Anasayfa » Yedinci Şua

Yedinci Şua

Yedinci Şua

Âyet-ül Kübra

(Birinci Bab vücudu, ikinci Bab ise vahdeti isbat ediyor.)

(Yedinci Şua, Âyet-ül Kübra ismini Kur’anın El-Âyet-ül Kübra’sı olan

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ

وَ مَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetinden almıştır. Şualar 731

Ramazan-ı şerifin ilhamî bir hediyesi bulunan Yedinci Şua risalesi bu âyetin hakikat-ı kübrasını ve tefsir-i ekberini gösterir. Ayetin manası büyük olduğu için bu isim verilmiştir. 1400 sene önce İmam-ı Ali (RA) ayet-ül kübra risalesinden iki cihetle haber vermiştir. Birinci cihet bu ayetin hakkı için bizi musibetten kurtar diye dua etmiş. İkinci cihet bu ayeti tefsir eden ayet-ül kübra risalesinin hakkı için bizi musibetten kurtar diye dua etmiş.)

(Altıncı şua ile yedinci şua arasındaki münasebet:

  • Yedinci Şua altıncı şuaın tahkiki: Altıncı şuada geçen bütün mevcudatın tesbihatlarını takdim etmek mes’elesini tahkik edip mevcudatın ne vecih ile tesbih ettiğini Âyet-ül Kübra’nın otuzüç mertebesinde görerek, tanıyarak tasavvur ederek takdim etmektir. Bir başka deyişle Yedinci Şua, Altıncı Şua’ın tatbikatıdır.
  • Altıncı Şuada rahmete mazhar olan Âl-i beyt’ten olabilmek için edilen duanın kabulü olarak; bu risalede Cenab-ı Hakk otuzüç mertebe de bize kendini tanıtarak rahmetini göstermiştir.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

âyetinin Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) cihetinde, mana-yı işarî noktasında, bu asırda o Rahmetenlilâlemîn’in bir âyinesi ve hakikat-ı Kur’aniyenin bir hakikî tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, bir nümunesi olmasından; hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) bir kısım evsafı, mana-yı mecazî ile cüz’î bir vârisine verilebilir. Tarihçe-i Hayat 533)

(Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını (Kainat nokta-i istinad olmuştur.), kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hâsiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor.

Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor.

Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.

Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me’yusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti.

Kâinatı ihata eden son ordusunu

______

{(*): Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.}

______

gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, manevî imdad getirmek hizmetinde hârika bir emirber nefer olarak Âyet-ül Kübra Risalesi’ni İmam-ı Ali (R.A.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş. Kastamonu – 55)

Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram

Bu ehemmiyetli risalenin (Ehemmiyetli olması külliyatın çekirdeği hükmünde olmasındandır.), herkes herbir mes’elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. (Yeter ki fiili dua yapılsın, (derse gitmek, kitabını eline almak, istifade için okumakve anladığı hakikatı yaşamak) Padişahın Divanhanesine giren şahıslar gibi; nereyi uygun görmüşse kanaat etmek, memnun olmak, minnettar kalmak ve teşekkür etmek ve daha yüksek iskemlelere liyakatını kanaat ve memnuniyetle göstermekle hissemiz artar.

Nasılki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah namına feriklere, paşalara hedaya-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnetdar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, “Bu âdi nefere neden tenezzül edip, elinden ihsan (Gafletten kurtulmak, daha önce anladığımız bir hakikatı zevk edebilmek bir ihsan ve hediyedir.) ve nişanları (Yani bir hakikatı anlamakla bir mertebe yükseldiğimize işaret olarak nişan denilmiştir.) alıyoruz?” deseler, mağrurane bir divaneliktir. Mektubat – 354)

Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. (Meyve olması bütün küliyattaki hakikatların bir hülasası olması cihetindendir.) Fakat, eline girdiği mikdar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.

(Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki; büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: “Beni yalnız kabul etsin, dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur.” İkinci adam güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecbur imiş gibi mağrurane der ki: “Bana en yukarı iskemleyi vermeli.” O hırs ile girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor.

Teşekkür değil, bilakis hane sahibini tenkid ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor. Birinci adam mütevaziane giriyor; en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. “Daha yukarı iskemleye buyurun” der. O da gittikçe teşekküratını ziyadeleştirir, memnuniyeti tezayüd eder. İşte dünya bir divanhane-i Rahman’dır. Zemin yüzü, bir sofra-yı rahmettir. Derecat-ı erzak ve meratib-i nimet dahi, iskemleler hükmündedir. Mektubat – 272)

(Gerçi umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde -bazı ârızalar ile- inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me’yusiyetle şekva etmeğe sebeb olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için; ihlas dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatla mükellefiz. Emirdağ-1 – 90)

(Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız. Sözler – 93)

Bu risalenin fehmini işkal eden beş sebeb var:

Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitablar gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.

(Kendi fehmine göre yazmasıyla hakikat kayıtlanmadığından yukarı basamaklara bizim de çıkmamız mümkün hale geliyor ve bize siz de bu seviyeye çıkın diye teşvik ediyor. Yoksa hakikat basite indirgense hakikat noksanlaşır.)

(Risale-i Nur’un diğer divanlardan üç farkı;

1- Risalet-ün Nur ise, Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar. O divanlar derler ki: “Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al.” Risalet-ün Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”

2- Hem Risalet-ün Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna’ eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevî-i dalalet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder. (Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anh’ın “Fütuh-ul Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti.

Tefe’ülde şu çıktı:   اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ 

Acibdir ki; o vakit ben, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye a’zâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. Mektubat – 355)

3- Hem Risalet-ün Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir. Kastamonu – 11)

 İkincisi: İsm-i A’zam cilvesiyle tevhid-i hakikî a’zamî bir surette yazıldığından, mes’eleleri hem gayet geniş, hem gayet derin ve bazan çok uzun olduğundan, herkes birden ihata edemez. (İsm-i A’zam cilvesiyle tevhid-i hakikînin a’zamî bir surette yazılması İsm-i A’zama mazhariyet ile olur.) (Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur. Sözler – 93)

 Üçüncüsü: Herbir mes’ele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikatı parçalamamak için bazan bir sahife veya bir yaprak birtek cümle olur. Birtek delil hükmünde çok mukaddemat bulunur. (Tevhide getirilen delillerin çok mukaddematları olmasından kısa fehimler anlayamaz.)

 Dördüncüsü: Ekser mes’elelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan; bazan on, bazan yirmi delili birtek bürhan yapmak cihetiyle mes’ele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz. (Mantık ilminde delillerin çokluğu kanaati artırıyor. Ama birçok delili görerek hads ile yani sür’at-i intikalle bürhanları anlamak zorlaşıyor.)

 Beşincisi: Ben Ramazanın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, (Kur’anın nazil olma şartlarını biz kendimiz için de sağlar isek Kur’an bizim semamıza da nüzul edebilir.

Ramazan-ı Şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olmasının hikmeti

  1. Ramazan-ı Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden
  2. Ve malayaniyat hâlattan tecerrüd
  3. Ve ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzenmekle
  4. Ve Kur’anı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemesiyle

Mevhibe-i İlahiye olan o esrar ve feyizler gelebilir.

Onaltıncı Mektub Beşinci Nokta İkinci Mes’ele feyizlerin gelme şartlarını şöyle izah ediyor. Belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar,

  • Hâlis bir niyet ile
  • Ve dünyadan
  • Ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. Mektubat 70 )

birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp, birinci müsvedde ile iktifa edildi. (Bu cümleler Üstadımızın risaleleri kendi ihtiyar ve iradesiyle yazmadığının bir delilidir.)

Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı. (Küçük mektubları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes’eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden, bu mektub da -zülf-ü perişan tarzında- soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış. Mektubat – 488)

Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. Hattâ Birinci Makam baştan başa Arabî olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.

Medar-ı kusur ve işkal olan bu beş sebeble beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye, “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” namlarını vermiş.

(Asâ-yı Musa namı verilmesinin dört sebebi;

  • Karanlığı dağıtacak, Asâ-yı Musa (A.S.) gibi ışık verecek yani her şeyin hakikatını göstererek nurlandıracak
  • Sihirleri ibtal edecek yanisihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefe-i tabiiyeyi yutacak Sözler 539
  • Asâ-yı Musa denizi yardığı gibi bu risale küfrün dalaletin sel gibi aktığı asrımızda selametli yolu gösteriyor.
  • Asâ-yı Musa vurduğu yerden su çıkardığı gibi bu risalede tevhid suyunu en kara taşlardan en kızgın çöllerden çıkarabilir, herşeyden bir pencere-i tevhid açar, Sâni’-i Zülcelal’i tanıttırır.)

Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususî bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş.

______

{(1): Evet İmam-ı Ali’nin (R.A) Âyet-ül Kübra hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünki bu risalenin gizli tab’ı hapsimize bir vesile oldu ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraet ve necatımıza ehemmiyetli bir sebeb oldu. Ve İmam-ı Ali’nin (R.A.) keramet-i gaybiyesini körlere de gösterdi ve hakkımızdaki وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ duasının kabulünü isbat etti.}

______

“El-Âyet-ül Kübra”nın bir hakikî tefsiri olan bu Âyet-ül Kübra Risalesi, Hazret-i İmam’ın (R.A.) tabirince, “Asâ-yı Musa” namında “Yedinci Şua” kitabıdır.

(İmam-ı Ali Radıyallahü Anh: “Yâ Rab! Eman ver!” diye dua etmiş; İnşâallah, o duanın sırrıyla selâmete çıkarsınız. Evet Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, Kaside-i Celcelutiye’de iki suretle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, Âyet-ül Kübra Risalesine işareten  وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ der.

Bu işarette îma eder ki: Âyet-ül Kübra yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek ve Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten şakirdlerine eman ver, diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefaatçı yapar. Evet Âyet-ül Kübra Risalesinin tab’ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti. Hem o kasidede Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, mukabil sahifede der:

 وَ تِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا ٭

 وَ حَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ 

Yani: “İşte Risale-i Nur’un sözleri harfleri ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hâssalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet, onlarla tamam olur.” der. “Harflerin manalarını tahkik et.” karinesiyle manayı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler manasındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır. Şualar – 297)

Bu “Yedinci Şua” bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mes’ele-i mühimmeyi; Birinci Makamı, Âyet-i Kübra’nın tefsirinden Arabî kısmını; İkinci Makamı, onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler.

Said Nursî

* * *

Mukaddime

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, (Bu mukaddimenin geniş izahı Beşinci Sözdür.) insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir.

(İbn-i Abbas (R.A.) “Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz.” âyetindeki “ibadet”i tevhidle tefsir etmiştir. İşarat-ül İ’caz 121

 Yani Ona şirk koşmaksızın ibadet ediniz. Âyetin mealinde tevhid manasında tanımak ve iman etmek yok. Ama Üstadımız “Mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Muhakemat 125″ kaidesine binaen ibadetin lazımı olan tanımak ve iman etmek manasını ayetin mealine ilave etmiştir.)

Ve o insanın

  • Vazife-i fıtratı (İnsanın fıtratı ibadet etmeyi iktiza ediyor. Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşılır. Mesnevi-i Nuriye 186)
  • Ve farîza-i zimmeti, (İbadete layık olan Zâta ibadet etmek farîza-i zimmetimizdir.)
  • Marifetullah
  • Ve iman-ıbillahtır
  • Ve iz’an (iz’an-ı kalb; delillerin çokluğu ile veya delilin kuvvetli olması ile elde edilir, hakkı kabul ve tasdiktir.)
  • Ve yakîn ile (İlmelyakîn mertebesi; İlmen bilmek, Aynelyakîn mertebesi; kâinatta müşahede etmek, Hakkalyakîn mertebesi; kendi ile münasebeti bu bilmek ve onun ince sırlarını zevk etmek yakîn kazanmaktır.)
  • Vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

Evet fıtraten (Fıtratın tahlili)

  • Daimîbir hayat ve ebedî yaşamak isteyen (İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed! Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Sözler 522)
  • Ve hadsiz emelleri (İsteklerini yerine getirmekte fakirlik içindebulunduğundan hadsiz emelleri bulunan bîçare insana)
  • Ve nihayetsiz elemleri bulunan (Kendini korumaktan aciz olduğundan elemler içindebulunan bîçare insana) bîçare insana,

(Fıtratının gayesi böyle olan bir insana) Elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. (Âyâ zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batn ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nazik letaif ve maneviyat ve şu hassas a’zâ ve âlât ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havâs ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesat-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Sözler – 126)

Belki, çoğunun kıymetleri yoktur.

(Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:

  • Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor. (Allah’ın rızasını iste)
  • Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor. (Allah’tan yardım istemek)
  • Biri taleb et, başkalar lâyık değiller. (Allah’a muhabbet et)
  • Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
  • Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
  • Biri söyle, ona aid olmayan sözler malayani sayılabilir. Sözler – 217)

Risale-i Nur’da bu hakikat kuvvetli bürhanlarla isbat edildiğinden, bu hakikatı Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız o yakîn-i imanîyi bu asırda sarsan ve tereddüd veren iki vartayı dört mes’ele içinde beyan ederiz.

 Birinci vartadan çare-i necat: İki mes’eledir.

 Birinci Mes’ele: Otuzbirinci Mektub’un Onüçüncü Lem’asında tafsilen isbat edildiği gibi, umumî mes’elelerde isbata karşı nefyin

  1. Kıymeti yoktur (Hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilemediğinden kıymeti yoktur.)
  2. Ve kuvveti pek azdır. (Kesrette kuvvet vardır. Ama hak ve hakikat etrafında olan bir kesretin kuvveti vardır. Yoksa birbirine isbat hususunda destek vermeyen kesretin kuvveti yoktur.)

Meselâ: Ramazan-ı Şerif’in başında hilâli görmek hususunda, iki âmi şahid hilâli isbat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir.

Çünki isbatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma’ var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradî olur. Çünki isbat eden harice bakar ve nefs-ül emre göre hükmeder.

Meselâ: Misalimizde olduğu gibi, biri dese: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.

Nefy ve inkârda ise, nefs-ül emre bakmaz ve bakamaz. Çünki, “hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilmez” meşhur bir düsturdur. (Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; hususî bir yere bakmayan ve imanî hakikatlar gibi umum kâinata bakan nefyler, inkârlar (zâtında muhal olmamak şartıyla) (Kâinatta Allah’ın şeriki olması zâtında muhaldir.) isbat edilmez diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler. Şualar 213)

Meselâ bir şeyi dünyada var diye ben isbat etsem, sen de “dünyada yok” desen; benim bir işaretimle kolayca isbat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini isbat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “yoktur, vuku bulmamıştır” diyebilirsin.

Madem nefy ve inkâr edenler nefs-ül emre bakmazlar; belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünki görmeye ve bilmeye mani olan perdeler, sebebler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur.” diyebilir. Yoksa “Vaki’de yoktur” diyemez. Eğer dese, hususan umum kâinata bakan iman mes’elelerinde dünya kadar büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz.

(Bütün ehl-i küfrün mesleklerinin iç yüzünü gösteren ortak sözleri “Bütün bu işler, tesadüfî ve karmakarışık işlerdir, kendi kendine dönüyor; benim neme lâzım.” Sözler 280)

 Elhasıl: İsbatta netice birdir, vâhiddir, tesanüd olur. Nefiyde ise, bir değildir, müteaddiddir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıdların herkese göre taaddüdü ile neticeler dahi taaddüd eder, daha tesanüd olmaz.

İşte bu hakikat noktasında

İmana karşı gelen kâfirlerin (Altıncı Nota: Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telaşa düşen ve itikadını bozan bîçare insan! Lemalar – 120)

Ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur. (Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve “Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir” deme! Lemalar – 122)

Ve mü’minin yakînine ve imanına hiç tereddüd vermemek lâzım iken; bu asırda Avrupa feylesoflarının nefy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına tereddüd verip yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasından çıkarıp i’dam-ı ebedî suretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, daima i’damını o münkire ihtar etmekle, lezzetli hayatını elîm elemlerle zehirliyor.

İşte, iman (İz’an ve yakîn sahibi olan iman) ne kadar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!.. (Evet Sözler, Tûbâ-i Cennet’in meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâmın bürhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler.

İz’an derecesinde bir imanın neticesi şudur; Hakaik-i imaniyenin herbirisinin aksini aklen muhal telakki ediyorum, ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum. Mektubat – 35)

(Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise

Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif.

  • Evvel tahayyül olur, (Hududsuz, safsata hâsıl olur)
  • Sonra tasavvur gelir, (Hudud konulur)
  • Sonra gelir taakkul, (Tarafsız bakar)
  • Sonra tasdik ediyor, (Doğruluğunu kabul veya red etmek ile tasdik etmek)
  • Sonra iz’an oluyor, (İz’an; delillerin çok veya kuvvetli olması neticesinde görülür, imtisal ortaya çıkar.)
  • Sonra gelir iltizam, (Tarafdarlık)
  • Sonra itikad gelir. (Sabit bir hakikat derecesine çıkar, bundan salâbet çıkar)

İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Sözler – 706)

(Yakîn derecesinde bir imanın tarifi;

  • İlmelyakîn: İlim ile yakîn hasıl etmek. Yani, bir şeyin vücudunu emareleriyle bilmek.
  • Aynelyakîn: Göz ile yakîn hâsıl etmek. Yani, bir şeyi göz ile görerek bilmek.
  • Hakkalyakîn: Hakikatı ile yakîn hasıl etmek. Yani, içine girmekle bilmek. (Hakikatın seninle alakadar olan sırlarına vasıl olmak ve zevk etmek)

Sevgili Üstadımız Bedîüzzaman Hazretlerinden aldığımız ders ile şu üç kelimeyi şöyle izah ederiz: Meselâ uzaktan bir duman gördük. Orada bir ateşin yandığını biliriz. İlmelyakîn buna denilir.

O dumana yakınlaştık, ateşi gözümüz ile gördük; aynelyakîn buna denilir.

Ateşin nuru içine girip derecesini anladık. Hakkalyakîn buna denilir.} Miftah-ül İman – 93)

   İkinci Mes’ele: Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ülemasına dâhil sayılmazlar.

Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhâssa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebaüd eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.

Acaba (Şeyh-i Geylanî’nin (K.S.) dört vasfı)

  • Yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, (Arş-ı a’zam: Esmanın tasarruf merkezi; azami tecelliyi görmek ve anlamak demektir. Bütün esmanın a’zami tecellisini ifade eden bir tabirdir. Bütün devlet dairelerinin icraat merkezi olan başbakanlık veya sadrazamlık gibi. Bu tecelliyi görmekle ism-i a’zama mazhar olunur.)
  • Hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan (Dehası Cenab-ı Hakk hesabına olduğundan kudsî deha denilmiştir. Dehası meşhur, dehşetli dâhîlerden İbn-i Teymiye ve İbn-ül Kayyim-il Cevzî ise dehasını Cenab-ı Hakk hesabına kullanmamıştır.)
  • Ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan
  • Ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden

Şeyh-i Geylanî (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın (Hak ve hakikatta ittifak etmenin kuvveti olduğu için burada nazara verildi.) ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve manevî mes’elelerde,

(Feylesofların dört vasfı)

  • Maddiyatın en dağınık
  • Ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan
  • Ve sersemleşen
  • Ve boğulan

Feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?

(Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mehareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir. Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta’ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden (mücerredat-ı sırfe gözümüzle göremediğimiz, benzeri ve misli olmayan demektir.) olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez… Muhakemat – 17)

Hakaik-i İslâmiyeye (İmanın altı rüknü ile beraber esas-ı ubudiyete hakaik-i İslâmiye denir.) zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten isbat ve vücudî görülse de manası ademdir, nefydir. İman ise ilimdir, vücudîdir, isbattır, hükümdür. Herbir menfî mes’elesi dahi, bir müsbet hakikatın ünvanı ve perdesidir. (Yani şeriklerin olması menfi bir mes’elesidir. Vahdehu ise müsbet bir hakikattır ki şeriki olmadığının ispatıdır.)

Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkilât ile menfî itikadlarını

  • Kabul-ü adem (Yokluğunu kabul etmek isbat gerektirir.) ve tasdik-i adem  suretinde isbat ve kabul etmeğe çalışsalar; o küfür, bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir. (Hakikatta aslı olmayan bir şeye bir nam takmakla yanlış bir ilim ortaya koyar ve kendine göre hata bir hüküm sayılır.)
  • Yoksa, irtikâbı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür. (Ortaya konulan delilleri kabul etmemektir. Kendisi ortaya bir delil koymadığı için hükümsüzlüktür.)

 Elhasıl, itikad-ı küfriye iki kısımdır:

 Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hata bir kabuldür ve zalim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız. (İslamiyetin dışında kendine mahsus hükümleri olup İslamiyeti inkâr etmeyenlere karşı İslamı anlatırız. Ama bahsimiz Hakaik-i İslâmiyeyi inkâr edenler olduğundan konumuza devam ediyoruz.)

 İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

 Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız isbatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir, bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

 İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini isbat etmeğe mecburdur.

 Nefiy dahi iki kısımdır:

 Birisi: “Has bir mevkide ve hususî bir cihette yoktur” der. Bu kısım ise isbat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.

 İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan mes’eleleri nefy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise -birinci mes’elede beyan ettiğimiz gibi- hiç bir cihetle isbat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir nazar lâzımdır, tâ o gibi nefiyler isbat edilebilsin.

 İkinci varta ve çare-i necat: Bu dahi iki mes’eledir:

 Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında,

  • Ya gaflete (Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Lemalar – 136) (İnsanda küfre dahi girse ölmeyen latife, vicdandır.)
  • Veya Masiyete (Günaha karşı meyil, hakikatleri anlamakta ki meyli kırıyor. Misal olarak tarafgirlik meyli ile insan en küçük bir delile kuvvetli bir delil gibi sarılabilirken tarafgirlik meyli olmazsa en büyük delil bile o kişinin nazarında küçük görülür. Diğer meyilleri kıyas et.)
  • Veya Maddiyata dalmak (Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtela olur. Mesnevi-i Nuriye 70)

(Hulusi Abinin Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata dair mektubuma cevab verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet mektubu, bütün dünyayı unutmak hissi ile yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibariyle en sathî maddiyatla zihnin meşbu’ olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevab yazamadı.

Öteki mektub, çok yüksek ve çok geniş hakaika işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i maneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için safi, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzım idi. Halbuki benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazife ile meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin o mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş. Barla Lahikası 254)

sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.

(Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kàsır fikirli insanları aldatır, der ki: “Bir tek zât, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük mes’eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor. Lemalar – 87)

(İkinci Vartanın Birinci Mes’elesinin Çaresi; İmanı meselelerin kuvvetli delilleri ile isbatı yapıldıktan sonra zıddının muhal olduğunu göstermekle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri anlayabilir. Ve bu vartadan kurtulur.) Eğer dikkatle kendi küfürlerinin içyüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler, görecekler ki; imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.

Risale-i Nur yüzer mizan ve müvazenelerle, bu hakikatı “iki kerre iki dört eder” derecesinde kat’î isbat etmiş. Meselâ; Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam,

  • Ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyeti ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir.
  • Veyahut ahmak Sofestaîler gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir.

İşte bunun gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nleri ve muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp, kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalblerde ve müstakim akıllarda yerleşirler.

Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ azamet ve kibriyasını her vakit ilânı,

Hem اَلْعَظَمَةُ اِزَارِى وَ الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِى hadîs-i kudsînin fermanı, (Kibriya zatının büyüklüğü Azamet ise icraatını büyüklüğüdür. Nasılki güneşin azamet-i nuru ve kibriya-yı ziyası.. Şualar 19)

Hem “Cevşen-ül Kebir” münacatının seksenaltıncı ukdesinde:

  1. يَامَنْ لاَ مُلْكَ اِلاَّ مُلْكَهُ ٭

1- Ey saltanatından başka gerçek saltanat olmayan,

  1. يَامَنْ لاَ يُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَائَهُ ٭

2- Ey kulların senâsını saymakla bitiremediği,

  1. يَامَنْ لاَ تَصِفُ الْخَلاَئِقُ جَلاَلَهُ

3- Ey mahlûkatın celâlini vasfedemediği,

  1. يَامَنْ لاَ تَنَالُ اْلاَوْهَامُ كُنْهَهُ ٭ 

4- Ey hayallerin, hakîkatine erişemediği,

  1. يَامَنْ لاَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارُ كَمَالَهُ ٭ 

5- Ey gözlerin kemâlini idrak ve ihâta edemediği,

  1. يَامَنْ لاَ يَبْلُغُ اْلاَفْهَامُ صِفَاتَهُ

6- Ey zekâların sıfatlarına ulaşmakta acze düştüğü,

  1. يَامَنْ لاَ يَنَالُ اْلاَفْكَارُ كِبْرِيَائَهُ ٭

7- Ey fikirlerin, kibriyasının hakikatine ulaşamadığı,

  1. يَامَنْ لاَ يُحْسِنُ اْلاِنْسَانُ نُعُوتَهُ ٭

8- Ey insanların, sıfatlarını güzelce tavsif edemediği,

  1. يَامَنْ لاَ يَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَائَهُ

9- Ey kulların, hükmünü geri çeviremediği,

  1. يَامَنْ ظَهَرَ فِى كُلِّ شَىْءٍ آيَاتُهُ ٭

10- Ey her şeyde Kendisini tanıtan deliller açıkça görülen,

 سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

يَا مَنْ لَا مُلْكَ اِلَّا مُلْكَهُ

Bütün kusurlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok! Emân ver bize. Bizi Cehennemden kurtar.

diye olan gayet ârifane münacat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) beyanı gösteriyor ki; azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. (Akıl ile ihata ve kalble görmeğe mâni’dir ve tam marifete sed çeker ve marifette ve imanın inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına sebebdir. Ve marifetullahta terakki ettirmeğe cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa hiçbir cihetle inkâra ve nefye sebeb olamaz. Evet azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nev’ ünvanı ve diğer bir sureti olan (şiddet-üz zuhur) dahi bir vesile-i ihtifa ve ihticabdır ki, سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى بِشِدَّةِ الظُّهُورِ demişler. Evet güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder; hastalıklı gözler görmez. Teksir Şualar Mecmuasından)

(Cevşende dokuz tane tavsifat yapılmaktadır. Burada on tanedir. Azamet ve Kibriya zatının ve icraatının büyüklüğünden kişilerin tanıma mertebeleri ortaya çıkması içindir.)

  1. يَامَنْ لاَ مُلْكَ اِلاَّ مُلْكَهُ ٭
  2. يَامَنْ لاَ يُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَٓائَهُ ٭
  3. يَامَنْ لاَ تَصِفُ الْخَلآَئِقُ جَلاَلَهُ ٭
  4. يَامَنْ لاَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارُ كَمَالَهُ ٭
  5. يَامَنْ لاَ يَبْلُغُ اْلاَفْهَامُ صِفَاتَهُ ٭
  6. يَامَنْ لاَ يَنَالُ اْلاَفْكَارُ كِبْرِيَٓائَهُ ٭
  7. يَامَنْ لاَ يُحْسِنُ اْلاِنْسَانُ نُعُوتَهُ ٭
  8. يَامَنْ لاَ يَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَٓائَهُ ٭
  9. يَامَنْ ظَهَرَ ف۪ى كُلِّ شَىْءٍ اٰيَاتُهُ ٭   Cevşen-ül Kebir 86)

(Teksir Şualar Mecmuasından Mukaddimenin Devamı

İkinci Mes’ele: İmanî mes’elelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip, hattâ avamın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli bürhanları ve delilleri vardır. Meselâ: Bu Yedinci Şua’da göreceksin ki, bu kâinat bütün erkân ve tabakat ve enva’ ve efrad ve müştemilatıyla Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden bir daire-i zikir teşkil ederek, beraberce لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ  derler.

Meselâ nasılki küçücük هُوَ هُوَ هُوَ lardan mürekkeb büyükçe هُوَ هُوَ  yazılır. Sonra bu هُوَ lardan mürekkeb çok büyük bir هُوَ olur. Hem nasılki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde اللّٰه اللّٰه اللّٰه derler. Ve onların seslerinden terekküb eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda اللّٰه اللّٰه kelimesi işitilir ve bunların seslerinden terekküb eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telaffuzla اللّٰه اللّٰه اللّٰه dediğini işittirebilir.

Aynen öyle de, bu kâinatın herbir nev’i ve o nev’in ferdleri ve o ferdlerin a’zaları lisan-ı hal ile لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ  derler. Birbiri içindeki bu büyük zikir daireleri, misalimizdeki yalnız üç-dört mertebe değil, belki üçyüz mertebeden geçer. Hem büyük ve küllî zikirleri yalnız küçük ferdlerin zikirlerinden neş’et etmiyor. Belki herbir büyük ve küllî mevcud, büyüklüğü nisbetinde bizzât zikreder. Büyük bir şahıs gibi لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ  der. Hattâ bu Yedinci Şua’ın İkinci Makamında ondokuz daireden altıncı bir daire olan eşcar ve nebatatın şehadetlerini Ramazan’da dinlerken hayal gözüyle gördüm ki: Ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ  dedikleri gibi, ağaçların dahi kendi lisanıyla onları şâhid göstererek daha yüksek bir لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ  söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahi kendi lisanıyla kelime-i şehadet getirdiğini hayalimle gördüm ve işittim, desem bir hayaldir denilmez. Belki o derece parlak bir hakikattır ki, hayali dahi kendine meftun edip hakikat hesabına çalıştırdı. Ben kendi kendime namazın arkasında herbir لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ dedikçe fikrim o dairelerden her birisinin büyük ve küllî ve en kuvvetli bir tarzda getirdiği şehadet kelimesini ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ  tevhidini dinler, belki müşahede eder. Güya herbir dairenin, meselâ arzın şehadeti arz kadar kuvvetli ve büyük ve zahir bir surette hayale görünür. Onun için bu Yedinci Şua’da بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ  ilh… ve بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ  ilh… fıkraları çok tekrar ederler.

Bu Şua gerçi Risale-i Münacat’a benziyor ve aynı tarzda gitmiş; fakat benim için bu Şua müşahedat suretinde ve aynelyakîn tarzında göründüğünden daha kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur. Bu Şua’ın Birinci ve İkinci Makamları, bu gelen âyet-i muazzama ve muhteşeme olan

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 

hazinesinin haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve Ramazan-ı Şerif’in bir hediyesi, bir nuru ve çok benzediği Risale-i Münacat’ın ve o münacatın menbaı olan Münacat-ı Aleviye ve onun menbaı olan münacat-ı Cevşeniye-i Ahmediye (A.S.M.) ve onun menbaı olan âyet-i اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 

ilâ âhirenin ilhamî bir ziyası ve tevhidî bir feyzi olarak hem zikir, hem fikir suretinde zuhur eden aynı kelimat-ı Arabiyeyi Ramazan’ın şerefi ve bir hatırası için aynı mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse mükerrer kelimeler yerine, “ve hakezâ” deyip okuya ve yazabilir.

Bu hediye-i Ramazaniye bende zikir ciheti ve zikir manası fikre galebe ettiğinden, sair zikirler gibi aynı kelime tekrar ediliyor. Hem umumun neticeleri birtek bürhan olduğundan ve bürhanların vecihleri birbirine benzediğinden cümleleri aynen tekrar edilmiş. Ve bu tekrar bana usanç vermiyordu. Çünki herbir mertebede başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus mertebe-i bürhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı hayalime görünüyordu. O halde değil usanç, belki gayet ulvî bir zevk-i imanî veriyordu. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da zikir manası ve tilavet ciheti dahi bulunduğundan gayet tatlı tekraratı belâgatına belâgat katmış, noksaniyet vermemiş. Her ne ise… Ondokuz nurdan ve otuzüç mukaddeme ve mertebeden terekküb eden birtek bürhan olan bu Yedinci Şua kadar, vücud-u Vâcib-ül Vücud ve vahdaniyetin isbatında daha kuvvetli bir delil ve daha kat’î bir bürhan tasavvur edilmez. Ve hiçbir hükmü ve hiçbir cümlesi ve hattâ hiçbir kaydı yoktur ki, Risale-in Nur’da isbat olunmamış olsun. Hususan Münacat ve İkinci Şua Risalelerinde. Ve onun kat’iyyeti ve kıymeti ve lezzeti için, ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya yorgunluk ve usanç getirsem, bir kerre mütefekkirane okusam hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz.

Manidar bir tevafuktur ki, namazın tesbihatında ve tesbihat gibi otuzüç defa tekrar

ettiğim لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ  ın zikrinde otuzüç mertebe ayrı ayrı nurları gördüm. Sonra o mertebelerdeki isbat-ı vücud ile isbat-ı vahdaniyete baktım, gördüm ki: İsbat-ı vücud bürhanlarının adedi Risale-in Nur’da gayet ehemmiyetli bir aded olan ondokuz aded, hem ondokuz harfli ve ondokuz defa okunan İsm-i A’zamın tılsımlı rakamı olan ondokuz adedine tevafuk sırrıyla, ondokuz âlemde tezahür etmiş ve İsm-i A’zamın mazharı olduğuna bir emare göstermiş ve isbat-ı vahdaniyet ise bir defa Risale-i Nur’da gayet sırlı ve mübarek bir rakam olan onüç ve bir defa da ondört ve bir defa da ondokuz adediyle zahir oldu. Kasdım olmadan uzunlaşmış olan mukaddeme nihayet buldu.)

Mukaddime’nin İcmali

Birinci vartadan çare-i necat: İki mes’eledir.

Birinci Mes’ele: Umumî mes’elelerde isbata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Zira hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilemediğinden kıymeti yoktur. Ve hak ve hakikat etrafında olmayan bir kesretin kuvveti pek azdır. Kıymeti ve kuvveti olmadığı bilinmekle bu vartadan kurtulunur.

İkinci Mes’ele: Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ülemasına dâhil sayılmazlar. Bu hakikatı bilmekle bu vartadan kurtulunur.

İkinci varta ve çare-i necat: Bu dahi iki mes’eledir:

Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.

İkinci Vartanın Birinci Mes’elesinin Çaresi; İmanı mes’elelerin kuvvetli delilleri ile isbatı yapıldıktan sonra zıddının muhal olduğunu göstermekle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri anlayabilir. Ezan ve kaamet gibi şeair gafletten kurtarır huzur hali verir günaha girmekten muhafaza eder böylelikle Cenab-ı Hakkın Zâtının kibriyasını ve eser üzerindeki icraatla Cenab-ı Hakkın tasarrufundaki azamet anlaşılır, Ceşen-ül Kebirdeki ukdelerde azamet ve kibriyayı anlamamız için mes’eleyi akla yakınlaştırıyor. Ve böylelikle bu vartadan kurtulunur.

İkinci Mes’ele: İmani mes’elelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip hatta avamın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli bürhanları ve delilleri olduğunu bilmemekten dolayı inkârına gitmek ikinci vartanın ikinci mes’elesidir. Adeta şiddeti zuhurundan gizlenmiş diyebiliriz. Bu vartanın çaresi ise kâinatın her bir nev’i ve o nev’in ferdleri ve o ferdlerin azalarının lisan-ı hali ile yaptıkları külli zikirlerinin azametli imani mes’elelere delil olduğunu bilmektir. Veya bildiğimiz mikdar delillerin imanımızın kurtulmasına yeterli olduğunu bilmektir. Bu hakikate bir halka-i zikir de birçok hu’ların birleşmesi ve bir taburda askerlerin bir ağızdan Allah demeleri misal olarak verilmiştir.

(Şeytan diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor. Şöyle ki: Bir hakikat-ı imaniyeye dair yüzer delail-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delalet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki kaide-i mukarreredir ki: “Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor.” Bir davaya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere racih olur. Bu hakikata bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur.” der kandırır. Lem’alar 89)

(Ayrıca Mesnevi-i Nuriye’de bu hakikatı teyid eden dokuz İ’lem vardır.

Birincisi: Remz Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mani’ bir hicab olur. Evet müşahedemle sabittir ki; kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir za’fiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder. Altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır. Mesnevi-i Nuriye 82)

(İkincisi Arkadaş! Şu yüksek olan matluba zikrettiğimiz bürhanlar, matlubu ihata eden bir dairedir. Matlub olan vücub-u vücud ve vahdet o dairenin merkezindedir. Daireyi teşkil eden bürhanların her birisi, parmağını uzatıp, matlubun hak ve sadık olduğuna imza atıyorlar. O bürhanlardan zayıf olanların aralarında tesanüd vardır. Yani, birbirini teyid ve takviye etmekle, zayıf bürhanların za’fiyeti zâil olur. Zâil olmasa bile itibardan düşmez. İtibardan düşse bile, dairenin bozulmasına sebeb olmaz. Ancak daire küçülür. Maahaza bürhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her ferdden istemek ve her ferdde aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh bir bürhana bakıldığı zaman za’fiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za’fiyet kalmaz, vehimler de dağılır.

Maahaza bazı bürhanlar suya benziyor, bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh bu gibi bürhanları gayet latif ve dikkatli ince bir fikir ile arayıp tutmalıdır ki; dökülmesin, sönmesin, uçmasın!.. Mesnevi-i Nuriye 63

(Üçüncüsü: Hakaik-i imaniyeyi isbat için îrad edilen bürhan ve delilleri tedkik ederken, şu kocaman neticeyi bu zaîf, nahif delil intac edemez diye tenkidatta bulunma. Zira za’fiyetiyle ittiham ettiğin o delilin sağında ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur. Mesnevi-i Nuriye – 102)

(Dördüncüsü: Her şeyden Cenab-ı Hakk’ın nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahî sair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakat, hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür. Mesnevi-i Nuriye – 105

(Beşincisi: Eyyühen-nefs! Sen her bir eserde müessirin azametini görmek istiyorsun; fakat, haricî olan manaları zihnî manalarda arıyorsun. Esma-i hüsnanın her birisinde bütün esmanın şuaatını görmek istiyorsun. Her bir latifenin zevkiyle bütün letaifin zevklerini zevketmek istiyorsun. Her bir hisse tâbi olan işleri ve hacetleri îfa ederken, bütün hislerinin işlerini beraber görmek istiyorsun. Bundan dolayı evhama maruz kalıyorsun. Mesnevi-i Nuriye – 113)

(Altıncısı: İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanı havalandırıp başaşağı felâkete atan şöyle bir hal var: İstihkak nazara alınmayarak, Hakk’ın takdiri hakkında tefrit veya ifrat yapılır. Ve kuvvetine, kıymetine bakılmayarak küçük veya büyük bir yük altına alınır gibi gayr-ı insanî haller insanı insaniyetten düşürür, ya zulme veya kizbe sevkeder.

   Meselâ: Bir fırka askerin mümessili bir nefer, bütün askerlik umûrunu bilmek veya bir katre sudaki timsalinden, şemsin azametini göstermek talebinde bulunmak, en yüksek bir insafsızlıktır. Çünki vasıf ile ittisaf arasında fark vardır. Meselâ: Katredeki timsal, şemsin evsafını gösterir. Amma o evsaf ile muttasıf olamaz. Mesnevi-i Nuriye – 137

(Yedincisi: İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir. Mesnevi-i Nuriye – 180

Sekizincisi:  İ’lem Eyyühel-Aziz!   Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbab şirkine inkılab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile yani hâlıksızlığa incirar eder. El’iyazü billah!.. Mesnevi-i Nuriye – 185

Dokuzuncusu: İ’lem Eyyühel-Aziz! Uluhiyetin azameti, izzeti, istiklaliyeti, her şeyin, -küçük olsun büyük olsun, yüksek olsun alçak olsun- taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hıssetin veya hakaretin, onun tasarrufundan hariç kalmasına sebeb olamaz. Çünki senin ondan bu’dun varsa da onun senden bu’du yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti, vücudunun hakaretini istilzam etmez. Veya mülk cihetinin mülevves olması, melekût cihetinin de mülevves olmasını iktiza etmez. Ve keza Hâlık’ın azameti, çirkin şeylerin tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Bilakis azamet-i hakikiye, icad hususunda infiradı, tasarruf cihetiyle de ihatayı iktiza eder. Mesnevi-i Nuriye 194)

 ايكنجى مسئله: ايمانى مسئله‌لركۡ فوق الحدّ عظمتنى چوق قولاى قبول ايتديروب، حتّى عوامكۡ قلبلرينه گوزلجه يرلشديرن چوق عظمتلى و چوق قوّتلى و چوق كثرتلى برهانلرى و دليللرى واردر. شعاعلر 219 )

بو كائناتكۡ هر بر نوعى و او نوعكۡ فردلرى و او فردلركۡ أعضالرى لسانِ حال ايله ‌لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ‌ ديرلر.  ربرى ايچنده‌كى بو بيوك ذكر دائره‌لرى، مثالمزده‌كى يالكۡز اوچ درت مرتبه دگل، بلكه اوچ يوز مرتبه‌دن گچر. هم بيوك و كلّى ذكرلرى يالكۡز كوچك فردلركۡ ذكرلرندن نشئت ايتمييور. بلكه هر بر بيوك و كلّى موجود، بيوكلگى نسبتنده بِالذّات ذكر ايدر بيوك بر شخص گبى ‌لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ‌ دير. شعاعلر 220 )

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*