Üçüncü Söz

Üçüncü Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

(Arkadaş! Bu âyetin tazammun ettiği cümlelerin keyfiyet ve nüktelerine gelelim:

Evvelâ: Kur’an-ı Kerim’de kesretle zikredilen يَا اَيُّهَا ile edilen hitab ve nida, üç vecihle ve üç edatla te’kid edilmiştir. Birisi: İkazı ifade eden ve ikaz için kullanılan يَا harfidir. İkincisi: Alâmetleri aramakla bir şeyi bulmak için kullanılan اَىُّ kelimesidir ki, Türkçede “hangi” kelimesiyle tercüme edilir. Üçüncüsü: Gafletten ayıltmak için kullanılan هَا harfidir. Bu te’kidlerden anlaşılır ki, burada şu tarz ile yapılan nida ve hitab, çok faidelere ve nüktelere işarettir.

Ezcümle, birincisi: İnsanlara ibadetlerin teklifinden hasıl olan meşakkatın, hitab-ı İlahîye mazhariyetten neş’et eden zevk ve lezzetle tahfif edilmesidir. İkincisi: İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir. Üçüncüsü: Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir. Kalbiyle teslim ve inkıyada, aklıyla iman ve tevhide, kalıbıyla amel ve ibadete mükelleftir. Dördüncüsü: Muhatabın mü‘min, kâfir, münafık olmak üzere üç kısma ayrılmış olduğuna işarettir. Beşincisi: İnsanların yüksek, orta, avam tabakalarına hitabın şamil olduğuna işarettir. Altıncısı: İnsanlar arasında yapılan nida ve hitablarda âdet edinmiş olan şeylere işarettir ki; insan evvelâ gördüğü adamı çağırır ve durdurur. Sonra kim olduğunu anlamak için alâmetlerine dikkat eder. Sonra maksadını anlatır. Hülâsa: Mezkûr hitab, geçen üç cihetten te’kid edilmiş şu nüktelere işarettir.

يَا ile nida edilen insanlar gafil, gaib, hazır, cahil, meşgul, dost, düşman gibi çok muhtelif tabakalara şamildir. Bu muhtelif tabakalara göre يَا nın ifadesi değişir. Meselâ: Gafile karşı tenbihi ifade eder, gaibe ihzarı, cahile tarifi, dosta teşviki, düşmana tevbih ve takri’i gibi her tabakaya münasib bir ifadesi vardır.

Sonra makam kurbu iktiza ettiği halde, uzaklara mahsus olan يَا edatının kullanılması birkaç nükteye işarettir:

1- Teklif edilen emanet ve ibadetin pek büyük bir yük olduğuna,

2- Derece-i ubudiyetin, mertebe-i uluhiyetten pek uzak olduğuna,

3- Mükelleflerin, zaman ve mekânca hitabın vakit ve mahallinden ırak bulunduğuna,

4- İnsanların derece-i gafletlerine işarettir.

Muzafun ileyhsiz zikredildiğinden umumî bir tevessümü ifade eden اَىُّ kelimesi; hitabın umum kâinata şamil olup, yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. Öyle ise ibadette insanların kusurları, umum kâinata tecavüzdür.

Sonra اَىُّ kelimesinde bir icmal ve bir ibham vardır, çünki izafesiz zikredilmiştir. Onun o ibham ve icmali, نَاس kelimesiyle izale ve tafsil edildiğinden, aralarında bir icmal ve tafsil cezaleti meydana gelmiştir.

هَا : اَىُّ nün muzafun ileyhine ivaz olmakla beraber, يَا edatıyla çağırılanları tenbih içindir.

نَاس aslında nisyandan alınmış bir ism-i fâildir, vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani: Ey İnsanlar! Ne için misak-ı ezelîyi unuttunuz… Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani: Sizin o misakı terketmeniz amden değil, belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.

اُعْبُدُوا nidaya cevabdır. Mü’min, kâfir, münafık olan geçen tabakalar nida ile çağırıldıklarından; اُعْبُدُوا emri devam, itaat, ihlas, tevhid gibi her tabakaya münasib bir manayı ifade eder.

رَبَّكُمْ : Rab ünvanı اُعْبُدُوا ile teklif edilen ibadete bir illet ve bir sebebe işarettir. Yani: Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lâzım olan bütün levazımatı veren odur. Onun o nimetlerine şükür lâzımdır. Şükür ise ancak ibadettir. İşarat-ül İ’caz 95)

İbadet, ne büyük bir ticaret (Uhrevî ticaret; Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür.) ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle…

Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler; tâ, yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaatı olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hıffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddi hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta (Gıda, İbadete teşbih edilmiştir. dört okka olması ise İslâmın dört şartına işarettir. Beşinci şart olan Kelime-i Şehadette cismi bir ağırlık yoktur.) ve her adüvvü alt ve mağlub edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur.” (Takva, silaha teşbih edilmiştir. İki kıyye olması ise enfüsî ve âfakî takvaya işarettir.)

(Okka ve kıyye olarak farklı ağırlık birimlerinin nazara verilmesinden ibadet etmeninin ve takvalı olmanın maddi külfetlerinin ayrı ayrı olduğunu göstermek için olabilir.)

O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir surette gider. Tâ, mahall-i maksuda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.

Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ o matlub şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür.

İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu; biri muti-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvadır. İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var. Fakat manasında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünki âbid, namazında der: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. (O çanta ise ibadettir. İbadetteki zahiri ağırlık ise soğukta, sıcakta günde beş vakit abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi ibadetleri yerine getirirken ins ve cin şeytanlarla mücadele etmektir. İbadetin manasındaki rahatlık ve hafiflik ise tarif edilmez. O rahatlığı ibadet eden bilir.

İbadet etmeyenin kalb ve ruhu binler batman minnetler altında ezilir. Çünkü her şeyi Rabbisinin emrine müsahhar görmeyen insan her şeyi sebeplerden bilmesinden onlardan istemesinden zillete düşüyor ve onlara el açıyor. Dilenciliğin kalb ve ruhta yaptığı tesiri düşünün. O kişinin kalb ve ruhu ne hale gelmiştir. Hem de elinde olmayan hadsiz şeyleri o kör sağır esbab nasıl verebilir. İbadetin çantaya benzetilmesi ise çantada Rahmet hazinesi var. İnsan dua ile rahmet hazinesinin kapısını çalar.)

Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. (Silah ise takvadır. Takva sahibi olan zât, kendisi Cenab-ı Hakkın emrine musahhar olduğu için her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Böylece hiçbir zaman mağlub olmayacak bir silahı elde eder.)

Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.)

Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde… Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey… Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Malûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir. Halbuki mes’elemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu; icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir. Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.

Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz. Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

* * *

Üçüncü Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

“Ey insanlar Rabbinize ibadetini ediniz.” ayetin mealinde bu emir vardır.

(İkinci Sözün Üçüncü Sözle Münasebeti: İkinci Sözde imanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğu izah edilmişti. Üçüncü Sözde ise imandaki saadete insanı götüren ibadete olan ihtiyacımız gösterilmiştir. Zira insan hakiki saadeti muhtaç olduğu nihayetsiz şeylerin eline verilmesi ve maruz olduğu nihayetsiz musibetlerden korunması ile elde eder. Sermaye ve iktidarının dairesi, fiili dua ile Allah’tan isteyebildiği kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimettir.)

Bu makamda mukadder gelen dört sualin cevabına bakacağız.

Birincisi: İnsan dünyaya niçin gelmiştir.

İkincisi: İbadet eden insan ile ibadet etmeyen insan arasında ne fark vardır.

Üçüncüsü: İbadet etmenin ne kârı vardır. Ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır.

Dördüncüsü: İbadet etmemenin ne zararı vardır. Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi vardır.

Bu sözde ibadet etmenin âhirette ki faydalarından ziyade dünyevi faydalarından bahsedilmiştir.

İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlatan bir temsilî hikâyeciktir. Uzak bir şehire gitmek için emir alan iki askerin vaziyetleri anlatılıyor. Bahtiyar nefer, Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden, ve kimseden minnet almayan, kimseden havf etmeyen, rahat-ı kalb ve vicdan ile sağa tarafa giden, vazifesini güzelce yapan, namuslu bir askerdir. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakan, nizama tâbi olmak istemeyen, çantasız, silâhsız olduğundan cismi bir batman ağırlıktan kurtulan, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilen, herkese dilenci, her şeyden, her hâdiseden titrer bir surette sol tarafa giden, neticede âsi ve kaçak cezasını gören bir askerdir.

Hakikatında ise o iki yolun başında duran adam, başta ellerinde nişane-i tasdik olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüzyirmidört bin Peygamberler (Aleyhimüsselâm) ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşf ile, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüzyirmidört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrarehüm) ve o iki kısım meşahir-i insaniyenin haberlerini aklen kat’î bürhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle -fikren ve mantıken- yakînî bir surette isbat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler, müçtehidler ve sıddıkînlerdir. O iki yolcu; biri muti-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur. O iki yol arasındaki fark; ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi vardır. O çanta ve silâh ise ibadet ve takvadır. İbadetteki zahiri ağırlık ise soğukta, sıcakta günde beş vakit abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi ibadetleri yerine getirirken ins ve cin şeytanlarla mücadele etmektir. İbadetin manasındaki rahatlık ve hafiflik ise tarif edilmez. O rahatlığı ibadet eden bilir.

İbadet etmeyenin kalb ve ruhu binler batman minnetler altında ezilir. Çünkü her şeyi Rabbisinin emrine müsahhar görmeyen insan her şeyi sebeplerden biliyor ve onlara el açıyor. Dilenciliğin kalb ve ruhta yaptığı tesiri düşünün. O kişinin kalb ve ruhu ne hale gelmiştir. Hem de elinde olmayan hadsiz şeyleri o kör sağır esbab nasıl verebilir. İbadetin çantaya benzetilmesi ise çantada Rahmet hazinesi var. İnsan dua ile rahmet hazinesinin kapısını çalar. Takvanın silaha benzetilmesi ise takva sahibi olan zat her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Böylece hiçbir zaman mağlub olmayacak bir silahı elde eder. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Yani Kudret tecellilerini lezzetli bir hayretle seyrederek, Celil, Aziz, Cebbar ve Kahhar isimleri ile Allahı tanımış olur. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.

Hutbe-i Şamiyede hamiyet-i diniye ve milliye bahsindeki altı yaşındaki çocuk lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.” Hutbe-i Şamiye 67

Evet insan hakiki saadeti muhtaç olduğu nihayetsiz şeylerin eline verilmesi ve maruz olduğu nihayetsiz musibetlerden korunması ile elde eder. Sermaye ve iktidarının dairesi, fiili dua ile Allah’tan isteyebildiği kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

Yani “Hâlık ve Rezzaka ibadet, zarar ve menfaat elinde olana ibadet, Hakîm olana abes iş yapmayana ibadet, Rahîm olana ihsanı, merhameti çok olana ibadet, her şeyi emrine müsahhar eden Rabbine ibadet etmekte ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

Hem “Hâlık ve Rezzaka tevekkül, zarar ve menfaat elinde olana tevekkül, Hakîm olana abes iş yapmayana tevekkül, Rahîm olana ihsanı, merhameti çok olana tevekkül, her şeyi emrine müsahhar eden Rabbine tevekkül etmekte ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

Hem “Hâlık ve Rezzaka tevhid, zarar ve menfaat elinde olana tevhid, Hakîm olana abes iş yapmayana tevhid, Rahîm olana ihsanı, merhameti çok olana tevhid, her şeyi emrine müsahhar eden Rabbine tevhid ile bağlanmakta ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

Hem “Hâlık ve Rezzaka teslim, zarar ve menfaat elinde olana teslim, Hakîm olana abes iş yapmayana teslim, Rahîm olana ihsanı, merhameti çok olana teslim, her şeyi emrine müsahhar eden Rabbine teslim olmakta ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

Malûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir. Halbuki mes’elemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu; icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir. Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.

Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Üçüncü Sözde daha ziyade ibadette ve Allah’a asker olmaktaki dünya saadeti anlatılmıştır. Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz. Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.  Öyle ise, biz daima Allahın hadsiz nimetlerinden taat ve tevfik nimetlerine mukabil hamd etmeliyiz. Biz hamd edeceğiz ki bize daima taata muvaffak olmakta tevfik versin.

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir