvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhâssa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma’ ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahîm’in hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ âyetini maddeten tefsir ediyor.
(Allah bu sıfatlarla hüve zamiri içinde kendini tanıttırıyor. İnsanlar ümitsizliğe düştüğü zaman; O Allah ki yağmuru inzal eder. O Allah ki rahmetini neşr eder.)
- Sonra ra’dı dinler
- Ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki:
Bu iki hâdise-i acibe-i cevviye tamtamına وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ ve يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.
Evet (Ra’d ve Berk’in vazifeleri)
- Hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak
- Ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak
- Ve dağvari pamuk-misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi
hikmetli ve garabetli vaziyetlerle başaşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor: “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar.” diye ihtar ediyorlar.
(Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları, manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi, boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ise; hâlî bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek, gösteriyor ki: O şırıltı, o gürültü gayet manidar ve hikmettardır ki; bir Rabb-i Kerim’in emriyle, müştaklara o yağmur bağırıyor ki, “Sizlere müjde, geliyoruz!” manasını ifade ederler. Sözler – 671)
İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde
- Bulutu teshirden,
- Rüzgârı tasriften,
- Yağmuru tenzilden
- Ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküb eden
bir hakikatın yüksek ve aşikâr şehadetini işitir, “Âmentü billah” der. Birinci Makam’ın ikinci mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ التَّصْرِيفِ وَ التَّنْزِيلِ وَ التَّدْبِيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkûr müşahedatını ifade eder. {(İhtar): Birinci Makam’da geçen otuzüç mertebe-i tevhidi bir parça izah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliği cihetiyle, yalnız gayet muhtasar bürhanlarına ve mealinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nur’un otuz, belki yüz risalelerinde bu otuzüç mertebe, delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.}
Sonra o seyahat-ı fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı haliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm
- Vazifelerime bak
- Ve sahifelerimi oku!” O da bakar görür ki:
(Küre-i Arzın vazifeleri)
- Arz meczub bir mevlevîgibi iki hareketiyle; günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i a’zamın meydanı etrafında çiziyor. (“fî” manası zaman itibari ile, “ilâ” manası mekan itibari ile güneşin karar bulmasına işaret ediyor.)
- Ve zîhayatın yüzbin enva’ını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemal-i müvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve müsahhar bir sefine-i Rabbaniyedir.
(İnsanın beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mu’cizat-ı san’atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri ve ma’kesi ve hadsiz Hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva’-ı sagiresinde, cevvadane icadın medar ve çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklidgâhı ve besatîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. Sözler – 178)
- Sonra sahifelerine bakar, görür ki: (Gece gündüz, mevsimler birer sahifedir. Bu makamda bahar sahifesinin icad ve idare vechine bakacağız.)
Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:
Yüzbin enva’ın hadsiz efradlarının (Meleğin yüzbin başı olması nezaret ettikleri yüzbin nev’e işaret içindir.)
- Basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor (Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır. Asa-yı Musa 200)
- Ve gayet rahîmane terbiye ediliyor (Her bir eşyanın kemaline gitmesi için menfaatlerin celb ve mazarratın def edilmesi Rab isminin muktezasıdır.)
- Ve gayet mu’cizane bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor (Ve bir kısmına da, insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor. İnsanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bazı taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bazılara da, çengelcikleri verip her temas edene yapışıyor. Başka yerlere giderek taifesinin bayrağını dikerler, Sâni’-i Zülcelal’in antika san’atını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da, acı düğelek denilen nebatat gibi saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer’eder. Fâtır-ı Zülcelal’in zikir ve tesbihini kesretli lisanlarla söylettirmeye çalışırlar ve hâkeza kıyas et… Sözler – 357)
- Ve gayet müdebbirane idare olunuyor
- Ve gayet müşfikane iaşe ve it’am ediliyor
- Ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.
- Her bahar bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nevi et’ime ve levazımat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor.
- Ve bilhâssa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri
- Ve vâlidelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki,
bilbedahe bir Rahman-ı Rahîm’in gayet müşfikane ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu isbat eder.
(Hem meselâ, nasıl ki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedir içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe ambarı ve dükkân, şevksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak malikini ve sahibini ve memurunu bildirir.
Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüzbinler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve semahatıyla mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe ambarı ve bu sefine-i Süthaneye ve binbir çeşit cihaz atı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise; okuduğunuz veya okuyacağınız fen-i iaşe mikyasıyla, o katiyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini, bildirir, tanıttırır, sevdirir. Şualar – 205)
Elhasıl: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, haşr-i a’zamın yüzbin numunelerini ve misallerini göstermekle
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; (Keyfe cümlesinden bahar mevsiminde haşere misal olan Cenab-I Hakk’ın ilmi, kudreti, iradesi, vaadini yerine getirmesi ve insana ehemmiyet vermesi hakikatlarının ortaya çıkışındaki keyfiyete bakacağız.)
Bu âyet dahi, bu sahifenin manalarını mu’cizane ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde “Lâ ilahe illâ Hû” dediğini anladı.
İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi veçhinden birtek veçhinin muhtasar şehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı manasında olarak ve o müzahrefatları ifade için, Birinci Makam’ın üçüncü mertebesinde böyle denilmiş:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَ مَا عَلَيْهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ التَّدْبِيرِ وَ التَّرْبِيَةِ وَ الْفَتَّاحِيَّةِ وَ تَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ اْلاِدَارَةِ وَ اْلاِعَاشَةِ لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ وَ الرَّحْمَانِيَّةِ وَ الرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
Sonra o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça
(Her sahifeyi okumanın dört neticesi)
- Saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip
- Ve manevî terakkiyatın miftahı olan marifeti ziyadeleşip
- Ve bütün kemalatın esası ve madeni olan iman-ı billah hakikatı bir derece daha inkişaf edip (İnsanın imanının artması nisbetinde kemalatı artar. İbadete, takvaya, hizmete koşar.)
- Manevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; (İleme Eylül-Aziz! Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Malikimizi ve Mevla’mızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhâssa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır. Mesnevi-i Nuriye 104)
Sema, cevv ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde
هَلْ مِنْ مَزِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârane cûş u huruşla zikirlerini ve hazîn ve leziz seslerini işitir. (Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara… Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünki onlara terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faidelerin ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hacetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki; bir Rabb-ı Hakîm’in teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir. Sözler – 671)
Lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile: “Bize de bak, bizi de oku!” derler. O da bakar, görür ki: (Denizlerin yüzüne bakıyoruz)
- Hayatdarane mütemadiyen çalkanan (Hayatdarane mütemadiyen çalkanması denizlerin hayatdar olmasına veya içindeki canlıların hayatdar olduğuna işaret ediyor.) ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler,
- Arzı kuşatıp,
- Arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmibeşbin senelik bir dairede koşturulduğu halde;
Ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler.
Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar. (Bu icraatlarıyla gayet kudretli ve azametli bir zâtı tesbih eder.)
Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki:
- Gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka,
- Binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri
- Ve tevellüdat ve vefiyatları
O kadar muntazamdır;
- Basit bir kum
- Ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları
O kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.
(Bu icraatlarıyla bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal’i, bir Rahîm-i Zülcemal’i tesbih ediyor.)
Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki:
Menfaatleri ve vazifeleri (İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebetdar etmekle beraber ırmakları, büyük nehirleri, insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir.. Sözler 422)
Ve vâridat ve sarfiyatları (Taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Sözler 248) o kadar hakîmane ve rahîmanedir; bilbedahe isbat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahman-ı Zülcelali Ve-l İkram’ın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar.
(Bu icraatlarıyla bir Rahman-ı Zülcelali Ve-l İkram’ı tesbih ediyor.)
Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarfediliyorlar ki, “Dört nehir Cennet’ten geliyorlar.” diye rivayet edilmiş. (Hadiste işaret edilen dört nehir Dicle ve Fırat birleştiği için bir sayılsa Seyhan iki, Ceyhan üç, Nil dördüncüdür. Mehmet Feyzi Abiden rivayetle Dicle, Fırat, Nil ve Zemzem kuyusu hadisin işaret ettiği dört nehir olabilir.)
Yani; zahirî esbabın pek fevkinde olduklarından, manevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. (Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder. Sözler 250)
Meselâ: Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenub tarafından, “Cebel-i Kamer” denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısmından bir kısım olmaz. Vâridatı ise; o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o müvazene-i vasiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i Mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti, gayet manidar ve güzel bir hakikatı ifade ediyor.
İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarının ve şehadetlerinin binden birisini gördü. (Mesela;
- Tâ şark ve garb, şimal ve cenubdaki bahr-i muhitlerine,
- Tâ Bahr-i Rum ve Fars bahrine,
- Tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına -ki mercan denilen balık ondan çıkıyor-
- Tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Süveyş Kanalı’na,
- Tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine,
- Tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle, üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine,
- Tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi, büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizler ile onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar, bütün denizler ve nehirlerde Cenab-ı Hakkın ayrı ayrı rububiyetini gösterir icraatları vardır.)
Ve umumu bil’icma’ denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle “Lâ ilahe illâ Hû” der ve bu şehadete denizler mahlukatı adedince şahidler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek manasında, Birinci Makam’ın dördüncü mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعُ الْبِحَارِ وَ اْلاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ اْلاِدِّخَارِ وَ اْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
denilmiş.
Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, “Sahifelerimizi de oku!” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların
küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.
Meselâ: (Dağların tesbihi)
- Dağların zeminden emr-i Rabbanîile çıkmaları (Kıtaların çarpışması ile Küre-i Arzı sarsıntıdan korumak için dağların zeminden emr-i Rabbanî ile çıkmaları âyette sefineleri sarsıntıdan vikaye eden direklere teşbih edilmiş.) Ve zeminin içinde, inkılabat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor. Demek nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve müvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş;
- Öyle de dağlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarını, Kur’an-ıMu’ciz-ül Beyan وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا ٭ وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ ٭ وَالْجِبَالَ اَرْسَيهَا gibi çok âyetlerle ferman ediyor.
(Âyetin işaret ettiği hazineli direk manasını dağların içlerine bakınca görüyoruz.)
Hem meselâ, dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi
- Menba’lar,
- Sular,
- Madenler, (hususan madeniyatın tuz, limontuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber tadlarının şiddet-i muhalefetiyle.. Şualar 50)
- Maddeler,
- İlâçlar
O kadar hakîmane ve müdebbirane ve kerimane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve anbarları ve hizmetkârları olduklarını isbat ederler, diye anlar.
Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri “Lâ ilahe illâ Hû” tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billah” der.
(Sonra tabaka-i turabiye, dağlar direği üzerine atılmış,
- Tâ içindeki dâhilî inkılablardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın.
- Hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın. (Dağılmak, dökülmek, istila etmek fıtratın da olan sular)
- Hem zîhayatların levazımat-ı hayatiyesine birer hazine olsun. (Bitkiler ve ağaçlar, dağların üstünü bir hazine hükmüne getiriyor.)
- Hem havayı tarasın, gazat-ı muzırradan tasfiye etsin, tâ teneffüse kabil olsun.
- Hem suları biriktirip iddihar etsin.
- Hem zîhayata lâzım olan sair madenlere menşe’ ve medar olsun.
İşte bu vaziyet (Bu vaziyetleri kim verebilir.)
- Bir Kadîr-i Mutlak ve
- Bir Hakîm-i Rahîm’in
vücub-u vücuduna ve vahdetine gayet kat’î ve kuvvetli şehadet eder. Sözler 674)
( وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا Âyetin mecazi manasını ifade eden cümleler;
Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini, bir hane ve o hanenin direği, hayat-ı hayvaniye ve hayat-ı hayvaniye direği, şerait-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı, dağlardır.
Zira dağlar, suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersib edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilasından muhafaza eder) ve sair levazımat-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder.
Şu koca dağları, şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni’-i Zülcelal Vel’ikram’a, kemal-i ta’zim ile hamd ü sena eder. Sözler – 391
Evvelen: Sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde taht-el bahr bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta’mid ederek hava ile iştibak ettiğinden müvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.
Sâniyen: İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.
Sâlisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi’-i hayat olan mâ’ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ’ olduğu gibi, cezb-i rutubet hasiyetiyle havaya meşşata oluyor… Hararet ve bürudeti ta’dil ettiği gibi, havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebeb olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.
Râbian: Belâgatça vech-i münasebet ve müşabehet budur: Muhakemat 73)
İşte bu manayı ifade için Birinci Makam’ın beşinci mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الْجِبَالِ وَ الصَّحَارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَ عَلَيْهَا بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَ اْلاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ التَّدْبِيرِ اْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ
denilmiş.
Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar. “Gel dairemizde de gez, yazılarımızı da oku!” dediler. O da girdi, gördü ki:
Gayet muhteşem (Muhteşem olması sayıca çokluğuna işret etmek içindir.) ve müzeyyen (Müzeyyen olması san’atlı olduğuna işret etmek içindir.) bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın enva’ları bil’icma’ beraber “Lâ ilahe illallah” diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünki bütün meyvedar ağaç ve nebatlar;
(Eşcar ve nebatatın tesbihlerinin izahatı)
Mizanlı ve fesahatlı yapraklarının dilleriyle (Fesahat: güzel, net, anlaşılır konuşmaktır. Tatlı ve usandırmamasıdır. Yaprakların fesahatlı olması ise yaptığı vazifesi ve sureti ile güzel, net anlaşılır bir surette usandırmadan tevhidi ilan etmesi ve Allah’ı tesbih ettiğine bir işarettir.)
Ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle (Cezalet: Saatin saat dakika saniye ibrelerinin birbirini hatırlatması birbirini tekmil etmesi gibi çiçeklerinde renkleri, nakışları birbirini tekmil ettiğine bir işarettir.)
Ve İntizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber, (Belâgat, Kur’anın nazmında cezalet, lafzında fesahat, manasında belâgat, üslûbunda bedaat ve beyanında faik bir beraat olmasıdır. Sözler 380) müsebbihane şehadet getirdiklerine ve “Lâ ilahe illâ Hû” dediklerine delalet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikatı gördü:
Birincisi: (Bütün meyvedar ağaç ve nebatlardan istifade edenler cihetine baktırıyor. Bütün meyvedar ağaç ve nebatların bizlerin faydalanabileceği bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manasında yaratılması rahmetinin bir delilidir. Arabî kısmında bu hakikatta rahmetini nazara vermiştir.) Pek zahir bir surette
- Kasdî bir in’am ve ikram
- Ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan
manası ve hakikatı her birisinde hissedildiği gibi; mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.
(Meselâ, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en musanna’ meyveleri bize takdim etmek. Sözler 64)
İkincisi: (Bütün meyvedar ağaç ve nebatların kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manasında yaratılması Sani’inin hikmetine bir delilidir.) Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan
- Kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik,
- İhtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir
manası ve hakikatı, o hadsiz enva’ ve efradda gündüz gibi aşikâre görünüyor ve bir Sâni’-i Hakîm’in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.
Üçüncüsü: (Bütün meyvedar ağaç ve nebatların mebdeinde suretlerinin çekirdek ve habbeciklerden feth edilerek yaratılışı ve neticede semerelerindeki keyfiyeti vahdete bir delildir.) O hadsiz masnuatın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mahdud ve madud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüzbin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, müvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışsız, hatasız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki; güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” dedi.
(Tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Evet nasılki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasib bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i fâtıra açmış, vermiş.
Aynen öyle de, fakat daha mu’cizatlı olarak; zemin bahçesinde dörtyüz bin enva’-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş. Şualar – 167)
(Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi?
Evet, nasılki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namına hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç, “Bismillah” der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, “Bismillah” der. Matbaha-i Kudret’ten bir kazan olur ki; çeşit çeşit pekçok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor. Sözler – 6)
İşte bu mezkûr hakikatları ve şehadetleri ifade manasıyla, Birinci Makam’ın altıncı mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَ النَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَاتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَ اَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَ اَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِنْعَامِ وَ اْلاِكْرَامِ وَ اْلاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَ رَحْمَةٍ وَ حَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَ التَّزْيِينِ وَ التَّصْوِيرِ بِاِرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَ حَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ
Sonra, seyahat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:
Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle “Lâ ilahe illâ Hû” deyip, zemin yüzünü
- Bir zikirhane
- Ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler;
- Herbiri bizzât
- Birer kaside-i Rabbanî,
- Birer kelime-i Sübhanî
- Ve manidar birer harf-i Rahmanî
hükmünde sâni’lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvaları ve cihazları ve a’zaları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delalet eden üç muazzam ve muhit hakikatları müşahede etti:
Birincisi: (İcad ve ibda ve halk ve inşa ve ruhlandırmakla, hayatlandırmak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.)
Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan
- Hiçten hakîmane icad ve san’at-perverane ibda’ ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa
- Ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; (Elhüccetü’z-Zehra’daki ilmin, iradenin ve kudretin delilleri yirmi dört cihetle ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatına da delil olabilir.)
Zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bahir olarak, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.
(Her bir cesed-i hayvaninin hem tüm kâinatla hem nesli ve aslı ile hem mazi hem istikbali ile münasebeti vardır. Bu münasebeti, tesadüf, tabiat, kuvvet kurabilir mi.. ya da kim kurabilir..)
İkincisi: (Her bir hayvan ve insana şahsiyetini koruyacak sima vererek tefrik etmesi ve en güzel bir surette temyiz, tezyin ve tasvir ederek yaratması Kadir-i Külli Şey’i ve Âlim-i Külli Şey’i gösteriyor.)
O hadsiz masnu’larda
- Birbirinden sîmaca farikalı
- Ve şekilce zînetli
- Ve mikdarca mizanlı
- Ve suretçe intizamlı
Bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki: Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey’den başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahib olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.
(Nihayetsiz ihtimaller içinde temyiz edilerek en uygun vücudun verilmesi. İki tercihten bir tercih yapmak dahi bir tercih edeni gösterir. Tercih bila müreccih muhaldir. Devamlı tercih yapılan ihtimaller var. Zerrelerin devamlı bir hareketi olduğu için devamlı yeni ve çok ihtimaller ortaya çıkıyor; ve devamlı en uygun en intizamlı tercihler yapıldığını görüyoruz. Her yaratılan ferd daha önce yaratılanlardan farklı bir alameti var; bundan istikbalde de böyle olacağını anlıyoruz. Bu vücubu, vahdeti, sıfatı sebayı ispat ediyor.)
Üçüncüsü: (Bütün hayvanat ve kuşların mebdelerinde suretlerinin yumurta ve nutfelerden feth edilerek yaratılması ve hayvanat adedince ve cihazları sayısınca yeniden yeniye feth edilmesi vahdete bir delildir.)
Birbirinin misli (Madde itibari ile misli) ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve müvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.
İşte bu üç hakikatın ittifakıyla, hayvanların bütün enva’ı, beraber öyle bir “Lâ ilahe illâ Hû” deyip şehadet getiriyorlar ki; güya zemin büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde “Lâ ilahe illâ Hû” diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makam’ın yedinci mertebesinde bu mezkûr hakikatları ifade manasıyla:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ وَ الطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَ قُوَاهَا وَ حِسِّيَّاتِهَا وَ لَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَ بِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَ جَوَارِحِهَا وَ اَعْضَائِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَ الصُّنْعِ وَ اْلاِبْدَاعِ بِاْلاِرَادَةِ وَ حَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَ التَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَ حَقِيقَةِ التَّقْدِيرِ وَ التَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَ قَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ
denilmiştir.
Sonra o mütefekkir yolcu, marifet-i İlahiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envârında daha ileri gitmek için, insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:
Nev’-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler (Aleyhimüsselâm) bil’icma’ beraber
- “Lâilahe illâ Hû” deyip zikrediyorlar
- Ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar (Mu’cizat-ı Bahire, Mu’cizat-ı Zahire)
- Ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları iman-ı billaha davet ile ders veriyorlar gördü.
O da, o nurani medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki:
Meşahir-i insaniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların
- Herbirisinin elinde Hâlık-ı Kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu’cizeler bulunduğundan,
- Herbirinin ihbarı ile beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden,
- O yüzbin ciddî ve doğru zâtların icma’ ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu kıyas edebildi.
Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların hadsiz mu’cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatı inkâr eden ehl-i dalalet ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarını anladı ve onları tasdik edip iman getirenler ne kadar haklı ve hakikatlı olduklarını bildi; iman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.
Evet enbiyayı (Aleyhimüsselâm),
- Cenab-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu’cizatlarından (Fiille tasdik sözle tasdikten daha kuvvetlidir. Çünkü söz ile tasdik eden kişi sözünün gerektirdiği şeyi yerine getirmeyebilir. Ama sözünü fiilen de yerine getirse mesela âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; “Evet” sözünden daha kat’î daha sağlam, senin davanı tasdik eder.)
- Ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına gelen semavî pek çok tokatlarından (Birtek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delalet eder. Şualar 96)
- Ve hak olduklarına delalet eden şahsî kemalâtlarından (Kemalat, hakikatın iktiza ettiği hali yaşamak demektir. Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz. Tarihçe-i Hayat 16)
- Ve hakikatlı talimatlarından
(Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İşarat-ül İ’caz 111
Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var. Lem’alar 170)
- Ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i imanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlıklarından
- Ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarından
- Ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittiba’larıyla hakikata, kemalâta, nura vâsıl olan hadsiz tilmizlerinden başka,
- Onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes’elelerde icmaı ve ittifakı ve tevatürü ve isbatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şübhe ve tereddüdü bırakmaz.
Ve imanın erkânında umum enbiyayı (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dâhil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı.
(Neden büyük bir kuvvet menbaı olmuş. Çünkü peygamberlerin peygamberliklerine öyle kuvvetli deliller vardır ki peygamber olduğuna imanda hiç bir şüphe yeri bırakmaz.)
Onların derslerinden çok feyz-i imanî aldı. İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade manasında Birinci Makam’ın sekizinci mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمُ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
denilmiş.
Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talib, Enbiya Aleyhimüsselâm’ın meclisinden gelirken, ülemanın ilmelyakîn suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) davalarını isbat eden ve asfiya ve sıddıkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. (Enbiyalar için medrese ve asfiyalar için dershane demesi ders verme tarzlarının aynı olduğunu gösteriyor. Asfiyalar da Enbiyalar gibi hakikatı doğru, ihatalı ve hakikatın birbirine olan münasebetlerini tam görürler. Bu yüzden hakikatları ilmel yakîn suretinde bilseler de tasdikleri hakkal yakîn derecesindedir.)
O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhî (Dâhî müceddidler ve mezheb imamları) ve yüzbinlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik kıl kadar bir şübhe bırakmayan tedkikat-ı amikalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i imaniyeyi isbat ediyorlar.
(Asfiyaların yaptığı tedkikat-ı amikalarına misal olarak âhiretin isbatına dair Yirmidokuzuncu Sözde ki altı suali düşünebiliriz. Bir diğer misal olarak Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatını düşünebiliriz. Asfiyalar, harbde aynı düşmana karşı farklı farklı siperler açıldığı gibi hakikatın tamamen anlaşılması için mes’ele ye farklı cephelerden baktırarak tedkik ettirir.)
Evet, istidadları ve meslekleri muhtelif (Her meslek erbabının kendi mesleğinin içinde marifetullahta terakki etmesi) olduğu halde usûl ve erkân-ı imaniyede
- Onların müttefikan ittifakları ve
- Herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları
Öyle bir hüccettir ki; onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise, karşılarına ancak öyle çıkılabilir.
(İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol; Risalet-ün Nur’un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risalet-ün Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni’ derecesinde gösterdiğini görecekler. Kastamonu – 18
Mecmu’ hakikatların icma’ı ve ittifakı, imanımızı taklidden tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor. Şualar 175)
Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmayan menfî mes’elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. -Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.- Bu seyyah; bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz.
İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak, Birinci Makam’ın dokuzuncu mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَاءِ بِقُوَّةِ بَرَاهِينِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ
denilmiş.
Sonra, imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envârı (Her bir hakikatı anlamakla o hakikatın dairesini karanlıktan kurtarıp nurlandırmış oluyoruz.) ve ezvakı (Ve bu nurlandırmadan gelen manevi zevkler vardır.) görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telahukuyla tevessü’ eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangâh (Büyük tekke), bir zikirhane, bir irşadgâhta ve cadde-i kübra-yı Muhammedînin (A.S.M.) ve mi’rac-ı Ahmedînin (A.S.M.) gölgesinde hakikata çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:
O ehl-i keşf ü keramet mürşidler;
- Keşfiyatlarına (Keşfiyat iki şekilde olur. Biri harikulade bir hakikatın temessülünü manevi âlemlerde görmektir. Diğeri harikulade bir hakikatı aklen keşfetmektir.)
- Ve müşahedelerine (Müşahede ise her hakikatın temessülünü manevi âlemlerde görmekle beraber aklen, kalben hissen ve letaifleri ile dahi görmektir.)
- Ve kerametlerine (Keramet iki şekilde olur. Biri keramet-i kevniye diğeri keramet-i ilmiyedir.)
İstinaden (Keşfiyatları ve müşahedeleri ihatasızdır ve hakikatın birbirine olan münasebetlerini tam göremezler. Zira onların nazarları mukayyed olduğundan hakikat-ı mutlakayı ihata edemez. Mesnevi-i Nuriye 135)
bil’icma’ müttefikan “Lâ ilahe illâ Hû” diyerek, vücub-u vücud (Şu kâinatın Sâni’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ demişler. Yani: Vücud-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler. Mektubat – 249)
Ve vahdet-i Rabbaniyeyi kâinata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Şems-i Ezelî’nin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler (Nurlu renkler; Kamer Nurunu güneşten alır ve kayıtlı olarak harice verdiği gibi tarikattan aldığı dersle nura vasıl olan hâlifeler ve müridler olabilir. Rahmetin yavrular âleminde tecelliyatı ile görülen isimler, insan âleminde tecelliyatı ile görülen isimlerden farklı olması ayrı ayrı nurlu renkler diye tabir edilmiştir.)
Ve çeşit çeşit ziyalı levnler (Güneşten doğrudan istifade etmekle ziyaya mazhar olmak gibi doğrudan Kur’an güneşine muhatab olmakla Velayet-i Kübraya erişen Şah-ı Nakş-i Bendi, İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir-i Geylanî gibi zâtlar)
Ve başka başka hakikatlı tarîkatlar ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreblerde bulunan o kudsî dâhîlerin ve nurani âriflerin icma’ ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zahir ve bahir olduğunu aynelyakîn müşahede etti ve enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü. İşte bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın onuncu mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ اْلاَوْلِيَاءِ بِكَشْفِيَّاتِهِمْ وَ كَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ
denilmiş.
Sonra kemalât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemalât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billahtan ve marifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, (Diğer kemalatlar iman-ı billâh ve marifetullahtan neş’et eden muhabbetullahın neticesidir. Diğer kemalatlara Ubudiyet, Takva, Fazilet misal olarak verilebilir.)
Bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, imanın kuvvetinde ve marifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semavata baktı. Kendi aklına dedi ki:
(Meleklerin vücudu isbat edilecek ta ki; Meleklerin varlığını, imanımızın inkişafına vesile yapabilelim. Hanenin varlığı sakinlerin varlığını gösterdiği gibi hanenin keyfiyeti de sakinlerinin keyfiyetini gösterir.)
- “Madem kâinatta en kıymetdar şey hayattır ve kâinatın mevcudatı hayata müsahhardır
- Ve madem zîhayatın en kıymetdarı zîruhtur ve zîruhun en kıymetdarı zîşuurdur
- Ve madem bu kıymetdarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır.
Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semavatın dahi kendisine münasib ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki; huzur-u Muhammedîde (A.S.M.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail’in (A.S.) temessülü gibi melaikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakl ve rivayet ediliyor.
Öyle ise keşki ben semavat ehli ile dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim; çünki Hâlık-ı Kâinat hakkında en mühim söz onlarındır.” diye düşünürken, birden semavî şöyle bir sesi işitti:
“Madem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin.. bil ki:
(Meleklerin bu kâinat hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine iki kısım şehadeti)
- Başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i imaniyeye en evvel biz iman etmiş (Vahiylerin ekseri vasıtalı ilhamın da bir kısmı vasıtalıdır.)
- Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervah-ı tayyibe, bilâ-istisna ve bil’ittifak, bu kâinat hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmiş
Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir.” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı parladı, zeminden göklere çıktı.
İşte bu yolcunun melaikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın onbirinci mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلٰئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ ِلاَنْظَارِ النَّاسِ وَ الْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمُ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ
denilmiştir.
Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir,
- Âlem-i şehadet
- Ve cismanî
- Ve maddî cihetinde
Ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından,
(Meleklerin âlem-i şehadete bakan vazifeleri olduğundan ve müekkel oldukları taifelerin de maddi ve cismani olmasından dolayı melekler de âlem-i şehadete dâhil olmuştur. Ve meleklerin varlığının isbatı da maddi âlemdeki eşya ile yapılmıştır. Evet âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve bilmüşahede bütün zîhayatların kemal-i intizamla ubudiyetkârane vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anasır gibi bütün cemadatın kemal-i itaatla ubudiyetkârane hizmetleri, bir Mabud-u Bilhakk’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi; Sözler 660)
âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin kapısı açıldı.
(Bütün insanlıktaki başta enbiya, asfiya ve evliya olarak müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin şehadetidir.
Kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma’ ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Şualar – 55 )
Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır (Berzah, âlem-i şehadetteki masnudan âlem-i gaybdaki masnuun Sani’ine geçişi ifade ediyor. Basar masnuatı görüp de, basiret Sâni’i görmezse çok garib ve pek çirkin düşer, berzahta takılır. Mesnevi-i Nuriye 210) ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: (Akıl ve kalbin hademeleri vardır. Bu makamda hademelerin de şehadetini düşünebiliriz. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıdlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacer-ül Esved’in altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacer-ül Esved’e muhafaza için tevdi ettirir. Mesnevi-i Nuriye 117)
Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, (Yani yalnız getirdikleri delillerinden değil akıl ve kalblerinin iman hakikatı ile sıfatlandığı ve mutmain olduğu hallerinden ders alacağız.) belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi. Mütalaaya başladı. Gördü ki:
İstidadları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihane itikadları tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek tebeddül etmeyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikata girmiş, kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icma’ları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikata açılan ışıklı bir penceredir.
(Misal olarak; Melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma’-ı manevî ile -tabirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Sözler – 509)
(Nur-u akıl kalbden gelir. Sözler – 705)
Hem gördü ki:
Meslekleri birbirinden uzak (Meslek: Süluk edilen yol)
ve meşrebleri birbirine mübayin olan (Meşrebler süluk edilen yoldaki hususi tatbikatlardan çıkar.) o umum selim ve nurani kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikata mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalbler, şems-i hakikata karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i a’zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma’ları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünki hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrane ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü Billah” dediler. (Misal olarak sırf Cemal ve Kemal noktasında kalblerin şehadeti: Hem kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Maşuk-u Lâyezalî’yi gösterir. Sözler 679)
İşte bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği marifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın onikinci ve onüçüncü mertebelerinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَ بِقَنَاعَاتِهَا وَ يَقِينِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَ الْمَذَاهِبِ وَ كَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَ بِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَ الْمَشَارِبِ
denilmiş.
Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani,
- Madem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli ve san’atlı hadsiz masnu’larıyla kendini tanıttırmak
- Ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek (Şu zemin bahçesinde bütün o süslü nebatat ve zînetli hayvanat, muntazam suretleriyle ve mevzun şekilleriyle ilân ediyorlar ki: Biz birtek Sâni’-i Hakîm’in san’atından birer mu’cizesi, birer hârikasıyız ve vahdaniyetin birer dellâlı, birer şahidiyiz. Mektubat 236)
- Ve bu kadar mu’cizeli ve meharetli hesabsız eserleriyle gizli kemalâtını bildirmek, (Hakikî bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakikî bir san’atkârın işlediği vakit san’atına dair verdiği beyanatı ve hakikî bir mün’imin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.” Sözler 431)
kavilden ve tekellümden daha zahir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zât, (Lisan-ı hal, lisan-ı kàlden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor. Şualar – 306)
perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde onu (yani Allah’ı) onun tezahüratından (yani konuşmasından) bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:
Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. (Âlem-i şehadete vahiyle gelen erkan-ı imaniye, âlemi gaybın her tarafında görünecek inkara mahal kalmayacak.) Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub’dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. (Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli olması bizim her vakit kâinatın şehadetini göremediğimizden vahiy daha kuvvetli denildi.)
Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu’larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor.
(KUR’AN, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. Sözler – 366)
Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir (Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” Sözler – 134
Kelâm-ı İlahî’nin nihayetsizliği teksir Lem’alarda Yirmisekizinci Lem’ada beş cihetle izah edilmiştir. Bunların birincisi Cenab-ı Hakkın Kudretini gösteren ef’ali adedince ayetleri vardır. İkincisi Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Azimüşşan da yaş kuru her şeyin bulunuyor olmasından olmuş olacak eşya ve hadisat adedince ayetleri vardır. Üçüncüsü Kur’anı makam, muhatab, maksad itibariyle farklı farklı anlayan eşhas adedince ayetleri olmasından Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Yani Kur’an “Kelâmullah” olması hasebiyle zaman ve mekân itibariyle bütün kâinatla konuşuyor olduğundan her bir mevcutla ayrı bir konuşması vardır. Bu konuşmada her bir esmanın tecellileri adedince olduğundan hadsizdir. Mesela Adl isminin adaletle ölçülü bir surette yaratılan zerreden seyyareye kadar tecellileri vardır. Hakîm isminin hikmet, maslahat ve faideleri gözetilerek yaratılan mevcudat adedince tecellileri vardır. İşte bütün bu hakikatları içinde bulunduran Kur’an-ı Azîmüşşan ihata cihetiyle, bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.)
Ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor.
(Bilmekte mertebelerin olmasının sebebi alınan yaralardır; Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Muhakemat – 18
Hem Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Sözler – 406)
Evet, (Vahyin tahakkuku ve sübutu noktasında deliller)
- Yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle (Peygamberlerin Peygamberliklerine olan harici deliller vahyin de delilidir. Kütub ve suhufların âhin ve ariflerin ihbaratı harici delillerdir.)
- Ve ihbaratlarının vahy-i İlahîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla (Peygamberlerin vahyi tasdik etmeleri)
- Ve nev’-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdikgerdesi ve rehberi ve muktedası
- Ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mu’cizatlarıyla,
Hakikat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:
Birincisi: اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (Eğer Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın Tûr-i Sina’da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Sözler – 185)
(Rububiyeti ile eşyayı kemalatına sevk etmek için tenezzül edip konuşacak)
İkincisi: Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak. (Taarrüf-ü Rabbanî)
Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakikî insanların (Ev içinde en nazik varlık çocuk olduğu için en ziyade onun isteklerine mukabele edilir.) münacatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir. (Mukabele-i Rahmanî)
Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur. (Mükâleme-i Sübhanî) Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mektubat – 89)
Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmağa en müştak; hem fakir ve âciz bulunan mahlukatlarına acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zât, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, uluhiyetin muktezasıdır. (İş’ar-ı Samedanî: Hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin ona muhtaç olduğu Allah, uluhiyetinin muktezası olarak insanlara kendini kelâmı ile iş’ar edecek)
İşte, tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlarını tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki güneşin şuaatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.
Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki: Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. (Ekseri demesinden anlaşılıyor ki vasıtasız vahiy olduğu gibi vasıtalı ilham dahi vardır.)
Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.
Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini (Cebrail AS) bir valiye (Peygamber A.S.M.) gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. (Yani vahye nezaret eden melaike ve ruhanilere işarettir.) Sonra ferman tebliğ edilir.
İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi (Has bir hizmetçi, Velayet-i suğrada bulunan evliyalara işarettir.) ile veya bir âmi raiyetiyle (Ahalinin içinde itaat edenler olduğu gibi isyan edenlerde vardır. Ama raiyet ahalinin itaatkâr kısmına denir.) ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.
Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat hâlıkı ünvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususî bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
(Bu temsil Onikinci ve Otuzbirinci Sözde de ehemmiyetine binaen alınmıştır. Kelam kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Sözler 430)
(Otuzbirinci Söz Sayfa 561’de geçtiği gibi
Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır.
Birisi:
- Âmi bir raiyetiyle (muhatab)
- Cüz’î bir iş için, (maksad)
- Hususî bir hacetedair, (makam)
- Has bir telefonla sohbet etmektir. (ilhamla)
Diğeri:
- Saltanat-ı uzma ünvanıyla ve Hilafet-i kübra namıyla ve Hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve (mütekellim)
- Evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, (maksadları bütün esmanın talimi edilmesi vazifesi)
- İşlerle alâkadar bir elçisiyle veya (muhatab vahiyle enbiyası ile görüşmesidir.)
- Evamir ile münasebetdar büyük bir memuru (muhatab vahyin vazifesini gören şümullü ilhamlar ile Büyük evliyası ile görüşmesidir.) ile konuşmaktır, sohbet etmektir.
- Ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir. (Makam))
İkinci fark:
Vahiy
- Gölgesizdir, (açık ve nettir.)
- Safidir,
- Havassa hastır.
İlham ise
- Gölgelidir,
- Renkler karışır,
- Umumîdir.
Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla (Cenab-ı Hakkın çeşit çeşit esması var ve bu esmaların herbirine ait daireleri var ve dairelere müekkel olan melaike ve insanların pek çok mertebeleri vardır.) denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı. (De ki: “Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecekti.” Kehf Suresi 109. Âyet Düşündüm dediğimiz herşey ilhamdır.)
Sonra; ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküb ediyor.
Birincisi: Teveddüd-ü İlahî denilen, kendini mahlukatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmek, vedudiyetin ve rahmaniyetin muktezasıdır. (Mahiyeti; Teveddüd ve Rahman isminin muktezasıdır. Hikmeti; kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmektir. Neticesi; Çeşit çeşit pekçok ilhamların gelmesidir.)
İkincisi: İbadının dualarına fiilen cevab verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir. (Mahiyeti; Rahîm isminin muktezasıdır. Hikmeti; İbadının dualarına fiilen cevab verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmektir. Neticesi; Çeşit çeşit pekçok ilhamların gelmesidir.
Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye, bir Rabb-ı Rahîm’in vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder. Sözler – 658)
Üçüncüsü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlukatlarının istimdadlarına ve feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdad ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhamî kaviller ile de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır. (Mahiyeti; Rab isminin muktezasıdır. Hikmeti; Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdadlarına ve feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdad ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhamî kaviller ile de imdada yetişmektir. Neticesi; Çeşit çeşit pekçok ilhamların gelmesidir.)
Sonra bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden ferdlere Rahman-ı Rahîm isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi. Demek o küllî ve umumî desatiri içinde hususî ihsanatı, hususî imdadları, hususî cilveleri var ki: Herşey, her vakit, her haceti için ondan istimdad eder, ona bakabilir. Sözler – 654)
Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zaîf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmağa pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahluka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i uluhiyetin ve rahmet-i rububiyetin zarurî ve vâcib bir muktezasıdır diye anladı. (Mahiyeti; Şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rububiyetin muktezasıdır. Hikmeti; Zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahluka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu Sübhan olan Allah’ın ihsas etmesidir. Neticesi; Çeşit çeşit pekçok ilhamların gelmesidir.)
Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasılki güneşin -faraza- şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o cihette ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması
- Ve her âyine
- Ve her parlak şeyler
- Ve cam parçaları
- Ve kabarcıklar
- Ve katreler,
- hattâ şeffaf zerreler
(Güneş temsiliyle muhatab olan mahlûkun mertebelerinin farklı farklı olduğuna işaret edilmiştir. Esas itibari ile üç ayna var diyebiliriz. Melaike, insan ve hayvan)
ile herbirinin kabiliyetine göre konuşması ve onların hacatına cevab vermesi ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi..
Aynen öyle de: Ezel ve ebedin zülcelal sultanı ve bütün mevcudatın zülcemal hâlık-ı zîşanı olan Şems-i Sermedî’nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitab bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelî’nin
Huzuruna (Hiçbir şey huzurundan gizlenmediğine)
Ve vücub-u vücuduna (Herbir şeyle birden görüşmesi mümkinat ve mahlukat cinsinden olmayıp Vücub-u vücud olduğuna)
Ve vahdetine (Hadsiz ayinelerle birden konuşması Vahdetine)
Ve ehadiyetine (Konuşan Zâtın her şeyin yanın da hazır ve nazır olması başka şeylerin konuşmasına mani olmaması Ehadiyetine)
delalet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.
İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın ondördüncü ve onbeşinci mertebelerinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ
Birinci لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلهِيَّةِ
Dördüncü وَ لِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ
İkinci وَ لِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ
Üçüncü وَ لِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِعِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ
Beşinci لِمَخْلُوقَاتِهِ وَلِْلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ
وَ كَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ
Birinci لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلهِيَّةِ
İkinci وَ لِْلاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ
Üçüncü وَ لِْلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ ِلاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ
Dördüncü وَ لِْلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ
denilmiştir.
Sonra o dünya seyyahı, kendi aklına dedi ki: Madem bu kâinatın mevcudatıyla Mâlikimi ve Hâlıkımı arıyorum. Elbette her şeyden evvel
(Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vasıfları;)
- Bu mevcudatın en meşhuru
(Maddi ve manevi âlemlerde en ziyade tanındığına misaller;
Taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay’dan, Güneş’ten, yıldızlara kadar her taife, kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mu’cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoş-âmedî demiş. Mektubat 91
Ve hakaik-i imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan Arş-ı A’zam’da ve daire-i semavatta -temsilde hata olmasın- mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahsoluyor. Lem’alar 283)
- Ve a’dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli (“Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin.” Mektubat 214)
- Ve en büyük kumandanı (Askerlerinin çokluğu kumandanlığının müddeti ve itaat edenlerin itaat etme keyfiyeti ile kumandanlığının büyüklüğü anlaşılıyor. Binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve onun kemalâtına şehadet eden ve kemal-i itaatle evamirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev’-i beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yani manevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir. Sözler 69)
- Ve en namdar hâkimi (Hâkimiyet iki kısımdır biri maddi diğeri manevi; Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî manevî hâkimiyetini gösterdiği gibi bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerinde manevî hâkimiyetini gösterir. İşarat-ül İ’caz 109)
- Ve sözce en yükseği (Sözlerinin kâinattaki cerh edilmez hakikatlara dayanıyor olmasından dolayı sözce en yüksektir.)
- Ve akılca en parlağı (Bütün akılları doyuracak bir surette söz söylemesi akılca en parlak olduğuna bir delildir. Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar. İşarat-ül İ’caz 33)
- Ve ondört asrı faziletiyle ve Kur’anıyla ışıklandıran
Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete gitmeliyiz diyerek, aklıyla beraber o asra girdi. (Hakikatın anlaşıldığı bir asır olmasından dolayı asr-ı saadet denilmiştir.)
Gördü ki: O asır, hakikaten o zât ile, bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünki en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.
Hem kendi aklına dedi: “Biz, en evvel bu fevkalâde zâtın bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz, sonra Hâlıkımızı ondan sormalıyız.” diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden burada yalnız dokuz küllîlerine birer kısa işaret edilecek.
Birincisi: Bu zâtta -hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi-
- Bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması,
(Zat-ı Ahmediyyenin (ASM) Ahlâk-ı âliyesi ve yüksek huyları yedi tanedir.
- Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammed-ül Emin ile lakablandırmışlardır.
- (Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede bulunmasıdır. Sözler 576 )
- Fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük gibi değildir.
- Ciddiyet ile sıdktır.
- Mütenasib olan eşya arasında meyl ve cezbevardır. (Yani, güzel ahlak güzel ahlakları cezb eder, çirkin ahlakları red eder.)
- Cemaatte olan kuvvet, ferdde yoktur. (Yani, güzel ahlakların çokluğundaki kuvvet, tekbir güzel ahlak sahibinde yoktur.)
- Birbirine zıt olan güzel âhlakların en mükemmel bir surette bulunmasıdır.)
- وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ٭ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatıyla, bir parmağının işaretiyle Kamer iki parça olması
- Ve bir avucu ile, a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları
- Ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından akan kevser gibi suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi;
nass-ı kat’î ile ve bir kısmı tevatür ile, yüzer mu’cizatın onun elinde zahir olmasıdır.
(Kesretli, keyfiyetli ve her nevde mu’cize göstermiş olması Peygamberimizin A.S.M. diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu gösterir.)
Bu mu’cizatın üçyüzden ziyade bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) namındaki hârika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:
Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu’cizat-ı bahiresi bulunan bir zât, elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil. (Mu’cizeleri iki kısımdır. Mu’cizat-ı bahire hissi olan mucizlerdir. Hissedilebilen görülen mu’cizeler; şakk-ı kamer veya on parmağından su akması gibi.. Mucizatı zahire; kudret mucizesi olan eşyanın hakikatının ne olduğu onların dersleri ile anlaşılması, beşerin tüm akılları toplansa eşyanın hakikatına ulaşmakta aciz kalmaları sonucu görünen mu’cizelerdir.)
İkincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu
- Ve o fermanı, her asırda üçyüz milyondan ziyade insanların onu kabul ve tasdik ettikleri
- Ve o ferman olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın yedi vecihle hârika olmasıdır.
- Ve bu Kur’anın, kırk vecihle mu’cize olduğunu ve kâinat Hâlıkının sözü bulunduğunu kuvvetli delilleriyle beraber, “Yirmibeşinci Söz – Mu’cizat-ı Kur’aniye” namında ve Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; (Güneş hem kendini hemde eşyayı gösterdiği gibi Yirmibeşinci Söz de güneş gibi hem kendindeki Kur’anî hakikatları gösteriyor hemde Risale-i Nurdaki Kur’ani hakikatları görmenin usulünü ders veriyor.)
Onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (A.S.M.) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz! (Kur’anın ders verdiği hakikatları yaşayarak lisan-ı hali ile tercüme eden Zâtın ASM risaletinin hakkaniyetine Kur’an delil olmuştur.)
Üçüncüsü: O zât (A.S.M.) öyle
- Bir şeriat, (Dininde getirdiği ahkâma baktıracak.)
- Bir İslâmiyet,
- Bir ubudiyet,
- Bir dua,
- Bir davet,
- Bir iman ile meydana çıkmış ki,
Onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünki
- Ümmi bir zâtta zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu,
- Âdilane (Adaletle hakkı hayatını vererek idare etmesi; Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men’etse; nasıl benî âdem’in hukukunu ihmal eder. Münazarat 30)
- Hakkaniyet üzere, (Hakkaniyet üzerine idare edilmesi, Kur’anda geçen hakikatların kâinatla münasebettar olduğuna işarettir. Ahkâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!. Lem’alar 310 Hakkaniyet üzere idare edildiğinin tafsilli izahatı Otuzuncu Lem’ada yapılmıştır.)
- Müdakkikane, (Fıtratlar ve vazifeler nazara alınarak müdakkikane hükümler konulmasıdır. Kıza ve anneye miras verilmesi, faizin kaldırılması gibi)
- Hadsiz kanunlarıyla (Devamlı olarak hükümlerinin yenilenmesi ile her zamana bakmasından dolayı kanunları hadsizdir.)
idare etmesi emsal kabul etmez.
- Hem ümmi bir zâtın, ef’al ve akval ve ahvalinden (Sahabelerin yaptığı bir davranışı güzel görüp sükut ile kabul etmesi haline ahval denir.) çıkan İslâmiyet;
- Her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii
- Ve akıllarının muallimi ve mürşidi (Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “aklımız bize yeter” deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. Sözler 386
Akıl her şeyin hakikatını merak ediyor, öğrenmek istiyor fakat tek başına hiçbir şeyin hakikatını anlayamadığından bir muallim ve mürşide muhtaçtır.)
- Ve kalblerinin münevviri ve musaffisi (Kalbin içinde çok hissiyatları var; inad, merak, şefkat, muhabbet, endişe ve sair hisler gibi.. Bütün hissiyatları hakiki mecralarına istikametli bir şekilde sevk ederek nurlandırması ve hissiyatların hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarf ettirerek tasaffi ettirmesi)
- Ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi (Nefsin hastalıklarından kurtulmanın yolunu göstermesi)
- Ve ruhlarının medar-ı inkişafatı ve maden-i terakkiyatı (Ruhları Cenab-ı Hak bir tarla hükmünde yaratmış. Ruhun içerisine istidat tohumlarını ekmiş. Peygamberimiz A.S.M. ise istidatların inkişafına vesile olmuştur.)
olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış.
- Hem dininde bulunan bütün ibadatın
- Bütün enva’ında en ileri olması.. (Allah’ın ve ibad’ın hukukuna riayet etmekte en ileri olması)
- Ve herkesten ziyade takvada bulunması.. (Emr-i İlahiyeyi yerine getirmekte en ileri olduğu gibi Nehy-i İlahiyeyi yerine getirmektedir en ileri olması)
- Ve Allah’tan korkması.. (Allahtan en çok korkan Allah’ı en çok tanıyandır.)
- Ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraatı.. (Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadîs-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Emirdağ Lahikası-2 246)
- Ve hiç kimseyi taklid etmeyerek tam manasıyla mübtediyane, fakat mükemmel olarak ibtida ve intihayı birleştirerek yapması,
Elbette misli görülmez ve görülmemiş.
- Hem binler dua ve münacatlarından yalnız Cevşen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münacat’ın başında, Cevşen-ül Kebir’in doksandokuz fıkrasından bir fıkranın kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.
(Meselâ: Kur’anın hakikî ve tam bir nevi münacatı ve Kur’andan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı Peygamberîde yüz defa
سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ
خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ
cümlesinin tekrarında
- Tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat
- Ve tesbih ve takdis gibi, mahlukatın rububiyete karşı üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli vazifesi
- Ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev’-i insanın en dehşetli mes’elesi (Başta Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve umum peygamberler ve ehl-i hakikatın, vahy ve şuhuda binaen onlarca kat’iyyet kesbeden Cehennem’den bizi hıfzeyle demeleri gösteriyor ki; nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır. Şualar 232)
- Ve ubudiyet ve acz-i beşerînin en lüzumlu neticesi (Mahiyetini anlamakla ubudiyet etmesi cihetiyle) bulunması cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdır. Şualar 246)
(Münacat Risalesinde önce kâinattaki teshir hakikatı gösterilmiş sonrasında herşeyi teshir eden Zattan istenilmiştir. Cevşende de önce Cenab-ı Hakk, isim ve unvanları ile tanıtılmış sonrasında dünyevi ve uhrevi azablardan kurtulmak için aman istenilmiştir. Kur’an, arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için dua makamında Cenab-ı Hakk’dan bu esmalarla istenilmiştir.)
- Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; (Öne çıkan üç vasfı vardır.)
- Büyük devletler, (maddeten korkutur.) büyük dinler, (manen korkutur.) hattâ kavim ve kabîlesi ve amucası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüd, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi
- Ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması
- Ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi
isbat eder ki; tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.
- Hem imanda öyle
- Fevkalâde bir kuvvet (İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. Sözler 314)
- Ve hârika bir yakîn
- Ve mu’cizane bir inkişaf (Miraç, imanının mu’cizane inkişafını gösterir.)
- Ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki; (Herşeyi Allaha veren bir itikad ile sebeblere hiç takılmamıştır. Üstadımızın manevi terakkiyatında önce toprak, sonra hava en sonunda nur sahifesinde ki tevhid delillerini görmüş ve göstermiştir.)
(İmanının emsalsiz olduğunu gösteren iki külli delil vardır.)
- O zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za’f, hiçbir vesvese vermemesi..
- Ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler, bütün ehl-i velayet her vakit onun mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.
İşte böyle
- Emsalsiz bir şeriat
- Ve misilsiz bir İslâmiyet
- Ve hârika bir ubudiyet
- Ve fevkalâde bir dua
- Ve cihanpesendane bir davet
- Ve mu’cizane bir iman sahibinde,
Elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.
(O zât (A.S.M.), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, bu altı hakikat Risaletinin hakkaniyetine delildir.)
Dördüncüsü: Enbiyaların icmaı (keyfiyeti) nasılki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir. Öyle de bu zâtın doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm’ın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar (Peygamberlerin vasıfları)
- Kudsî sıfatlar, (Şefkat etmek, şahsi menfaatlerini terk etmek, Habib-i Neccarın gümüş hükmünde olan sizden bir ücret istemeyenlere tabi olun sözü Kur’anın lisanına girdikten sonra altın oluyor.)
- Mu’cizeler (Ehl-i tahkik yanında bine baliğ olan mu’cizat-ı Ahmediyedir (A.S.M.) Sözler – 289)
- Ve vazifeler
(Dokuz tane nübüvvet vazifesi vardır.
- Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin? (Eşyanın üzerindeki güzelliği göstermek)
- Hem mümkün olur mu ki; gayet cemalde bir kemal-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdaniyet ve samedaniyetini, (İhtiyaçları yerine getirerek birliğini göstermek) zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yani o zât, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi (Mahlûkatın ibadetlerini görüp kendi ibadetini onlara ilave edip takdim etmek), kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur.
- Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlukatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir. (Kendisinin üzerinde görünen cemalleri göstermek)
- Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu’cizelerle, garib ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemalâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?
- Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin.
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş’ir-i tılsım-ı muğlakını, hem mevcudatın
Nereden? (Tevhid 24. Mektub)
Nereye? (Âhiret 29. Söz)
Necisin? (Adalet ve ubudiyet 30. Söz zerre risalesi)
Reisiniz kimdir? (Risalet ….) üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelal; onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin! (30. Lem’ada esmalar adedince Cenab-ı Hakkı memnun eden ameller gösterili Temizlik adalet hikmet ameller, Kuddüs, Adl, Hakîm isimlerine bakıyor.)
- Hem hiç mümkün olur mu ki; nev’-i insanı, şuurca kesrete mübtela, istidadca ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir bürhan-ı kat’îdir ki: Uluhiyet, risaletsiz olamaz… Onuncu Söz İkinci İşaret)
varsa; o zâtta en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek
- Onlar nasılki lisan-ı kal ile Tevrat, İncil ve Zebur ve Suhuflarında bu zâtın geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki; Kütüb-ü Mukaddese’nin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub’da güzelce beyan ve isbat edilmiş.
- Öyle de lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri, en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip, davasını imza ediyorlar.
Ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ve ittifakla bu zâtın sadıkıyetine şehadet ediyorlar, diye anladı.
Beşincisi: (Evliyanın keşifleriyle ve kerametleriyle ve müşahedeleriyle üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icma’ ve ittifak ile şehadet etmeleridir.) Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyeti ve tebaiyetiyle ve arkasında gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binler evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icma’ ve ittifak ile şehadet ediyorlar. (Velayetin iki esası vardır. Biri cüziyetten külliyete çıkmak yani hakikatın envaına mazhar olmak diğeri zılliyetten asliyete geçmek yani hakikatın mertebelerini kat etmektir. Onaltıncı Söz Üçüncü Şuadaki Güneş temsili ile bütün ayinlerde tecelli eden esmaya yakınlaşmak yani cüziyetten külliyeye çıkmaya işaret edilmiştir.
Kumandan temsilinde ise bütün ayinlerde tecelli eden bir esmaya yakınlaşmak yani zılliyetten asliyete geçmeye işaret edilmiştir..
Yetmişbin perdeden geçmek ise cüziyetten külliyeye çıkmak ve zılliyetten asliyete geçmek demektir.
Cezb ve lütuf ise huzuruna kabul edilmektir. Velayet Kübra mesleği ile şarii düşünerek her an huzurunda olduğunu düşünmek Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın eliyle bize cezb ve lütuf olarak ders verilmiştir.)
Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin (Âlem-i gayb; hakaik, zaman ve mekân itibari ile üç kısımdır. Hakaik de üçe ayrılır. Hakaik-i İlahiyye, hakaik-i kevniye ve hakaik-i uhreviyedir. Zaman itibari ile gayb iki kısımdır. Biri istikbal diğeri mazidir. Mekân itibari ile dört kısımdır. Âlem-i mana ve âlem-i misal, âlem-i berzah ve ervahtır)
- Bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve
- Umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.
Altıncısı: (Asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minînin, tedkikleri ve tahkikleri neticesinde Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetine tasdikleridir.)
Bu zâtın ümmiliğiyle beraber
- Getirdiği hakaik-i kudsiye
- Ve ihtira’ ettiği ulûm-u âliye
- Ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle,
Mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar
- Asfiya-i müdakkikîn ve (Asfiya; âlem-i gaybda gördüğü hakikatların âlem-i şehadetteki yerini tayin ve tabir ettiklerinden gördükleri doğru, safi ve ihatalıdır.)
- Sıddıkîn-i muhakkikîn ve (Ders verilen hakikatların doğru olduğunu delilleri ile görüp gösteren zatlardır.)
- Dâhî hükema-i mü’minîn, (Dinin hükümlerini kıl kadar şüphe kalmayacak derecede bütün ihtimal ve imkân yollarını düşünüp öylece tasdik eden zatlardır.)
bu zâtın üss-ül esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bil-ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı a’zamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ: Risale-i Nur yüz parçasıyla, sadakatının bir tek bürhanıdır.
Yedincisi: (Âl ve Ashabın taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetine tasdikleridir.) Âl ve Ashab namında nev’-i beşerin Enbiyadan sonra feraset (feraset; tecrübeye dayalı zekâ) ve dirayet ve kemalâtla en meşhur, en muhterem, en namdarı, en dindar, en keskin nazarlı taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu zâtın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatlı olduğuna ittifakla, icma’ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, Güneş’in ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.
Sekizincisi: (Kâinatın bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi yaratılmasındaki makasıd-ı İlahiyeyi bildiren Peygamberin A.S.M. sıdk ve hakkaniyetine tasdikidir.)
Bu kâinat nasılki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden Sâni’ine ve kâtibine ve nakkaşına delalet eder.
Öyle de; kâinatın
- Hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek
- Ve tahavvülâtındaki Rabbanî hikmetleri talim edecek
- Ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek
- Ve mahiyetindeki kıymetini ilân edecek
- Ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilân edecek
- Ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek
(Hakaik-i İlahiyye 1,2 – Hakaik-i uhreviye 3 – Hakaik-i kevniye 4,5,6)
- Bir yüksek dellâl,
- Bir doğru keşşaf,
- Bir muhakkik üstad ve (Evet haşir gibi, en acib ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mes’ele, ancak ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır. Şualar 220)
- Bir sadık muallim
(Şu kâinat Sâni’inin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Sözler 568)
İstediği ve iktiza ettiği ve her halde bulunmasına delalet ettiği cihetle,
Elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.
Dokuzuncusu: (Kudsi maksadlarına tam hizmet ederek hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakıyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan Muhammed-i Kureyşînin (A.S.M.) sıdk ve hakkaniyetine Cenab-ı Hakkın tasdikidir.)
Madem
- Bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve san’atkârlığının kemalâtını teşhir etmek..
- Ve bu süslü ve zînetli nihayetsiz mahlukatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek..
- Ve bu lezzetli ve kıymetli hesabsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek..
- Ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it’amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karşı minnetdarane, müteşekkirane ve perestişkârane ibadet ettirmek..
- Ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve Hallakıyet ile, kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyete karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek..
- Ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye ve fenalığı ve fenaları izale ve semavî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle,
Hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var.
(Daire-i Rububiyet 1,2,3 – Daire-i Ubudiyet 4,5 – Netice cümlesi 6)
Elbette ve her halde o gaybî zâtın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi; onun mezkûr maksadlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakıyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan Muhammed-i Kureyşî (A.S.M.) denilen bu zât olacak!..
Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, Benî-Âdem’in medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona Fahr-i Âlem ve Şeref-i Benî-Âdem denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmanî olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı Arzı istilâsı ve şahsî kemalâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur.
İşte gel bak: Bu hârika zâtın yüzer zahir (Cenab-ı Hakkın kâinatta yarattığı kudret mucizelerini ders vermesine zahir mu’cize deniliyor.) ve bahir (Hissi olan mucizelere bahir mu’cize deniliyor.) kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslı hakikatlarına istinaden bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir. Demek Bu kâinatın bir manevî güneşi (getirdiği nur vasıtasıyla kâinatın hakaikını göstermiş.) ve Hâlıkımızın en parlak bürhanı, (Güneşler güneşi) bu Habibullah denilen zâttır ki; onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden, aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma’ var: (Bu üç büyük icma’ Altı ve Yedinci hakikatların geniş izahıdır. Veya mezkûr dokuz hakikatlar Habibullah’ın sıdkına şehadet ettiği gibi bu üç büyük icma’da Habibullah’ın vahdaniyete şehadetini teyid ve tasdik ediyor.)
Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (R.A.) ve yerde iken Arş-ı A’zam’ı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-ı nuraniyenin icma’ ile tasdikleridir.
(Hakikat-ı Muhammediyye A.S.M. tam mukabil gelen A’li beyt ve onun mümessili olan Hazret-i Ali’nin (R.A.) vasıfları şunlardır.
- Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek bir cemaat
- Yerde iken Arş-ı A’zam’ı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden bir cemaat
- Keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan bir cemaat)
İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitabsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve Sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin ittifak ile; can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli iman ile tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan ve ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasının cemaat-ı uzmasının tevafuk ile ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.
Demek bu zâtın vahdaniyete şehadeti şahsî ve cüz’î değil, belki umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.
İşte Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onaltıncı Mertebesinde böyle:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ وَ شَرَفُ نَوْعِ بَنِى آدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْآنِهِ وَ حِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَ كَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ وَ عُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَائِهِ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ آلاَفِ حَقَائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ آلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَ الْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ
denilmiştir.
Sonra, bu dünyada hayatın gayesi (İman) ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada
- En meşhur
- Ve en parlak (mu’cizelik sikkesinin parlaklığı)
- Ve en hâkim (1400 senedir hükümlerinin devam etmesinden dolayı 14. asra hükmetmiştir.)
- Ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan (Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’an dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Sözler 384)
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitab bizim hâlıkımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır.” diye taharriye başladı.
Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’anînin lem’aları olan Resail-in Nur’a baktı (Resail-in Nur, Kur’anın maddi i’cazını Yirmibeşinci Sözün ilk iki şulesinde izah etmiştir. Kur’anın manevi i’cazı ise hakaiki doğru ve safi olarak göstermesidir ki üçüncü şulede izah edilmiştir.)
Ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. (Resail-in Nur, Kur’anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur; doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir. Şualar 516)
Ve Risalet-ün Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun
- Üstadı (Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: “Kur’an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Sözler – 545)
- Ve menbaı
- Ve mercii
- Ve güneşi
olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Resail-in Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmibeşinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub’un âhiri, Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüş ise değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş. Kur’anın vech-i i’cazını ve hak Kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risalet-ün Nur’a havale ederek yalnız bir kısa işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti:
Birinci Nokta: (Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’anın kelâmullah olduğunun bir hüccet-i katıasıdır.)
Nasıl ki Kur’an bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakkâkıyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir mu’cizesidir. Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’anın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.
İkinci Nokta: (Kur’anın tesiri noktasındaki büyüklüğüdür. Ders verdiği Allah hakikatı fıtrata muvafık olduğundan tesirini her alanda göstermiştir.)
Kur’an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlı bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, (Hayat-ı içtimaiyede yaptığı inkılab; selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi. Sözler 481)
- İnsanların hem nefislerinde, (Nefsin ye’s, ucb, gurur ve su’-i zan hastalıklarını tezkiye ediyor.)
- Hem kalblerinde, (İnsandaki binlerle hissiyatı Allah’ın rızasını tahsile sevk ederek kalblerini tasfiye ediyor. Hırs, inad ve muhabbetin Allah için olması gibi)
- Hem ruhlarında, (Marifet, muhabbet ve muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyeyi göstererek ruhlara inkişaf ve terakki)
- Hem akıllarında, (İstikamet ve nur veriyor.)
- Hem hayat-ı şahsiyelerinde, (Şahsi hayata hayat ve saadet veriyor.)
- Hem hayat-ı içtimaiyelerinde, (İçtimayi hayata hayat ve saadet veriyor.)
- Hem hayat-ı siyasiyelerinde (Siyasi hayata hayat ve saadet veriyor.)
Öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki; ondört asır müddetinde, her dakikada, altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.
Üçüncü Nokta: (Kur’anın belâgatı noktasındaki büyüklüğüdür.)
Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, (Arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla ondört asır bilâ-fasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı. Şualar – 136)
- Kâ’be’nin duvarında altun ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâ’be’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.” (Cibillî tarafdarlık zaîf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz iken Lebidin kızı babasına kız evlat olduğu için daha ziyade bağlı olduğu halde Kur’anın büyüklüğünü takdir etmesi Kur’anın belâgat noktasındaki birinci delildir. Bu asrımızda da insanların kalblerine akıllarına astıkları ne kadar felsefi süfli anlayışlar varsa Kur’anın belâgatı onların hepsini kendine muhatab olanların akıllarından kalblerinden çıkarması Kur’anın büyüklüğünü göstermektedir.)
- Hem bedevi bir edib: فَاصْدَعْبِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen müslüman mı oldun?” O demiş: “Hâyır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.” (Bedevinin duyduğu âyetteki hayaline canlanan mananın belâgatına secde etmesinden şöyle bir mana anlaşılıyor. Ayın harfinin okunurken boğazın çatlatıldığını ve te harfinin hemze ile birbirine çarptırılarak okunduğunu gören bedevi Kur’anın lafız itibari ile belâgatına secde etmiş. Hem Birinci Sözle birlikte düşünürsek, Allah namına yapılan tebliğde öyle bir hususiyet vardır ki en sert kalblere dahi girebildiğini gördüğünden secde etmiş. Hem İşarat-ül İ’cazdaki hidayet manasıyla birlikte düşünürsek öyle bir uslubla tebliğ ediliyor ki tebliğ edilen kişi çatlak bir şeyin eski haline dönemediği gibi tebliğ edilen insanlarda hakkı hakikatı bulduktan sonra bir daha eski hallerine dönmediğini görmesinden dolayı secde etmiş. Hem Yedinci Lem’adaki kafirlerin gayzı ile birlikte düşünürsek hakikat öyle tebliğ ediliyor ki o hakikatı gören Ehl-i dalaleti çatlatıp öfkelerinden tükürüklerini yutturuyor olmasına secde etmiştir.)
(Secde etmek; yani inkıyad edip, itaat etmek, hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmektir.)
- Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’anın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez.” (Belâgat ehli “Kur’anın belâgatı bal gibidir, zevk edilir ama anlatmak çok zordur” demişler. Sekkakî demiştir ki: “İ’caz zevkîdir, tarif ve tabir edilemez.
مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ
Yani fikri ile i’cazı zevketmeyen, tarif ile vâkıf olamaz.. bal gibidir.” İşarat-ül İ’caz 132) Üstadımız belâgatın en ince manalarını Risale-i Nurda ders vermiştir. Misal olarak “Dağları direk olarak yarattım” ayetinden çöl temsilini, hem “Ey insanlar ibadet ediniz.” ayetinden Üçüncü Sözdeki askerlik temsilini çıkarmıştır.)
- Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliglerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilân ettiği halde; o asrın muannid beliğleri birtek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir. (Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan diyor: “Ey ins ve cin! Eğer Kur’an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şübheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi işte meydan, geliniz!
- Siz dahi ona Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmiden bu Kur’an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız.
- Bunu yapamazsanız, haydi ümmi olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun.
- Bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün büleganız, hutebanız, belki bütün geçmiş beliglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ana bir nazire yapınız.
- Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan hakaik-i Kur’aniyeden ve manevî çok mu’cizatından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazire olarak bir eser yapınız.”
- فَاْتُوابِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ ilzamıyla der: “Haydi sizden mananın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.
- Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi bütün Kur’an kadar olmasın, yalnız بِعَشْرِ سُوَرٍ on suresine nazire getiriniz.
- Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek suresine nazire getiriniz.
- Bu da çoktur. Haydi, kısa bir suresine bir nazire ibraz ediniz. Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Sözler – 384)
- Hem Kur’anın dostları, Kur’ana benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ana mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en adî adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.
(Kur’anın mertebe-i belâgatı umumun fevkinde olduğunun dört delili
Evvelâ, dindar insanların tasdiki Kur’anın Kelâmullah olduğuna delildir. Dindar bir adam, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz.
Ve sâniyen, hiç bir beşerin, Allah’ın sıfatlarını, (Hakikat neşretmek sıfatı itibariyle; yıldız böceği de süreyya yıldızı gibi nur neşretmek sıfatı itibariyle etrafa aydınlık verir. Fakat eşyayı aydınlatmakta yıldız böceğinden süreyya yıldızına kadar birbirinden uzaktır, birbirini taklid edemez. İbn-i Sina gibi bir dâhiyi, adi bir adam ilim ciheti ile taklid edemediği gibi. Aynen öyle de bütün ukûl-ü beşerin önlerini aydınlatamayan kafa fenerleri ittihad edip bir akıl olsa, yine de Kur’an’ın Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ders verdiği hakikatların künhüne yetişemez.) mahiyetini (Kelâmın mahiyet itibariyle; Sinekte tavus kuşu gibi kuş cinsinden olmak itibariyle aynı mahiyettedir. Ancak san’at ve kıymet, güzellik, zinet itibariyle arasında hadsiz mesafe vardır. Aynen öylede mahiyet itibariyle Kur’an’da beşer kelâmı gibi görünürken san’at, kıymet, güzellik, zinet itibariyle bütün kelamların kuvvet ve kıymetindedir.) ve mertebesini taklid edememesi (Mertebe: Padişahın iradesi ile idare ettiği ahali ve çobanın irade ettiği sürü mertebece uzaklığı gösteriyor.) Kur’anın Kelâmullah olduğuna delildir.
Sâlisen: Risaletin bütün delilleri Kur’anın Allah kelamı olduğunu tasdik ediyor. Risaletin birinci delili olan Kur’an âsârıyla, tesiratıyla ve netaiciyle Risalet-i Ahmediyeyi tasdik ederek Kur’anın Allah kelamı olduğunu gösteriyor. Risaletin ikinci delili olan Zat-ı Ahmediyenin ahvalinden, akvalinden, harekâtından neş’et eden İslamiyet Kur’anın Allah kelamı olduğunu gösteriyor.
Râbian: Ümmet-i Muhammediye (A.S.M.) ordusunun mukaddes kumandanı olan Kur’anın bütün mu’cizeleri, Kur’anın Kelâmullah olduğuna delildir.)
Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da kendini Kur’andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki:
Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti ve bu âyetin derece-i belâgatını zevkederek sair âyetleri buna kıyasla Kur’anın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istilâ ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla ondört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
(Bu verilen misal yukarıdaki beş kısımda izah edilen Kur’anın belâgat noktasında ki mu’cizeliğinin bu günde devam ettiğini gösteriyor.
- Kâ’be’nin duvarında altun ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhretşiar kasideleri mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunurken bu kâinatı bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduğunu geçmişte gösteremediği gibi bugün de gösteremediğinden o kasidelerin âyâta karşı kıymeti yoktur.
- Hem bedevi bir edibin nazarında mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunurken birden Kur’anın lisanından bu kâinatın bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduğunu işittiği vakit secdeye bugünde kapanır.
- Hem ilm-i belâgatın dâhilerinin nazarında mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunurken bu kâinatı bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette olduğunu Kur’anın gösterdiği gibi bugün de gösteremediklerinden icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’anın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez.”
- Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliglerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunurken bu kâinatı bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette olduğunu Kur’anın gösterdiği gibi siz de gösteriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilân ettiği halde; o asrın muannid beliğleri birtek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
- Hem Kur’anın dostları, Kur’ana benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ana mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor. Hiçbirisi mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunurken bu kâinatı bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette olduğunu Kur’anın gösterdiği gibi gösteremediğinden, hattâ en adî adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.)
Dördüncü Nokta: (Kur’anın halâveti ve şebabeti noktasındaki büyüklüğüdür.)
- Kur’an, öyle hakikatlı bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’anı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.
(Kur’an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınadır ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğundan usandırmaz. Sözler – 378
Evet kalbi sekamsız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim her adam Kur’anın beyanında güzel bir selaset, rânâ bir tenasüb, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür. Sözler -414
Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Sözler – 736)
- Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki, ondört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.
(Kur’anın şebabetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet Kur’an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitab ettiği için öyle daimî bir şebabeti bulunmak lâzımdır. Sözler – 407
(Kur’an, hakaik [Bütün Sözlerdeki âyetlerin hakikatları] düstur [12. Sözdeki düsturlar], ahkâm [Zekat, Riba, tesettür, taaddüdü zevcat, kadına sülüs ve suretperestlik..] ve edebiyat noktasında şebabetini koruyor.)
Beşincisi: (Kur’anın mazide bütün Peygamberlerin ittifaklı hakikatlarını ve istikbalde bütün evliya ve asfiyanın mesleklerini, meşreblerini içine alması noktasındaki büyüklüğüdür.)
Kur’anın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü (Kur’an iki cenahta uzanıp giden ağaca teşbih edilmiş. Temsildeki hayatdar ağacın iki ucu enbiya ve evliyaya işarettir.) ve bir kanadı (Kur’an evc-i kemale uçuran kuşa teşbih edilmiş. Temsildeki kuşun iki kanadı, enbiya ve evliyaya işarettir.) eski Peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayatdar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyetin bütün hakikatlı ilimleri, Kur’anın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.
Altıncısı: (Kur’anın altı cihetinin nurani olması noktasındaki büyüklüğüdür.)
Kur’anın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet
- Altında hüccet ve bürhan direkleri,
- Üstünde sikke-i i’caz lem’aları, (Ve nâzil olan Kur’an dahi, üstündeki i’caz ile gösterir ki, Arş’tan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bidayet-i vahiydeki telaşı ve nüzul-i vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhuşu ve herkesten ziyade Kur’ana karşı ihlas ve hürmeti gösteriyor ki: Vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.)
- Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, (Kur’an bil’ayân ve şübhesiz, saadet-i dâreyne îsal eder, beşeri ona sevkeder. Kimin şübhesi varsa, bir defa Kur’anı okusun ve dinlesin ne diyor?)
- Arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatları, (Kur’an-ı Hakîm, vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünki Kur’anı nâzil eden Zât-ı Zülcelal, mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) ile, Kur’an vahiy olduğunu gösterir, isbat eder.)
- Sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, (Kur’an vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet kâmil ukalânın ittifakı buna şahiddir. Başta ülema-i ilm-i Kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhîleri müttefikan esasat-ı Kur’aniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmişler.)
- Solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizabları ve teslimleri; (Kur’an, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir ârıza ve bir maraz olmazsa; herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünki itminan-ı vicdan ve istirahat-ı kalb, onun envârıyla olur. Mektubat – 189)
(Bu altı ciheti bütün eserler için tatbik edebiliriz. Şöyle ki;
- Altında hüccet ve bürhan direkleri, (Risale-i Nur, Kur’anın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’anın nükteli, hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Şualar – 81)
- Üstünde sikke-i i’caz lem’aları, (Sikke-i Tasdik-i Gaybide üstündeki sikke-i i’caz lem’aları gösterilmiştir.)
- Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, (İman küfür muvazeneleri bütünüyle saadet-i dâreyni gösteriyor.)
- Arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatları, (Vahyin vazifesini gören şümulü ilham olmasıyla vahy-i semavî hakikatlarını arkasında nokta-i istinad olmuştur.)
- Sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, (Kim okursa okusun hakkaniyetini aklen tasdik etmesi)
- Solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizabları ve teslimleri; (Nokta-i istinad ve istimdad temin etmesiyle kalb ve vicdanları mutmain etmesidir.)
Risale-i Nur’un fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu isbat eder.)
Kur’anın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu isbat ettikleri gibi,
Altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden,
Birinci Makam: Mütekellimin düstur-u faaliyetidir.
Başta bu kâinatta daima
- Güzelliği izhar, (Bu âdeti Kelam-ı İlahi için düşündüğümüzde Kelamının güzelliğini izhar etmesi)
- İyiliği ve doğruluğu himaye ve (Kelamına kulak veren ve ittiba edenleri himaye etmesi)
- Sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, (Kelamını taklide çalışanları imha ve müfterilerin iftira ettikleri mes’eleleri izale etmesi)
O Kur’ana âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi,
İkinci Makam: Muhatabın sözü olmadığının delilleri gösterilmiştir.
İslâmiyetin menbaı ve Kur’anın tercümanı olan zâtın (Aleyhissalâtü Vesselâm)
- Herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve
- Nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i naimanede bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve
- Ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisat-ı kevniyeyi, gaybiyane Kur’an ile tereddüdsüz ve itminan ile beyan etmesi ve (İhtilaflı mes’eleleri tashih, ittifaklı mes’eleleri tasdik etmesi. İşarat-ül İ’caz 109)
- Çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle Kur’anın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması;
Kur’an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Üçüncü Makam: Nev’i insanın ve ruhanîlerin tasdikidir.
Hem nev’-i insanın humsu, belki kısm-ı a’zamı, (Kısm-ı a’zamı denilmesi insanlık âleminde müslüman olmadıkları halde Kur’anın hakikatlarına tarafdarların olmasından dolayıdır. Binde on bütün insanlık âleminde istidatlarını hayırda inkişaf ettirenler, (Nasılki bin ve on çekirdeği bulunan bir zât… Öyle de: Nefs ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev’-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil Lem’alar 71) yüzde yirmi ise İslâm âleminde istidatlarını hayırda inkişaf ettiren (üçyüz milyar Müslümanlara Şualar 286) işarettir.)
- Göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane ve müştakane kulak vermesi ve
- Çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cinn ve melek ve ruhanîlerin dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, (Melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envârıyla tegaddi edip telezzüz ediyorlar. Çünki onlar nurdan mahluk oldukları için gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan rayiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Sözler – 353)
Kur’anın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Dördüncü Makam: Nev’-i beşerin umum tabakalarının tasdikidir.
Hem nev’-i beşerin umum tabakaları,
- En gabi ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur’anın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatları fehmetmeleri ve
- Yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhâssa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve usûl-üd din ve ilm-i Kelâm’ın dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hacatını ve cevablarını Kur’andan istihraç etmeleri,
Kur’an menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır. (Kur’an, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelalinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i a’zamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmişbin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle manalarını ortaya saçmış olduğu halde kemal-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi’ etmeyerek gayet taravette, nihayet letafette kalarak gayet sühuletli bir tarzda, sehl-i mümteni’ bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi; aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna’ eden, işba’ eden bir kitab-ı mu’ciznümanın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem’a-i i’caz görülebilir.
Elhasıl: Nasıl “Elhamdülillah” gibi bir lafz-ı Kur’anî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lafz, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir.
Aynen öyle de: Kur’anın manaları, dağ gibi akılları işba’ ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder.
Zira Kur’an, bütün ins ü cinnin bütün tabakalarını imana davet eder.
Hem umumuna imanın ulûmunu talim eder, isbat eder. Öyle ise, avamın en ümmisi havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’anîyi dinleyip istifade edecekler.
Demek Kur’an-ı Kerim, öyle bir maide-i Semaviyedir ki; binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar. Arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbalde geleceklere bırakılmıştır. Şu makama misal istersen, bütün Kur’an baştan nihayete kadar bu makamın misalleridir. Evet bütün müçtehidîn ve sıddıkîn ve hükema-i İslâmiye ve muhakkikîn ve ülema-i usûl-ül fıkıh ve mütekellimîn ve evliya-i ârifîn ve aktab-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ülema ve avam-ı müslimîn gibi Kur’anın tilmizleri ve dersini dinleyenleri, müttefikan diyorlar ki: “Dersimizi güzelce anlıyoruz.” Elhasıl, sair makamlar gibi ifham ve talim makamında dahi Kur’anın lemaat-ı i’cazı parlıyor. Sözler – 390)
(Ayrıca Yirmibeşinci Söz Birinci Şule ikinci Şua ikinci ve üçüncü Lem’a da Kur’anın Nev’-i beşerin umum tabakalarına hitab ettiği izah edilmiştir. Şöyle ki:
İkinci Lem’a: Manasındaki câmiiyet-i hârikadır. Evet, Kur’an bütün müçtehidlerin me’hazlerini, bütün âriflerin mezâklarını, bütün vâsılların meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini; manasının hazinesinden ihsan etmekle beraber; daima onlara rehber ve terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envâr ettiği bütün onlarca musaddaktır ve müttefek-un aleyhtir.
Üçüncü Lem’a: İlmindeki câmiiyet-i hârikadır. Evet Kur’an, şeriatın müteaddid ve çok ilimlerini, hakikatın mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarîkatın muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi; daire-i mümkinatın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gamızasını, o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu lem’aya misal getirilse, bir cild yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız nümune olarak şu yirmibeş aded Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmibeş aded Sözler’in doğru hakikatleri, Kur’anın bahr-i ilminden ancak yirmibeş katredir. O Sözler’de kusur varsa, benim fehm-i kasırıma aittir. Sözler 395 – 396)
(Kur’an ise, her nev’e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecata göre herbiri, Kur’anın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Sözler – 412)
Beşinci Makam: Edebiyatça en ileri bulunan Arab ediblerinin Kur’ana nazire yapamaması Kur’anın mu’cizeliğine bir tasdikdir.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri,
- -İslâmiyete girmeyenler- şimdiye kadar muarazaya pekçok muhtaç oldukları halde Kur’anın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâgatının, (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve
- Şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliglerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri;
Kur’an mu’cize ve tâkat-ı beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır. (Kur’anın naziresinin yapılamamasının sebebi: Velev aynı kelam dahi söylense nazire getirilmiş olmaz. Çünkü kelam kuvvetini Mütekellim, muhatab, makam ve maksaddan alır. Hiç bir mütekellim Cenab-ı Hakka misil olamaz.)
Evet bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezahür etmesi noktasından, Kur’anın misli olamaz ve ona yetişilemez. Çünki Kur’an,
Mütekellim: Bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve
Muhatab: Bütün insanların belki bütün mahlukatın namına meb’us ve nev’-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı, koca İslâmiyeti tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve
Maksad ve Makam: Saadet-i dâreyne dair ve hilkat-ı kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksadlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip çevirip, onları yapan san’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.
Altıncı Makam: Yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ülemanın, Kur’anın hadsiz meziyetlerini ve nüktelerini kat’î bürhanlarla isbat etmesi ve Kur’anın hadsiz hakikatlarını, ve nurunu izhar etmesi Kur’anın mu’cizeliğine bir tasdikdir.
Hem, Kur’anı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk hattâ yetmiş cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ülemanın, senedleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli gaybî ihbarları izhar ve isbat etmeleri ve
- Bilhassa Risale-i Nur’un yüzotuz kitabının herbiri Kur’anın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla isbat etmesi ve
- Bilhâssa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; (Bu Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şübhelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte bu “Yirmibeşinci Söz” öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarını ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’cazın lemaatı ve belâgat-ı Kur’aniyenin kemalâtının menşe’leri olduğu, ilmî kaideleriyle isbat edilmiş. Sözler 365)
- Şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’andan istihrac eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve
- Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şua ve
- Huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve
- Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini isbat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’anın bir hakikatını, bir nurunu izhar etmesi; Kur’anın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâm-ül Guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.
İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’anın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki; haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi bin üçyüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiramla devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’anın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış, (Kur’an-ı Kerim’in herbir harfinin sevabının farklı olması hizmet ettiği mananın kıymeti nisbetindedir. Meselâ: “Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas sülüs-ü Kur’an”, “Sure-i İza Zülziletil-ardu, rubu'” “Sure-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu'”, “Sure-i Yâsin on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır. Sözler – 346)
diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi: İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an; surelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar u envârının tevafukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla birtek Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmasına deliller ile isbat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.
İşte bu yolcunun Kur’andan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın onyedinci mertebesinde böyle:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ الْقُرْآنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَ اْلاِنْسِ وَ الْجَانِّ اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِآتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ الدَّائِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَ اْلاَكْوَانِ وَ عَلَى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَ الزَّمَانِ وَ الْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَ خُمُسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ .. وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ آيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَ اَنْوَارِهِ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَ ثَمَرَاتِهِ وَ آثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ
denilmiştir.
(İmanın tarifi ve neticesinin ne olduğu izah edilmiştir.) Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi i’dam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymetdar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” (Geçmiş Onyedi mertebede kâinatın erkânından ve eczasından ders alınmıştır.) diye, Kur’andan aldığı geniş ve ihatalı bir dûrbîn ile baktı, gördü: (Kâinatın heyet-i mecmuasına baktırmak için kitab, Kur’an, saray ve şehir temsilleri verilmiştir. Zira sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterilir. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplanılır. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetişilir. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl olur. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur olur. Mektubat 377)
Bu kâinat, o kadar manidar ve muntazamdır ki;
- Mücessem bir kitab-ı Sübhanî (Kitab temsili ile harflerin bir manayı ifade etmek için bir araya gelmelerine işaret edilmiştir.)
- Ve cismanî bir Kur’an-ı Rabbanî (Kur’an temsili ile harflerin kudsiyetine ve tek bir manayı ifade etmediğine belki her bir harfin Kur’anın heyet-i mecmuasındaki herbir harfle, ayetle, sureyle alakadar bir surette olduğuna işaret edilmiştir.)
- Ve müzeyyen bir saray-ı Samedanî
- Ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor.
O kitabın bütün sureleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları..
- Umumunun, her vakit manidarane mahv u isbatları
- Ve hakîmane tağyir ve tahvilleri;
İcma’ ile, bir Alîm-i Külli Şey’in ve bir Kadîr-i Külli Şey’in ve bir musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelal’in ve bir Kâtib-i Zülkemal’in vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi,
Bütün
- Erkân ve enva’ıyla
- Ve ecza ve cüz’iyatıyla
- Ve sekeneleri ve müştemilâtıyla
- Ve vâridat ve masarıfatıyla
- Ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecdidleriyle,
Bil’ittifak hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âlî bir ustanın
Ve misilsiz bir Sâni’in mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasib iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini isbat ediyorlar.
(Kâinatın heyet-i mecmuasında görünen umum efrad ve eczası misilsiz bir Sâni’in mevcudiyetini ve vahdetini bildirdiğini izah için kitab, Kur’an, saray ve şehir temsilleri verilmiştir. Kâinatın heyet-i mecmuasında görünen iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleridir.
Birinci Hakikat: Hudus hakikatını isbatından evvel üç kaide gösterilmiştir.
Birinci Kaide: tegayyür ve tebeddül eden hadistir, muhdis olamaz.
İkinci Kaide: İmkani ve itibari vücudu olanlar, vâcib ve ezelî olamaz.
Üçüncü Kaide: Eşya devir ve teselsül ile birbirini icad edemediğinden gösterir ki onları icad eden bir Vâcib-ül Vücuddur.
Bu üç kaide ile Kâinatın heyet-i mecmuasına güz ve bahar mevsiminde bakılarak Cenab-ı Hakkın vücudunun isbatı yapılmıştır.)
Birinci Hakikat: Usûl-üd din ve ilm-i Kelâm’ın dâhî ülemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla isbat ettikleri “hudûs” ve “imkân” hakikatlarıdır. Onlar demişler ki:
Birinci Kaide: “Madem âlemde ve herşeyde tegayyür (Aslından farklı bir suret alması: Hidrojen ve oksijenin imtizacıyla su olması) ve tebeddül (Katı, sıvı ve gaz halleri: Buz, su ve buhar gibi) var; Elbette fânidir, hâdistir, kadim olamaz. Madem hâdistir, Elbette onu ihdas eden bir Sâni’ var.
İkinci Kaide: Ve madem herşeyin zâtında vücudu ve ademi, bir sebeb bulunmazsa müsavidir; (Tereccuh bila müreccih muhaldir.) Elbette vâcib ve ezelî olamaz. (Vücud mertebesi üçtür: imkani, itibari ve Vacib-ül Vücuddur.)
(Evveli olanın âhiri olmasının izahı: Tegayyür ve tebeddül; hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcib-ül Vücud olduğundan; elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir. Lem’alar – 351)
Üçüncü Kaide: Ve madem muhal ve bâtıl olan devir (Çekirdeğin ağacı, ağacında çekirdeği yaratması devire misal verilebilir.) ve teselsül (Vagonları çeken bir lokomotif misal verilebilir. Risale-i Nurda ise küngan ile suyun taşınması misal verilmiştir.) ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î bürhanlarla isbat edilmiş; Elbette öyle bir Vâcib-ül Vücud’un mevcudiyeti lâzımdır ki, naziri mümteni’, misli muhal ve bütün maadası mümkün ve masivası mahluku olacak.” (Vâcib-ül Vücud’un mahiyeti ve mertebesinin mevcudattan farklı olduğunu izah için Yirminci Mektub da kubbe ve asker temsili verilmiştir.)
Evet hudûs hakikatı kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünki
Gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki; herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mallerini ve gördükleri vazifelerin proğramlarını onların ellerine vererek, Hafîz-i Zülcelal’in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler.
Ve bahar mevsiminde, haşr-i a’zamın yüzbin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip, وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetinin bir misalini gösteriyorlar.
Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.
İşte, bu dünyada böyle hayatdar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve müvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksadlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. “Hudûs” mesailini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i Kelâmiyenin kitablarına havale ile o bahsi kapıyoruz.
Amma “imkân” ciheti ise; o da kâinatı istilâ ve ihata etmiş. Çünki görüyoruz ki; herşey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud;
- Mahsus bir zât (Yani âdemde bırakmayıp vücud verilen bir zât)
- Ve muayyen bir suret (Gözün kulağın yeri gibi)
- Ve mümtaz bir şahsiyet (Simaların ayrı olması)
- Ve has sıfatlar (İlim irade kudret gibi sıfatlar olabilir mi?
- Ve hikmetli keyfiyetler (Duygular olabilir mi?
- Ve maslahatlı cihazlar (El kol bacak gibi)
ile dünyaya gönderiliyor. (İmkani vücud sahibi mevcudatın vücuda gelişinde tesadüf ve tabiatın mümkün olmadığının izahı Yirmiüçüncü Lem’anın Birinci Kelimesinin Birinci Muhalin de yapılmıştır.)
(İmkân cihetinde ise herşey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcuda mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar veriliyor olması küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcib-ül Vücud’u gösterir.)
Halbuki o mahsus zâta ve o mahiyete,
- Hadsiz imkânat içinde o hususiyeti. (Ruha münasib cesed verildiği gibi mahiyete münasib ruh verilmesindeki hadsiz imkanat.. Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza… Mektubat 285)
- Hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlıve farikalı ve münasib o muayyen sureti. (Ruhun görmesi için göz, duyması için kulak vererek muayyen bir suret giydirmek)
- Hem hemcinsinden olan eşhasın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek.. (Herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edilmesi… Sözler 655)
- Hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık, maslahatlı sıfatları yerleştirmek. (Görmek tatmak duymak gibi nevlerin mertebeleri adedince sıfatlar)
- Hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek; (Hikmetle cihazların verilmesine misal olarak Onbeşinci Pencereyi gösterebiliriz.)
Elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcib-ül Vücud’un
- Vücub-u vücuduna
- Ve hadsiz kudretine
- Ve nihayetsiz hikmetine
- Ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n ondan gizlenmediğine
- Ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine
- Ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi ona kolay geldiğine
- Ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar sühuletle icad edebildiğine
İşaretler ve delaletler ve şehadetler, imkân hakikatından çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler. Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyla
- Risale-i Nur eczalarıve bilhâssa
- Yirmiikinci (Hayat, zihayat, ihya, cüz, cüz’i, kül, külli ve külli alemler adedince hudus ve imkan hakikatinin delillerine işaret eder.)
- Ve Otuzikinci Sözler (Birinci mevkıfta zerreden yıldızlara kadar hudus ve imkan hakikatinin delillerine işaret eder.)
- Ve Yirminci ve OtuzüçüncüMektublar (Otuzüç Pencere adedince hudus ve imkân hakikatinin delillerine işaret eder.) tamamıyla isbat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.
Kâinatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını isbat eden:
İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılablar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeğe çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikatı görünüyor. Meselâ: Unsurları (hava, su, toprak, ateş ve nur) zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, (Odun parçasından, kan ve fışkı ortasından) hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile, hakikat-ı teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabb-ül Âlemîn’in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.
(Evet Güneş ve Ay’dan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebatatın, muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde ve hayvanların zaîf, şerif insanların imdadına koşmalarında, hattâ mevadd-ı gıdaiyenin latif, nahif yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında, tâ zerrat-ı taamiyenin hüceyrat-ı beden imdadına geçmelerinde cari olan bir düstur-u teavünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki; gayet kerim birtek Mürebbi’nin kuvvetiyle, gayet hakîm birtek Müdebbir’in emriyle hareket ediyorlar. Sözler 302)
Evet camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârane, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelal’in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.
- İşte kâinatta cari olan teavün-ü umumî,
- Seyyarattan tâ zîhayatın a’za ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden müvazene-i âmme ve muhafaza-i şamile
- Ve Semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin zînetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin
- Ve Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim
- Ve Güneş ve Kamer’den ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif
gibi pek büyük hakikatların büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını isbat ve teşkil ederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti isbat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.
İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın onsekizinci mertebesinde böyle:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَاسِوَاهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ هذِهِ الْكَائِنَاتُ الْكِتَابُ الْكَبِيرُ الْمُجَسَّمُ وَ الْقُرْآنُ الْجِسْمَانِىُّ الْمُعَظَّمُ وَ الْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمُ وَ الْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَ آيَاتِهِ وَ كَلِمَاتِهِ وَ حُرُوفِهِ وَ اَبْوَابِهِ و فُصُولِهِ وَ صُحُفِهِ وَ سُطُورِهِ وَ اِتِّفَاقِ اَرْكَانِهِ وَ اَنْوَاعِهِ وَ اَجْزَائِهِ وَ جُزْئِيَّاتِهِ
وَ سَكَنَتِهِ وَ مُشْتَمِلاَتِهِ وَ وَارِدَاتِهِ وَ مَصَارِفِهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَ التَّغَيُّرِ وَ اْلاِمْكَانِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَاءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ وَ بِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَ مُشْتَمِلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَ اْلاِنْتِظَامِ وَ تَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَ كَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَ الْمِيزَانِ وَ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّعَاوُنِ وَ التَّجَاوُبِ وَ التَّسَانُدِ وَ التَّدَاخُلِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ الْمُحَافَظَةِ فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ
denilmiştir.
Sonra,
- Dünyaya gelen
- Ve Dünyanın yaratanını arayan
- Ve Onsekiz aded mertebelerden çıkan
- Ve Arş-ı hakikate yetişen (Her esmanın hakikatının tasarruf mahalline yetişen) bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fatiha-i Şerife’de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuaatı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz. (Maksadları itibari ile isim ve sıfatlarından tanımalıyız.)
(İşte insan, şu kâinata geldikten sonra “iki cihet ile” ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.
Birinci vecih şudur ki: (Kâinataki asar canibinden Cenab-ı Hakka bakmak) Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir…
İkinci Vecih, (Cenab-ı Hak canibinden kâinata bakmak) huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelal, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder… Sözler – 329)
Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu (Maksadları itibari ile Cenab-ı Hakkı isim ve sıfatlarından tanımanın iki yolundan biri bütün kâinata diğeri Kur’ana bakmaktır.)
Ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi (Bütün kâinat ve Kur’anda Cenab-ı Hakkın maksadlarını anlamak için isim ve sıfatın tecellilerini anlamada kişiler adedince mertebeleri vardır.)
Ve o iki mertebenin pek çok hakikatlarından ve pek çok uzun tafsilâtından (İsim ve sıfatın tecelliyatı ile ortaya çıkan pek çok hakikatlardan biri faaliyet-i müstevliye hakikatı, diğeri tezahür-ü rububiyet hakikatı bir diğeri de tebarüz-ü ulûhiyet hakikatıdır.)
Yalnız iki hakikatı icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.
Birinci Hakikat:
- Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikatı görünmesi
- Ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rububiyet hakikatının bilbedahe hissedilmesi
- Ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde, tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır.
(Cenab-ı Hakkın kudsi maksatları itibariyle kâinata bakıldığında Bir Fâil-i Kadîr ve Alîm, kâinatı kaplayan faaliyetleri ile eşyayı kemalatına sevk ederek rububiyetini tezahür ettirip kendine ubudiyet ettirerek ulûhiyetini tebarüz ettirmek istediği görülüyor.
İşte bütün kâinatta bu maksadların husulü anında ortaya çıkan fiillerden esma-i İlahiye, esmanın tecellilerinden sıfât-ı seb’a-i kudsiye, bu yedi kudsi sıfat dahi san’atlı eserleriyle Zât-ı Zülcelal’in vücudunu bildirir. Hem o sıfatlar, Zât-ı Zülcelal’in vücuduna delalet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zâtın hayatdar ve diri olduğuna dahi bedahetle delalet eder.)
- İşte bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîm’in ef’ali, görünür gibi hissedilir.
- Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.
- Ve bu celaldarane ve cemalperverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır.
Ve bu yedi kudsî sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle hem hayatdarane, hem kadîrane, hem alîmane, hem semîane, hem basîrane, hem mürîdane, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcib-ül Vücud’un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, güneşten daha zahir, daha parlak bir tarzda kalbdeki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir.
(Bütün masnuatın, yedi kudsî sıfata şehadet ettiğini kitab ve hane temsili ile isbat edilecek.)
Çünki güzel ve manidar bir kitab ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger ünvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını ve bu san’at ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zâtı istilzam eder ki, mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.
İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -herbiri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile-
- Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri
- Ve o fiillerin menşe’leri olan binbir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle
- Ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfât-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle,
- Yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelal‘in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi;
Bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi, ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfât-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zât-ı Akdes’in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.
(Bu gelecek cümlelerle mes’ele toparlanıyor.)
İşte faaliyet hakikatı içinde tezahür eden rububiyet hakikatı;
- İlim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda’,
- Nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir,
- Kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil,
- Şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır.
Ve tezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan ulûhiyetin tebarüz hakikatı dahi;
- Esma-i hüsnanın rahîmane ve kerimane cilveleriyle ve
- Yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.
Evet nasıl ki (Yedi kudsi sıfatın, Zât-ı Zülcelal’in vücuduna delaletleri)
- Kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de;
- Kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Furkan-ı Cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder.
- Ve ilim sıfatı dahi; hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat mikdarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan birtek Zât-ı Akdes’i bildirir.
- Ve hayat sıfatı ise;
- Kudreti bildiren bütün eserler
- Ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve zînetli suretler, haller
- Ve sair sıfatları bildiren bütün deliller,
Sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delalet ettikleri gibi;
Hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şahid göstererek Zât-ı Hayy-u Kayyum’u bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküb eden bir âyine-i ekber suretine çevirir.
- Ve bu kıyasla görmek
- Ve işitmek,
- İhtiyar etmek
- ve konuşmak sıfatları dahi;
Herbiri birer kâinat kadar Zât-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.
Hem o sıfatlar, Zât-ı Zülcelal’in vücuduna delalet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zâtın hayatdar ve diri olduğuna dahi bedahetle delalet ederler. Çünki
- Bilmek hayatın alâmeti,
- İşitmek dirilik emaresi,
- Görmek dirilere mahsus,
- İrade hayat ile olabilir,
- İhtiyarî iktidar zîhayatlarda bulunur,
- Tekellüm ise bilen dirilerin işidir.
İşte bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki,
- Bütün sıfatların esası ve menbaı
- Ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur.
Risale-i Nur, bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.
İkinci Hakikat: (Maksadları itibari ile Cenab-ı Hakkı isim ve sıfatlarından tanımanın ikinci yolu Kur’ana bakmaktır. Hem de vahiyler ve ilhamlar Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının tecellisiyle olmasından Cenab-ı Hakkın kendisini kelam sıfatıyla tanıtmasının tafsillli izahı bu ikinci hakikat oluyor.)
Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. (Kelâm-ı İlahî’nin nihayetsizliği teksir Lem’alarda Yirmi Sekizinci Lem’ada beş cihetle izah edilmiştir. Bunların birincisi Cenab-ı Hakkın Kudretini gösteren ef’ali adedince âyetleri vardır. İkincisi Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Azimüşşan da yaş kuru her şeyin bulunuyor olmasından olmuş olacak eşya ve hadisat adedince âyetleri vardır. Üçüncüsü Kur’an’ı makam, muhatab, maksad itibariyle farklı farklı anlayan eşhas adedince âyetleri olmasından Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Yani Kur’an “Kelâmullah” olması hasebiyle zaman ve mekân itibariyle bütün kâinatla konuşuyor olduğundan her bir mevcutla ayrı bir konuşması vardır. Bu konuşmada her bir esmanın tecellileri adedince olduğundan hadsizdir. Mesela Adl isminin, adaletle ölçülü bir surette yaratılan zerreden seyyareye kadar tecellileri vardır. Hakîm isminin hikmet, maslahat ve faideleri gözetilerek yaratılan mevcudat adedince tecellileri vardır.)
Bir zâtın vücudunu bildiren en zahir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder. Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti,
- Bu risalenin ondördüncü ve onbeşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve (Tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlarını tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletlerine bir hüccettir. Şualar – 124
Teveddüd-ü İlahî, İcabet-i Rahmani, İmdadad-ı Rabbani ve İhsasat-ı Sübhani hakikatlarını tazammun eden, umum ilhamlar icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletlerine bir hüccettir.)
- Geniş bir şehadeti dahi, onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve (İlhama binaen farklı farklı esma ile Cenab-ı Hakka yakınlaşan Evliyalar icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletlerine bir hüccettir.)
- Çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi, onyedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikatı mu’cizane ilân eden ve şehadetini sair hakikatların şehadetleriyle beraber ifade eden
شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
âyet-i muazzamanın envârı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki, daha ileri gidememiş.
İşte bu yolcunun, bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir mealine bir işaret olarak, Birinci Makam’ın ondokuzuncu mertebesinde:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى وَ لَهُ الصِّفَاتُ الْعُلْيَا وَ لَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى اَلَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةِ وَ جَمِيعِ اَسْمَائِهِ الْحُسْنَى اَلْمُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُنَاتِهِ وَ اَفْعَالِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فِى دَوَامِ الْفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَ الْخَلْقِ وَ الصُّنْعِ وَ اْلاِبْدَاعِ بِاِرَادَةٍ وَ قُدْرَةٍ وَ بِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَ التَّصْوِيرِ وَ التَّدْبِيرِ وَ التَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَ حِكْمَةٍ وَ بِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَ التَّنْظِيمِ وَ الْمُحَافَظَةِ وَ اْلاِدَارَةِ وَ اْلاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَ رَحْمَةٍ وَ بِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ بِشَهَادَةِ
عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارِ – شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَ الْمَلٰئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
denilmiştir.
* * *
İhtar
Geçen İkinci Makam’ın Birinci Bab’ındaki ondokuz aded mertebelerin şehadet eden hakikatlarının herbirisi, tahakkuklarıyla ve vücudlarıyla vücub-u vücuda delalet ettikleri gibi; ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delalet ederler. (Şu kainatın Sâni’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Mektubat 249)
Birinci Bab’daki makam Cenab-ı Hakk’ın Vacib-ül Vücud olduğunun isbatı iken ihata etmesi cihetiyle vahdete ve ehadiyete de delalet eder. Ve marifetullahta hadsiz mertebeleri terakkiye vesile olur.)
Fakat başta sarihan vücudu isbat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.
İkinci Makam’ın İkinci Bab’ı ise; başta ve sarahatla vahdeti ve içinde vücudu isbat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini isbat eder. (Yani Birinci Makamda vücudu ve vahdeti isbat ediyor. İkinci Makamda vahdeti ve vücudu isbat ediyor.)
(İkinci Makam’ın İkinci Bab’ı ise; Kâinatı ihata eden üç menzil içindeki hakikatları gösterdiğinden vahdeti isbat etmiştir. Zira ihata etmek bir vahdettir. Vahdet görünür gibi izah edildiğinden huzur-u etemmi kazandırıyor. Bununla beraber zımni olarak Vacib-ül Vücud olduğunu isbat eder. Zira bu ihatalı hakikatları Vacib-ül Vücud olmayan bir Zât yapamaz.)
Farklarına işaret için Birinci Bab’da بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ , İkinci Bab’da vahdet görünür gibi zuhuruna işareten بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ fıkraları tekrar ediliyor. Gelecek İkinci Bab’ın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümanaatıyla, ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nur’a havale ediyoruz.
* * *